Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

81

Thursday, 1.10.2015, 22:21

TÜRKOLOGLAR VE SİNOLOGLAR


Kitharasıyla Apollo, ortada bıçağıyla bir İskit ve sağda flütüyle Marsyas MÖ.330-320 Atina Ulusal Müze
Eski Türklerin de hemen hemen Etrüsklerinkine benzer ve siyasî teskilata sahip olduklarına ve Fanum Voltumnae’deki gibi yıllık siyasî toplantılar yaptıklarına kanaat getirmek için Deguines, De Groot, Klaproth gibi bilginlerin eserlerini okumak yeterlidir .
Dans ile müziğe gelince, Fransız Çin tetkikleri bilgini Edouard Chavannes’in, Çinlerin, komsuları olan Türklerde bu iki sanata gösterilen rağbete şaştıklarına eserinde işaret ettiğini burada kaydetmeliyiz.



İslamiyetten evvelki, yani mecusi Türklerde “Kam” adlı rahipler dini rakslar ederlerdi. İslamiyetten sonra ise, Konya’da bugün bile zarif “sema” hareketlerini seyretmek mümkün olan bir Mevlevi tarikatını kurmuslardır. Ayni şekilde Etrüskler “sıçrayan” veya “rakseden” rahipler sınıfını meydana getirmislerdir ki, Romalılar da bunu adet olarak onlardan almıslardır.
Eberhard’a göre Çin tarihlerinde bahsedilen kavimler arasında Türkleri ayırt etmek için şaşmaz kıstaslar vardır. Bunların baslıcaları Kurt efsanesi ve mağaraların mübarek sayılmasıdır.Eserinin 49 uncu sahifesinde aynen söyle der:


“Türk kavimlerinintipik efsanelerinden olan kurttan üreme efsanesi (falanca kabilede) vardır… v.s.”
Bu bize, Remus ve Romulus efsanesini hatırlatıyor. Bilindiği gibi, bugün Kapitol müzesinde olan Disi Kurt heykeli, ekseri etrüskologlara göre Veies sehrinden Vulka adlı bir etrüsk heykeltıraşının eseridir. Bebek heykelleri sonradan, Rönesans devrinde ilave edilmiştir.



Efsane ve mitlerin oluşumu kanunu bir kurt atadan doğma efsanesinin bir dişi kurdunsütünü emme efsanesi halini de alabilmesini izah eder.
Romulus'un babası Savas ilahı Mars olması bir zaruretti.Türklerde kurt kuvvet ve savaş sembolü sayılırdı. Yaygın bir efsaneye göre, ilk Türk akıncılarına boz renkli bir kurt, "Bozkurt"önderlik etmistir
Etrüsklerden almıs olan Roma’da, “Lupercale” (Kurt mağarası) büyük itibar görürdü.
Çin tarihi uzmanı Eberhard’ı takip ettiğimizde, öğreniyoruz ki, kendilerini sarı rengi çok seven Çinliler Türklerin de kırmızı rengi çok seven Çinliler Türklerin de kırmızı rengi sevdiklerini tarihlerinde kaydetmişlerdir.
Romalıların Etrüsklerden miras aldıkları kırmızı togayı ve eski Roma’da kırmızı rengin asil renk sayıldığına dair bin bir delili zihinden geçirmemek mümkün mu?Eberhard’a göre Türkler fevkalade iyi flüt çalardı: iki çesit flüt kullanırlardı… Etrüsklerin ise flüt çalmaktaki ustalığı Yunanistan’da bile ün salmıstı ve Etrüsk kelimesi “iyi flüt çalan” manasına gelirdi.


Başka bir örnek;Eberhard’ın eserinde, Çinliler tarafından “Tarkan” telaffuz edilen bir asalet ünvanından bahsedilmektedir. Alman Sinoloji bilginine göre bu, Türklerdeki “prens” manasına gelen “Tarkan” veya “Tarhan” unvanından baska bir sey değildir.
Roma’yı kuruluşundan sonraki yüzyıllarda idare eden “Tarquin’ler sülalesine mensup kralların adları Etrüsk yazıtlarında “Tarhun” veya “Tarhan” olarak gösterilmiştir.

Derleme.Akcan Mir
KAYNAK;TÜRK KÜLTÜRÜNÜ ARAŞTIRMA ENSTİTÜSÜ
ETRÜSKLER TÜRK MÜ İDİ
ADİLE AYDA

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

82

Tuesday, 6.10.2015, 21:01



Kahraman Mehmet Çavuş
Sağ kolumu kaybettim. Zararı yok. Sol kolum var. Onunla da pekâlâ iş görebilirim. Beni üzen ve yeniden birliğime katılarak, düşmanla çarpışmama engel olan şey, yaramın henüz kapanmamış olmasıdır. Hastahaneden çıkıp, harbe iştirak edemediğim için beni mazur görünüz. Affediniz komutanım.'

Kaynak;Genelkurmay Başkanlığı Çanakkale Zaferi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

83

Sunday, 11.10.2015, 13:59


Efsaneye göre; Atina’da düzenlenen Panathenaia bayramında, Giritli atlet Androgues öldürülür. Bu olay üzerine Girit kralı, diyet olarak Atina’dan her yıl kurban edilmek üzere, yedi kız ve yedi erkeğin gönderilmesini ister. Çok ağır olan bu şart üzerine Atina Kralı Aegeus, oğlu Theseus’dan Girit kralını öldürmesini ister ve onu bir gemi ile Girit’e gönderir. Eğer kralı öldürmeyi başarırsa, dönüşünde gemiye beyaz yelken çekmesini ve böylece uzaktan müjde vermesini ister. Eğer öldürememişse yelkenlerin siyah olarak donatılmasını tembih eder. Theseus, Girit’e gider ve giriştiği savaşta galip gelerek kralı öldürür. Atina’ya dönmek üzere denize açılır. Bu sırada zafer sarhoşluğundan babasının öğüdünü unutur ve siyah yelken çeker. Kıyıda oğlunu bekleyen Aegeus siyah yelkeni görünce oğlunun mağlup olduğunu zanneder ve üzüntüsünden denize atlayarak intihar eder. Aegeus’un intihar ettiği yer Atina Körfezi’dir. Bu nedenle bu körfez ve çevresi “Aegeus Pontos” “Ege Denizi” olarak adlandırılmaya başlanmıştır.

Ege Denizi'nin Türkler tarafından kullanılan tarihi adı Adalar Denizi'dir. Bu görüşü destekler mahiyette çok sayıda yazılı tarihi belge bulunmaktadır. Türkler 1081 yılında Ege Denizi ile ilk karşılaştıklarında bu denize üzerindeki adaların çokluğundan dolayı “Adalar Denizi” adını vermişlerdir. Bölgede hüküm süren Aydınoğulları Beyliği ve Osmanlı kaynaklarında, hep “Adalar Denizi” olarak geçmektedir.

Piri Reis, 1519 yılında yazmış olduğu "Kitab-ı Bahriye" adlı eserinde, "Şunu bilmek gerektir ki, adalar arası denen yere "Erso Peloga" derler. Biz buradaki adaları münasip olduğu şekilde anlattık" demekte ve bu adalar arasındaki tüm adaları ayrıntılı bir şekilde anlatmaktadır. Katip Çelebi, 1656 yılında yazmış olduğu "Tuhfetü'l-Kibar Fi Esfari'l Bihar" adlı eserinde; "Boğazdan dışarı Rumeli kıyıları Ece Ovası, Kavala, Ayanoroz, Lonkoz, Kesendire, Selanik Körfezi, Koloz ve İstin Körfezleri, Eğriboz, Atina ve Mora'dan Anadolu ve Menekşe Burnu ki Anadolu'dan Tekir Burnu nice ise Rumeli'nde bu da öyle köşeler ve geçit yeridir. Karadan denize girip Girit Adasının doğu batı uçları bu iki burunlar ucuna uzanıp öteki Akdeniz adalarının çoğu bu ortada bulunmaktadır. Bundan dolayı bu ortalığa "Adalar Arası derler" diye yazmaktadır.

Atatürk’ün Başkomutanlık Meydan Muharebesi’nden sonra verdiği emir, “Ordular! İlk Hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” şeklindedir. Atatürk, NUTUK’un 444’üncü sayfasında bu emir ile ilgili olarak. “Çünkü ordularımız İzmir rıhtımında ilk verdiğim hedefe, Akdeniz’e ulaşmış bulunuyorlardı.” yorumunu yapmakta Adalar Denizi ifadesini dahi kullanmamaktadır.

24 TEMMUZ 1923 tarihli Lozan Barış Antlaşması'nın 12’nci maddesinde Bahr-i Sefid Adaları için Island of Eastern Mediterranean ifadesi geçmektedir. Ancak Lozan Antlaşması'nın ayrılmaz parçası olan altı devlet kararı incelendiğinde Ege ifadesine rastlanmaktadır. İstanbul Deniz Matbaası tarafından 1930 yılında basılan "Türk ve Yunan Deniz Harbi Hatıratı ve 1909-1913 Yunan Bahri Tarihi" adlı eserde Ege Denizi ibaresine rastlanmamakta ve Adalar Denizi ifadesi kullanılmaktadır.

Faik Sabri DURAN'ın 1938 yılında yayınlanan, lise kitapları, sınıf III, Türkiye Coğrafyası (Kanaat Kitabevi, İstanbul), adlı kitabının 26’ncı sayfasında, Ege bölgesinin alanları biraz daha geniş tutulmuş ve bu bölgeye Garbi Anadolu (Batı Anadolu) adı verilmiştir. Aynı eserde sayfa 27'de Ege Denizi ifadesi, sayfa 70 ve sayfa 328'de sunulan haritalarda ise Adalar Denizi ifadesi kullanılmıştır. 6-21 HAZİRAN 1941 tarihleri arasında, Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde icra edilen Birinci Coğrafya Kurultayı'nda adlandırma konusunda standartlaşmayı sağlamak maksadıyla Ege Denizi terimi kabul edilerek kullanılmaya başlanmıştır.

Kaynakça:
AKARI Selçuk, Dz.Kur.Kd.Yzb., Dil Tarih ve Coğrafya Denkleminde Ege Denizi’nin Adlandırma Tarihi ve Ege Kelimesinin Anlamı.

84

Sunday, 11.10.2015, 14:07

Lalezar hanım engin tarih bilginizden bizleri de yararlandırdığınız için nasıl teşekkür etsek azdır.Büyük dikkatle okuyorum.Su gibi akışı olan güzel anlatımınızla bu tarih okunur..Hürmetler güzel yürekli insan... :nazar: :ck: :cz: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :sapka: :gulver:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

85

Sunday, 11.10.2015, 15:21

Lalezar hanım engin tarih bilginizden bizleri de yararlandırdığınız için nasıl teşekkür etsek azdır.Büyük dikkatle okuyorum.Su gibi akışı olan güzel anlatımınızla bu tarih okunur..Hürmetler güzel yürekli insan... :nazar: :ck: :cz: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :sapka: :gulver:


Sayın 'KRALİÇE SULTAN', Tarihimizi korumak ve öğrenmek , araştırıp bu bilgileri vesıle ıle sunmak bana göre herkesin görevi olmalıdır .Kulaktan dolma bilgiler gerçekleri farklılaştırabılır.İlginize çok teşekkür ederim.Sevgi ve saygılarımı sunuyorum :love:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

86

Sunday, 11.10.2015, 15:34

Çanakkale'de Kaybolan Birlik


İngiliz komutanı Sir Jan Hamilton, korkunç bir yenilgiye uğrayacağını sezmiş, savaşı kazanma ihtimalini taze kuvvetlerle birlikte yapılacak büyük bir saldırıda görmüştü.
Kraliyet Norfalk Alayı, taze kuvvetlerin bir parçası olarak 29 Temmuz 1915’te İngiltere’den gemilere bindirildiler. Savaş tecrübeleri yoktu. Ordu mensuplarınca ‘tatil gecesi askerleri diye anılan savunma birliklerine bağlıydılar. Norfalk alayı, savaş hattı gerisinde iklime alışmaları için bekletilmeden, 10 Ağustos günü Suyla Koyu’nda unutulmaz macera yaşamak yerine, cehennemi bir kabusla karşılaştılar.

Sahile yakın bir yerdeki tuz gölü, kavurucu yaz sıcağının tesiriyle kurumuş ve güneşin parlaklığını ve ısısını ayna gibi Norfalk alayının üzerine yansıtıyordu. Kuzeydeki Kireçtepe, iki yanındaki Kavaktepe ve Tekketepe, güneydeki Sarıbayır arasında kalan Suyla düzlüğü dev bir arenayı andırıyordu. İngiltere’nin Derehanı kasabasından toplanan Norfalk alayının 4. ve 5. taburları, ana yurtlarından uzak bu topraklarda, kendilerinden önce gelenlere mezar olan bölgede şaşkına döndüler. Savaşta çok şey olabilirdi ama Norfalklılar, savaşın dışında başlarına gelecek olayı asla düşünemezlerdi.
Sir Hamilton, Tekke ve Kavaktepelerine gece karanlığında ani ve hızlı bir saldırı yapmayı planlamıştı. Bu iş için 12 Ağustos gecesi, 54. tümen ilerlemeye başlamıştı. İçlerinde Norfalklılar alayı da bulunuyordu. Tepelerin yamacına kadar ve şafak sökerken saldıracaklardı. Fakat gece yürüyüşünün başlayacağı bölgede, Küçük Anafarta Ovası denilen yerde, Türk askerlerinin pusuya yattığı zannediliyordu. Bu yüzden, Norfalklıların bir bölümü önden giderek yolu açsın diye 12 Ağustos öğleden sonra harekete geçti.
Bu öncü bölüğünün ilerleyişi, tam bir bozgunla neticelenmişti. Norfalk taburu geride olmak üzere 163. tümen, gün ışığında çıplak ovayı geçmeye çalışmanın bariz bir hata olduğunu anladığında, ancak 900 metre kadar ilerleyebilmişti. Türklerin direnci, İngilizlerin tahmin ettiğinden çok daha büyüktü. İngilizlerin büyük kısmı yoğun ateş altında kaldığı için, olduğu yere çakılmıştı. Ancak sağ tarafta yer alan 5. Norfalk taburu daha az bir mukavemetle karşılaştığından ilerlemeye devam etti.

İşte, tam bu sırada 22 kişilik bir Yeni Zelanda sahra birliğinin gözleri önünde Norfalk Alayı’nın 4. Taburuna bağlı çok sayıda asker, karşılarındaki tepeye doğru yürümeye başladılar. Tepenin üzeri mantar başı şeklinde beyaz bir bulutla kaplıydı. ingiliz askerleri yavaş yavaş tepeye yaklaştılar ve bulutun içinde kayboldular. Son askerde bulutun içine girdikten sonra, beyaz bulut yavaşça havalandı ve rüzgârın aksi istikametine doğru hareket etti.

Kumandan Hamilton, Ingiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener’e gönderdiği telgrafta, hadiseyi şöyle anlatıyordu:

“Savaş sırasında 163. tümen her bakımdan üstün olduğu bir anda, çok garip bir şey meydana geldi. Türklerin zayıflamakta olan kuvvetlerine karşı, Albay Sir II. Beauchamp, cesur, kendinden emin bir subay olarak büyük bir gayretle, hızla ilerledi. Savaşın en güzel kısmı böyle başladı.

Bu sırada askerlerin çoğu yaralı ve susuzluktan perişan haldeydiler. Bunlar, kampa ancak gece vakti dönebildiler. Fakat Albay 16 subayı ve 250 askeriyle önüne düşmanı katmış hızla ilerliyordu. Daha sonra bunlardan hiç birinden haber alınamadı. Ormanlık bölgeye hücum ettikten sonra gözden kayboldular ve sesleri duyulmadı. İçlerinden hiç biri geri dönmedi.”

267 kişi hiç bir iz bırakmadan kaybolup gitmişti. O gün öğleden sonra başlayan ilerleyişin başarısızlıkla neticelenmesi Sir Jan Hamilton’un savaşı kendi lehine döndürme ümidini de yok etmişti. Böylece 1915 yılı sonunda Müttefik kuvvetler, büyük bir yenilgiye uğrayarak geri çekildiler.

Daha sonraları savaş alanında yapılan araştırmalar neticesi kayıp 267 Norfalklıdan 122’sinin cesedi bulundu. Geriye kalan 145 askerin ne cesedi bulundu ne de kendilerinden bir daha haber alınabildi. Yeni Zelandalı askerlerin anlattığı beyaz bulut, kendi esrarını da birlikte götürmüştü.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

87

Sunday, 11.10.2015, 16:07

SEYİT ALİ ONBAŞI


Seyit Ali Onbaşı, 1909 yılının Nisan ayında Osmanlı Ordusu'na katıldı. Seyit Onbaşı Rumeli Mecidiye Tabyası'nda görevliydi.Türk topçusunun yoğun karşı ateşi ve daha önceden Nusret mayın gemisinin döktüğü mayınlar, bu saldırıyı püskürttü. Çatışma sırasında Fransız savaş gemisi Bouvet vurularak hareketsiz kaldı ve batmaya başladı. Gemi mürettebatını kurtarmak için yardıma İngiliz Ocean ve Fransız Irresistible gemileri geldi.İngilizlerin en büyük savaş gemilerinden Queen Elizabeth ve Ocean zırhlıları, Koca Seyit'in bataryasının bulunduğu Kilitbahir önlerine gelmiş, kıyıyı top ateşine tutmuştu. Ateş çemberi genişleye genişleye Koca Seyit'in bataryasına ulaşmıştı.
oca Seyit de o gürültüden sonrasını hatırlamıyordu. Düşman gemilerinden atılan bir mermi cephaneliğe isabet etmiş, cephanelik havaya uçmuştu. Bataryadaki erlerden on dördü şehit olmuş, yirmi dördü ise yaralanmıştı. Sadece Seyit ile Ali isimli arkadaşı yara almadan kurtulmuşlardı. Sağlık erlerinin müdahalesiyle kendine gelen Seyit gözlerini açınca etrafta şehit olan arkadaşlarının cesetlerim görmüş ve arkadaşlarından durumu öğrenmişti. Bataryada ikisinden başka kimse kalmamıştı.

Bataryanın toplarından ikisi toprağa gömülmüş ve kullanılmaz hale gelmişti. Sadece bir tanesi kullanılabilir haldeydi. Onun da vinci kırılmıştı.

Koca Seyit, bir denizde hâlâ ateş püsküren düşman zırhlısına bir yerde yatan şehitlere bir de topa bakmış ve büyük bir hırsla her biri 215 okka (276 kilo) ağırlığındaki mermilere yönelmişti. Arkadaşı Niğdeli Ali şaşırmıştı, Koca Seyit ne yapmak istiyordu. Seyit, şaşkın şaşkın kendisine bakan arkadaşına “Yardım et de mermiyi yükleneyim” demiş, ardından da “Ya Allah” diyerek koca mermiyi kavramış ve Ali'nin yardımıyla sırtlamıştı. 276 kiloluk yüküyle 28'lik topun altı basamağını çıkan Koca Seyit mermiyi topun ağzına yerleştirmeyi başarmıştı. İmanın hem nur hem de kuvvet olduğunu göstermişti Koca Seyyit. Bu hakikati bütün dünyaya ilan edecekti. Şimdi bütün dikkatini vermiş önünde canavar gibi duran Ocean'ın üzerine çevirmişti topun namlusunu. Hedefi iyice tespit edip nişanının doğru olduğuna kanaat getirdikten sonra “Ya Allah, bismillah!” diyerek topu ateşlemişti. Topun gürlemesiyle birlikte karşıdaki düşman gemisinden yoğun siyah bir duman yükselmişti. Anında yalpalamaya başlamıştı. Koca gemi isabet almıştı. Gemi personelinin sesleri kıyıdan duyuluyordu. Vurmuştu Koca Seyit, koca kefere gemisini. Ve mağrur düşmanın koca gemisi batacaktı.
Mecidiye bataryasından ateşlenen bir top düşman gemisini batırmıştı Koca Seyit'in Ocean'ı batırışı, bir anda her tarafa yayılmıştı. Mehmedcik, taze moralle düşmanı şiddetli top ateşine tutmuştu. Gün batımına kadar devam eden şiddetli savaşta düşman perişan edilmişti. Düşman Çanakkale'yi geçememişti. Geçemeyecekti de…
Savaşın sona ermesi ile 1918'de köyüne dönen Seyit Ali, ormancılık ve kömürcülük işlerine devam etti. 1934 yılında çıkartılan Soyadı Kanunu ile Çabuk soyadını aldı. Seyit onbaşı 1939 yılında verem hastalığı yüzünden hayatını kaybetti.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

88

Sunday, 11.10.2015, 16:10

Mahmudiye Kalyonu

1829 yılında İstanbul Tersanesi’nde, dönemin en büyük gemisi olarak inşa edilmiş.

Üç ambarlı, 201 m.. uzunluğunda, 56 m. genişliğinde. Tam 128 topu vardı.

Ama tek özelliği bu değildi. Ona insanüstü varlıkların yardım ettiğine inanılırdı. Rivayete göre, Kırım Harbi ilan edildiği gece, Haliç’te demirli bulunan kalyon aşka gelerek, kendi kendine demirlerini koparıp, köprülere doğru yol almıştır. Yine Sivastopol bombalanırken, Mahmudiye Kalyonu’nun, kendiliğinden bir iskele bir sancağa döndüğü ve her iki taraf topları ile kaleyi dövdüğü anlatılmıştır.Bir gece subaylar ve askerler uyurken, gaipten gelen bir emirle kimsenin haberi olmadan Mahmudiye savaş hattına varmış, limana girmiş, sabah uyandıklarında kendilerini savaşın ortasında bulan mürettebat ile Ruslar büyük şaşkınlık yaşamışlar, fırsattan istifade eden Türkler Sivastopol’u bu şekilde fethetmişlerdir.

1829 yılında İstanbul Tersanesi’nde Mühendis Mehmet Efendi ile Mimar Mehmet Kalfa tarafından inşa edilmiş olan ve o dönemde dünyanın en büyük gemisi olma sıfatının taşıyan üç anbarlı Mahmudiye Kalyonu, Sivastopol’un bombardımanına Müttefik Filo ile birlikte katılmıştır. İlahi güçler tarafından korunduğuna inanılan, adeta bir “Hayalet gemi” misyonu taşıyan Mahmudiye kalyonunun uzunluğu 201, genişliği 56 metre idi. 128 topu ile dünyanın en büyük gemisine duyulan hayranlık, zamanla insanüstü varlıkların yardım ettiği düşünülen bir efsaneye dönüşmüştür.

Mahmudiye Kalyonu’nun halk arasında gizli güçlere sahip olduğuna inanılması da bu döneme rastlamıştır. Halk arasında dolaşan rivayetlere göre, Kırım Harbi ilan edildiği gece, Haliç’te demirli bulunan Mahmudiye Kalyonu aşka gelerek, kendi kendine demirlerini koparıp, köprülere doğru yol almıştır. Yine Sivastopol bombalanırken, Mahmudiye Kalyonunun, kendiliğinden bir iskele bir sancağa döndüğü ve her iki taraf topları ile kaleyi dövdüğü anlatılmıştır.

Kırım Harbi’ne katılan Ali Dayının anlattığına göre, Sivastopol muhasarasına iştirak eden Müttefik donanmanın en kuvvetli gemisi Mahmudiye imiş. Bir gece subaylar ve askerler uyurken, gaipten gelen bir emirle kimsenin haberi olmadan Mahmudiye savaş hattına varmış, limana girmiş, sabah uyandıklarında kendilerini savaşın ortasında bulan mürettebat ile Ruslar büyük şaşkınlık yaşamışlar, fırsattan istifade eden Türkler Sivastopol’u bu şekilde fethetmişlerdir. Günden güne artan hikayeler bu gemiyi bir efsane haline getirmiştir. Halk, mübarek gecelerde ak sakallı, sarıklı bir takım insanların, geminin güvertesinde saf tutup, namaz kıldıklarını gördüklerini iddia etmiştir.
Bundan başka, Kırım Harbi’ne iştirak eden Mahmudiye’ye, Barbaros Hayrettin’in bayrağının bir eşi yaptırılarak çekilmiştir. Muhasara sırasında müttefik donanma bayraklarının, Rus gülleleri ile lime lime olmasına karşılık, bu bayrağa hiçbir şey isabet etmemesi de bu rivayetlerin artarak devam etmesine neden olmuştur.

Efsunlu olduğuna inanılan Mahmudiye Kalyonu, 2. Abdülhamit döneminde kaynak sıkıntısına düşen hükümet tarafından memur maaşlarını karşılamak için parçalanıp müteahhitlere satılmıştı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

89

Sunday, 11.10.2015, 16:12

TÜRK TARİHİNİN KAYNAKLARI

Türk tarihini Türk destanlarından (yazısız sözlü edebiyattan), ilk Türk yazıtlarından ve yazılı Çin kaynaklarından öğrenmekteyiz.

Türk destanları;

1.Sakalar(İskitler) zamanından kalan Alper Tunga ve Şu,

2.Asya Hunları zamanından kalan Oğuz Kağan,

3.Göktürklerden kalan Ergenekon ve Bozkurt ,

4.Uygurlardan kalan Türeyiş ve Göç,

5.Kırgızlar zamanından kalan Manas Destanlarıdır.

İlk Türk yazıtları;

Bilge Kağan-Kültiğin-Vezir Tonyukuk adına Yolluğ Tigin tarafından Türk tarihinin ilk yazılı belgeleri olarak yazılmış Orhun Yazıtlarıdır. 1893 yılında Danimarkalı Thomsen tarafından çözülmüştür. Ayrıca Yenisey Yazıtlarında da Türkler hakkında bilgiler bulunmaktadır.

Yazılı Çin kaynakları ise Türklerin Çinlilerle yaptıkları antlaşmalardır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

90

Sunday, 11.10.2015, 16:15

İSTİKLAL MARŞI’NIN KABULÜ (12 MART 1921)


Osmanlı Devleti'nde Milliyetçilik anlayışı olmadığından dolayı tarih boyunca Osmanlı Devleti'nin Milli bir Marşı olmamıştır. Nerdeyse 600 yıl kadar hüküm sürmüş olan büyük bir devletin Milli Marşının olmamasına rağmen, Avrupa'da yeni kurulan devletlerin bile Milli Marşlarının olması Osmanlı Devleti'nde Milliyetçilik anlayışının olmadığının bir göstergesidir.

23 Nisan 1920 tarihinde kurulan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından hemen sonra Milli Eğitim Bakanlığı, İstiklal Savaşı’nın anlam ve önemini belirtecek ve yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bağımsızlığının sembolü olacak milli bir marşının olması gerektiğini anlamış ve bu sebepten dolayı çalışmalar yapmaya başlamıştır. 1921 yılının başında bir yarışma açılmasına karar verilmiştir. Yarışma sonucunda toplanan şiirlerden en güzeli Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Milli Marşı olarak kabul edilecektir. Ayrıca yarışmanın sonucunda kazanan şahsa o dönemin şartlarında gerçekten çok büyük bir meblağ olan 500 Tl civarında bir para ödülü verileceği bildirilmiştir.

Ülke içerisine duyurular yapılmış, toplumun her kesimine bu yarışmanın duyurulması sağlanmaya çalışılmış ve katılımın hat safhada olması konusunda gerekli önlemlerin alınması başlatılmıştır. Ülkemizin işgal altında olduğu, kısıtlı iletişim imkânları ile ancak duyurulabilen bir ortamda, Kurtuluş Mücadelesinde harap ve bitap düşmüş, okuma yazma oranının çok düşük seviyelerde olduğu, Türkiye Cumhuriyeti Halkının bu yarışmaya katılımının düşük olacağı beklenmiştir. Nitekim de öyle olmuştur. Yarışmaya katılacaklara 6 ay gibi uzun bir süre tanınmasına rağmen düzenlenen bu yarışmaya ancak 724 adet şiir aday olmuştur.

Dönemdeki ismi ile Maarif Vekaleti (Milli Eğitim Bakanlığı) bu şiirleri değerlendirmek için bir komisyon oluşturmuştur. Yarışmaya katılan 724 şiir teker teker okunmuş ve içlerinden 6 adet şiir elemeyi geçip Meclis Matbaası tarafından bastırılıp milletvekillerine dağıtılmıştır.

Dönemin Milletvekillerinden Mehmet Akif Ersoy yarışmada para ödülü olduğundan dolayı yarışmaya katılmak istememiştir. Dönemim bakanı Hamdullah Suphi Tanrıöver Bey Ankara’da yaşayan Mehmet Akif Ersoy’a 5 Şubat tarihinde para konusunun çözümlenebileceğini, endişe edilmemesi gerektiğini ve yarışmaya mutlaka kendisinin de katılması gerektiğine dair bir mektup yazmıştır. Bunun üzerine Mehmet Akif Ersoy "Ben mebusum, müsabakaya katılmam. Ayrıca çok istiyorsanız da bir şiir yazıp size veririm" diyerek para konusundaki hassaslığını bildirmiş ve evinde bir şiir yazarak “Kahraman ordumuza" ithaf ettiği şiiri, Maarif Vekaleti' ne teslim etmiştir. Çok beğenilen bu şiir seçilen 6 şiire ilave olarak yarışmaya katılmıştır.

Yapılan oylamalar sonucunda yarışma sonuçlanmış, en beğenilen ve anlamlı şiir olarak Maarif Vekil Hamdullah Suphi Bey tarafından büyük bir coşku ile okunan Mehmet Akif Ersoy'un yazdığı şiir büyük tezahürat ve alkışlar eşliğinde, oybirliği ile yarışmanın birincisi olarak 12 Mart 1921 tarihinde seçilmiştir.

İstiklal Marşı olarak kabul edilen bu şiir Meclis kürsüsünde birkaç kez daha okunmuştur. Yazılan bu güzel ve anlamlı şiirden etkilenen bütün milletvekilleri ayakta heyecanla yeni marşımızı dinlemişlerdir. Aradan bir kaç gün geçmesinden sonra Meclis yetkilileri yarışmanın birincisine verilmesi icap eden para ödülünü vermek üzere Mehmet Akif Ersoy'a gitmişlerdir. Mehmet Akif Ersoy bir kez daha böyle bir parayı asla kabul edemeyeceğini "Ben müsabakaya girmedim. Bu para benim hakkım değildir ve bana aitte olamaz" sözleri ile tekrar ifade etmiştir. Meclis yetkilileri ise ısrarlarını sürdürerek "Bu parayı devletimizin kasamızda tutamayız. Lütfen siz alın, isterseniz bir yere bağışlarsınız" diyerek yarışma ödülünü Mehmet Akif Ersoy'a teslim etmişlerdir. Mehmet Akif Ersoy bunun üzerine yarışmadan kazandığı ödülü hastanede yatmakta olan gazilerimize bağışlamıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

91

Sunday, 11.10.2015, 16:16

MAGNA CHARTA (1215)

1215 yılında İngiltere Kralı Jan’ın(John) Magna Charta’yı kabul etmesi, Orta Çağ'da ilk demokratik gelişme olarak kabul edilmiştir. Magna Charta halkın temel hak ve özgürlüklerinin bir kısmının tanındığı siyasal bir belge niteliğindedir.

Kral Richard’dan sonra Kardeşi Jan İngiltere kralı olmuştur. İngiltere, Fransızlar ile yapılan savaşta Fransa Kralı II. Philip'e karşı başarısız sonuç alınca, bazı soylular ve halk ayaklanmaya başlamıştır. Bu ayaklanmaları bastırabilmek için kral soylulara bazı imtiyazlar vermek ve Magna Charta yani Büyük Şartı kabul etmek zorunda kalmıştır.

Magna Charta’nın bazı önemli maddeleri şunlardır;

1. Bu sözleşme ile Kral halkın onayını almadan veya halktan haksız yere vergi toplamayacaktır.

2. Mahkemeler halka açık yapılacak, adalet satılamayacak, geciktirilmeyecek, hiçbir özgür yurttaş bu haklardan mahsur kalmayacaktır.

3. Yasaları bilmeyen kişiler hâkim, vali, şerif olmayacaktır.

4. Özgür kimseler haksız yere hapis ve sürgün edilmeyecek, mülkleri ellerinden alınmayacaktır.

5. Askere alınmalar düzene konulacaktır.

6. Soylulardan oluşan bir kurul kralın Magna Charta'ya uygun davranıp davranmadığını kontrol edecektir.

Bu ferman ile İngiltere’de kralın yetkileri sınırlandırılmıştır. Mutlak Krallık yönetiminden meşru krallık yönetimine geçilmiştir. Yavaşta olsa demokratikleşme süreci başlamıştır. Parlamento yönetiminin kurulması için uygun şartlar oluşmaya başlamıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

92

Sunday, 11.10.2015, 16:17

RÖNESANS

Rönesans, terim anlamı ile “yeniden doğuş” anlamına gelmektedir. 15’inci ve 16’ncı yüzyıllarında Avrupa’da sanat, bilim, düşünce ve güzel sanat alanında meydana gelen yeniliklerin genel olarak Rönesans adı verilmektedir.

Rönesans hareketleri İtalya’da başlamış, daha sonra diğer Fransa, Almanya ve İngiltere başta olmak üzere Avrupa ülkelerine yayılmıştır. Rönesans’ın İtalya’da başlamasının sebepleri ise;

1. İtalya’nın eski Roma, Yunan ve Helen kültürüne ait birçok eserin varisi olması,

2. İslam kültürü zenginliğinden etkilenmiş olması,

3. Birbirinden bağımsız birçok krallığın bulunması nedeniyle halkın diğer insanlara nazaran daha özgür yaşaması,

4. Önemli ticaret yollarının kesişim noktasında bulunduğu için zenginleşmiş olması ve güzel sanatlara ilgi duyması,

5. Roma'nın dini merkez olması nedeniyle birçok büyük mimari yapı ve sanat eserinin yapılması,

6. Doğuya yakınlık teşkil eden coğrafi konumudur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

93

Sunday, 11.10.2015, 16:18

REFORM

Reform terim olarak “yeniden düzenlemek, şekil vermek” anlamına gelmektedir. 16’ıncı yüzyılda Avrupa’da dini alanlarda meydana gelen gelişmeler ve düzenlemelere Reform adı verilmiştir. Reform Katolik Kilisesi'nde ortaya çıkan yeniden yapılandırma faaliyetleridir.

Reform hareketleri ilk olarak Almanya’da görülmeye başlamıştır. Alman İlahiyatçıların Katolik Kilise’sinin uygulamalarına karşı çıkması ve eleştirilerde bulunmaya başlamasıyla, kilise kararlarına farklı açılardan bakarak fikir ayrılıklarına düşülmesi sonucu ile ortaya çıkmaya başlamıştır. Kısaca Almanya'da reform hareketlerinin başlamasının sebepleri;

1. Alman halkının İtalya'daki halka göre daha fakir olmasının kiliseye karşı kin duymasına sebep olmuştur.

2. Kilise'nin desteklediği Katolik Avusturyalı kralların Alman Kralı ve prenslerini baskı altında tutmak istemesidir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

94

Sunday, 11.10.2015, 16:22


İtalyada Bir Türk Köyü
Viyana kuşatmasında bir Yeni Çeri'nin yerleştiği ve liderliğini yaptığı bu köy İl Turco olarak anılıyor.

Burası İtalya'nın Moena köyü. Bu köyün sakinleri kendilerini 323 yıldır La Turchia (Türk Köyü) olarak ifade ediyorlar. Türk Bayrakları asıyorlar, Türk gibi giyinip Türk Töresine göre yaşıyorlar.

Herşey Osmanlı'nın 1683'de çıktığı 2. Viyana Kuşatması döneminde başladı. İsmini bilmediğimiz, ama köy halkının kendisine "İl Turco" adını verdiği Osmanlı Yeni Çeri Askeri, Viyana kuşatması sırasında yaralanır ve İtalya'nın Manzori dağı eteklerindeki Moena köyüne sığınır. Köylüler, bu yabancıyı tedavi eder ve barındırır. İyleştikten sonra geri dönmeyerek burada yaşamaya devam eden Yeni Çeri Askeri, yine bu köyden bir kızla evlenir ve bundan sonra misafir edildiği bu köyde yaşamaya devam eder.

Bu tarihlerde Moena köyü, politik olarak bağlı olduğu Dükün vergi ve baskılarına maruz kalmaktadır. Osmanlı Askeri "İl Turco", bu haksızlığa karşı çıkarak köy halkına liderlik eder ve Düke karşı isyan eder. Bu isyan neticesinde Dük'ün baskılarından kurtulan Moena köyü, bağrına bastığı Osmanlı Askerini artık lider olarak görmeye ve ona fevkalade saygı duymaya başlar.

Bu tarihten sonra, liderleri İl Turca'ya sevgi ve saygılarından ötürü kendilerini Türk olarak ifade etmeye, Türk adet ve töreleriyle yaşamaya başlarlar. Evlerde Dönemin Osmanlı Sancakları olan bugünün Türk Bayrakları asılmış, Kız İsteme ve Başlık Parası adetleri gibi pek çok Türk-Osmanlı adeti köyde "Töre" olarak yaşanmaya başlamıştır.

Tek kelime Türkçe bilmeyen ama kendilerine küçük Türkiye Diyen Moena halkı, her yılın Ağustos ayında bir festival düzenleyerek Türk kıyafetleri giyerek Türk Gibi davranıyorlar. Televizyon aracılığıyla Türkiye'yi yakından takip eden Moena halkı, düzenledikleri festivallerde köyün en yaşlısını "Sultan" yaparak festival gösterileri düzenliyorlar.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

95

Sunday, 11.10.2015, 16:25



Abdülhamit Han'ın Çarşafı Yasaklaması, Osmanlı tarihçileri ve Cumhuriyet tarihçileri arasında bir tartışma konusu olmuştur. Ancak nekadar tartışılırsa tartışılsın Abdülhamit Han'ın Çarşafı yasakladığı su götürmez bir gerçektir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

96

Sunday, 11.10.2015, 16:28


Kudüs’ün elimizden çıkışı tarihin akışını nerdeyse tersyüz etmiştir. Tarihin en önemli olaylarından biri olan Türklerin Kudüs’ten çekilişi destan gibidir.
Bir askerin günlüğünde şöyle yazılıdır; “Müfreze tam bir sürat ve mükemmeliyetle toplanıp yola düzülmüştü. Filistin’in kahraman anaları Zedud köyünden geçen yolun iki tarafına dizilmiş, ellerinde bakır bakraçlarla askerlerimize su süt ve yoğurt ikram ediyorlardı. Bu fakir Arap köyünün asil evlatları, ana vatan uğruna kurban giden Türk çocuklarına yaprakları üzerinde taze koparılmış portakallar ikram ettiler. Ve müfreze köyden ayrılırken ateşin bir mahfaza içinde saklanmış inciler gibi gözüken beyaz dişlere ve derinliklerinde zeka kaynayan güzel koyu siyah gözlere sahip cevval Arap kadınları eski bir geleneğe uyarak arkamızdan bağırıyorlardı; geriye dönmeyin, bizi düşmana çiğnetmeyin. Ve sonu gelmeyen zılgıtlar..”

Verilen mesaj açıktır. Geriye dönmeyin. Zaten gidenlerin hiçbiri geri dönmeyi düşünmüyordu. Çoğu da geri dönemeyecekti. Öyle hikâyeler vardır ki Türkün yazdığı, Gazze’de, Yafa’da Kudüs’te. Yüzbaşı Şevket onlardan sadece biriydi. Adı dağlara taşlara kazındı. Çanakkale’den yaralı gelmiş, iyileşmiş ve Filistine koşmuştu. İkinci Gazze muharebelerinde İngiliz’e Yezidi Tepede tattırdığı yenilgiyle buranın adı artık Şevket Tepe olarak anılır oldu. Çarpıştığı siperlere de şevket siperleri dendi. Hangi biri anlatılır ki o Türk askerinin kahramanlık öykülerinden.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

97

Sunday, 11.10.2015, 16:39

“İtil suyu aka-tutur”

İlk müslüman Türk devleti olan İdil—Bulgar Devleti'nin başkenti Bulgar, bugün iki minaresi, bir cami kalıntısı ve kümbetleriyle hâlâ soluk alıp veriyor. Miladî 900'lerde Müslüman olan ve Abbasi halifesi Muktedir Billah'a elçi göndererek kendilerine İslâm'ı öğretecek din âlimleri ve kaleler inşa etmelerine yardımcı olacak mimarlar isteyen Almış Han, ilk müslüman hükümdar olarak tarihe geçti. XIII. yüzyıla kadar Orta İdil (Volga) boyunda hakimiyet süren İdil—Bulgar Devleti, 1236 yılında Altınordu tarafından ortadan kaldırıldı. Fotoğraftaki kilise Bulgar şehri harabelerinden elde edilen taşlarla yapılmış. Bir bakıma İdil—Ural bölgesindeki Rus hakimiyetini ve kültürünü simgeliyor.
Türklerin İtil (İdil), Rusların Volga adını verdikleri muhteşem nehirde, 10 Haziran Pazar günü öğleden önce, bizim deniz otobüslerine benzeyen hızlı bir vapurla Bulgar şehrine doğru süzülürken, İbn Fadlan'ın 1970'lerde okuduğum seyahatnamesinde Bulgar Türkleri hakkında anlattıklarını hatırlamaya çalışıyordum.
İtil Bulgar hanı Şelkey oğlu Almış Han, 900'lerde müslümanlığı kabul etmiş ve muhtemelen 920 yılında Abbasi Halifesi Muhtedir Billah'a bir elçi göndererek kendilerine İslâm'ı öğretecek din âlimleri ve kaleler yapmalarına yardım edecek mimarlar istemişti. Abbasi halifesi, bu talep üzerine 921 yılında kalabalık bir heyeti Bulgar şehrine gönderdi. Heyetin en bilgili üyesi olan İbn Fadlan, daha sonra bu seyahatle ilgili izlenimlerini uzun uzun yazmıştır. Rahmetli Zeki Velidi Togan tarafından gün ışığına çıkarılan ve birkaç Türkçe tercümesi bulunan İbn Fadlan Seyahatnamesi, hiç şüphesiz, İdil Bulgarları hakkındaki en önemli kaynaktır.
Heyecanlıydım, çünkü aşağı yukarı iki saat sonra, İdil Bulgarlarının başkentini görecektim. 12 Mayıs 922 tarihinde, yani bizden tam bin yetmiş dokuz yıl önce Bulgar'a ayak basan İbn Fadlan, burada samimi, ancak eski alışkanlıklarını henüz bütünüyle terketmemiş müslümanlarla karşılaştı. Almış Han, elçi için verdiği ziyafette sücü (süçi) adı verilen bal şarabı içmiş ve halife şerefine üç defa kadeh kaldırmıştı. Ancak İslâm'a son derece samimiyetle inanmıştı; "Allah'ım, Bulgar hanı Yaltavar'ı ıslah et!" duasıyla başlayan hutbelerinde babasının adını müslüman olmadığı için anmak istemediğini İbn Fadlan anlatıyor.
Bulgar şehri gezisi, İslam Tarih Sanat ve Kültür Araştırma Merkezi IRCICA'nın Tataristan İlimler Akademisi Tarih Enstitüsü'yle ortaklaşa düzenlediği Milletlerarası Volga—Ural Bölgesi İslâm Medeniyeti Sempozyumu programı çerçevesinde yer alıyordu. Bu sempozyumda muhtelif bildirilere konu olan İdil Bulgar Devleti'nin az bilinen özelliği, ilk müslüman Türk devleti olmasıdır. Evet, tarihte müslümanlığı kabul etmiş ilk müslüman Türk devletinin başkentine gidiyorduk, Volga yoluyla. Kama (Çolman) nehriyle birleştiği yerde eni neredeyse elli kilometreye ulaşan Volga, dünyanın en büyük nehirlerinden biri ve Rusya ekonomisinin can damarıdır.
Millattan sonra yedinci asırda Volga—Ural bölgesinde yerleşmeye başlayan Bulgar Türkleri, burada Hun Türklerinin kalıntıları ve muhtelif Türk unsurlarıyla karşılaşıp zamanla kaynaşmışlardır. Yakın tarihlerde yapılan kazılar, Orta İdil boyunun üçüncü asırdan itibaren Türkleşmeye başladığını gösteriyor. Kuban ve Don boylarında yaşarken yerleşik hayata geçerek ziraatle uğraşmaya başlayan Bulgar Türkleri, bu bölgeye geldikten sonra korunaklı şehirler kurmaya başlamış ve İslâm dünyasıyla ilişkiye geçerek hızla müslümanlaşmışlardı. Ancak Bulgar Türklerinin bir kolunun ilerlemeye devam ederek Tuna boylarına yerleştiğini biliyoruz.
İlgi çekici olan, İdil Bulgarlarının İslamiyet'i kabul ettikleri tarihlerde Tuna Bulgarlarının da Hıristiyanlığı kabul etmiş olmalarıdır. Nüfus bakımından yetersiz oldukları için zaman içinde Slavlaşan Tuna Bulgarlarının eskiden Türk olduklarına dair görünen tek işaret, bugüne taşıdıkları Bulgar adıdır.
Yer yer İstanbul Boğazı'nı hatırlatan Volga'da iki saatlik zevkli bir yolculuktan sonra Bulgar şehri iskelesinden kıyıya çıktık ve şehrin valisi tarafından karşılandık. Geleneksel kıyafete bürünmüş bir genç kızın ikram ettiği ünlü ve lezzetli çekçek tatlısından birer ikişer lokma atıştırdıktan sonra, İdil—Bulgar Devleti'nin başkentinden kalan cami ve türbe harabelerini görmek üzere hemen kıyıdan başlayan merdivenlerden tepeye tırmanmaya başladık. Yukarı çıkınca Selçuklu kümbetlerini hatırlatan bir kümbet, bir minare ve bir cami kalıntısı göründü. Hemen yanında, Bulgar şehri kalıntıları kullanılarak yapılmış ve mutad olduğu üzere beyaza boyanmaş bir Ortodoks kilisesi yükseliyordu.
Yazık ki, ne camiin adı belli, ne de kümbette kimin yattığı. Cami kare planlı; dört köşesinde kulelerin bulunduğu anlaşılıyordu. Minaresi aslına uygun olarak yeniden inşa edilmiş. Biraz ileride, burada yapılmış arkeolojik kazılarda bulunan eserlerin sergilendiği küçük bir de müze var. Silahlar, mutfak eşyaları, sikkeler, çanak çömlek vb. Müze, bütün Tatar müzelerinde olduğu gibi, eski İdil—Bulgar hayatını canlandıran tablolarla zenginleştirilmiş.
Grup geniş bir alana yayılan kalıntılara dağılmıştı; beş—on kişi, bir buçuk kilometre kadar ilerideki minareye ve kümbete doğru yürüdük. Bu iki eser sapasağlam ayakta, fakat onların da kitabeleri sökülmüş. Kim yaptırmış, ne zaman yaptırmış meçhul! Birden içimizi ürperten ve bizi olduğumuz yere mıhlayan bir ezan sesi duyduk. Baktık, sempozyum çerçevesinde bir konser vermek için bizimle birlikte Kazan'a gelen Lâlezar Topluluğu'nun neyzeni Ahmet Şahin, minarenin şerefesine çıkmış, ezan okuyor, ama o kadar güzel okuyor ki, kelimelerle tarifi imkânsız. Sadece biz değil, geziye katılan ve müslüman olmayan bilim adamları da büyülenmiş gibi oldukları yerde kalakalmışlardı.
Bu minarede, belki de sekiz asırdan beri ilk defa ezan okunuyordu.




1200'lere kadar Hazarlara, Ruslara ve Moğollara karşı amansız bir mücadele veren İdil—Bulgar Devleti, 1223 yılında Ruslara ve Kuman—Kıpçaklara karşı büyük başarılar kazanan Moğol ordusunu bozguna uğratmış, ancak 1236 yılında bu bozgunun intikamını almak isteyen Batu Han'ın büyük bir saldırısına uğrayarak bir daha belini doğrultamamıştı.
Moğollardan kaçarak Orta İdil boyuna gelen Kuman ve Kıpçaklarla zaman içinde kaynaşan ve Altonordu Devleti'nin hakimiyeti sırasında yarı bağımsız bir statüde siyasî varlığını devam ettiren İdil—Bulgar Devleti, Altınordu hanı Pulat Timur'un 1361'deki saldırısıyla tarihten silindi. Bu hadiseden sonra kuzeye çekilen İdil Bulgarları Kazan şehrini kurdular ve Altınordu'nun yıkılışından sonra ortaya çıkan Kazan Hanlığı'nın çekirdeğini teşkil ettiler.
Dönüşte, vapurda hafifçe dalmışım. Bir ara irkilerek uyandım; kulaklarımda rüzgâr gibi ilerleyen süvarilerin atlarının nal sesleri vardı.
Sonra Volga'nın sularına daldım.
Farzettim ki, hâlâ "İtil—suyu aka turur".
Not: "İtil—suyu aka turur", Kaşgarlı Mahmud'un Divânü Lügati't—Türk'ündeki bir dörtlüğün ilk mısraıdır. "İdil (Volga) nehri akıp durmaktadır" anlamına gelir.
kaynak;Makale
( Aksiyon Dergisi, 2001 )

Beşir Ayvazoğlu

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

98

Sunday, 11.10.2015, 16:44


Oğuzların Bozok kolundan olan Kayı Boyu’nun bir kolu, 500’lü yıllarda Ak Hun İmparatorluğu döneminde yaşayarak Ak Hunların yıkılmasından sonra ticaret yolları üzerinden göç edip Mekke’ye ulaşmış, burada yerleşerek Süreyc kabilesini kurmuş ve kadim Türk Mesleği olan demircilik yaparak ürettiği kılıçlarla Mekke’de ün salmıştey ı. Bu kabile, 500’lü yıllarda Mekke’de kalabalık bir sülale haline gelince kazandığı saygınlık ve itibar ile Kâbe Kayyımlığını, yani Kâbe’nin koruyuculuğunu üstlenmiş ve Kâbe’nin anahtarlarını teslim alarak bu vazifeyi Peygamber Efendimiz (s.a.v.) dönemine kadar devam ettirip Peygamber Efendimize (s.a.v.) Kâbe’nin kapısı açmıştır.

Efendimiz, 629 yılında Mekke’yi fethedince Kâbe’de namaz kılmak için Hz. Ali’ye Kâbe’nin anahtarlarını almasını buyurur. Zira Osman Bin Talha, vazifesi gereği Kâbe’nin kapılarını kilitlemişti ve anahtarı bizzat korumaktaydı. Hz. Ali, aldığı kutlu vazifeyi yerine getirmek için Osman Bin Talha’nın yanına gidip Kâbe’nin anahtarlarını istediğinde, Osman Bin Talha, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine inanmadığını, Kâbe’nin anahtarının uzun zamandır kendi kabilesinde olduğunu ve vermeyeceğini söyledi. Bunun üzerine gücüyle çöl aslanı lakabını almış olan Hz. Ali, Osman Bin Talha’nın elindeki anahtarı elini sıkarak zorla aldı ve vazifesini tamamlamak için Efendimizin yanına giderek kendisine teslim etti.

Hz. Ali, emri yerine getirip anahtarı Peygamber Efendimize (s.a.v.) teslim etmişti ancak Efendimiz, kendisine anahtarı teslim eden Hz. Ali’ye şöyle buyurdu ; “Al bu anahtarları git Osman Bin Talha’ya teslim et”

Hz. Ali, bu hikmetli duruma şaşırarak “Ey Allah’ın Resulü, emriniz ile anahtarları aldım ve teslim ettim. Şimdi neden geri getirmemi emrediyorsunuz, bunun hikmeti nedir?” diye sorunca efendimiz şu hikmetli ve ibretli cevabı verir ;

“Ya Ali, sen anahtarı getirirken Yüce Allah, Cebrail ile bana vahiy gönderdi : Emaneti ehline veriniz!” (Nisa Suresi 58. Ayet). Kabe’nin anahtarları uzun yıllardır Osman Bin Talha ve soyundadır. Onlar Kâbe’nin nasıl temizleneceğini, nasıl sahip çıkılacağını çok iyi bilirler. Emanetin ehilleri onlardır. Bu Allah buyruğudur . “Git ve teslim et!”

Hz. Ali, Peygamber Efendimizin buyurduğu gibi anahtarı Osman Bin Talha’ya teslim eder. Osman Bin Talha ise bu duruma şaşırarak “Biraz önce elimden zorla alan sen değimliydin, şimdi neden geri getirdin?” diye sorduğunda Hz. Ali, bunun Allah’ın vahyi ile henüz emrolunduğunu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) böyle buyurduğunu söyleyince Osman Bin Talha, bu ibretlik durum karşısında İslam’ın hakikatine, Peygamber Efendimizin Resullüğüne İman ederek İslam ile şereflenir.

Osman Bin Talha, artık İman etmiştir. Üstelik İslam’ın Kıblesi, Hz. İbrahim’in evi, yıllardır koruduğu ve kayyımlığını yaptığı Kâbe’nin anahtarları Allah’ın buyruğu ile kendisine teslim edilmiştir. Kısa bir süre önce Peygamber Efendimizin girmemesi için elleriyle kilitlediği Kâbe’nin kapısını bu sefer Efendimizin girebilmesi için elleriyle açmıştır. Peygamber efendimiz, bu hadisenin üzerine Osman Bin Talha’ya şöyle buyurdu ; “Ey Ebu Talha Evladı! Ceddinizden kalma olan emaneti size payidar ve baki olmak üzere alınız. Bunu zalim olmaksızın hiçbir kimse alamaz”

Osman Bin Talha, o günden sonra Kâbe’nin koruyuculuğuna devam etti ve Mekke’nin fethinden sonra Huneyn savaşına katılarak İslam Ordusu ile birlikte cihat etti. Bu savaştan bir süre sonra Efendimizin yanına Medine’ye gitti ve Efendimizin vefatından sonra tekrar Mekke’ye döndü. Dört halife devrinde İslam Ordularının Cihatlarına katıldı. 662 yılında Mekke’de vefat etti.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

99

Sunday, 11.10.2015, 16:47

KAYI BOYU


Anadolu’nun fetih ve iskânında en önemli rolü oynamış birkaç boydan biridir.

Orta ve Batı Anadolu’da onlarla mukayese edilebilecek başka boylara rastlanmaz.

12-14. yüzyıllara ait bu doksan dört Kayı nerelerde bulunduğu yazımızda bulacaksınız.

KAYI,Tarihî geleneğe göre Osmanlı hânedanının mensup olduğuna inanılan Oğuz boyu.

Kâşgarlı Mahmud (XI. yüzyıl), bu boya listesinde Selçuklular’ın mensup bulunduğu Kınık boyundan sonra ikinci sırada yer vermiş ve onu Kayıg şeklinde zikretmiş, damgasını da göstermiştir. Eserini 1206 yılında tamamlamış olan Fahreddin Mübârek Şah’ın Türk kavimleri listesindeki “kayık” ismi de bu boyu ifade etmiş olmalıdır. Eski Türkçe’de hece sonundaki “g”ler Batı Türkçesi’nde düştüğü için bu ad da “kayı” şeklini almıştır. Nitekim Reşîdüddin Fazlullah bu boyu kayı şeklinde yazmakta, bunun “sağlam” mânasına geldiğini, ülüşünün “sağ karı yağrın”, onkununun “şahin” olduğunu bildirmekte ve damgasını da vermektedir. Reşîdüddin ayrıca eserinin Türkler’in tarihi kısmında Oğuz hükümdarları olan Yavkuylar’ı (< Yabgular) Kayı boyuna bağlamıştır. Bundan dolayı Oğuz boyları listesinde Kayılar’a en şerefli boy olarak birinci sırada yer verilmiştir. Fakat Kayılar sadece Yabgular çıkarmakla kalmamışlar, Oğuzlar’ın İslâmiyet’ten sonraki tarihlerinde de önemli rol oynamışlardır. Gerçekten XVI. yüzyılda henüz göçebeliği tam olarak bırakmamış çok sayıda Kayı oymağı bulunmasına karşılık Anadolu’da birçok iskân yeri bu boyun adını taşımaktadır (doksan dört yer adı ile). Dolayısıyla Kayılar, Anadolu’nun fetih ve iskânında en önemli rolü oynamış birkaç boydan biridir. Orta ve Batı Anadolu’da onlarla mukayese edilebilecek başka boylara rastlanmaz. Nitekim 12-14. yüzyıllara ait bu doksan dört Kayı yer adından yedişer köy Kütahya ile Çankırı, altışar köy Konya, Kastamonu, Bolu ve Hamîdili (Isparta-Burdur illeri), dörder köy de Amasya, Ankara ve Çorum sancaklarında bulunmaktaydı. Bunlara göre de Kayılar’ın söz konusu zaman içinde adı geçen yörelere kümeler halinde geldikleri anlaşılmaktadır. Bu gelenlerden 16. yüzyılda göçebe hayatını henüz bırakmamış olanlardan en büyükleri Konya, Denizli ve Menteşe (Muğla) bölgelerinde yaşayan oymaklardır.

Konya bölgesindeki Kayı oymağı Lârende ile (Karaman) Ereğli şehirleri arasındaki Bayburt kazasında sakindi. Bu oymağın II. Bayezid devrinde çiftçilik yaptığı on kadar ekinliği (mezraa) vardı. Bu ekinlikler devlet tarafından onların yurtları sayılmıştır. Yavuz Sultan Selim devrinde 680 vergi nüfuslu olan Kayılar’ın hepsi “sipahi oğulları” idiler. 1547 yılında bunlardan bir kısmının daha önce belirtilen altı köyden ayrı olarak Kapanlar, Gökköy, İbrâhim, Divâneler ve Gebeciler adlı köylere yerleştiği tesbit edilmiştir.

16. yüzyılda en büyük Kayı oymağı Denizli’nin kuzeyinde Kaş Yenicesi, Aydos ve Şeyhli kazalarında bulunuyordu. Kanûnî Sultan Süleyman devrinde bu Denizli Kayıları otuz beş köyde yurt tutmuşlardı. Kayı ismini taşımayan bu otuz beş köyde 1123 evli, 233 de bekâr vergi nüfusu yaşamakta olup devlete her yıl 42.000 akçe vergi ödemekteydiler.

Denizli Kayıları’nın bir uzantısı olduğunda şüphe bulunmayan Menteşe Kayıları ise Köyceğiz ile Ayasuluk (Selçuk) arasında sakindiler. Yavuz Sultan Selim devrinde on dört obaya ayrılan ve 892 vergi evine sahip olan Menteşe Kayıları’nın 1553 yılında vergi evleri 1034’e yükselmiştir. Bunların da yurt tuttukları köylerden hiçbiri Kayı adını taşımıyordu. Ayrıca sancakta bulunan Kayı köyünden hiçbirinin adı bugüne kadar gelmemiştir.


KAYNAK;Faruk Sümer-KAYI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

100

Sunday, 11.10.2015, 16:53

Çanakkale Türküsü

Kastamonu Çanakkale Savaşı’nda nüfus bazında en fazla şehit veren ilimizdir. Aynı zamanda milli mücadele döneminde de fedakârlıklarıyla destan yazmıştır. Kastamonu’daki bu fedakârlıkları bilen Fransız gazetecinin haberine attığı manşet oldukça düşündürücüdür. “Kağnı kamyonu yendi”

Erkek kalmayan köy…

Çanakkale Savaşı birçok köyünde ismini değiştirmiştir. Küreye bağlı, İnebolu-Küre arasındaki bu köyün eski ismi dere köyüdür. Şimdi ki ismi ise Ersizler köyüdür. Bu köy bütün erkeklerini Birinci Dünya Savaşı, Çanakkale ve Kurtuluş Savaşı’nda şehit vermiştir. Acılarını vatanın kurtuluşuna değişmeyen bu köyün kadınları da tekerlekli öküz arabalarıyla İstiklal Savaşı’nın mermilerini taşımışlardır.

En fazla şehit veren köy ise Güzlük köyüdür. Kastamonu’nun Araç ilçesine bağlı Ilgaz dağı eteklerindeki Güzlük köyü Çanakkale’de en fazla şehit veren köy olarak tescillidir.
Çanakkale içinde vurdular beni, Ölmeden mezara koydular beni.

Of gençliğim eyvah! Çanakkale köprüsü dardır geçilmez!

Al kan olmuş suları bir tas içilmez, Of gençliğim eyvah!

Diye başlayan duygu yüklü Çanakkale Türküsü Kastamonu’ya aittir.

Çanakkale Türküsü Kastamonulu İhsan Ozanoğlu’nun annesi Emine Aşıkoğlu tarafından bestelenmiştir.