Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

Friday, 19.12.2014, 08:10

Ağlatan Hikayeler

Mehmetçik



O bir Mehmetçikti artık. Yüreğinde ailesinin Özlemi, elinde silahı ve Önünde büyük umutları olan bir Mehmetçikti.

Bu günü hayatı süresince bekliyordu. Öyleki vatani görevini yapmayı küçüklüğünde dahi istemekte idi. Aslında o zamanlar minicik bir yavru idi. Vatan sevgisi nedir bilmiyordu ama o sonuçta doğuştan bir Türktü.

Mesut 12 yaşına geldiğinde doğuda askerlik yapan dayısı bir çatışma sırasında PKK’lılar tarafından şehit edilmişti. Bu olayın ardından Mesuttaki hırs daha da artmıştı. İçinde hiç sönmeyecek bir ateş yanıyordu adeta.

Vatan Sevgisini ve Şehitlik Mertebesinin ne kadar değerli olduğunu öğrenmişti artık.

Yıllar geçti ve Askerlik Vakti gelmişti. Büyük bir umut ve heyecanla koştu asker ocağına . Hayatı boyunca tatmadığı duyguları tadıyordu. Evden ayrılırken annesinin sözleri aklına geldikçe buruklaşıyordu. Annesi:

Allahım: Kardeşim bu deryadan kana kana içti. Oğluma da nasip et. Banada dayanma gücü ver demişti.

Oda dayısı gibi askerliğini doğuda yapıyordu.

Her an için hayatının tehlikede olduğunu biliyordu. Fakat bu onun için o kadarda Önemli değildi.

Asker ocağında Mehmetçiğin çok güvendiği ve çok sevdiği Ali isminde bir arkadaşı olmuştu. Bir birlerine can yoldaşı olmuşlardı adeta. Sevgilerini de üzüntülerini de bir birleri ile paylaşıyorlardı.

Mesut hayatından memnundu.

Arkadaşı Ali ile bir çok çatışmalara girdiler.

Soğuk gecelerde ıssız dağlarda omuz omuza PKK militanlarına karşı durdular.

Askerliğin son günleri gelmişti artık. 2 arkadaş bir kardeş gibi olmuşlardı. Bu gün son operasyonlarına çıkacaklardı. 2’side çok mutluydu. Çünkü vatani görevini bitiriyorlardı. Ayrıca içlerinde yarın ailelerine kavuşma sevinci de vardı. Komutanlarından çok şiddetli bir çatışmaya gireceklerini öğrendiler ve ailelerini arayıp helallık aldılar.

Daha sonra çatışmaya girdiler. Militanlar ilk önce mermileri yağmur gibi yağdırıp kaçtılar. Her zaman böyle yapıyorlardı zaten. Daha sonra yeniden ortaya çıktılar. Mehmetçikler çok şaşkındılar. Onlarca silah sesleri gecenin karalığında ıssız dağlarda yankılanıyordu. Sonra Mesutun can yoldaşı Ali vuruldu. Bunu gören Mesut hemen kardeşinin yanına koştu. Kardeşim, Alim beni duyuyormusun? Lütfen duyuyorum de. Seni duyuyorum Mesut de.

Duyuyorum kardeşim duyuyorum diyebildi Ali. Alinin şehadeti Mesutun içini param parça etmişti.

Çatışma sona erdikten sonra Mehmetçikler şehit ve gazileri topladılar. 11 ölü ve çok Sayıda yaralı vardı.

Komutan Mesutun yanına gelerek senin bir yaran varmı oğlum dedi.

Mesut: Var komutanım var. Kalbimde hiç kapanmıyacak büyük bir yara açıldı dedi.

2

Friday, 19.12.2014, 08:13

İmdat Sinyallerindeki Müjde

Geçimini balıkçılıktan sağlayan Hollanda’nın ufak bir balıkçı köyü, denizde meydana gelebilecek acil durumlar için gönüllü çalışacak bir kurtarma ekibi kurarlar.

Bir gece çok şiddetli bir fırtına çıkar ve bir balıkçı teknesi denizde mahsur kalır. Teknenin tayfaları çaresiz kalıp, çevreye SOS sinyalleri gönderirler.

Köyün gönüllü kurtarma ekibi sinyalleri alır ve denize açılmak için hemen hazırlıklara girişirler.

Tüm köyy halkı ellerinde fenerlerle heyecan içinde deniz kenarında toplanmış, mahsur kalan balıkçıların kurtarılmasını beklemektedirler. Kurtarma ekibi, hazırlıklarını tamamlayarak teknelerini denize indirip dalgalarla boğuşa boğuşa denize açılırlar.

Bir saat sonra kurtarma ekibi sisin içinden gözüktüğünde köy halkının neşeli haykırışlarıyla karşılanır.

Kurtarma ekibi bitkin vaziyette sahile vardığında, kaptan, denizdeki kazazedelerin tümünü, teknenin alabora olma tehlikesinden dolayı alamadıklarını ve bir kişiyi denizde bırakmak zorunda kaldıklarını anlatır.

Kaptan, çaresizlik içinde geride bıraktıkları kişiyi kurtarmak için bir başka teknenin hemen gitmesi gerektiğini söyler. Bu sözler üzerine köyün on altı yaşındaki delikanlısı Hans, kaptana doğru ilerlemeye başlayınca annesi oğlunun elini yakalayıp oğluna yalvarmaya başlar:

“Oğlum, lütfen gitme. Baban bundan on yıl önce bir deniz kazasında öldü,ağabeyin Paul ise üç haftadır denizden dönmedi, kayıp. Hans, senden başka kimsem yok, gitme oğlum.”

Hans annesinin yaşlı gözlerine bakarak şöyle der:

“Anne, gitmem gerek. Herkes, ‘Ben gidemem, bir başkası gitsin’ derse ne olur? Anne, bu kez görev sırası bende. Sıra geldiğinde herkes üstüne düşeni yapmak zorundadır.”

Hans, gözü yaşlı anasına sarılır ve gecenin karanlığından gözden kaybolur.

Bir saat kadar bir süre geçer, ama geçen bu süre acılı anneye bir asır gibi gelir.Sonunda tekne sisten çıkıp sahilden gözükmeye başladığında sahildekiler heyecanla tekneye seslenirler:

– “Kayıp denizciyi buldunuz mu?”

Cesur delikanlı heyecanla karadakilere seslenir:

– “Evet, bulduk. Anneme müjde verin. Kayıp denizci ağabeyim Paulmuş!”

3

Friday, 19.12.2014, 08:15

Kulakları Olmayan Çocuk



“Bebeğimi görebilir miyim” dedi yeni anne. Kucağına yumuşak bir bohça verildi ve mutlu anne, bebeğinin minik yüzünü görmek için kundağı açtı ve şaşkınlıktan adeta nutku tutuldu! Anne ve bebeğini seyreden doktor hızla arkasını döndü ve camdan bakmaya başladı. Bebeğin kulakları yoktu…
Muayenelerde, bebeğin duyma yetisinin etkilenmediği, sadece görünüşü bozan bir kulak yoksunluğu olduğu anlaşıldı. Aradan yıllar geçti, çocuk büyüdü ve okula başladı. Bir gün okul dönüşü eve koşarak geldi ve kendisini annesinin kollarına attı. Hıçkırıyordu. Bu onun yaşadığı ilk büyük hayal kırıklığıydı; ağlayarak:
“Büyük bir çocuk bana ucube dedi.”
Küçük çocuk bu kadersizliğiyle büyüdü. Arkadaşları tarafından seviliyordu ve oldukça da başarılı bir öğrenciydi. Sınıf başkanı bile olabilirdi eğer insanların arasına karışmış olsaydı. Annesi, her zaman ona “Genç insanların arasına karışmalısın” diyordu, ancak aynı zamanda yüreğinde derin bir acıma ve şefkat hissediyordu. Delikanlının babası, aile doktoru ile oğlunun sorunu ile ilgili görüştü;
“Hiçbir şey yapılamaz mı?” diye sordu.
Doktor; “Eğer bir çift kulak bulunabilirse, organ nakli yapılabilir” dedi.
Böylece genç bir adam için kulaklarını feda edecek birisi aranmaya başlandı. iki yıl geçti bir gün babası:
“Hastaneye gidiyorsun oğlum, annen ve ben, sana kulaklarını verecek birini bulduk ancak unutma bu bir sır” dedi.
Operasyon çok başarılı geçti ve adeta yeni bir insan yaratıldı. Yeni görünümüyle psikolojisi de düzelen genç, okulda ve sosyal hayatında büyük başarılar elde etti. Daha sonra evlendi ve diplomat oldu. Yıllar geçti, bu gün babasına gidip sordu:
“Bilmek zorundayım, bana bu kadar iyilik yapan kişi kim? Ben o insan için hiçbir şey yapamadım.” Bir şey yapabileceğini sanmıyorum” dedi babası, “fakat anlaşma kesin, şu anda öğrenemezsin, henüz değil.” Bu derin sır yıllar boyunca gizlendi. Ancak bir gün açığa çıkma zamanı geldi.
Hayatının en karanlık günlerinden birinde, annesinin cenazesi başında babasıyla birlikte bekliyordu. Babası yavaşça annesinin başına elini uzattı; kızıl kahverengi saçlarını eliyle geriye doğru itti. Annesinin kulakları yoktu.
“Annen hiçbir zaman saçını kestirmek zorunda kalmadığı için çok mutlu oldu” diye fısıldadı babası. “ve hiç kimse, annenin daha az güzel olduğunu düşünmedi değil mi?”

Gerçek güzellik fiziksel görünüşe bağlı değildir, ancak kalptedir!
Gerçek mutluluk, gördüğün şeyde değil, asıl görünmeyen yerdedir.
Gerçek sevgi, yapıldığı bilinen şeyde değil, yapıldığı halde bilinmeyen şeydedir!

4

Friday, 19.12.2014, 08:20

Şehid Hattab’ın Oğluna Yazdığı Mektup


Çeçenistan’daki Rus işgaline karşı verilen mücadelede şehit düşen komutan Hattab’ın oğluna yazdığı mektup Fırat Ergene / Dubai

sehid-hattab-in-ogluna-yazdigi-mektupRahman ve Rahim olan Allah’ın adıyla

Salih, kutsal bir mücadele olan Çeçenistan’dan, benim sana olan tavsiyem budur. İslam tarihi sayfalarında sadece Allah yolunda verdikleri sözleri tutanlar şerefle kayıd edilmiştir. Onlar ise sözlerinde durarak söyledikleri gibi, savaşın olduğu yere gidenlerdir.

İnan bana oğlum, para inananları inaçlarından alıkoydu. İnananlar batılaştılar ve onların maaşlara tapıyorlar. Ancak, Allah’ın verdiği daha hayırlıdır.

Ve bu yanlış davranıştan dolayı insanlar sanki hayvanlaşmışlar. Yani, onlar sabah kahvaltıya kalkarlar, sonra işe giderler, sonra öğlen yemeğe giderler, sonra eve giderler ve sonunda yatarlar. Ve onların hayatlarında başka bir amaç ve hedef yoktur.

İnan bana Salih, onların amacı kendilerini zenginleştirmek ve о yolda ilerlerken problemlerden kendilerini sigorta etmek. Ancak, problemler hiçbir zaman bitmez. Evde, karısıyla, çocuklarıyla, ev problemi ve benzeri problemleri birini çözerler, arkadan diğeri başlar. Ve böylece onları çözerlerken hayatları sona erer, problemleri kalır.

Bu gün İslam ümmeti içerisinde her türlü insanlar mevcuttur: Alimler, talebeler, işadamları, mühendisler hatta hırsızlar ve haydutlar. Ancak, Tevhid ehli ve Cihad ehli askeri azdır.

İnan Salih, bu gün Cihad zamanıdır. Küfr ümmeti çok dikkatli çalışmaktadır. İslam ümmeti ise keskin bir kılıca muhtaçtır.

Allah, bu zamanda da İslam ümmetine merhamet ederdi, Peygamber efendimizin (s.a.v.) ve ashabın ve onların yolunda devam edenlerin zamanından bahis etmiyorum.

Biz gördük, dünyanın en fakir olan milleti Sovyet birliğini nasıl yok ettiğini ve en az olan milletin ise Rusya’nın kalbini kırdığını. Ben bunlarla yaşamasaydım, belki ben de inanmazdım.

İnan Salihim, ölümünü kendin seçebilirsin şahadetini isteyerek cihat yolunda. Ama Allah daha iyi bilir. Allah’a tevekkül et ve ölümüne dimdik karşı koy hayat da о zaman sana gelir. Allah’a olan ümidini yetirme ve ona tüm kalbinle inan. Biz insanlar Allah’a inanırız ve yine de zafer gelir mi acaba diye şüpheleniriz? İnsanlar her zaman şüpheli davranırlar. Körfez savaşından beri, kafir uçakları tankları çoğu insanların kalplerinde korku bırakmıştır.

Körfez savaşı, Afganistan’da Rusya’ya karşı kazanılan savaşdan sonra Müslümanların kalplerine inen inanç ve cesareti yok etmeye yetti. Düşmanların silahlı kuvvetleri Allah’a inanan az bir insanlara karşı yenilgiye uğradıktan sonra, Orta Doğuya tüm yerlere yerleşip Muhammed ümmetini korkutmaya başlamışlardır. Saddam’a ve askerlerine bir şey olmuyordu. Ama Batı gittikçe vahşileşerek Müslümanları korkutarak onları tüm sahip olduklarına el koyarak devam ettiler ve biz buna karşı koymayı borç bildik. Ve hala bu savaş 18 yıldır devam etmektedir.hattab2

Salih zaman gelir sen de ölümle karşı karşıya kalırsın. O halde Allah’a yönel ve O’nun yolunda cihat et. O, bu dünya’da ve öbür dünya’da da bir şereftir. Canım benim! Sen hala çok küçüksün. Ama biz sana ve senin yaştakilere bir yol gösterdik ki bunu bize bizim nineler gösteremezdi. Biz önce Allah’a ve sonra size inanıyoruz. Siz, bu ümmettin umudusunuz.

Maalesef, bu gün gençler televizyonun ve futbolun ve benzeri şeylerin ve arabaların kölesi olmuşlar. Boşu boşuna ölmekten kork ve Allah’tan sonunu hayırlı olmasi için dua et. Allah yolunda cesedini parçalanarak ölmek, mahşer’de seni Peygamber efendimizle (s.a.v.) beraber kılar.

Benim için en büyük hediye, Elhamdulillah, senin bu cihat topraklarında dünyaya gelmendir. Senin anne tarafı akrabalar birileri şehit edildi, birileri benimle hala savaşmaktalar, birileri Ruslara esir düştüler. Onlar ilk Dağistan’da şeriatı ilan edenlerdendirler. Ben hatırlıyorum, о zamanlarda onların bulundukları köyler, Ruslar tarafından çembere altına alınmıştı ve biz onlara yardıma koştuk ve beraberce orada kafirleri dize getirdik.

Çeçenistan’da о zaman senin annen hala seni karnında taşıyordu. Ve uçaklar bizim toprağımızı her yerde bombalıyordu ve yakıyordu. Ve onun için, Allah’a şükür et ki sen karnındayken cihadın seslerini duymaya başladın. Senin annen ise bir yerde öbür yere koşardı. Canım benim, lüks bir hayatı hiç düşünme çünkü seni her yerde küfür ümmeti takip edecektir ve sana rahat vermeyeceklerdir. Sen ise babanın yoluna devam et ve şerefli bir yol seç. Çoğu senin babanın arkadaşları da bunu seçtiler ve şehit oldular veya esir düştüler. Sen ise onlar’dan daha iyi değilsin. Hayatında ciddi bir karar al ye Allah’a inanarak ve zafere inanarak devam et. Boş konuşmalara kulak verme, çok soru da sorma. İlim ara ve onu uygula ve Allah’ın kitabını öğren. Küçükken bunları yap sonra Allah’ın yolunda cihad’a hazırlığını yap.

Oğlum benim! Bilmem, cihadda beraber olur muyuz. Belki sen tek başına olursun, ben ise mezarda. Ama bu bir komutanın askere olan bir tavsiyesidir, benim için bir rahmet ol, bana dua et ve Salih bir evlat ol ki, ölenler ancak salih evladın duasını alırlar. Peygamberimiz de böyle söylemiştir.

İsterim ki, Allah’ım koru onu! Bu ümmete faydalı ve bu dini korumaya güç ve cesaretini ver ona! Ve senin sonsuz rahmetinden rahmet eyle ona! Allah’ım düşmanlarından koru onu! Ve fakir babasına ve annesine şefaatçi kıl onu! Allah, inanmayanlara karşı senin şerefini ve gücünü yükseltsin!

Allahu Ekber

Senin baban, Hattab

5

Friday, 19.12.2014, 08:30

Bir Kurban Bayramı Günü






Ahmet;

“–Anneciğim, Emre bize gelecek. Bu gece bizde kalacak” dedi.
Emre’nin sevdiğini bildiğim türden bir kaç çeşit yemek yaptım. Görüşmeyeli bayağı bir boy atmış, kocaman delikanlı olmuştu. Biraz oturup hal hatır sorduktan sonra yemeğe geçtik. Emre, özene bezene hazırladığım yemeklere el sürmeyince, belli etmemeye çalışsam da bozuldum. Emre:

“–Teyzeciğim et var ya, ondan yemiyorum” dedi.

Bu söz beni daha da şaşırtmıştı. Çünkü ete olan düşkünlüğünü iyi biliyordum. Emre, bu davranışının altında bir şey aramamdan rahatsızlık duyarak,

“-Anlatayım teyzeciğim” dedi.

İlköğretim beşinci sınıfa gidiyordum o zamanlar. Biliyorsunuz Ayşe ablam da benden iki yaş büyük. İkimiz de çok başarılı sayılmayız, fakat hiç olmazsa liseyi bitirelim diye gayret ediyoruz. Bir işe girebilmek için bunun şart olduğuna inanıyoruz. Büyük hayallerimiz yok. Daha kötü günler gelmesin deyip halimize şükredenlerdeniz.

Depremden önce babam, inşaat kalfasıydı. Kimseye muhtaç değildik. Hatta babam yaptığı, kooperatif evlerinden bir de daireye girmişti. “Altı, yedi aya kalmaz, evimize taşınırız” diye hayaller kuruyorduk. Kaba inşaatı çoktan bitmiş, evin şekli ortaya çıkmıştı. Ben odamın duvarına asacağım süsler yaptım. Annem dantel masa örtüleri… Kaç kere bakmaya gitmiş, hayalimizde aldığımız eşyaların yerini kaç kere değiştirip durmuştuk. Derken 17 Ağustos’ta korkunç bir sallantıyla uyandık. Çok şükür ne bizde ne de yakın çevremizde bir şey yoktu. Boş arsaya tüm mahalle toplandık. Biraz korku kalmıştı yüreğimizde ama güle oynaya sabahladık. Elektriklerin gelmesi ile radyo ve televizyonlardaki korkunç gerçek, yüreklerimize çığ gibi düştü. Tüm ülkem gibi bu korkunç felaketin getirdiği yıkım ve kıyımla, harap olduk. Naklen izlediğimiz kurtarma çalışmalarında yaralılarla yaralandık, ölenlerle defalarca öldük. Elimizden gelen bir şey yoktu. Devlet baba, harıl harıl yaraları sarmaya çalışıyordu.

Bizim evimiz yıkılmadı. Kimseye de bir zarar gelmedi. Farklı yaralandığımızın farkına, yaralarımız derinleştikçe vardık. Depremle birlikte inşaatlar durmuş, babam işsiz kalmıştı. Ekonomik krizle de ikiye katlandı yokluklarımız. Televizyonlarda gördüğüm kadarıyla, bazı insanlar hiç etkilenmemişti. Bar ve pavyonlarda zil zurna sarhoş oluncaya kadar içiyor, milyarlarca lira harcıyorlardı.

Biz ev kirası elektrik, su ne kadar kısmaya, azaltmaya çalışsak olmuyor babamın arada bir bulduğu, tadilat işlerinden kazandığı, evi geçindirmeye yetmiyordu. Devir hesap devri deyip, telefonu kapattırdık. Ampulleri daha küçük taktık. Annem bir evde 120 milyona iş bulmuştu. Babamın da eline yaklaşık o kadar geçiyordu. Fakat Kasım ayından sonra babam bir tek işe gidemedi. Kış boyunca hiç iş çıkmadı. Ümitlenerek gidiyor, üzülerek geri dönüyordu. “Çoluk çocuğum gözümün önünde aç açık kalıyor, elimden bir şey gelmiyor, keşke ölsem” gibi kötü kötü laflar edip duruyordu. İş için çalmadığı kapı kalmamıştı.

Ramazan bayramına bir kaç gün kalmıştı. Şubat ayının bir Pazartesi günü babam, eve sevinçle geldi. Bir iş bulmuştu. Üstelik sigortalı. “Evraklarını tamamla gel” demişler. Sevinçle haber verip uçar gibi çıktı. “Bugün yetiştirmeliyim” diyordu.

Bir kaç saat sonra karşı komşumuz telaşla içeri girdi. Yüzünde ürküten bir ifade vardı.

“–Korkmayın ama babanız küçük bir kaza geçirmiş” dedi.

Hastaneye gittiğimde babamın yüzü sapsarıydı. Kol ve bacağı alçıya alınmıştı. Kırmızı ışıkta süratle gelen bir araç çarpmıştı. Biz sağ oluşuna dua ederken babam, gözlerinden akan yaştan utanıyor gizlemeye çalışarak:

“–Neden ölmedim, yükünüzü arttırdım” diyordu.

Bir müddet sonra babam eve çıktı. Sobamız yanmıyordu, evimiz soğuktu. Babamın dişlerinin birbirini dövüşünü üzülerek seyrediyordum. Bir kaç komşu belediyeye telefon ederek bize kömür istemişler. Yok denilmiş. Önceden kayıt olmak gerekirmiş. Okulda da yardım dağıtılıyordu. Anneme:

“–Ben de isteyeyim mi?” diye sordum. Annem:

“–Sakın ha oğlum! Durumumuz belli; verirlerse kabul ederiz, sakın kimseden bir şey istemeyin” dedi.

Başka zaman ben de gurur meselesi ederdim. Ama şimdi çok farklıydı. Yakıp etrafında toplanacağımız sobaya ihtiyacımız vardı. Babam buz gibi evde nasıl hasta yatardı?

‘Şekersiz’ şeker bayramımız gelip de geçmişti bile. Şekere olan düşkünlüğüme rağmen, pek üzülmedim. Böyle küçük şeylerin üstesinden gelmeliydik. Üstelik ben erkektim. İşte tüm zorluklara rağmen hava biraz daha ısınmış, babamın kolundaki, alçı alınmıştı. Bacağı hala alçıdaydı. İşte kurban bayramı da gelmişti. İçimden oniki daire var bizim apartmanda, birçoğu da kurban kesecek. Nasılsa bize de verirler; Annem sevdiğim et yemeklerinden pişirir, diyordum. Ben pencereden seyrederken, karşıdaki boş arsada, kurbanlar kesildi, yüzüldü, leğenler dolusu evlere taşındı. Her kapı çalışında, ‘kurban payı’ diye koştum. Her kapı açılışında, evlerde kavrulan etlerin mis kokuları evimizin içine kadar davetsiz yayıldı. Bir tek pay gelmedi.

Babaannem köyden telefon açmıştı. Komşu evinden konuşurken, sesim ona iyi gitmemişti. Israr ve telaşla sordu: ‘Baban mı kötüleşti?’ diye.
“–Yok” dedim. “Bize kurban payı vermediler.”

Yaz aylarında babaanneme giderdik. Adına ‘Güccük’ dediği bir kara ineği, beş altı da tavuğu vardı. ‘Güccük-müccük ama sütü iyi” derdi. Sağarken ona türküler söylerdi. “Bu sene kısır, inşallah seneye kuzulayacak” diye ümit ederdi.

“–Deden, ihtiyar nasıl dursun katıksız” derdi. Bir tas ayran içti mi başka bir şey istemezmiş.
Bayramın üçüncü günüydü. Sabah erkenden kapı çalındı. Babaannemdi! Koşup karşıladık. Ağlayarak sarıldı bizlere. “Kuzularım, kuzularım” diyordu. Size çok et getirdim. Evinde ne varsa hemen hepsini kapıp gelmişti. Buzdolabını tıka basa etle doldurduk. Ablam acele acele doğradı. Etlerin pişerken çıkardığı cızırtılardan saldığı mis gibi kokular, iki gündür kabaran iştahımı daha da körüklüyordu. Ağzım sulanarak dolanıp durdum ocağın etrafında. Sofra beklemeye tahammülüm kalmamıştı. Çatalı alıp batırdım. Üfürerek ağzıma alıyordum ki, babamın, babaanneme:
“–Ah anam ahh! Neden kestin güccük ineği? Ağzınız kuruya kaldı” diyen sözleri çalındı kulağıma.

Midemin kalkıp, başımın döndüğünü hissettim. Elimdeki çatalı bırakıp koşarak dışarı çıktım. Dedemin katığı, babaannemin umudu, türküler yakarak sağdığı Güccük, benim canım et istedi diye mi kesilmişti? Sofra kurulduğunda kolumdan çekip ısrarla oturttular. Yine batırdım çatalı isteksiz ve utanarak. Boğazıma bir şeyler tıkanıyordu. Gözümden yaşlar boşaldı. Ne oldu neyin var diye sordukları telaşlı sorularına

“–Dişim çok ağrıyor, dişimmm…!” diye karşılık verdim.

6

Friday, 19.12.2014, 08:33

Kahraman Asker Oğuz Parparoğlu’nun Son Mektubu


Okuyup da ağlamamak mümkün değil. Boğazım düğümlendi. Anaların babaların yüreği yandı.

sehit31 Ekim 2005 tarihinde saat 22:00 sularında Şırnak Uludere uzun geçit sisi tepe mevkiinde ülkemizin bölünmez bütünlüğüne yüce milletimizin birlik ve beraberliğine kasteden bölücü terör örgütüne karşı yürütülen mücadelede şehit olan asker vurulduğu anda cep telefonu ile annesini babasını arar şehitlik haberini kendisi veren ve helallik isteyen evin bir tek oğlu 1984/4 jandarma er kahraman asker Oğuz PARPAROĞLUN’un son mektubu:

Oğuz:”Of anam of hasretinle yine efkar bastı yüreğimi oğlunu uykudan uyandırmaya kıyamayan benim canım anam eve biraz geç kalsam beni arardın nerde kaldın yavrum deyip ağlardın asker oğlun için ağlama sakın teskere uzaktır izinim yakın beni özledikçe resmime bakın kısmet olur bir gün dönerim elbet sayılı gün tez geçer biter bu hasret anacım oğlun şimdi çok uzaklarda sırt çantası sırtında belki yolarda belki dağlarda belkide pusuda anacım babam derdi ya oğlum orası ana kucağı değil asker ocağı babam çook haklıymış asker ocağında sabah geç olur anam sevdiklerinden ayrı kalmak güç olur biz askeriz bizi bekliyor dağlar ağlasa anam ağlar gerisi yalan ağlar nişanlıma söyleyin yalnız gezmesin acele edipte çeyiz dizmesin gelin ata binmiş ya nasip derler
Allah yazımızı kara yazmasın canım anam ola ki bana bir şey olursa sakın ağlama oğlum şehit oldu deyip kara bağlama şehitler ölmez sakın ölü demeyin ben şehit anasıyım ben şehit babasıyım deyin hiç hiç üzülmeyin oğlum son mektubunda yazmıştı sanki sanki içine doğmuştu deyin değilmiki buca çabanın sonu bir avuç toprak tek korkum unutulmak yüreği vatan sevgisiyle dolu jandarma er Oğuz PARPAROĞLU.”

Baba:”hele yavrum askerim gönderdiğin mektubu aldım hem okudum yavrum hem de ağladım müjde dedilerdi yavrum sen geldin sandım askerden oğlum sen geldin sandım asker oğlum sen geldin sandım Allahıma emanet olasın yavrum Oğuz’um her şey vatan için kınalı kuzum.”

Anne:”Oğuz’um kınalı kuzum ellerine yakmışım kına bekçi göndermişiz seni vatan annen baban kurban olsun yoluna Allahım’a emanet olasın Oğuz’um her şey vatan için kınalı kuzum Oğuz’um Oğuz’um”
ve…
İşte Asker Oğuz’un Şehit Edildiği Acı olu an:
silahlar patlar ve oğuz vurulur ver tam bu sırada babanın telefonu çalar arayan Oğuzdur.

Baba:”alo oğuz”

Oğuz:”ah yandım anam baba ben oğuz baba ben vuruldum hakkınızı helal edin”

yavruuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuuummmmmmmmmmm mmmmmmmmmmmmmmmm.”

Anne:”Oğlum Oğuz’um anan kurban olsun sana bir yere saklan yavrum.”

Oğuz: Ana takatim yok kalkamıyorum hakkınızı helal edin.

Baba:”aman acı haberde Oğuz’um kendi söyledi baba ben vuruldum hakkın helal et dedi yavrum dedim de dilim dişim kitlendi evin bir tek oğlu şehidim dedi Oğuz’um şehit olmuşta vatan sağ olsun vatan sağ olsun vatan sağ olsun askerime kurşun sıkan kahrolsun

Anne: ağlayrAk söledi:”dedim yavrum Oğuz’um bir yere saklan dedi ana takatim yok her tarafım kan dedi ana ben ölüyom sağ olsun vatan Oğuz’um kınalı kuzum şehit olmuş vatan sağ olsun askerime kurşun sıkan kahrolsun Oğuzuma kurşun sıkan kahrolsun.”

7

Friday, 19.12.2014, 08:35

“AFFET BABACIĞIM”



Evliliğinden beri evinde kalan babası yüzünden eşiyle sürekli tartışıyordu. Eşi babasını istemiyor ve onun evde bir fazlalık olduğunu düşünüyordu. Tartışmalar bazen inanılmaz boyutlara ulaşıyordu. Yine böyle bir tartışma anında eşi bütün bağları kopardı ve ‘Ya ben giderim, ya da baban bu evde kalmayacak’ diyerek rest çekti.

Eşini kaybetmeyi göze alamazdı. Babası yüzünden çıkan tartışmalar dışında mutlu bir yuvası sevdiği ve kendini seven bir eşi ve bir de çocukları vardı. Eşi için çok mücadele etmişti evliliği sırasında. Ailesini ikna etmek için çok uğraşmış ve çok sorunlarla karşılaşmıştı. Hala onu ölürcesine seviyordu. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşündü ve kendince bir çözüm yolu buldu. Yıllar önce avcılık merakı yüzünden kendisi için yaptırdığı kulübe tipi dağ evine götürecekti babasını. Haftada bir uğrayacak ve ihtiyacı neyse karşılayacak, böylelikle eşiyle de bu tür sorunlar yaşamayacaktı. Babasına lazım olacak bütün malzemeleri hazırladıktan sonra yatalak babasını yatağından kaldırdı ve kucakladığı gibi arabaya attı. Oğlu Can’Baba ben de seninle gelmek istiyorum’ diye ısrar edince onu da arabaya aldı ve birlikte yola koyuldular.

Kara kışın tam ortalarıydı ve korkunç bir soğuk vardı. Kar ve tipi yüzünden yolu zor seçiyorlardı. Minik Can sürekli babasına ‘Baba nereye gidiyoruz ?’ diye soruyor ama cevap alamıyordu. Öte yandan nereye götürüldüğünü anlayan yaşlı adamsa gizli gizli gözyaşı döküyor oğlu ve torununa belli etmemeye çalışıyordu. Saatler süren zorlu yolculuktan sonra dağ evine ulaştılar. Epeydir buraya gelmemişti. Baraka tipindeki dağ evi artık çürümeye yüz tutmuş, tavan akıyordu. Barakanın bir köşesini temizledi hazırladı ve arabadan yüklendiği yatağı oraya itina ile serdi. Sonra diğer malzemeleri taşıdı. En son da babasını sırtlayarak yatağa yerleştirdi. Tipi adeta barakanın içinde hissediliyordu. Barakanın içinde fırtına vardı adeta. Çaresizlik içinde babasını izledi. Daha şimdiden üşümeye başlamıştı. Yarın yine gelir bir yorgan ve birkaç battaniye getiririm diye düşündü. Öyle üzgündü ki Dünya başına göçüyor gibiydi. O bu duygular içindeyken babası yüreğine bıçak saplanmış gibiydi. Yıllarca emek verdiği oğlu tarafından bir barakaya terk ediliyordu. Gururu incinmişti içi yanıyordu ama belli etmemeye çalışıyordu. Minik Can ise olanlara hiçbir anlam veremiyordu. Anlamsızca ama dedesinden ayrılacak olmanın vermiş olduğu üzüntüyle sadece seyrediyordu. Artık gitme zamanıydı. Babasının yatağına eğildi yanaklarını ve ellerini defalarca öptü. Beni affet der gibi sarıldı, kokladı. Artık ikisi de kendine hakim olamıyor ve hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Buna mecburum der gibi baktı babasının yüzüne ve Can’ın elini tutup hızla barakayı terk etti.

Arabaya bindiler. Can yola çıktıklarında ağlamaya başladı neden dedemi o soğuk yerde bıraktın diye.Verecek hiçbir cevap bulamıyordu, annen böyle istiyor diyemiyordu. Can ‘Baba sen yaşlandığında bende seni buraya mı getireceğim’ diye sorunca Dünyası başına yıkıldı. O sorunun yöneltilmesiyle birlikte deliler gibi geri çevirdi arabayı. Barakaya ulaştığında ‘Beni affet baba’ diyerek babasının boynuna sarıldı. Baba oğul sıkı sıkı sarılmış ve çocuklar gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Oğlu ‘Baba beni affet, sana bu muameleyi yaptığım için beni affet’ diye hatasını belli ediyordu.. Babası oğlunun bu sözlerine en anlamlı cevabı veriyordu…

‘Geri geleceğini biliyordum yavrum. Ben babamı dağ başına atmadım ki, sen beni atasın. Beni bu dağda bırakamayacağını biliyordum

8

Friday, 19.12.2014, 08:37

BABACIĞIM


Küçük çocuk okuldan gelir gelmez holün sonundaki odaya doğru gitti. Ve duvarın dibinde duran tabureye çıkarak, kapının üstündeki camlı bölümden baktı. Babacığı her zamanki yerinde, eski bir sedirde oturuyordu. Önünde de birkaç tane içki şişesi vardı. Sedirin üstüne yayılan örtü, sigara yanıklarıyla yer yer delinmiş, dökülen sıvılarla rengini kaybetmişti. Köşedeki televizyon yine açıktı, babası ona bakacak durumda olmasa da…
Küçük çocuk okula yeni başlamıştı. Buna rağmen kontrol görevini, büyüklere taş çıkartacak bir şekilde yapar, bu işe her şeyden fazla önem verirdi. Çünkü babası sızınca sigarasını elinden düşürür, bazen üstünü başını, bazen yorganı, bazen de yerdeki kilimleri yakardı. Üstelik de her yere alkol bulaştığından, o zamana kadar bir yangın çıkmaması, mucizeden başka bir şey değildi.
Babası için ettiği dualar, daha yangın çıkmadan onu söndürüyordu.
Küçük çocuk kontrol işlemini, kapının üstünden yapmak zorunda idi. Çünkü içeri girse çok kötü azarlanır, duyduğu üzüntüden, o günkü hiç bir dersine çalışamazdı. Anneciği “geçim işi”ni üstlenmişti. Sürekli olmasa da, haftada birkaç gün temizliğe giderdi. Küçük çocuk bu günlerde babasına daha fazla ihtimam gösterirdi. Holün duvarındaki sarkaçlı saatleri, ona görev vaktini bildirirdi. Buçuklarla birlikte, bu da yarım saatte bir demekti. İkide bir yerinden kalkmaya üşense de, babasına duyduğu sevgiden ötürü, bu işten asla şikayet etmezdi. En büyük üzüntüsü ona yaklaşamamak, bir kerecik bile okşanmamaktı. “Tek çocuk çok kıymetlidir.” diyenler, bu bakımdan kesinlikle yanılıyordu.
Babası, yıllar boyu kapandığı odadan sadece tuvalet ihtiyacı için ayrılır, daha sonra hiç bir mekâna uğramadan, âdeta koşarcasına geri dönerdi. Küçük çocuk kapının açıldığını duyunca aceleyle koridora fırlayıp, babasının kendisiyle konuşmasını, hatta bazen rüyasında gördüğü gibi, sarılarak öpmesini beklerdi.
Fakat ondan sadece tek bir kelime duyardı: “N’aber?”
“İyiyim babacım!.” derdi gülümseyerek ve sevgisini gönlüne hapsederek…

Çocuk bir gün yine okuldan döndüğünde, kontrol vazifesini yapmak istedi. Fakat çıktığı taburenin bir ayağı aniden kırılınca, kapının pervazına asılı kaldı. Ellerini bırakarak aşağı atlaması, onun için son derece basit bir işti. Fakat tabure devrilip tersine dönmüş, sivri bir kama şeklinde kırılan ayak, tam atlayacağı yere gelmişti.
Çocuk o şekilde sallanıp durmaktayken, babası sesleri duyup dışarı çıktı. Ve tabureyi bir kenara ittikten sonra, oğlunu bel kısmından sıkıca kavrayarak:
“Ellerini bırak!.” diye bağırdı. “Merak etme seni tuttum, düşmezsin.”
Küçük çocuk, bu sözleri hiç duymamış gibiydi. O şekilde beklerken:
“Bırak, bırak, korkma!.” diye tekrarladı babası. “Seni çok sıkı tuttum, endişelenme!.”
Çocuk, ancak kendisinin duyacağı şekilde:
“Gücüm tükenmeden bırakmam babacım!.” dedi. “Çünkü bana ilk defa sarılıyorsun

9

Friday, 19.12.2014, 08:41

Konuşmayan Selma…


Selma, 6 çocuklu bir ailenin dördüncü çocuğuydu, bana geldiğinde 8 yaşındaydı. Selma’nın onu psikolojik olarak susmaya iten, “seçici konuşmazlık” dediğimiz sürece getiren olaylar beş yaşındayken başlamıştı.

Selma, beş kardeşi, anne ve babasıyla kendi halinde normal bir yaşam sürerken, bir gün annesi hastalanıyor. O dönemlerde beş yaşlarında. Kendisinden büyük iki abla, bir ağabey ve kendisinden küçük iki kardeş daha var.. Küçük kardeşin yeni doğduğu dönemde anne ciddi sağlık sorunlarıyla karşılaşıyor. Uzun süre tedavi görüyor. Yoğun uğraşılara rağmen iyileşmiyor. Hastane ortamından evine gidip son günlerini evinde huzur içinde yaşasın diye doktorlar tarafından eve gönderiliyor. Birkaç ay evde babaanne, hala ve benzeri yakın akrabaların yardımıyla yaşatılıyor. Birgün hayata gözlerini kapatıyor.

Anneye en fazla ihtiyaç duyulan dönemde anne, Selma’nın hayatından çıkıp gidiyor. Aradan 1,5 yıl geçiyor. Kendi hallerinde bir şekilde yaşamaya alışıyorlar. Büyük kızlar evde yemek yapıp, en küçük çocuklara annelik yaparken, Selma babasıyla birlikte dükkanda çalışıyor. Dükkanları evin hemen alt katında olduğu için baba endişe duymadan iş hayatına devam ediyor. Çocuklarını kimseye muhtaç etmeden yük etmeden idare ediyor.

Bir gün ablalar ve ağabey, kardeşlerini alarak yakın akrabalarına gidiyorlar. Selma babasının yanından ayrılmıyor. Çok ısrar ediyorlar ama istemediği için gitmiyor. Babası da gitmemesine ses çıkarmıyor. Öğleden sonra baba kız dükkanı temizlemeye başlıyorlar. Selma babasının istediği gibi her yeri bir güzel temizleyip süpürüyor. Daha sonra radyoyu açıyor. Müzik dinlemeye başlıyor. Ancak dışardan gelen sesler nedeniyle müziği duyamadığı için, sesini iyice açıyor. Babası da başının ağrıdığını söyleyerek müziğin sesini kısmasını istiyor. Selma, babasının söylediğini duymamış gibi yapıyor. Hani çocuklar sıklıkla yaparlar ya.. Bir süre sonra babası, başının çok ağrıdığını söylüyor. Yüzü asılıyor. Selma, gidip gelip babayı kontrol ediyor baş ağrısı geçti mi diye.

Babası baş ağrısına dayanamayarak eve ilaç almaya çıkıyor. Sıcaktan bunaldığını, kendini kötü hissettiğini söylüyor. Dükkana dikkat etmesini hemen bir ağrı kesici alıp geleceğini de ekliyor. Eve çıkıyor. Aradan epey zaman geçmesine rağmen baba yok. Bekliyor baba yok. Merak edip yukarıya babasına bakmaya çıkıyor. Eve giriyor. Babasına sesleniyor. Cevap yok. Tam oturma odasına giriyor ki babası o anda Selma’nın gözleri önünde kalp krizi geçirmeye başlıyor. Selma babasının çırpınmalarına, yerde tırmalamasına…vs. şahit oluyor. Babası son nefesini verip yerde cansız yatarken, uyandırmaya çalışıyor.

Babası uyanmıyor… Camdan aşağı doğru bağırmaya başlıyor: “İmdat.. Babama bişey oldu… Yardım edin!..” Kısa süre içinde ev mahalle halkıyla doluyor… Cenaze işlemleri bitince 1,5 yıl önce anneleri ölen bu altı kardeşin ne olacağı tartışması başlıyor.. kimi “yanımıza alalım”, kimi “yuvaya verelim”, kimi de “hepsine birden nasıl bakacağız” diyor. En sonunda akrabalar aralarında anlaşıyorlar.”Herbirimiz birisini alalım. Böylece çocuklar yurtlarda perişan olmaz, arada sırada da olsa birbirlerini görürler.” diye düşünüyorlar. Selma’ yı çok sevdiği halası alıyor. İki yıldır Selma yanlarında ve hiç konuşmuyor.

Duyduklarım beni çok etkilemişti. Daha önce gidilen uzmanların isimleri beni endişelendirmişti. Bir yandan da bir şeyler yapabilirim belki diye düşünmeden edemiyordum. Hikayesinden çok etkilendiğim bu kızı merakla bekliyordum. Halası olan biteni tek tek anlattı.

“Gelinimiz ve ağabeyimin ölümünden sonra ben de onu bir türlü mutlu edemedim. İki yıldır yüzü hiç gülmüyor. Kendiliğinden hiç bir şey yapmıyor. Sadece konuşmasa neyse ama sanki kurulmuş bir robot gibi. Örneğin sofraya oturup yemek yiyeceğiz “Hadi Selma sofraya otur!” diyoruz oturuyor. “Hadi Selma artık kalkabilirsin” demeden kalkmıyor. Önceleri aldırmadık. Baktık olmadı karşımıza aldık uzun uzun konuştuk anlattık. Ona evimizin bir kızı olduğunu, evdeki herkes kadar her şeye hakkı olduğunu… Hiçbirisi fayda etmedi. Zamanla öfkelenip inadını kırmak için bazı taktikler uygulamaya başladık. Sofra hazır olunca gel otur demedik, aç kaldığı günler oldu. Ya da artık kalkabilirsin demedik saatlerce sofrada oturdu. Hadi artık uyu demedik, sabaha kadar koltukta öyle oturdu. Vicdanın yoksa söyleme…”

Onunla yaptığım ilk seans dün gibi aklımda. Hal hareketleri dinlemiyormuş gibi ama tüm alıcılarını bana çevirdiğini hissettiğim tavırları.

- Biliyor musun ben seni çok sevdim.
– ……
– Vallahi çok ciddiyim, çok sevdim.
– …..
– Ne güzel hiç konuşmuyorsun, diğer çocuklar gibi kafamı şişirmiyorsun..

Gözlerimin içine bakıp gülümsemesini saklamak ister gibi dudaklarını ısırarak başını salladı.

- Biliyor musun bazen çocukların hayatlarında bazı şeyler yolunda gitmiyor, benim işimse bunları yoluna koymak. Beni dinlediğini biliyorum hatta benimle konuştuğunu bile hissediyorum. Çocuklar benden yardım isterler, ben de onlara yardım ederim. Bu hep böyle oldu.
– …….
– Ama şu an işler değişti. Sana yardım etmeyi ben istiyorum. Eğer bana yardım edersen, izin verirsen seni susturan şeyin ne olduğunu bulurum. Gerçekten… inan bana… izin verir misin?

Başını salladı! Evet başını salladı!

- Elimde bazı resimler var, o resimleri çocuklara gösteriyorum onlar da bana resimlerle ilgili hikayeler anlatıyorlar. Onlar bana hikaye anlatınca ben de onların mutlu olmasını sağlıyorum. Yani bütün sır hikayede. Biliyorum sen konuşmuyorsun. Ama hikaye anlatmak istersen, konuştuğunu kimseye söylemem. Bu ikimizin sırrı olur. Anlaştık mı?

Bir süre düşündü. Başını sağa sola salladı. Evetle hayır arasında gidip geliyordu. Birden evet anlamına gelecek şekilde başını salladı. Karşımdaydı… ben ona resimler gösteriyordum o da bana hikayeler anlatıyordu. İşimiz bittiğinde ona çok teşekkür ettim. Anlattıklarını analiz etmeye bile gerek yoktu. O kadar saf, o kadar temiz, o kadar kendi hikayesini anlatmıştı ki…

Selma’nın bilinçaltı karmakarışıktı. İşte Selma’nın analizden geçmesine bile gerek bırakmayan, halasını dinlerken göz yaşlarına boğan, beni analiz yaparken hıçkırıklara boğan hikayesi…

“Bir varmış bir yokmuş, bir zamanlar bir ülke varmış. Bu ülkede anne babasıyla yaşayan çok mutlu çocuklar varmış. Çocuklar kardeş kardeş hep oynarlarmış, anne babaları onlara hiç kızmazlarmış. Bir gün bu çocukların annesi hastalanmış. Çocuklar çok üzülmüş. Ama kimse çocukların üzüldüğünü anlamamış. Anneyi hep hastaneye götürmüşler. İlaçlar vermişler. Hem de acı acı ilaçlar. Anne, sırf çocuklarını yalnız bırakmamak için içmiş bütün o acı ilaçları. Çocuklara hep annelerinin iyileşeceği söylenmiş.

Bir gün anneyi eve getirmişler. Çocuklar anne geldi diye çok mutlu olmuşlar. Anne hep yatakta yatmaya başlamış. Artık çocuklarına yemekler yapmıyormuş. Çocuklar çok üzülmüşler. Annelerinin yanında oyunlar oynamaya başlamışlar. Annelerinin yanında niye oynuyorlarmış biliyor musun? Anneleri eğlensin diye. Ama babaanneleri hep kızıyormuş onlara. “Gürültü yapıp durmayın. Anneniz zaten sizin yüzünüzden hastalandı” diye. Çocuklar çok yaramazlık yaptı diye anne hastalanmış meğer. Çocuklar da anne iyileşsin diye onu eğlendirmek istiyorlarmış ama kimse anlamıyormuş. Herkes çocuklarını azarlayınca anneleri de çok üzülüyormuş..

Birgün anne ölmüş. Herkes ağlamış. Çocuklar annenin neden öldüğünü anlamış. Yaramazlık yaptılar diye. Çocuklar evde babalarıyla yaşamaya başlamışlar. Bir gün anneanne gelip yemek yaparken, çocuklar gürültü yapmışlar. Anneanne onlara kızmış “Kızım sizin yüzünüzden hasta oldu. Hiç annenizin sözünü dinlemediniz hasta ettiniz kızımı. Sizin yüzünüzden de öldü. Sözümü dinlemeyip gürültü yapar, çok konuşursanız beni de öldürüp ortada kalacaksınız. Kim bakacak size?” demiş.

Bir gün Selma, babasıyla dükkanda oturuyormuş. Ablaları kardeşleri amcalarına gitmişler. Selma babasının yanından ayrılmak istememiş. Hiç gürültü yapmadan hep babasına yardım ediyormuş. Anneleri çocuklar evde yokken hastalanmış ya. Babası yalnız kalır hastalanır diye yalnız bırakmak istemiyormuş. Babaları çocuklarına hiç kızmıyormuş zaten. Gürültü yaptıklarında bile.. Selma dükkanda babasına yardım etmiş, her yeri mis gibi yapmış. Elleri de acımış biraz. Radyoyu açmış. Babasının başı ağrımış. “Kızım kapat şunun sesini” demiş. Selma duymuş ama duymamazlıktan gelmiş. En sevdiği müzikler varmış.

Babası biraz sonra eve gitmiş. İlaç alıp gelecekmiş. Gitmiş gelmemiş. Selma’nın aklına hemen anneannesiyle babaannesinin söyledikleri gelmiş. Annesi zaten çocukların yaramazlığı yüzünden ölmüştü ya. Selma çok korkmuş eve çıkmış. Babasını aramış. Odaya girince bir bakmış, babası birşeyler yapıyor. Selma çok korkmuş. Babası Selma’ya “git” der gibi işaretler yapmış. Selma gitmemiş. Babası yerde uyumaya başlayınca uyandırmaya çalışmış. Uyandıramayınca ağlamaya başlayıp komşuları çağırmış. Sonra ev kalabalık olmuş. Selma kimseye söyleyememiş ama çok üzülmüş.. babası ” git ” dediği halde gitmemiş. Yine babasının sözünü dinlememiş. Eğer gitseydi, müziğin sesini açıp babasının başını ağrıtmasaydı babası ölmeyecekti. Selma’nın yüzünden öldü.

Akrabalar çocukları paylaşmışlar. Selma ablalarından ayrılmak istememiş. Küçük kardeşini de çok seviyormuş. Halası yanına gelip “Kızım sen artık benim kızımsın, bizimle yaşayacaksın” demiş. Selma çok mutlu olmuş. Öyle mutlu olmuş ki, halasını çok seviyormuş, istediği zaman kardeşlerime götürürler, diye düşünmüş.. Halasının evine gidince “Artık bunlar benim yeni anne babam” demiş kendi kendine. Ama birden korkmaya başlamış. “Annemle babamı ben öldürdüm. Yaramazlık yaptım, sözlerini dinlemedim. Yeni annemi babamı çok seviyorum. Ya onlara da birşey olursa ben ne yaparım?” Sonra aklına birşey gelmiş. Gece yatmadan önce yatağının başucuna oturup dua etmeye başlamış. “Allahım .. Ben çok yaramaz bir kızım. Annem babam benim yüzümden öldü. Halamlar çok iyi insanlar. Ne olur benim yüzümden onları da yanına alma. Eğer onları da alırsan ben kimin yanında kalırım? Ne olur Allahım bana yardım et. Hiç konuşmamam için bana yardım et. Ne zaman gürültü yapıp söz dinlemesem annem babam ölüyor. Hep susmam için bana yardım et Allahım. Ne söylerlerse yapacağım, onlar söylemeden hiç bişey yapmayacağım… ne olur onları benden alma!..”

O günden sonra Selma hiç konuşmamış. Gülmemiş. “Eğer gülersem evde gürültü olur, başları ağrıyıp ölürler” diye korkmuş. Hep susmuş..

Hikayesi bitince Selma gözlerimin içine baktı ve ekledi; “Biliyor musun? Hala her gece dua ediyorum. Allah’ım ne olur konuşmayayım, konuşmamam için bana yardım et!” diye. “Bazen çok mutlu oluyorum. O zaman çok korkuyorum sevinçten çığlık atarım da gürültü olur, annem ölür diye”.

O küçük bedeniyle ne kadar büyük bir görev üstlenmişti. Kaçımız en konuşkan, en geveze çağımızda kendimizi susturmayı başarabiliriz ki? Kaçımız bir dondurma alındığında bile sevinç çığlıkları atabilecekken, bu yoğun duyguyu bastırıp susmaya devam edebiliriz ki? Kaçımız? Bu kadar sevilmek… bu kadar değer verilmek…

10

Friday, 19.12.2014, 08:45

Beni Affet Canım Oğlum


Dinle oğlum, bunları sana sen uyurken söylüyorum.Küçücük elini yanağının altına sokmuşsun,nemli alnındaki sarı lülelerin yapış yapış ıslak.Odana bir hırsız gibi süzülerek girdim. Birkaç dakika önce kütüphanede oturmuş gazetemi okurken vicdan azabım nefes kesen bir dalga gibi üstüme geldi. Bir suçlu gibi yatağının başucuna geldim.

Neler mi düşündüm oğlum? Sabah sana kızmıştım.Okula gitmek üzere giyinirken seni azarladım,çünkü yüzünü ıslak havluyla öylesine silivermiştin. Ayakkabılarının kirli olduğunu görünce sana onları temizlettim.

Bazı eşyalarını yere attığında sana öfkeyle bağırdım.
Kahvaltı ederken bir sürü kusurunu buldum.Yiyecekleri etrafına saçıyordun,lokmaları çiğnemeden yutuyordun,ekmeğine fazla tereyağ sürmüştün.

Sen oynamaya gidiyordun bense trenime yetişmek zorundaydım.Bana baktın,elini salladın ve “Güle güle babacığım,” dedin.Ben ise kaşlarımı çattım ve “Dik dur!”dedim sana.
Akşamüzeri de durum farksızdı. Eve gelirken seni yere çömelmiş arkadaşların ile oynarken buldum.

Çorapların yırtılmıştı,arkadaşlarının önünde seni küçük düşürdüm ve kolundan tutup eve götürdüm.Bu çoraplar çok pahalıydı ve giymek istiyorsan dikkatli olmalıydın.Düşün oğlum bunları sana baban söylüyordu!

Hatırlıyor musun?Sonra çalışma odama girdin.Gözlerinde incinmiş bir ifade vardı. Kağıtlarımın üzerinden sana baktığımda bir an için çıkmaya yeltendin. “Ne istiyorsun?”diye bağırdım sana.
Hiç bir şey söylemeden koşup boynuma sarıldın ve beni öptün.Hemde büyük bir sevgiyle; ilgisizliğin bile azaltamayacağı bir sevgiyle.Sonra koşarak dışarıya çıktın.

Kağıdım elimden düştü.Bana neler oluyordu?Sürekli senin hatalarını buluyordum. Seni böyle ödüllendiriyordum. Seni sevmediğim için değil bu,senden çok şey beklediğim için.
Oysaki senin pek çok güzel özelliğin var.Kalbin öylesine yüce ki! Bu gece gelip beni öpüşün de bunu kanıtlıyor.

Bu gece başka hiçbir şeyin önemi yok oğlum.Karanlıkta yatağının yanında diz çöktüm ve çok utanıyorum.

Bunları sana sen uyanıkken anlatsam da anlamazsın biliyorum.Ama yarın gerçek bir baba olacağım.Seninle oyun oynayacağım.Sen acı çektiğinde acı çekecek,sen güldüğünde güleceğim.Dilimin ucuna kötü şeyler geldiğinde dilimi ısıracağım.Kendi kendime sürekli “O bir çocuk!”diyeceğim.

Ben seni büyük bir adam olarak gördüm.Oysaki sen daha küçük bir çocuksun.Daha dün annenin kolları arasındaydın,başını onun omzuna dayamıştın.Ah, senden çok şey bekledim oğlum…