Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

1

Tuesday, 23.07.2013, 23:45

Felsefi Akımlar

Filozof Tanımı
Filozof sözcüğü sevgi ve bilgelik sözcüklerinin birleşmesinden meydana gelmektedir. Bilgeliği seven kişi anlamındadır. Kullanım açısından ise anlamı; felsefe ile uğraşan, felsefe yapan kişidir. İlk Çağ Felsefesi tarihine bakılacak olunursa, öne çıkan filozof tipi, hayatın en yüksek gayesine bilgide bulunan, bilmek için yaşayan ve edindiği bilgileri davranışlarının temeli yapmaya çalışan bir kişiliktir. Tabii ki düşünen herkes filozof değildir ve filozofların popülerlikleriyle ya da şöhretleriyle ilgisi yoktur. Eski kültürlerde bulunan şamanlık, kâhinlik gibi tanrı ile kul arasında aracılık yaptığına inanılan kişilikler Thales (650–548), Empodekles( 495–435) gibi filozofların temsil ettiği felsefi sistemde yerini araştırma ve düşünceye bırakır.

İlk Çağ felsefesi tarihinde ortaya çıkan bir çok filozof çoğu kez peygamber, ermiş ve kutsal kişiliklerle de bağdaştırılabilmişlerdir. Bu kişiler, aynı zamanda fizikçi ve bilim adamı kimliklerini de taşımışlardır. Filozoflar, öğretmek ve öğrenmek gayesiyle bir araya gelmiş bilimsel çalışmaya kendisini adamış filozof örneğini sergilemişlerdir. Bu döneme ait filozoflar, siyaset alanında da öne çıkan bir tablo sunmuşlardır. Yine bu dönemde, başlangıç filozoflarından farklı olarak, Anaxagoras (500–428), Demokritos (460–360) ve sonra da Aristoteles (384–322) ’te görüldüğü üzere dış çevreden çok, bakışını kendi düşünce dünyasına çevirmiş olan bir bilgin, araştırmacı filozof örneklerine rastlamaktayız. Daha sonra hayata daha çok yönelmiş, pratik filozof, erdemli bir yaşama sanatçısı, eğitici bir filozof modeli gelişmiştir. Sokrates böylesi bir filozof tipinin en önemli temsilcisi sayılmıştır. Batı’nın bilimi ile, Doğu’nun dini kültlerinin karşılaştığı Yunan felsefesinin son döneminde daha çok din coşkusu ile dolu olan ve kurtuluşu öğütleyen bir filozof tipi ortaya çıkar. İlk dönemi itibariyle filozof, doğa filozofudur. Daha sonra, ilgi insana yöneldiğinde, Tanrı, insan ve doğayı ilgi sahası edinen filozof ortaya çıkmaktadır. Aristoteles’in bilgi çevresinde oluşan zengin bilgi birikimi, bilimlerin tek tek bağımsızlığına yol açtığı gibi, her bilgi dalı hakkında müstakil çalışmalara yol açmıştır. Bu döneme ait filozof, bilimlerin ayrımlaşmasının neticesinde ortaya çıkan bu karmaşada kendini uğraşı alanı olarak, evren ve hayat ile ilgili genel sorunlara adamıştır. Aristoteles’ten sonraki filozof, doğru yolu ve yaşayışı arayan, öğreten ve bir öğreti geliştiren kişilik olmuştur. Ortaçağ Felsefesi Tarihi de İlk Çağ Felsefe Tarihinde olduğu üzere farklı filozof örneklerine sahiptir.


Hıristiyanlığın Batı’da ki egemenliğinin başladığı 3. yüzyılın başında Antik Yunan Düşüncesinin etkisi devam ediyordu. Çiçeron, Epoktehus gibi Romalı filozoflar, daha çok siyaset ve hukuk felsefesini öne çıkarırken, Yunan kültürü ile yetişen bilgin ve filozoflarda Platon (428–347), Aristoteles ve Stoa felsefesinin izinden gidiyorlardı. Ammanious Saccas (172-242) ve öğrencisi Plotinus (205–270)’un kurdukları Yeni Eflatunculukta bu döneme rastlar. İslam filozoflarının din ve felsefeyi uzlaştırma çabalarının bir benzeri de Yahudi kelamcıların Platon ve Stoa felsefelerine duydukları ilgide gözlemlenebilir.

Özellikle Philon (25–50)Yahudi kelimesiyle felsefeyi uzlaştırma çabasını gözetmekteydi. Benzer tutumları Hıristiyan filozofları da göstermekteydi. Kendilerine Kilise Babaları denilen Clement (Ö.215) ve Tertullian (155–230) gibi filozoflar, teslis akidesini Platon’un, Plotinos’un ve Stoacı filozofların felsefeleriyle temellendirip uzlaştırmaya çalıştılar. İlk Çağ filozofu ilkin dinden koparak, bilmek için bilme ile salt bilmeden duyulacak sevinç ile başlamış, ancak sonradan bir değişime uğrayarak, pratiğin, ahlaki ödev ve dini heyecanların hizmetine koşmuştur. Orta Çağ filozofu ise kendisine hemen işin başında, ahlaki ödev ile dini heyecan ve gayelerin yer aldığı bir görev yüklemiştir. Orta Çağ filozofuna göre, filozofun temel işlevi, duygu ve kanıda sağlam ve tartışmasız olarak elde bulunanı düşünce ile açıklığa kavuşturmak ve kavramsal olarak dile getirmek olmuştur.

Orta Çağ filozofu, sistemini kurarken aslında, antik felsefenin kavramlarını işleyerek kendisine yol açmıştır. Antik felsefenin kavramlarından yararlanma Ortaçağ felsefesinde bununla birlikte iki farklı filozof tipi ortaya çıkarmıştır. Antik felsefeden devşirilen kavramlar kargaşaya yol açmış, kiliseye bağlı Augustinus’un (354–430) temsil ettiği kilise kavramına bağlı filozoflarla, kiliseyi göz önünde bulundurmayan Yeni Plâtoncu filozof tipi ortaya çıkmıştır. Kiliseye bağlı skolâstik filozof için hareket noktası Kilisenin belirlediği ilkeler iken yeni Platoncu için kişisel dindarlık esas olur. Yeni Plâtoncu filozof, cemaatı, yani kiliseyi esas almayıp, kişiyi esas aldığından kişiyi, Tanrı’ya ulaştırmayı kendine görev edinmiştir.
Ortaçağda, filozofun temel ilgi alanı din iken, Rönesans’ la birlikte, filozof, kendini her türlü bağlılıktan sıyırmak, yalnız kendine dayanmak ve kendini arayıp bulmanın çabasını sergileyen bir portre çizmiştir. Rönesans filozofu, kendisini sadece deneyin ve aklın sağladığı doğrularla biçimlendirip sınırlandırırken doğruyu bulmak uğrunda savaşmış ve bunu kendisine sonsuz bir ödev olarak telakki etmiştir. Ortaçağ’ın kapalı kilise merkezli ve Latince’ nin baskın olduğu atmosferden kurtulan filozof artık Rönesans’ta kendini gizlemez. Kendi milletinin diliyle, kendi anadiliyle felsefe yapmaya başlamıştır. Ortaçağda filozoflar din adamı iken bu dönemin filozofları Skolastik okullardan ayrı bir anlayışla ortaya çıkan yeni üniversitelerin öğrencileri olmuşlardır.

Modern felsefede filozofun görevi ve ilgi alanı söz konusu olduğunda, iki temel yaklaşım ortaya çıkmaktadır. Eleştirel filozoflara göre, filozofun başlıca görevi, önermeleri çözümlemek, kavramların kesin anlamlarını ve aralarındaki karşılıklı ilişkileri belirlemektir. Eleştirel filozoflar için, anlamları açıklığa kavuşturmak bir yükümlülüktür. Eleştirel filozofun işlevi; kavramların doğasını sırf incelemek için incelemektir. Kurgusal felsefede filozof, değer sorunlarından, dinsel içermelerden, şiirsel anlatımlardan ve sanatsal duyarlılıklardan kaçınmaz. Kurgusal felsefe, ortalama insanın felsefenin ne olduğuna ilişkin inançlarına daha uygundur. Bu felsefe, daha az kesin olmakla birlikte daha heyecan vericidir. Dilin, açık ve mantıksal bakımdan kesin olup olmadığına bakmaksızın daha geniş manzaralar arar. Kurgunun amacı, yaşama anlamı, bütünlük ve yön vermek üzere, yeterli miktarda büyük parçayı bir araya getirmektir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

2

Tuesday, 23.07.2013, 23:48

[bSpinoza Metafizik][/b]

Spinoza’nın felsefi çalışmalarının anlaşılmak ve değerlendirilmek bakımından özel zorlukları olduğu bilinen bir gerçektir. Kullandığı kavramlar, bunlara getirdiği tanım ve açıklamalar birçok farklı yollardan yeniden sorgulanabilir ya da değerlendirilebilir. Bu yalnızca Spinoza’nın bir yanda Tanrı sarhoşu, diğer yanda din ve tanrı düşmanı olarak değerlendirilmesi meselesinde ortaya çıkmaz, bir bütün felsefi sisteminin anlaşılmasında özel bir sorun yaratır. Felsefenin bildik terimlerini kullanmakla birlikte, Spinoza’nın kendi metafiziğini kurarken bu terimlere sağladığı anlam katmanları ve terimleri birbiriyle ilintilendirme tarzı onun sisteminin anlaşılmasını güçleştirmiş ve bunun yanı sıra pek çok farklı şekillerde yorumlanmasına yol açmıştır.

Temel yapıtı Etika ilginç özelliklere sahiptir. İlkin burada Spinoza’nın felsefi çalışmasına bilimsel bir konum kazandırmaya çalıştığı söylenebilir. Rasyonalist filozofların matematikten etkilenmeleri ya da onu model almaları spinoza içinde geçerlidir, ancak spinoza matematikten çok geometriyi benimser ve yapıtlarında geometri yöntemi kullanır. Etika’nın altbaşlığı bu bakımdan örnektir. Geometrik yönteme göre kanıtlanmış olan ahlak. Yorumcuları, çalışmanın ağır yapısının buradan kaynaklandığında hemfikirdirler. Etika’nın hem biçimsel yapısını hem de içeriğini geometrik yöntem şekillendirir.

Etika’nın temel kavramları olan töz, nitelik, görünüm, nedensellik bunlara örnek olarak verilebilir. spinozacı metafiziğin nasıl bir ontolojiye sahip olduğu, Tanrı ya da doğa dediğinde ne demek istediği, insanın doğadaki yerinin nasıl ele alındığı, özgürlük ve zorunluluk ilişkisinin nasıl değerlendirildiği önemli boyutlar ve sorunlar içerir. Spinoza bu bakımdan etkisi geç anlaşılmış ve anlaşıldığı andan itibaren sürekli yeniden değerlendirilir bir filozof olmuştur.

Spinoza Tanrı ya da Doğa

Spinoza’nın yazılarından her yere tanrı yerine tabiat kelimesi konulabilir. Bu konuda kendisi bile sarih olarak yol gösteriyor. Tanrı mefhumundan şahsi, irade ve hatta şuurla ilgili her şeyi çıkarmak suretiyle, Spinoza, bu iki mefhumu birbirine yaklaştırır.


Spinoza’nın panteist bir düşünce yönünde uçlara vardığı ve monist bir tanrı-doğa düşüncesine ulaştığı ilk olarak belirtilmesi gereken noktadır. Bununla birlikte Spinoza’nın felsefi sisteminde Tanrı kavramının merkezi bir yeri olduğunu söylemek gerekir. Tanrı, bu felsefi sistemin hem başlangıç noktası hem de son noktasıdır. Var olan her şey Tanrı içinde vardır ve Tanrı olmaksızın hiçbir şey ne varolabilir ne de kavranabilir.

Ancak yine de açık olmayan spinoza’nın Tanrı’sının felsefesi açısından nasıl bir şey olduğudur. Kendinde bir neden, nedeni kendinde olmak anlamında Tanrı ve özellikle bu alıntıda kullanılan içinde terimi spinoza üzerine yapılan sonu gelmez yorum denemelerinde sürekli bir tartışma konusudur. Bilimsel bir düşünceye de dinsel bir düşünceye de bağlantılandıran spinozacı felsefenin Tanrı kavramı, hem ontolojik kanıtlamanın hem de bilgi bilimsel yapının anahtarı olarak görünmektedir. Çünkü tanrının varlığı için öne sürülen ontolojik veri, bir gerçekliğin varlığını o gerçekliğin kavranışından hareketle kanıtlamaya yönelen yaklaşımdan hareket eder görünmektedir.

Aynı zamanda Spinoza’nın monist bir dizgiye yöneldiği söylenebilir; onun hem bir ateist hem de bir pantesit olarak görünmesini sağlayan ise bu monist tutumun özgüllüğüdür. Ünlü sav sözünde Spinoza ‘Tanrı ya da doğa’ demektedir. İlk alıntı ile bu sav söz karşılaştırıldığında Spinoza’nın güç anlaşılır tezleri belirginleşmektedir. Bu formülasyonda Spinoza, bir yanda fiziksel dünyanın özünde teolojik olmasını ve öte yandan teolojinin kişisel olmaması sağlamaya çalışır. Burada varsayım sonradan üzerinde çok konuşulacak olan, gerçeklik ile kavrayışın örtüşmesi, daha düşünce dünyasındaki bağıntıların birebir gerçeklikteki bağıntılara tekabül etmesidir.

Bu yaklaşımları geliştirmekte nedensellik kavramı da ayrı bir öneme sahiptir. Spinoza’nın gizli varsayımının kuramsal dayanağı bir anlamda bu nedensellik fikridir; fakat spinoza’nın nedensellik fikri amprizim felsefesi için kabul edilemez bir nedensellik yaklaşımıdır. Spinoza burada rasyonalist yönelime uygun bir yol izler ve nedenselliği bir bakıma dünyadan kopartarak zihnimize, yani dünyayı kendi kavrayışımıza bağlar. Çünkü ona göre, eğer aklı mümkün kılan çıkış noktaları ya da öncüller gerçeklik için bir güvence sağlayamıyorsa başka hiçbir şey sağlayamaz. Böylece apaçık gerçeklik, düşünceden gerçekliğe geçişin sağladığı bir gerçeklik olarak belirir. Buna göre, fiziksel dünyanın, düşüncenin onu temsil ettiği gibi olduğunu, bizzat bu düşüncenin kendisinden anlarız ki, spinoza bu yolla argümanlarında kavrayış nosyonunu özel bir ilgiyle kullanmakta ve bunun aracılığıyla dünyaya bir tanım getirmektedir.

Spinoza Töz, Nitelik ve Görünüm

Bu noktada Spinozacı töz, nitelik ve görünüm kavramlarına bakmak gerekir. Töz, kısacası, nedeni kendi içinde olan, kendisi kendi aracılığıyla kavranandır. Görünüm ise kendi aracılığıyla ve kendinde kavranan değil, aksine tözün görünümü olarak tanımlanır. Bizim ya da başka bireysel şeylerin varoluşlarının açıklanması kendimiz dışındaki başka bir şeye dayanır. Hepimiz kutsal ve mutlak bir tözün görünümleriyiz. Bu anlamda Tanrı bir tözdür, yani kendinde bir nedenle ve zorunlu olarak Tanrı vardır. Ancak böyle ise, töz aynı zamanda herhangi bir şeydirde, yani varolduğu ontolojik bir veri tarafından kanıtlanan herhangi bir şey töz olabilir. Ancak Spinozacı sistem böyle bir çıkarsamaya olanak vermemektedir. Spinoza, birci anlayışıyla ve düşündüğü metafizik sisteme varabilmek için bunu kabul edemez ve rasyonalizmin örtük varsayımlarından yararlanarak Tanrı dışında bir tözün olabilirliğini yadsır.

Nitelik, Tanrı’yı özünde ne ise o olarak gösteren şeydir. Düşünce ve uzam Spinoza’ya göre, Tanrı’nın iki temel niteliğidir. Böylece o, Kartezyen felsefedeki soruna kendince bir çözüm getirir. Düşüncelerin ve fizik nesnelerin tek bir tözün değişimleri olduğunu öne sürer ve Tanrı’yı her biri ebedi ve sonsuz özü ifade eden sonsuz nitelilerden oluşan bir töz olarak tanımlar.

Bütün bunlar Spinoza felsefesinin metafizik gücünü ve anlaşılmaktaki zorluklarını göstermektedir. Spinoza felsefesinin gücü de güçsüzlüğü de başlangıç öncüllerinde ve kavramlara kattığı özel içeriklerdedir. Spinoza felsefesinde çıkan sonuç ise daha da çarpıcıdır. Tanrı ile doğa özdeştir. Bu sonuç, mantıksal neden ile gerçek nedenin özdeş sayılmasına paraleldir. Dolayısıyla da Tanrı bilgisi ya da Tanrı’yı bilmek, entelektüel Tanrı sevgisi Spinozacı metafiziğin çıkış noktası ve varış noktasıdır.

Spinoza İnsan

Spinoza’daki insan anlayışının felsefi sistemiyle, kurduğu geometrik metafizik bütünlükle doğrudan bağlantılı zorunlu bağlamları vardır. Töz anlayışı, evreni bir zorunlu bağlantılar sistemi olarak tekçi anlayışla açıklamak üzere kurulur ve bütün varlıklar Tanrı’dan başka bir şey olmayan bu tözün zorunlu görünümleri olarak açıklanır. Tanrı, sonsuzluk boyutunda her şeyin özüdür. İnsan ise zaman ya da süre boyutunda kendinin kendinde nedeni ve bu temelde her şeyin varoluşunun nedeni olan Tanrı, Spinoza’nın beden-ruh ikilemini çözmesinde de yardım eder.

Bu çözümü şu şekilde ifade etmek mümkündür. Beden ve ruh, Tanrı’nın sonsuz özünden gelen görünümlerdedirler ve dolayısıyla gerçek dünyanın düzeniyle ruhun düzeni birlik oluşturur. Böylece geleneksel anlamda bilinen birey-özne ve dolayısıyla insan Spinozacı sistemde ortadan kaldırılmıştır. Bu sistemde bireysel anlamda akıl ve irade sahibi, kendi kararlarını veren ve verdiği kararlarda özgür olan bir insan anlayışına yer kalmaz; aksine ruh ve madde, zihin ve gerçeklik tek ve sonsuz bir özün görünümleri olarak aynı derecede zorunlulukla belirlenen varlıklar olarak belirirler. İnsan iradesini irade olarak tanımayan Spinozacı metafizik, ilginç bir etik anlayışına yol açar, ilginçlik etik bilinen anlamda irade ve insan kararları üzerine kurulu olmasından kaynaklanır. Varlığı ve varoluşu bütünlükle nedensellikler içinde açıklayan bir felsefe sistemi, aynıksal sistemin içine zorunlu olarak etiği oturtmak durumundadır. Spinoza, buna bağlı olarak, insan ruhuna yönelik doğalcı ve maknist kabul edilen bir düşünce şekillendirir.

Spinoza için soyut etik yasaların ve değer yargıları belirlemenin hiçbir anlamı yoktur. Önemli olan gerçeği tanımaktır, ki bunun nasıl bir şey olduğunu sistem dahilinde açıklar. Güç ve erden insanı açıklamakta önemlidir, ancak her ikisi de Tanrı bilgisinde temellenir. Spinoza’nın felsefi sistemi Tanrı düşüncesiyle başlayıp Tanrı düşüncesiyle sonlandığı için insanın doğru konumlanışı bu sistemin belirlediği gereklere göre bilgiye yönelmesi ve kendi zorunluluklarını kavramasıdır. Spinoza insan-toplum-devlet düşüncelerini bu felsefi düşünüş doğrultusunda temellendirmekte, insan tanımlamasını teolojik-politik düşüncesinde oluşturmaktadır. Ona göre geometri önemlidir.

Spinoza Özgürlük

Spinoza, her türlü tasarım ve iradeye dayalı kararın zorunlulukla kendisinden önce gelen bir olaya dayandığı fikrinden hareket eder. Bu şekilde yaklaşılınca istenç ve irade özgürlüğü olarak adlandırılan özgürlüğün reddedilmesi ortaya çıkar. Felsefe tarihi içinde Spinoza kadar katı bir kuramsal yargıyla bu anlamdaki özgürlüğün reddedilmesi sözkonusu değildir. Daha sonra yapısalcılık’ın belirli bir yorumunda, örneğin Althusser’in özneyi yapının bir türevi olarak ortaya koyan çalışmalarında bu tür bir yaklaşım görülür. Spinoza özgürlüğü bir yanılsama dahası bir fantazi sayar. Buna sebep olanın, eylemlerimizin ve etkinliklerimizin nedenlerini bilmememiz olduğunu söyler.

Spinoza’ya göre, eğer aşağı doğru akan bir su düşünebilen bir varlık olsaydı, kendi özgür istenci ve iradesiyle aşağı doğru akmakta olduğunu düşünürdü. Karar verme durumumuzu başka bir açıdanda özgürlük olarak kabul edemeyiz, çünkü kararlarımızı çoğunluk hafıza denilen yapının etkileriyle oluşur ve Spinoza’ya göre hafızaya hakim olabildiğimiz söylenemez.

Sonuç olarak Spinoza’nın elbette bir özgürlük anlayışı sözkonusudur ve bu anlayış şaşırtıcı olmayacak kadar kesin bir nitelikle onun mantıksal sistemine derinden bağlıdır. Spinoza için özgürlük, insanın kendi doğasında mevcut olan zorunluluklara uyması durumudur. Özgürlük, zorunluluğun tanınmasıdır. Bu argüman, zorunlu olarak her tür özneyi ve öznelliği dışta bırakan Spinozacı sistemden ileri gelmektedir. İnsan teki, Tanrı’nın görünümlerinden biri olduğu için, her şeyi yöneten yasalar bu insan tekini de yönetir ve onun kararı bu durumda olsa olsa bu yasalara uymak durumudur ki, burada bir özgürlükten söz edilemez.

Spinoza’nın tüm sistemini kurarken saf ve tarafsız bir mantıkçının konumuna çekilmeye çalıştığını söyleyebiliriz ve tutumu özellikle özgürlük konusunda belirgindir. eylemleri yalnızca kendisi tarafından belirlenen şey özgürdür ve bu insan olamaz, olsa olsa Tanrı olabilir. İnsan eylemliliği ise zorunlu olarak belirlenmiştir. Buna bağlı olarak özgür insan, Spinoza’ya göre, içinde bulunduğu ve kendisini belirleyen zorunlulukların farkında olan, bunların bilgisine sahip olan insandır. Bu anlamıyla felsefi sisteminde Spinoza daha yüksek bir algı düzeyine çıkmış, duygularını denetim altına alabilen, kendisinin ve dünyanın kavrayışına sahip olmayı özgür insan olarak tanımlar.

Spinoza’nın Etkileri

Spinoza’nın güçlü mantıksal metafizik sistemi, gerek Leibniz’in eleştirileri gerekse diğer ampirik felsefenin gelişmesiyle kısmen unutulur. Kant’a gelindiğinde ise önemli bir kuramsal müdahele ile karşılaşır. Kant bu sistemin örtük ve açık varsayımlarını sorunsallaştıran bir yol izler, ontolojik alan ile epistemolojik alanı kategorik bir ayrıma tabi tutarak, gerçekliğin bizim düşüncelerimize tekabül ettiği ya da edebileceği varsayımını geçersizleştirmeye çalışır. Saf aklın perspektifine ulaşılamaz, sonsuzluk boyutuna dair bir bakışa ya da bilgiye erişilemez. Ateist ya da Tanrı sevdalısı filozof şeklindeki kısır ya da tek yönlü değerlendirmelerin dışında spinoza 18. yüzyıldan itibaren birçok filozofu müttefik ya da rakip olarak etkilemiştir.

Novalis, Sckleirmacher, Jacobi, Mandelssohn, Goethe, Schelling, Hegel bu etki alanının içindeki önemli isimler olarak belirtilebilir. Hegel’in spinozacı felsefi sistemi dönüştürerek kullandığı söylenebilir. Spinoza’daki töz Hegel’de Mutlak idea olarak anılır bir anlamda. Ayrıca Marx’ın Hegel’i ayakları üzerine oturtma girişiminde de Spinoza etkisi olduğu öne sürülmektedir. Çünkü, marksist felsefe, insanın etkinliklerini onun maddi koşullarından bağımsız görmemekte, özgürlüğün zorunluluklarını bilinci olduğu tezini olumlamakta, bunlara bağlı olarak doğa yasalarının belirleyiciliğini öne sürmektedir ki, Spinozacı sistemle bunlar arasında paralellikler kurmak kaçınılmazdır.

Nietzsche ise tam bir Spinoza karşıtı olarak konuşur, çünkü Spinoza’nın temel savlarını kabul edilemez bulunur. Örneğin, gerçeğin ona yönelik yaklaşımlardan koparılabileceği yönündeki düşünce kabul edilemez bir yanlıştır. Nietzsche, Spinoza’nın matematiksel hokus pokuslarla felsefi sistemini kurduğunu söyler ve onu hasta münzevi olarak tanımlar. Nietzscheci düşünceyle önemli ilgileri olan postmodern felsefenin önemli isimlerinden Gilles Deleuze ise Spinoza’ya çok önem veren düşünürlerden biridir. spinoza üzerine dersler ve konferanslar vermiş olan Deleuze, daha sonra bu notlarını Spinoza/Pratik felsefe başlığında yayınlamıştır. Bu kitap Etika üzerine bir tür sözlük ve açımlama metnidir. Özgürlüğün zorunlulukların bilgisine ulaşma olarak tanımlayan Etika’yı, bir özgürleşme etiği olarak değerlendirir Deleuze. Deleuze’dan önce Louis Althusser’in ismini de anmak gerekir. Yapısalcılık’ın ve kuramsal Marksizmin önemli ismi Althusser, öznenin yokluğu ve yapının belirleyiciliği konularında Spinozacı sistemden referanslar bulmuş ve onun üzerinde önemle durmuş bir düşünürdür.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

3

Tuesday, 23.07.2013, 23:52

Leibniz Felsefesi

Leibniz, 17. yüzyıl filozoflarının çoğu gibi, felsefesinde Descartes’in töz kavramından hareket eder. Leibniz’e göre dünyanın, varlıkların temelinde monadlar vardır. Monadlar kendi kendilerine hareket edebilen, algılayabilen temel varlıklardır. Yalnız monadların özü kuvvet olduğu için, ne bir şekli ne hacmi ne de parçaları vardır. Monadları özü edim olan ruhsal noktalar gibi düşünmek gerekir. bundan dolayı monadlar, kendi kendilerine harekete geçerler. Onları, Demokritos’un, maddecilerin atomlarından ayıran husus, maddesel olmamaları, kendi kendine hareket edebilmeleridir. Monadların her birinin edimi, geçmişin sonucu geleceğin belirleyicisidir.

Leibniz’e göre monadlar önceden belirlenmiş bir düzen içinde bulunurlar. Buna önceden düzen kuramı denir. Leibniz düşünce sistemine göre düşünce ilkeleri, genel fikirler, insan zihninde bir istihdat olarak bulunur ve tecrübeyle gelişir. Leibniz ‘Theodizee’ adındaki eserinde, içinde yaşadığımız dünyanın, dünyaların en düzenlisi, en mükemmeli olduğunu söylemiştir. Leibniz’in bu görüşü Voltaire’in Candide adındaki uzun hikayesinde gülünç hale getirilmek istenmiştir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

4

Tuesday, 23.07.2013, 23:55

Voltaire Düşüncesi

Her ne kadar ömrü boyunca yurttaşlık hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları savunmuş olsa ve var olan Fransız rejimini eleştirse de Voltaire demokrasiden yana değildi. Onun gözünde en iyi yönetim şekli ‘aydın’ bir monarşi veya aydın mutlakiyetti. Nitekim hayatının sonuna kadar aydınlanmış bir monarkın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak savundu.Bunun dışında sınıfların varlığını da bir zorunluluk olarak görmüş ve ne teorik ne de pratik açıdan bunu eleştirmiştir. Din açısından ise Voltaire’in tutumları biraz karışıktır. Filozoflardan olan Voltaire genellikle diğerleri gibi bir deist olarak tanımlanmıştır. Ancak çeşitli söylemleri nedeniyle ateist olduğu da düşünülmüştür. Ünlü felsefi eseri Felsefe Sözlüğü’nde araştırmacılara göre Voltaire’in deist çizgide kalmasının, kişisel nedenler bir yana, fikri nedeni onun yönetim biçimi konusundaki fikirleridir. Voltaire’e göre din halkın uygun biçimde yönetimi için neredeyse şarttır.


Nitekim Voltaire’in tanınmış aforizmalarından birisi ‘Eğer tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi’ sözü dini fikirlerini anlamak açısından önemlidir. Bunların dışında Voltaire, var olan dini inanç ve yapıyı eleştirmiştir. Her açıdan Voltaire’in dini dogmatizme karşı olduğu aşikardır. Özellikle dini bağnazlığa sert biçimde karşı çıkmış, Hristiyan ve Musevileri yermiştir. Bu tutumları da yine Felsefe Sözlüğü’nde görülmektedir.

Voltaire’in düşünce tarihi açısından önemli biri sayılmaktadır. Zaten tarihsel planda çok büyük önem taşıyan Fransız Devrimi’nin de babası sayılmıştır.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

5

Tuesday, 23.07.2013, 23:57

Kantçılık

Kant’ın ve izleyicilerinin öğretisi. 1786′dan sonra Almanya’da Kant’ın yorumcuları ve doğrudan izleyicileri ortaya çıktı. Bunların başlıcaları K.E von Schmid, L.H von Jakob Tittel ve S. Beck’ti. Yine aynı döneme doğru, değişik filozoflar Kant’a karşı çıkmaya ve onun öğretisini aşmak için çaba harcamaya başladılar. Bunlardan bazıları şunlardı; Kant’ın mekan ve zaman kavramları ile ilgili kuşkular, Kant felsefesi üzerine mektuplar, Transsendental felsefe üstüne deneme, Eski mantığın, özellikle Kant mantığının hatalarından arındırılmış mantık kitabı, Salt aklın eleştirisi üzerine metakritik.

Kant’ın eleştiriciliğini aşmak için özellikle nesneyi önsel olarak yeniden kurma yönünde çabalar harcandı. Bunlar Fichte, Hegel ve Schelling’in kantsonrası büyük metafizik sistemlerini kurmalarıyla sonuçlandı. Daha sonra Schelling’in doğa felsefesi alman romantizmini etkiledi. Hegel’in diyalektik idealizmi ise, önce hegelciliğin, sonra da tepki yoluyla marxçılığın oluşumuna katkıda bulundu.

Eleştiricilik 1860-1870 yıllarında yeniden canlandı ve 1870′ten 1920′ye kadar Avrupa felsefesine egemen oldu. Kant’ın olgucu düşüncesinin ana varsayımlarının temellerini ortaya çıkaran bir fransız alman olgucularından söz edilmeye başlandı. Eleştiricilik, bir bilgi yöntembilimi durumuna geldi. Fakat ahlaksal eleştiricilik, Kant’ın piyetizminin bir sonucu olarak görüldüğünden bir yana atıldı.
Fransa’da yenieleştiricilik akımını Renouvier başlattı. Olguculuğu eleştirenler arasında birçok yarıkantçı da bulunmaktaydı. Aynı dönemde, geniş bir görelilik ve idelizm akımı, yani yenikantçılık ortaya çıktı. R. Aveniarus’un ve E. March’ın deneycieleştirisiliği ve fransız bilim eleştirisi akımı da bu felsefeden kaynaklandı. Bilimin vardığı en son sonuçları özümseyen açık felsefe Kant’ın önsellerini aşmaya ve bunun da pekala eleştiri konusu yapılabileceğini göstermeye çalıştı.

Fransa’da bugün bile, çağdaş düşüncenin en güncel biçimleri Kant’la tartışmayı sürdürmektedir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

6

Wednesday, 24.07.2013, 00:01

Mutlak İdealizm Sistemi

Hegel felsefesi her şeyden önce bireylerin kendi kendilerine ilişkin olarak özgür bir bilince ulaştıkları bir insanlık tarihi felsefesidir. Bilinç, kendi başına özgür değildir; bilincin özgürleşmesi Tinin Fenomenolojisi’nde betimlenen karmaşık bir süreçle gerçekleşir.

Bu eserinde Hegel, bilincin bütün dünya ölçeğinde kendi kendini nasıl sınadığını ve yalın bir öznel kesinlik ile kendi kendinin nesnel bilgisine nasıl ulaştığını ortaya koyar. Bilinç, dünyanın bilincine vararak, kendi kendisinin bilincine de efendi ile köle arasındaki diyalektik olarak adlandırılan yolla varacaktır. Gerçekte bu diyalektik, herbiri kendisi olduğu gibi tanıtmak isteyen iki bilinç biçimi arasındaki kölelik ve egemenlik ilkelerini insanlık içinde betimlemektedir. Her biri bnu bir ölüm kalım savaşı içinde, hem kendisi hem öteki için yapacaktır. Köle kaybedecek, yaşam önünde diz çökecek ve efendi için çalışarak ona hizmet edecektir. Ancak köle, esaretinden de bu çalışma içinde bunun sayesinde kurtulacaktır. Çünkü dünyayı dönüştürerek, kendi kendisine bağımsızlığa ulaşmanın somut araçlarını verecektir.

Bu süreç sonunda, bilinç Akıl’a ulaşır. Dünya ona yabancı olmaktan çıkar; dünyaya ilişkin bilgisi onun gerçek bilgisidir ve onun gerçek bilgisi de dünyaya ilişkin bilgisidir. Bilinç artık sadece bireyin bilinci değildir. Bilinç, içinde ben’in biz olduğu, biz’in ben olduğu tinsel bir topluluğun bilincidir. Bu da Tin’den başka bir şey değildir. Tin, tarihsel gelişim kilit anları olan belli sayıda figures aracılığıyla tarih boyunca kendini ortaya koymuştur. Bu kilit anlar yunan etiğinden, Hegel’in dönemindeki çağdaş Prusya’ya kadar uzanır. Bu süreç sonunda ancak bilinç, Tinin kendi bilinci haline gelerek mutlak bilgiye ulaşır; filozof da böyle bir bilginin yorumcusu olur.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

7

Wednesday, 24.07.2013, 00:03

Condorcet Felsefesi

İnsanın yetkinleşebileceğine ve insanlığın sonsuzca ilerleyebileceğine inanan Condorcet, ilerlemeye duyduğu bu inancı, Esquisse d’un Tableau Historique des Progrös de l’Esprit Humain (İnsan Zekasının İlerlemeleri Üzerine Tarihi bir Tablo Taslağı) adlı eserinde dile getirmiştir.

Ona göre, insan vahşiliğin en alt basamaklarından hızla yukarı doğru yükselmiş olup, aydınlanma, erdem ve mutluluk yolunda hızla ilerlemeye devam etmektedir. Diğer bir söyleyişle, söz konusu ilerleme sürecinde, dokuz evreden geçmiş olan insan, onuncu evreye gelmiş bulunmaktadır. Geçmişe ilişkin belirlemelerden gelecekle ilgili genellemelere giden Condorcet’e göre, onuncu evreyi belirleyen üç eğilim vardır;

1. Uluslar arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması.
2. Sınıflar arasındaki eşitsizliğin kaldırılması.
3. İnsan doğasının, her bakımdan ilerleme ve yetkinleşmeye açık olması.
Ekonomik özgürlük, dini bakımdan hoşgörü, eğitim reformu ve köleliğin ortadan tamamen kaldırılması konularında da çalışmış olan Condorcet, aklın egemenliğini toplum yaşamında geçerli kılmak istemiştir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

8

Wednesday, 24.07.2013, 00:04

Bilgi Görüşleri

Berkeley’de kendisinden önce yaşamış olan Locke gibi, bizim doğrudan ve araçsız olarak algıladığımız her şeyin kendi zihnimizdeki ideler olduğunu, doğuştan düşünceler bulunmadığını, tüm idelerimizin algısal deneyin sonucu olduğunu ve bilgimizin duyudeneyi yoluyla sahip olduğumuz idelerden türediğini savunmuştur. İdelerden türeyen bilginin tek bir istisnası vardır. Tinsel varlıklara ya da insanın kendi benine ilişkin bilgi.
Berkeley’e göre, kendi zihnime ya da benime ilişkin olarak doğrudan bir algısal deneye sahip olamadığım; fakat doğrudan ve araçsız olarak yalnızca zihnimin çeşitli niteliklerini ya da faaliyetlerini algıladığım için, benim, kendi zihnime ya da benime ilişkin bir ideye sahip olduğum söylenemez. Bununla beraber, buradan yola çıkılarak zihinden ya da benden söz etmenin anlamsız olduğu sonucuna varılmaz. Çünkü, sonsuz sayıda ideye ek olarak, bu ideleri bilen ve algılayan bir şey, algılama, isteme, imgeleme ve anımsama gibi faaliyetlere ek olarak, bu faaliyetleri gerçekleştiren aktif bir varlık vardır ki, bu da zihin ya da ruh ya da bendir.


İdelerden insan zihninden ya da bir algı eyleminden bağımsız olarak kendi başlarına var olan şeyler olarak söz etmek çelişik olsa bile, bizim birincil niteliklere ilişkin idelerimize benzeyen niteliklere sahip olan nesnelerin insan zihninden bağımsız olarak var oldukları düşünülebilir. Bu düşünceye Berkeley, bir idenin ancak başka bir ideye benzeyebileceği, buna karşın bir sese ya da bir şeklin başka hiçbir şeye değil de, yalnızca başka bir ses ya da başka bir şekle benzeyebileceği karşılığını vermektedir. Dahası, ona göre, biz zihnimizdeki idelerin nesnelerin niteliklerine benzeyip benzemediklerini hiçbir zaman bilemeyiz, çünkü bizim dolayımsız olarak algıladığımız her şey kendi idelerimiz olup, idelerimizde bu idelere benzeyen nitelikler ilke olarak birbirlerinden farklı olduklarından, bizim idelerimizle bu ideler benzeyen nitelikleri birbirleriyle karşılaştırma imkanımız yoktur.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

9

Wednesday, 24.07.2013, 00:07

Berkeley- Metafizik Anlayışı

Bilginin tek kaynağının algı olduğunu, algıda ise bizim yalnızca kendi idelerimizin ya da duyumlarımızı bilebileceğimizi öne süren epistemolojik nitelikli öncüllerden yola çıkarak, yalnızca idelerin ve ideleri algılayan zihinlerin var olduğu ve duyularımız üzerindeki eylemiyle idelere neden olan maddenin hiçbir şekilde var olmadığı şeklindeki ontojik sonuca ulaşan Berkeley, bununla birlikte tıpkı Locke’un yapmış olduğu gibi, nedensel bir algı anlayışı benimseyerek, zihnimizdeki idelere neden olan bir varlığın, Tanrı’nın var olduğunu öne sürmüştür. Başka bir deyişle, o maddenin yerine Tanrı’yı yerleştirmiştir.

Berkeley’e göre, biz algılarımızın, idelerimizin, onlar canlı ve açık oldukları, diğer deneylerimizle uyumlu oldukları ve insan iradesinin keyfi bir eyleminin sonucu olmadıkları, yani insan zihninde, nedensiz ve temelsiz olarak keyfi bir biçimde yaratılmadıkları zaman, gerçek olduklarını kabul eder ve onları fantezilerden, düşsel algı ve idelerden ayırırız. Yani, duygularımız, idelerimiz bize bağlı ve keyfi olmadıklar için, bu algı, duyum ve idelerin insan zihninin dışında bir nedeni olmalıdır.
Diğer bir deyişle, madde var olmadığı, var olsa bile, bütünüyle olumsuz ve belirsiz bir biçimde tanımlandığından dolayı, bizim zihnimizdeki idelere neden olamayacak kadar pasif olduğu, ikinci olarak ideler kendi kendilerinin ya da başka idelerin nedenleri olamayacağı ve nihayet bu gerçek ideleri insanın bizzat kendisi yaratamayacağı için, Berkeley’e göre, zihnimizdeki bu idelere, algımızdaki duyumlara neden olan başka bir tinsel varlığın var olması gerekir ki, bu tinsel varlık da Tanrı’dır.


Bizim tinsel bir varlığı, bir Tanrı’yı algılarımıza, duyumlarımıza, idelerimize neden olurken de, başka bir zaman da hiçbir şekilde tecrübe etmediğimiz söylenerek, duyumlarımıza, idelerimize neden olan bir Tanrı düşüncesinin, en azından niteliklerinin duyularımız üzerindeki eylemi sonucunda bizde algılara, idelere neden olan bir madde düşüncesi kadar keyfi olduğu söylenerek itiraz edilebilir. Böyle bir itiraza karşı Berkeley, bizim tamemn irademize bağlı olarak çeşitli şeyleri çeşitli şekillerde imgelediğimiz zaman, tinsel varlıkların ideler yaratmasına ilişkin bir tecrübeye sahip olduğumuz yanıtını verir. Biz, tinsel varlıklar olarak kendimizin zihnimizde ideler oluşturma gücüne sahip olduğumuzu biliyorsak, ona göre, bu bilgi başka bir tinsel varlık olarak Tanrı’nın bizim zihnimizdeki idelere neden olmakta olduğu olgusu için sağlam bir temel oluşturur.

Berkeley söz konusu maddesizcilik öğretisiyle ilgili eleştirileri, örneğin insanlar tarafından tecrübe edilen izlenim ya da idelerle özdeşleştirilmesi durumunda, doğanın insanların ortaya çıkışlarından önce var olmadığı, ya da bir odanın içinin insan ona baktığı zaman varlığa geldiği, insan ona bakmaktan geri durduğu zaman yok olup gittiği türünden itirazları bertaraf edebilmek için şu halde, Tanrı’nın evreni var oluş kabul etmek suretiyle, dış dünyanın Tanrı tarafından tecrübe edilen ideler, izlenimler toplamı olduğunu, dış dünyadaki nesnelerin Tanrı’nın zihninde bulunduğunu, onların bizim tarafımızdan algılanmadıkları zaman, Tanrı tarafından algılandıklarını öne sürer.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

10

Wednesday, 24.07.2013, 00:09

George Berkeley-Temel İçgörü Kavramı

Geçmişteki ünlü filozofların çoğu, geniş bir problem alanını kapsayan bir eserler külliyatı çıkartırlarken, Berkeley, o günden beri kimsenin tümüyle görmezden gelemediği tek bir düşünceyle anımsanmaktadır. Doğrudan kavrayabileceğimiz şeylerin kendi bilincimizin içeriğinden ibaret olduğunu söylerken Locke’un tamamen haklı olduğunu belirtir Berkeley. Ancak bu durumda, zihnimizdekilerin varlığına, asla doğrudan ulaşamayacağımız onlardan tamamen ve temelden farklı nitelikteki şeylerin, yani maddi nesnelerin neden olduğunu neye dayanarak ileri sürebiliyoruz? Denildiği gibi, eğer bu nesnelere, onlardan edindiğimiz duyusal imgeler aracılığıyla dolaylı olarak ulaşıyorsak, bu hangi anlamda doğru olabilir? Duyusal imgelerimizin nesnelerin kopyaları olduğunu söyleyerek bunu açıklıyorlar; fakat bundan nasıl böyle bir anlatım çıkabilir?

Renk ya da ses gibi bir deneyim konusu olmayan bir şeyin nasıl kopyası olabilir. Herhangi bir biçimde ona benzeyebilir? Bir rengin ancak başka rengin, bir sesin ancak başka bir sesin benzeri olabilceğine kuşku var mıdır? Bütün bunlar kavramsal bir saçmalıktır diyor Berkeley. Locke, hiçbir zaman kavramlaştıramayacağımız, kendisi hakkında kanıtlara ulaşamayacağımız ve varlığıyla yokluğu bizim için bir fark yaratmayacak duyusal olmayan bağımsız bir alanın varlığını ileri sürüyordu. Bunu yapmak için elde anlaşılır nedenler var mıdır?

Her birimiz böyle bir özne olmanın ve bir öznenin yaşantısı olduğunun dolaysız bilincine sahip olduğumuzdan, deneyimlerin bir öznenin doğasında içkin olarak bulunduğunu biliriz, diyor Berkeley. Ancak buna mukabil, bu deneyimlerin, bizim dışımızdaki nesnelere bağlı olduğuna inanmak için nedenimiz yoktur. O nedenle, diyor Berkeley, tutarlı bir deneycilik, bizi var olanların zihinsel şeylerle zihnin içerikleri ya da öznelerle onların deneyimleri olduğu sonucuna götürmektedir. Başka herhangi bir şeyin var olduğuna inanmak için neden yoktur.


Süreduran, bağımsız bir maddenin, Locke’un maddi tözünün var olduğuna inanmak için nedenimiz yoktur. Olanaklı deneyim alanının sınırlarının dışında bir şeyin var olduğunu öne sürerken Locke deneyciliğin temel ilkesini çiğnemiştir. “Birkaç kişinin bir oyuna çevirdiği hakikat bütün insanların feryadırır.”
Bu, düşünürlerin o zamandan beri halleşmekte zorluk çektikleri sağlam bir felsefi savdır. Bir hristiyan olan Berkeley bu savı, biz sonlu ruhları yaratan ve deneyimlerimiz aracılığıyla bizimle iletişim kuran sonsuz bir ruhun, Tanrı’nın aklında var olduğu şekliyle bütünsel gerçeklik görüşüne uygun hale getirdi. bu görüşe göre var olan her şey, ya bizim ya da Tanrı’nın aklında var olur. Aksi halde var olan ya bizizdir ya da Tanrı’dır. Din dışı düşünürler, bu dini çerçeveyi bir yana koymuş ve Berkeley’in bir Tanrı’nın, hatta kalıcı bir benliğin varlığını soyutlamak için yeterli nedeni olmadığını belirtmişlerdir; ancak Berkeley’in diğer felsefi savları, yanıtlaması güç savlar olarak durmaktadır.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

11

Wednesday, 24.07.2013, 00:11

Smith Teorileri

Fiyat Teorisi

Smith’e göre bir real fiyat bir de nominal fiyat vardır. Real fiyat malın elde edilmesinde yapılan masraflardır ve emeğe bağlıdır. Uzun dönemde tüm mallarda real fiyat geçerlidir yani emeğe bağlıdır. Nominal fiyat ise kısa dönem içerisinde arz ile talep dengesinin değişmesinden veya piyasa koşullarının değişmesinden kaynaklanan fiyattır.

Piyasa fiyatı; malın miktarı ve bu malı alabileceklerin talebi ile oluşur. Burada iki terimin ayrımı yapılmalıdır. Efektif talep, malı veya hizmeti ödeme durumunda olanların talebi. Mutlak talepten ayrılır, mutlak talep, mala veya hizmete sahip olma arzusudur. Bir mala olan efektif talep artarsa o malın fiyatını yükselecektir; ancak piyasa fiyatı yüksek olduğundan dolayı firmalar o malda yüksek kar olduğunu düşünüp piyasaya girecektir. bu firma sayısı artışı dolayısıyla arzı artıracak arz artışı efektif talep artışı ile dengeye gelecek ve fiyatlar düşecektir. Ayrıca bu olayın tam tersi de söz konusudur.

Smith arz ve talep dengesinin tarım ve sanayi kesiminde değiştiğini vurgulamaktadır. Tarım kesimi genellikle geçen yılların fiyatlarına göre arzlarını belirlemektedir. Fakat, sanayi sektöründeki fiyat değişiklikleri arza ve talebe daha çabuk etki etmektedir.

Rant Teorisi

Smith rant teorisinde beş farklı ranttan bahsetmiştir.
1. Net hasıla
2. Topraktan üretim yapabilmek için toprak sahiplerine verilen bedel, kira.
3. Toprak sahiplerinin monopolcü durumlarından dolayı elde ettikleri kar.
4. Piyasalara uzaklık rantı etkiler. Piyasalara yakın toprakların kirası yüksek, uzak yerlerin düşüktür.
5. Nadirlik rantı. Nadirlik rantı bir malın piyasada az ama talebinin yüksek olmasından dolayı mala harcanan emeğe göre fiyatının yüksek olmasından dolayı elde edilen kardır.


Değer Teorisi

Smith’e göre bir malın iki çeşit değeri vardır. Biri o malın kişiye sağladığı fayda, ikincisi o malın başka mallarla mübadele değeridir.

Birinci değeri genelde kişiden kişiye değişir, kişinin verdiği değere bağlıdır ve toplum açısından hesaplanması zordur. İkinci değeri, bu malın diğer mal birimiyle mübadele edilen miktarına eşittir. Değer o malın elde ediminde harcanan emeğe bağlı olduğuna göre, mübadele edilen mallar değil emektir. Emek mübadele değerinin ölçüsüdür.
Bazen en faydalı malların mübadele değerleri çok az, faydası olan malların ise mübadele değerleri fazla olabilir. Buna en iyi örnek su ve elmastır. Suyun faydası elmasın sağladığı faydadan çok daha fazladır ama elmas suya göre çok daha pahalıdır. Çünkü elmasın elde edilmesinde çok büyük emek harcanmış ve mübadele değerini yükseltmiştir. Ayrıca nadirlik rantından söz edebiliriz burada da.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

12

Wednesday, 24.07.2013, 00:14

Smith- En Önemli Eseri: Ulusların Zenginliği

Kitabın ana konusu ekonomik büyümedir.Ölümünden kısa bir süre önce Smith, neredeyse bütün yayımlanmış yazılarını yok etmişti. Sanıldığı kadarıyla, son yıllarında iki büyük tez üzerinde çalışıyordu. Bir tanesi hukuk teorisi ve tarihi, diğeri de bilim ve sanat hakkında. Ölümünden sonra, 1975′te yayımlanan Esassy on Philosophical Subjects muhtemelen ikinci tezinin bir kısmını kapsamaktadır.

Ulusların Zenginliği, aynı zamanda , fizyokratik anlayışın toprağın önemini vurgulayışına karşı çıkıyordu. Smith bunun yerine işgücünün üstünlüğüne inanmaktaydı ve işçi sınıfının üretimin artmasında etkili olacağını savunuyordu. Uluslar o kadar başarılı oldular ki, bu başarı eski ekonomik ekollerin terk edilmesine yol açtı. Thomas Malthus ve David Ricardo gibi ekonomistler Smith’in bugün klasik ekonomi olarak bilinen teorisini rafine etmeye yöneldiler ve bu zamanla modern ekonominin gelişmesini sağladı. Malthus, Smith’in nüfus fazlalığı konusundaki düşüncelerini geliştirdi. Ricardo, ücretlerin demir kanununa, yani nüfus fazlalığının asgari geçim düzeyinin önüne geçeceğine inanıyordu. Smith, bugün daha doğru olduğuna inanılan, artan üretimle artan ücretler varsayımını önermişti.

Ulusların Zenginliği’nin ana konularından bir tanesi, serbest piyasanın her ne kadar karmaşık ve denetsiz gözükse de aslında sözde bir görünmez el tarafından doğru miktarda ve çeşitlilikte üretim yapmak için yönlendirildiğidir. Smith bu simgeyi The Theory of Moral Sentiments adlı kitabında daha önce kullanmış olsa da fikri ilk olarak Astronomi Tarihi adlı denemesinde kaleme almıştır. Örneğin, bir üründe üretim eksikliği olduğunda fiyatı artar ve bu durum ortaya bir kar marjının çıkmasını sağlayarak başkalarını bu ürünü üretmeye teşvik eder ve sonunda kıtlığa son verir. Eğer pazara çok fazla üretici girerse, üreticiler arasındaki artan rekabet ve artan stok, yani arz, fiyatların üretim maliyetine düşmesini sağlayarak, ürünün doğal fiyatına ulaşmasına yol açar. Kar oranı bu ortalama piyasa fiyatında sıfırlansa da mal ve hizmet üretimi için teşvikler ortadan kalkmaz çünkü bütün üretim masrafları, mal sahibinin işgücü de dahil, üretilenin fiyatına yansımaktadır.
Eğer fiyatlar sıfır kar oranının altına düşerse, üreticiler piyasadan çekilmeye başlarlar. Kar oranları sıfırın üzerinde olduğu sürece üreticiler piyasaya girmeye devam edecektir. Smith, insanların harekete geçmelerini sağlayan nedenlerin, bencil ve açgözlü olmalarından kaynaklandığına inanıyordu. Bunun olumlu sonucu olarak da serbest piyasadaki rekabetin, fiyatların aşağıda kalmasını sağlayarak halkın tamamına faydalı olmasını gösteriyordu. Ona göre bu rekabet aynı zamanda çok çeşitli aml ve hizmet üretilmesini teşvik etmekteydi. Yine de, işadamlarına karşı dikkatli olunması gerektiğini ve tekelleşmenin yanlış olduğunu savunuyordu.

smith, tüm gücüyle sanayi gelişimini engelleyen modası geçmiş devlet kısıtlamalarına saldırıyordu. Nitekim, ekonomik sürece olan çoğu hükümet müdahalesinin, gümrük vergileri de dahil, verimsizliğe ve uzun dönemde yüksek fiyatlara yol açtığını savunuyordu. Her şeyin oluruna bırakılmasını savunan bu laissez-faire teorisi, ileriki yıllarda, özellikle 19. yüzyılda, hükümetin koyduğu kanunları etkilemiştir.

Tam Rekabet

Smith yaşadığı dönemin bilimsel gelişimininde etkisiyle ekonomiyi doğa kanunlarının varlığıyla açıklamaya çalışmıştır. Görünmez el bu araştırmaların en önemlilerindendir. Smith’e göre iktisadi hayat bireycidir ve bu bireycilik insanların doğal yapısından kaynaklanmaktadır. Kişisel menfaat iktisadi hayat için itici bir güçtür. Kişi en az zahmetle en çok tatmine ulaşmaya çalışacaktır doğası gereği. Bu amaçla, smith, arz ve talep eşitliğini otomatik olarak gerçekleştiren fiyat mekanizması üzerinde duracaktır.

Smith’e göre fiyatlar denge unsurudur. Smith’in denge fiyat unsurunu piyasa örneği ile açıklayalım. Üretim azalırsa fiyatlar yükselir, ekmek arzının azaldığını düşünün ihtiyacınız olan birim ekmeğe ulaşmak için daha çok çaba harcayacaksınız, bu artan çaba da ister istemez fiyatları arttıracaktır. Fiyatların yükselmesi firmaları daha fazla kar edeceklerini düşündüklerinden daha fazla üretim yapmalarına teşvik edecek ve arz talebe yaklaştığı sırada bir dengeye geleceklerdir. Arz talebi aştığı sırada fiyatlar düşecektir bu da firmaların üretimlerini kısmasına sebep olacaktır, böylelikle hiç bir müdahele olmadan her şey bir dengeye gelecektir.

Tam rekabette kişiler ve firmalar kendi çıkarlarını en çoklaştırırlarken aynı zamanda toplumunda çıkarına hizmet ederler. Örnek olarak, tam rekabet ortamında fiyatlar düşer ve fiyatlar düşünce bundan tüketiciler yararlanır. Tam rekabet ortamında üreticiler ve tüketiciler arasında bir çıkar çatışması yoktur. Tam rekabet ortamında üreticiler ile tüketiciler üretim ve tüketim artıklarını eşit şekilde paylaşırlar.

Aşağıdaki etkenler tam rekabet ortamında kurulan dengeyi bozabilir;
1. Devletin vergilerini arttırması.
2. Üretim faktörlerinin optimum bileşimlerinin bozulması, bazı mallarda nadirlik rantı yaratır.
3. Üreticilerin üretim kararlarında yanılma ve üretim kararsızlıkları.
4. Uluslararası ilişkilerin kısılması veya kopması.
5. Siyasal istikrarsızlığın artması.

Sermaye

Smith sermayeyi emeği arttıran her şey ve emeğin daha verimli çalışmasını sağlayan bir etken olarak tanımlar. Alet, makina, toprak, gübre.. birer sermayedir. Smith’e göre sermayeye konacak bir vergi üretimi azaltacak böylece hem devletin hem de toplumun faydasını azaltacaktır.

A. smith ilk defa sermayeyi ikiye ayırır. Sabit sermaye, değişen sermaye.

Sabit Sermaye: Binalar, gayri menkuller, sabit makinalar ve aletler gibi. Bu sermaye elden ele dolaşmadan sahibine bir kar getirir. Sabit sermaye hiçbir şekilde kar getirmez, sadece değerini parça parça üretilen metalara aktarır, bu metaların dolaşıma girmesiyle de değişim değerleri gerçekleşir ve böylece sabit sermayenin kullanılan kısmı tekrar sermaye sahibine kar getirmeden geri döner.

Değişken Sermaye: Hammadde, satılacak mallar gibi sahibine eldeğiştirmeden dolayı kar getirir. Nasıl ki para bir mal ile mübadele edilmedikçe bir fayda sağlamaz, mallarda el değiştirmedikçe fayda sağlamaz. Değişen sermaye bölümüne sadece ücretler girer, hammaddeler vb. değişmeyen sermayenin döner kısmına aittir.

Görünmez El

Adam Smith, bireyin ve toplumun iyiliği arasında nedensellik kurduğu Ulusların Zenginliği kitabında şöyle yazıyordu; ‘Her birey kendi çıkarı peşinde koşarken, sıklıkla, katkıda bulunmaya niyetleneceğinden çok daha etkin olarak topluma katkıda bulunur.’

Buna göre, herkesin bencil olduğu bir toplumda da uyum, bilinçli bir müdahele olmasa da, kendiliğinden oluşacaktır. Bu kendiliğinden sağlayan görünmez el, piyasa ilişkileridir. Görünmez el ve piyasayı düzenleyen fiyatlar seviyesi, kaynakların en verimli şekilde kullanılmasına imkan sağlar.

Smith, doğal kanunların varlığını kabul etmekte ve iktisat konusunun bu kanunları keşfetmek olduğunu söylemektedir. Yani Smith, doğal düzenin kişisel çıkara göre oluşacağı inancındadır. Bu bakımdan Smith’in doktrini fırsatçı ve gerçekçidir.

Emek

Fizyokratların tersine toprak yerine insan emeğini servetin kaynağı olarak görür ve iş bölümünün sağladığı teknik olanaklarla emeğin üretiminin ve dolayısıyla da milli gelirin artacağını savunmuştur. Smith’in teoriye en önemli katkısı tam rekabet altında kaynakların optimal etkin dağılımı hakkında ilk analizi geliştirmiş ve artı değer kavramını Ricardo’yla birlikte kullanmış olmasıdır. İş bölümü sayesinde üretim sayısını nasıl binlere çıkardığını gösterir.

Ülkelerin serveti topraktan çok insan emeğine bağlıdır. emek ülkelerin zenginliğini arttıran temel etkendir. Emek özellikle iş bölümünde aktif rol oynar. Gelişmiş ülkelerde emeğin sermaye birikimini sağlamada önemli bir katkısı olmuştur. Smith servetin kaynağının emek olarak savunduğuna göre, bir ülkenin yıllık emeği, bütün malları yaratan emek toplamıdır. Diğer anlamda, emek üç kesim için de geçerlidir.

Ücret

Smith’e göre her şey fiyata bağlıdır. Üretim miktarı, maliyetler her şey fiyatla ilgilidir. Faktörlerin dağılımı fiyatlara göre olur. Ücret bir fiyattır, emeğin bir fiyatıdır. Ücretler, işverenler ile işçiler arasında yapılan sözleşmelerle belirlenir. ancak Smith, bu sözleşmelerde işverenlerin işçileriden daha baskın olduğuna dikkat çekerler. Ücretleri düşürmek, işçiler ise yükseltmek isterler. Smith’e göre ücretler işçinin ve ailesinin geçimini sağlayacak düzeydedir. Yüksek ücret işçi sayısını arttırır, düşük ücret azaltır. Her şeye rağmen tam rekabet koşullarında ücret asgari ücretin altına inmez.

Emek talebi arttığında, kısa dönemde emen nadir olduğundan ücretler artacaktır. Ancak ücretler ona ayrılan fonlara bağlıdır. emek talebinin artması, milli gelirin gittikçe artmasına, bu da kişi başına düşen milli gelirin yani büyümenin olduğuna işarettir. Milli gelir arttıkça yükselen ücretler, ülkenin gittikçe zenginleştiğini gösteren bir göstergedir.

Smith’e göre ücret artışı doğumların ve nüfusun artışına sebep olacaktır. Bu da bir yandan karları azaltacaktır. Ayrıca ücretlerin yükselmesi fiyatları arttırır. Fakat Smith bu konuda biraz yanılmıştır; kişi başına gelir dünyada önceye göre daha fazla olmasına rağmen nüfus düşmektedir.

İş Bölümü

A. Smith’in Ulusların Zenginliği adlı kitabında en ünlü bölüm iş bölümüyle ilgili olan ilk bölümdür. 18. yüzyılda yazılmış olmasına rağmen bugün için bile çok doğru gelmektedir. Smith bu bölümde iş bölümünün üretimi nasıl arttırdığını toplu iğne üretimiyle ilgili bir örnekle açıklar. Tek bir kişi, yapılması için on aşaması olan bir iğneden günde sadece on tane yapabilmektedir; ancak her aşamayı yalnızca bir kişi yapsa yani on kişi çalıştırsak bir günde üretilen iğne sayısı 488′e çıkıyor, ama her biri her aşamayı yapsaydı sadece 100 iğne üretilecekti. Bu demek oluyor ki, iş bölümü iğne üretimini 48 kat arttırmış. Ayrıca işçinin belli bir aşamada uzmanlaşması o teknolojiyi kullanmanın yeni yolları bulunarak arttırılabilir, bu da daha hızlı üretime sebep olur.

Uluslararası bakımdan iş bölümü, dünyayı çok geniş bir atölye haline getirmiştir. Bu atölyede emek en elverişli yere gidecek, en az zamanı gerektiren faaliyetleri arayacaktır. İş bölümü üretimi arttıracağından dolayı piyasaların genişlemesini ve büyük piyasaları zorunlu kılacaktır.

A.smith’in iş bölümünü kullanarak uluslararası iktisada en büyük katkısı Mutlak Üstünlük teorisi olmuştur. Bu teoriye göre bir ülke hangi malı daha ucuza üretiyorsa kaynaklarını o mala tahsis etmelidir, böylece üstün olduğu malda daha etkin üretim yapabilmektedir. bu yolla tüm ülkeler birbirlerine muhtaç olmaktaıdr ama bu sayede üretim çok fazla artmaktadır.

Smith ilkesini benimsemiştir. Üretim faktörlerinin bir kesimden diğerine serbestçe geçebilmesi gerekmektedir, bu geçişi sağlayan en önemli etken de fiyattır. Devlet ekonomik hayata müdahele etmemelidir. Devletin müdahelesi özel sektörün üretemediği veya yapamadığı konularda olmalıdır; savunma, güvenlik, adalet gibi. Eğer devlet çok vergi alırsa, vergiler üretimi kısacağından dolayı ülke durgunlukla karşı karşıya kalabilir. Bu müdahele hem iç hem de dış ekonomi için geçerlidir. Eğer devlet vergilerle bir malın ithalatını azaltırsa bu, içerde o malın üretiminin tekelleşmesini arttırmaktadır. Uluslararası iş bölümünden yararlanmak için ürünlerin ülkeler arasında serbestçe mübadele edilmesi gerekir.

ekonomik hayat mal ve hizmet üretimi olduğu için, Smith üretime önem vermiştir. Üretimin artırılması emeğin verimine bağlıdır. Verimlilik artışı iş bölümü, tam rekabet, iktisadi hürriyet, tasarruf ve sermaye birikimi ile mümkündür.

Para

A. smith’e göre para bir mübadele aracıdır. Üretim arttıkça mübadele edilecek daha fazla mal olacağından daha fazla paraya ihtiyaç duyulacaktır. Bir ülkenin fazla parasının olması servet artışı olduğunu göstermez, fazla para oluşu fiyatlar genel düzeyini arttırır.

Piyasada fazla para bulunması, servet artışını simgelemez. Aksine ülkedeki fazla para insanların ellerindeki parayı arttıracağından ötürü, genel olarak fiyatlarda bir artış olacak, bir ailenin geçimi için daha çok para gerekecek ancak fiyatların ve ödenen ücretlerin artmasından dolayı ülkenin servet varlığında herhangi bir etkiye yol açmayacaktır.

Smith’e göre paranın değeri de öbür malların değeri gibi ölçülür. Değer emeğe bağlıdır. Malın da paranın da değeri ona harcanan emeğe bağlıdır. Bunlardan dolayı emek mübadele değerinin gerçek ölçütüdür. Yani sonuç olarak malların mübadele edilmesi aynı zamanda emeğin mübadele edilmesi anlamına gelmektedir. emek değeri kendine eşit emek değeri ile değiştirilecektir. Bu bakımdan bakıldığında gerçekten mübadele edilen altın, gümüş, para, döviz değil emektir. Güçlükle elde edilen mallar pahalı, az emek harcanarak üretilen mallar ise daha ucuzdur.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

13

Wednesday, 24.07.2013, 00:20

Nietzsche Felsefesi


Üstüninsan

Ana madde: Üst-insan

Üstinsan sözcüğünü ilk olarak teolog ve yazar Heinrich Miller, 17. yy’da yazdığı Geistlichen Erquickstunden adlı eserinde kullanmıştır. Nietzsche, üstüninsanın tüm evrenin amacı ve sebebi olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre Üstüninsan insanlığın da amacıdır.

Nietzsche, üstüninsan kavramıyla, soylu bir insan eylemliliği kavramını yeniden kurmaya çalışır. Son İnsan, yalnızca maddi teselli peşindeyken, üstinsan yaşamını büyük eylemler uğruna harcamaya hazırdır. Üstün olmak, isteyerek iyinin ve kötünün ötesinde durmaktır.

Nietzsche kendisini, üstüninsanın habercisi olarak tanıtır. Bu konuda eserinde şöyle yazmıştır:

“İnsan bir iptir ki hayvanla üstinsan arasına gerilmiştir. Uçurumun üstünde bir ip. Tehlikeli bir geçiş, tehlikeli bir yolculuk, tehlikeli bir geriye bakış, tehlikeli bir ürperiş ve duraksayış. ”

Ayrıca eşitliğe de inanmayan filozof, bunu şöyle belirtir:

“Çünkü insanlar eşit değildirler. Gerçek budur. Ve benim istediğim şeyi onlar istemezler. ”

İnsanların üstinsanı karalayacaklarını şu ifadelerle bildirir:

“İddia ederim ki benim üstinsan dediğime, siz şeytan diyeceksiniz.”

Ona göre üstinsan sert olmalıdır.

“Sert olunuz!”

Halk tabakasını küçümser ve eşitliğe inanmadığını tekrar vurgular:

“Panayırda kimse üstinsanlara inanmaz. Orada konuşmak isterseniz halk tabakası göz kırpar ve “Biz hep eşitiz” der.”

Ayrıca üstinsan hakkında şöyle der:

“Haydi haydi, ey üstinsanlar! Ancak şimdi insan, geleceğin doğum sancısındadır. Tanrı öldü, şimdi dileriz ki üstinsan yaşasın. Ey üstinsanlar, içten adamlar, açık kalpliler; güvensiz olun! Derinliklerinizi gizli tutun; çünkü bugün halk tabakasının günüdür.”

Nietzsche’nin üstün insanı, belli bir evrim sürecinin ardından, insanlar arasından çıkıp, bütün insanlığı yönetecek, tüm insanlara tahakküm edecek bir diktatör değildir. O, her ne kadar on dokuzuncu yüz yılda kapitalizmin yarattığı fabrika köleleri ne, kapitalizmin Hıristiyanlıktan miras alıp koruduğu köle ahlâkına, burjuva demokrasi siyle onun eşitlik idealine karşı çıkarken, bu düzenin veya Avrupa’daki demokratikleş menin bir yandan da zorbalık, acımasız bir diktatörün ortaya çıkışı için gerekli altyapı yı hazırladığını söylemiş olmakla birlikte, onun üstün insanı, sanıldığının tersine, Hitler değildir.

“Tanrı Öldü”

Ana madde: Tanrı öldü

“Tanrı öldü”, Nietzsche’nin en popüler sözüdür. Bu düşünceyi Nietzsche, ilk kez Şen Bilim adlı eserinde dile getirmiştir. O dönemin koşullarına göre yorumlanması gereken “Tanrı’nın Ölümü” düşüncesini, kendi tabiriyle bir kaçığın ağzından duyurur. Gündüz vakti elinde fenerle dolaşıp “Tanrı öldü! Tanrı öldü!” diye bağıran bir delinin ağzından, Tanrı’nın ölümünü ilan eder.


Friedrich Nietzsche, Basel, yaklaşık olarak 1875.

Nietzsche “Hiçbir adalete sığmayan, sayısız çatışma ve acılar iyi bir Tanrı’ya nasıl mal edilebilir?” düşüncesinden yola çıkarak, Tanrı’nın ölümünün insanın anlaşılmaz olan doğasını yenmesi için ve üst insan’a ulaşılabilmesi için bir mecburiyet olduğunu savunmuştur.

Tanrı’nın, insanı yeryüzüne acı çekmesi için yolladığına inanır. Nietzsche bunu Empedokles adlı eserinde de vurgulamıştır. Nietzsche’ye göre “Sanatçı Tanrı” kendisini Yunanlıya bir model olarak sunar. Onun kendisine bir şekil vermesini, mermerin ya da taşın içinde gizli kalan heykeli çıkarıp, sonra da gerçekleştirilen bu sanat yapıtının tadına varmasını önerir. “Hristiyan Tanrı” ise emredicidir. İnsanın dünya nimetlerinden faydalanması yerine, çile çekmesini ister. “Tanrı’yı yadsıyoruz, Tanrı’nın sorumluluğunu yadsıyoruz ve böylece, yalnızca dünyayı biliyoruz.” Nietzsche olaylar sonrası insanların Tanrı’yı suçlamayarak suçu dünyaya bulmalarının yanlış olduğunu düşünmüştür. Nietzsche’ye göre geliştirmiş olduğumuz tüm değerler, dünyanın gerçek doğasını görmemizi engellemek amacıyla geliştirilmiş araçlardan başka hiçbir şey değildirler.

Bununla beraber, bu araçlar bizim için dayanılması zor bir dünyayı dayanılabilir kılabilmeye hizmet ederler. Bu hizmet yıllardır dinlerin varoluşu ile de desteklenmektedir. Dinler bize öbür dünya gibi güzel vaatler sunarak, bize bu dünyada yapmamız gerekenleri buyururlar. Bu buyruklar, insanların özgür ve başkaldıran doğasını yoketmeye onları birer sürü parçası haline getirmeye yöneliktir.

Nietzsche Tanrı anlayışına ve hayatı katlanılabilir kılan araçlara karşı çıkar. Öte yandan, bunlar varolmadan yaşamanın ne kadar zor olduğunu ve ne kadar yüksek düzeyde hayat ve birey bilinci gerektirdiğini söyler. İşte onun istediği de budur. Bilime ve dine hizmet edenler bu noktada birbirinden farklı değillerdir. İkisi de bu araçların ve vaatlerin tekrar tekrar insan hayatına girmesine ve insanların bunlara körü körüne bağlanmasına neden olurlar.
İnsanlar bu araçlardan kurtulup zorla bir gereklilik kazandırılmış dünyadan sıyrılmalıdırlar. Tanrı ölmüştür; çünkü insan kendi hareketlerini yönlendirebilecek düzeydedir. Fakat tahmin edildiği gibi Nietzsche bu durumdan tam bir çıkış önermez. Bu çıkışı insanların başarabileceğini söyler.

Tanrı’nın ölümünü büyük bir reddedişe ve kendi üzerimizde sürekli bir zafere dönüştüremezsek, bu kaybın bedelini ödemek zorunda kalırız.

Bengi dönüş

Ana madde: Bengi dönüş

Nietzsche’nin bengi dönüş ve üstinsan görüşleri birbirinin tamamlayıcısı durumundadır. Nietzsche ebedi dönüş görüşü ile insanın dünyaya tekrar tekrar geleceğini savunur. Nietzsche’ye göre; “insan tüm yaşamı durmadan döndürülen bir kum saatidir”. Sonsuz dönüşteki tehlike, insanın üstinsan olmak için üstesinden geldiği bütün sorunların yeniden ortaya çıkmaları ve yeniden üstesinden gelme zorunluluğudur. Üstinsana ulaşmada insanın önündeki en büyük engeli Tanrı olarak görmektedir.

Hristiyanlık ve deccal

Hans Olde’nin Nietzsche çizimi

Nietzsche, “Hristiyanlığa düşmanız, nefretle bakıyoruz, tüm romantizm ve anavatana tapınma biçimlerine de…” diyerek Batı Kültürü’nün çöküşünü (decadence), ahlak değerlerine sökülüp atılamazcasına kök salmış olduğunu saptadığı, “çileci ülkü”ye yönelik olarak sunduğu soykütükçü çözümlemelerle açıklama yoluna gitmiştir.

Nietzsche’nin din konusunda sert düşünceleri vardır. Hristiyan öğretisine karşı takındığı tutum, başkaldırışı ve bu öğretiye lanetler yağdırması, 19. yüzyılda çok ses getirmese de, Nietzsche’nin tanınmasıyla ve üne kavuşmasıyla beraber büyük yankı uyandırmıştır. Çünkü Nietzsche, Deccal adlı eserinde Hristiyanlığa lanetler yağdırmış, onu küçümsemiş ve kökeni konusunda çeşitli araştırmalarda bulunmuştur. Ona göre “İlk ve son Hristiyan çarmıhta ölmüştür.”

Nietzsche, Deccal adlı eserinin hemen başında şu sert yorumu yapar”:

“Zayıf ve hasta yapılı olanlar yok olmalıdırlar.Bu, bizim insan sevgimizin ilk kuralıdır.Onlara bu konuda yardım edilmelidir. Bir günahtan daha zararlı ne olabilir? Zayıf ve hasta yapılı olanlar için bir anlayış: “Hristiyanlık!””

Nietzsche’nin dine başkaldırışı, özelde Hristiyanlığa olmakla birlikte, genelde tüm nihilistik özellik gösteren dinleredir. Nietzsche’nin başkaldırışı, tüm dinlere değildir. Çünkü Nietzsche, doğrudan dine değil, nihilizme başkaldırır ve dolaylı olarak bu başkıldırışını nihilistik ögeler taşıyan dinlere de yöneltir.

Nietzsche’ye göre Hıristiyanlık, köle ahlakını taşıyan ve hayatı yadsıyan bir öğretidir. Bu sebeple sürü psikolojisinin temeli, bu öğretiye dayanır. Bir tür çilecilik olarak adlandırılabilinecek Hristiyanlık, Nietzsche’ye göre yok edilmelidir. Çünkü Nietzsche’ye göre Hristiyanlık, insan neslinin sonunu getirebilecek nitelikte yanlış bir anlayışın sonucudur.

Nietzsche’ye göre Hristiyanlık, bilimin de düşmanıdır.

“Hristiyanlık gibi gerçeklikle ilişkisi olmayan, gerçeklik gelir gelmez uzaklaşmak zorunda olan bir din, doğal olarak dünya hikmeti’nin, yani bilimin düşmanı olacaktır. ”

Yine Deccal adlı eserinde, Hristiyanlık’ı kültür yıkıcısı bir din olarak nitelendirmiştir. Çünkü eski kültürlerin izini, varlığı ve varoluşu yadsıması sebebiyle silmiş ve yağmalamıştır.

“Hristiyanlık, eski kültürün mirasını bizden çaldı. Sonra da bizi, İslam kültürünün mirasından yoksun bıraktı. Temelde bize, Grek ve Roma’dan daha yakın olan ve doğrudan duyu ve zevkimize hitap eden İspanya’nın muhteşem Magribi kültürü ayaklar altında çiğnendi. Neden? Çünkü soyluydu, çünkü kökenlerini insanca içgüdülerden alıyordu…”

Hıristiyanlık, Nietzsche’ye göre insanî içgüdüler taşıyan her türlü kültüre ve uygarlığa düşmandır. Çünkü ona göre Hristiyan, gerçeği fikri olarak yaşayan herşeye düşmandır ve onu yağmalamak, kendisi adına yok etmek ister.

“Hristiyanlık süslenip, ona elbise giydirilmemelidir. O, yüksek insan tipine karşı savaş açtı. Bu tipin tüm içgüdülerini yasakladı. Şeytanı, şeytan olanı bu içgüdülerden damıttı. Güçlü insan ayıplandı ve toplum dışına itildi. Hristiyanlık, zayıf, adi, kötü yapılı olan her şeyin yanında oldu ve güçlü bir yaşamın aksini sağlayacak içgüdüleri idealleştirdi…”

Nietzsche şöyle devam etmektedir:

“Yaptıklarımla bir sonuca vararak yargımı açıklıyorum; Hristiyanlığı lanetliyorum! Hristiyan kilisesinin karşısına, bir savcının şimdiye dek ortaya sürdüğü en büyük suçlamayı ifade ediyorum. Bana göre Hristiyanlık, yozlaşmanın en uç biçimidir ve algılanabilecek nihaî bir yozlaşmanın istemine sahiptir! ”

Ecce Homo adlı eserinde de bu konuda:

“Anladınız mı beni? Beni ben yapan, beni insanlığın geri kalanından ayıran, Hristiyan ahlâkının maskesini düşürmüş olmamdır. Hristiyan ahlakı -yalan isteminin en kötü niyetli biçimi- insanlığın gerçek Kirke’si; insanlığı harabeye çeviren Hristiyan ahlakı… Yaşamın temel içgüdülerini küçümseme öğretildi: Öyle ki, bedeni yok etmek için bir “ruh”, bir “tin”, yaratıldı sahte bir şekilde, yaşamın ön koşulunda, cinsellikte, pis bir şey barındırdığı öğretildi sürekli; öyle ki katı bencillikle, muvaffakıyet için son derece önemli olan şeyde kötülük ilkesi aranıyor…”

“Hristiyan ahlakının maskesinin düşürülmesi eşi benzeri olmayan bir olay, bir dönüm noktasıdır. Bunu halka açıklayan kişi, karşı konulamaz bir güç, bir yazgıdır. -İnsanlık tarihinini ikiye böler: kendinden önce yaşayanlar, kendisinden sonra yaşayanlar…”

Apollon ve Dionysos

Ana madde: Apollon ve Dionysos

Nietzsche Turin kliniğinde

Gerçekte iki Antik Yunan tanrısı olan Apollon ve Dionysos, Nietzsche’de anlamca yüceleştirilir ve oluşun merkezine koyulur. Sanatın bire bir oluşumu, bu iki kavrama bağlıdır.

Apollon ; Nietzsche’de anlamını “biçim”le bulur.

Dionysos ; Nietzsche’de anlamını “uyum”la bulur.

Nietzsche’ye göre, Eski Yunanlılar, bu iki sanat tanrısıyla, yani sırasıyla Heykel ve Müzik tanrılarıyla, sanatsal üretimin derin gizlerini keşfetmişlerdir. Apollon düş deneyimini ifade eder. O ışık saçan Tanrıdır, Dionysos ise esrime deneyimidir. Hayatın iki kanadı olan Apollon ve Dionysos, insanın yaratıcı gücünü ortak olarak biçimlendiren ve yön veren iki tanrıdır. Nietzsche’de bu tanrısal değişim ve dönüşüm, aslında hayatın sanatsallığına bir işaret, bir göz kırpmadır.

Dionysos müzik ve şarabın tanrısıdır. Yaratma eylemi, Dionysos ve Apollon’un odak noktasının yakalanması, Nietzshe’ye göre “dans etmek”tir.

Dionysos, varlığın özünü sezgiyle kavramaya, Apollon ise sezgiyle kavranan özün dışa, yani görünen dünyaya etki ettirmeye yarar. Nietzsche’ye göre sanat, bu iki “kavramsal” tanrının etkisiyle şekillenir.

Nietzsche’ye göre estetiğin temeli, bu iki kavramı anlamakla mümkündür. Bu konuda şöyle der:

“Mantıksal bir çıkarsamayla, ama sezginin anında oluşan keskinliğiyle, sanatın sürekli gelişiminin Apolloncu ve Dionysoscu bir ikiliğe bağlı olduğunu anladığımızda estetik bilimi için çok şey yapmış oluruz: Yaradılışın, bazen araya giren uzlaşmalara rağmen sürekli çatışan cinsiyet ikiliğine bağlı olması gibi…”

Nietzsche yorumlarına şöyle devam eder:

“Özet olarak, diyalektik, “ayak takımının bir intikam alma yöntemi”, “çaresiz insanların seçtiği bir Yahudi yöntemi”, “insanın gücünü kendince teşhir edip gösteriş yapması” ve bu yolla karşı tarafın iddasını kurnazca ve hileyle yere vurma isteğidir.”

Nietzsche, Sokrates’ten önceki Yunan felsefesine saygı duyar. Lakin ona göre Sokrates’ten sonraki çağ, Sokrates’in izlerini taşıdığı için onun gözünde neredeyse tamamen yozlaşmıştır. Sokrates’in yöntemide bir tür diyalektik olarak tanımlanabileceği için, diyalektik kavramı Nietzsche tarafından topyekün reddedilir.

İnsandaki yaratıcı güç şöyle dursun, Nietzsche’ye göre doğa yaratısı insan bile, doğanın bu iki kavramındaki odak tarafından yaratılmıştır. Kısacası ona göre Apollon ve Dionysos, doğanın elleridir. Doğa bu kavramlarla yaratır ve yıkar.

“En tuhaf ve zor sorunlarında bile yaşama “Evet” diyebilmek, en yüksek tiplerin kurban edilmesinde bile, kendi tükenmezliğinden sevinç duyan yaşam istemi -Dionysosça dediğim şey işte bu.”

Güç istenci

Ana madde: Güç istenci

Güç istenci, Friedrich Nietzsche’nin felsefesinin merkezi sayılabilecek bir önem teşkil etmektedir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

14

Wednesday, 24.07.2013, 01:42

Darwin’e Tepkiler

Darwin’in kitabı çok büyük bir ilgiyle karşılandı ve geniş çaplı bir tartışma başlattı. Darwin, kitabının yarattığı tartışmaları yakından takip ediyor, kitap hakkında yayımlanan eleştirileri, yorumları ve karikatürleri özenle kesip saklıyordu. Kitapta doğrudan yer almayan “insanın hayvandan geldiği” iddiası, eleştirilerin ana hedefiydi.

İngiltere Kilisesi’ne bağlı nüfuzlu bilimadamları, ki bunlara Darwin’in eski öğretmenleri Adam Sedgwick ve John Henslow da dahildi, açıkça kitaba karşı tavır aldılarsa da, pek çok genç doğabilimci kitaba olumlu tepki verdi. 1860′da yedi Anglikan teolog tarafından yayımlanan Essays and Reviews (Deneme ve Eleştiriler) adlı kitap, Darwin’in teorisini desteklediği için kiliseden büyük tepki topladı.

Türlerin Kökeni üzerine en meşhur tartışma, Haziran 1860′da British Association for the Advancement of Science’ın Oxford’daki toplantısında yaşandı. Oxford piskoposu Samuel Wilberforce Darwin’in kitabını küçümseyen bir konuşma yapınca, karşısında Darwin’in arkadaşları Joseph Hooker ve Thomas Huxley’i buldu. Huxley Darwin’i o kadar sert bir biçimde savunuyordu ki, o günden sonra kendisine “Darwin’in buldogu” lakabı takıldı. Bu tartışmayla ilgili sıkça anlatılan bir hikâyeye göre, Wilberforce Huxley’e “maymunluğunuz büyükanne tarafından mı geliyor büyükbaba tarafından mı?” diye sorunca Huxley, “birikimini önyargı ve yalanlara hizmet etmek için kullanan kültürlü bir insan olmaktansa maymundan gelmeyi tercih edeceğini” söyledi.
Darwin hastalığı sebebiyle katılamadığı bu tartışmaları basından takip ediyor, yazışmalar aracılığıyla kendisine daha çok destekçi bulmaya çalışıyordu. Darwin’i kararlı bir biçimde savunan Thomas Huxley, Charles Lyell ve Joseph Hooker, Richard Owen önderliğindeki muhalif grubu bastırmayı başarınca, 1864′te Darwin’e Kraliyet Cemiyeti’nin Copley Madalyası verildi.

Kısa zamanda oldukça fazla baskı yapan ve pek çok dile çevrilen Türlerin Kökeni, bilimsel konulara yeni yeni merak duymaya başlayan Avrupa orta sınıfının en çok okuduğu bilimsel kitaplardan biri oldu, zamanının sosyal akımlarını doğrudan veya dolaylı olarak etkiledi, ve popüler kültürün önemli bir parçası haline geldi.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

15

Wednesday, 24.07.2013, 01:44

Darwin Çalışmaları

Aşırı Çalışma, Hastalık ve Evlilik

Darwin, bir yandan türlerin dönüşümü üzerinde çalışırken, bir yandan da Beagle günlüklerini yayıma hazırlıyor, ve Charles Lyell’ın fikirlerini destekleyecek bir Güney Amerika jeolojisi kitabı yazıyordu. Bütün bunların üstüne, bir de kendi getirdiği örnekler hakkındaki uzman görüşlerini içerecek geniş kapsamlı bir eser üzerinde çalışmaya başladı.

Sonunda bu yüksek çalışma temposuna dayanamayarak kalbinden rahatsızlandı. Eylül 1837′de doktor tavsiyesi üzerine çalışmalarına ara verdi ve Shaffordshire’da akrabalarının yanında kalmaya başladı. Kuzeni Emma Wedgwood da aynı evde kalıyor ve hasta bir akrabaya bakıyordu. Haziran 1838′e kadar Shaffordshire’da kalan Darwin, türlerin dönüşümü üzerindeki araştırmalarına devam ediyor, uzman görüşü almak için doğabilimcilerin yanı sıra çiftçiler ve güvercin yetiştiricilerine de danışıyordu. Bir taraftan da kuzeni Emma’dan hoşlanmaya başladığını farkeden Darwin, günlüğüne yazdığı notlarda evliliğin yararları ve zararlarını karşılaştırıyor, yarar hanesine “yaşlılıkta arkadaş olur … köpekten iyidir” gibi notlar düşerken, zarar hanesinde “kitaplar için daha az para” ve “korkunç bir zaman kaybı” gibi sakıncaları sayıyordu. Sonuçta evlenmeye karar veren Darwin, babasına da danıştıktan sonra Temmuz 1838′de evlilik teklif etmek için Emma’ya gitti, fakat teklifi yapmaya cesaret edemedi.
Darwin’in kuzeni ve karısı Emma Wedgwood

Darwin araştırmalarına Londra’da devam ederken, türlerin dönüşümü konusunda çok önemli gelişmeler kaydetti. Thomas Malthus’un An Essay on the Principle of the Population (Nüfus Prensibi Üzerine Deneme) adlı yazısı Darwin için önemli bir ilham kaynağı oldu. Malthus bu yazısında insan nüfusunun aslında çok büyük bir hızla (her 25 yılda ikiye katlanarak) çoğalma potansiyeli olduğunu, fakat hastalık, savaşlar ve açlık sayesinde nüfusun kontrol altında tutulduğunu anlatıyordu. Darwin, aynı prensibin tüm organizmalara uygulanabileceğini farketti. Tüm canlı türleri, mevcut kaynakların izin verdiğinden çok daha fazla yavru üretiyor, yavrular arasında “zayıf” olanlar çok geçmeden ölüyor, “güçlü” olanlar ise hayatta kalarak yeni yavrular meydana getiriyor ve kendilerini “güçlü” yapan özellikleri yavrularına aktarıyorlardı. Böylelikle türler nesilden nesile değişerek çevrelerine daha iyi uyum sağlıyorlardı. Bu teorisini ilk defa 28 Eylül 1838′de günlüğüne yazdı.


Kasım 1838′de nihayet Emma’ya evlilik teklif eden Darwin, Ocak 1839′da evlendi. Aynı ay içinde, Royal Society’ye (Kraliyet Cemiyeti) üye olarak seçildi. Darwin çifti, evlilikten hemen sonra Londra’ya yerleşti.

Doğal seçilim teorisinin yayıma hazırlanması

Darwin, doğal seçilim fikrinin temelini atmıştı ancak şüpheci meslektaşlarını ikna etmek için çok çalışması gerektiğinin farkındaydı. Jeoloji Cemiyeti’nin Aralık 1838′deki toplantısında, evrim fikrini savunan eski hocası Robert Edmund Grant’e nasıl şiddetle karşı çıkıldığına bizzat şahit olmuştu. Teorisini destekleyecek kanıtlar bulabilmek için hayvan yetiştiricileri ile görüşmeye ve bitkiler üzerinde deneyler yapmaya devam etti. Mayıs 1839′da Kaptan FitzRoy’un Beagle raporu yayımlandığında, Darwin’in yazdığı kısım o kadar beğenildi ki, sonradan başlıbaşına bir kitap olarak basıldı.

1842 başlarında Darwin, Lyell’a fikirlerini belirten bir mektup yazdı. Her canlı türünün kendi başlangıcı olduğunda ısrar eden Lyell, jeoloji alanında müttefiki olan Darwin’in bunu inkâr etmesine çok üzüldü. Mayıs 1842′de Darwin’in mercan kayalıkları üzerine yazdığı eser yayımlandı, aynı sıralarda Darwin, doğal seçilim teorisinin bir “kabataslağını” kâğıda döktü. Kasım 1842′de Darwin çifti, Londra’nın stresinden uzaklaşmak için şehrin dışındaki Down House’a geçti. Ocak 1844′te fikirlerini botanist arkadaşı Joseph Dalton Hooker’a açan Darwin, kendisini “bir cinayeti itiraf ediyormuş gibi” hissediyordu fakat Hooker Darwin’in teorisini beğendi. Temmuz’a gelindiğinde, Darwin’in “kabataslağı” 230 sayfalık bir deneme yazısına dönüşmüştü. Ekim 1844′te anonim olarak yayımlanan ve insan dahil tüm canlıların ilkel formlardan dönüşerek ortaya çıktığını savunan Vestiges of the Natural History of Creation (Yaradılışın Doğal Tarihinden İzler) adlı kitap, doğabilimciler tarafından yerden yere vurulunca Darwin teorisi konusunda ne kadar dikkatli olması gerektiğini bir kez daha anladı. Kitap, Londra orta sınıfından büyük ilgi gördü ve türlerin dönüşümü konusunu bir kez daha gündeme getirdi. Darwin 1846′da üçüncü jeoloji kitabını yayımladı, ve arkadaşı Hooker’la beraber deniz kabuklularıyla ilgili geniş kapsamlı bir araştırma çalışmalarına başladı. 1847′de Hooker, Darwin’in doğal seçilim üzerine yazdığı uzun denemeyi okudu ve önyargıdan uzak tarafsız eleştiriler sundu, ancak bir taraftan da Darwin’in yaradılış fikrine karşı çıkmasını sorguladı.

1849′da uzun süredir kötü giden sağlığını düzeltmek umuduyla Malvern’de bir kaplıcaya giden Darwin, iki ay sonra kendini daha iyi hissetti. 1850 Haziran’ında çok sevdiği kızı Annie ciddi şekilde hastalanınca, kendi kronik kötü sağlığının kalıtsal olduğunu tekrar düşünmeye başlayan Darwin, Nisan 1851′de Annie’nin ölümüyle iyiliksever bir Tanrı’ya olan tüm inancını kaybetti.

Deniz kabuklularıyla ilgili çalışmalarının sonuçlarını 1851-1854 arasında yayımladığı bir dizi kitapla anlatan Darwin, 1853′te bu çalışmasından dolayı Royal Society tarafından madalya ile ödüllendirildi. Ayrıca bu çalışma, o zamana kadar jeolog olarak bilinen Darwin’in biyolog olarak da ün kazanmasını sağladı. Darwin, deniz kabuklularıyla ilgili çalışmasında, belli bir fonksiyonu olan bir organın, değişen şartlar sonucunda ufak değişimler geçirerek fonksiyonunu değiştirebileceğine dair kanıtlar gözlemledi. Kasım 1854′te notlarına, ortak bir atadan gelen canlıların, “doğanın ekonomisinde ayrı ayrı yerlere” adapte olmaları sonucunda anatomik olarak birbirlerinden uzaklaşabileceklerini yazdı.

Doğal seçilim teorisinin yayımlanması

Darwin doğal seçilim teorisini beklediğinden erken yayımlamak zorunda kalmıştı.

1856 yılının başlarında Darwin, yumurta ve tohumların deniz suyunu aşıp canlı türlerini okyanus ötesine taşıyıp taşıyamayacağını inceliyordu. Arkadaşı Hooker canlıların değişmezliğine olan inancını sorgulamaya başlamıştı fakat Darwin ve Hooker’ın ortak arkadaşı Thomas Henry Huxley evrim fikrine şiddetle karşı çıkıyordu. Lyell ise Darwin’in fikirlerini ilgiyle takip ediyor, ama sonuçlarını göremiyordu. Lyell, Borneo’da çalışmakta olan doğabilimci Alfred Russell Wallace’ın yazdığı bir makaleyi okuduğunda, Darwin’in fikirleriyle benzerlikler gördü ve Darwin’e bir makale yazması için baskı yapmaya başladı. Darwin Wallace’ı bir tehdit olarak görmediyse de bir makale yazmaya başladı. Makaleye ayrıntı üzerine ayrıntı eklemeye başlayınca, makaleyi Doğal Seçilim başlıklı uzun bir kitaba dönüştürmeye karar verdi. Kitap için Wallace dahil pek çok meslekdaşıyla yazışıyordu. Aralık 1857′de Wallace insanın kökenine değinip değinmeyeceğini sorduğunda, ona “önyargılarla çevrili bu konudan” uzak duracağını söyledi.

Haziran 1858′de Darwin kitabını henüz yarılamışken Wallace’dan bir makale aldı. Wallace bu makalede Darwin’in yıllardır kafasında sakladığı doğal seçilim fikrini anlatıyordu. Oldukça morali bozulan Darwin, makaleyi arkadaşları Lyell ve Hooker’a yolladı ve Wallace’ın seçeceği herhangi bir dergide yayımlanmasını rica etti. Darwin’in doğal seçilim fikrini Wallace’dan çok daha önce düşündüğünü ve uzun süredir bu konuda ayrıntılı araştırmalar yaptığını bilen arkadaşları, Darwin ve Wallace’ın makalelerinin 1 Temmuz 1858′de Linneaus Cemiyeti’nde (Linneaean Society) ortak bir sunumda okunmasına karar verdiler. Darwin, kızıl hummadan hayatını kaybeden küçük oğlunun cenazesi sebebiyle bu sunuma katılamadı.

Teori Linneaus Cemiyeti’nde pek ses getirmedi. Darwin sonradan Dublin’li bir profesörden duyduğu tek bir yorumu hatırlayacaktı: “Teoride yeni olan her şey yanlış, doğru olan her şey ise eski.” Bunun üzerine Darwin, tüm enerjisini kitabını bitirmeye verdi, ve On the Origin of Species by Means of Natural Selection, or The Preservation of Favoured Races in the Struggle for Life (Doğal Seçilim ile Türlerin Kökeni, veya Hayat Mücadelesinde Ayrıcalıklı Irkların Korunumu Üzerine) 22 Kasım 1859′da ilk defa kitapçılara dağıtıldı. Kısa sürede büyük popülerlik kazanan ve ilk baskısı tükenen kitap, doğal seçilim fikrini ayrıntılı gözlemlere ve dikkatli mantıksal çıkarımlara dayanarak savunuyor, bazı olası itirazlara da önceden cevap veriyordu. Kitapta insan evrimine doğrudan değinilmiyor, sadece teorinin “insanın kökeni ve tarihine de ışık tutabileceği” söyleniyordu. Giriş kısmında yazdığı bir cümle, Darwin’in teorisini basitçe özetliyordu.

Her canlı türü, yaşaması mümkün olandan daha fazla birey doğurduğundan, ve bunun sonucu olarak sık sık tekerrür eden bir hayatta kalma savaşı mevcut olduğundan, yaşamın karmaşık ve zaman zaman değişen koşullarında kendisine fayda sağlayacak herhangi bir değişikliğe sahip olan her canlı, hayatta kalmada daha yüksek şansa sahip olacak ve doğal olarak seçilecektir. Kuvvetli kalıtım prensibi sayesinde, seçilen her cins kendi yeni ve değişik formunu yayma eğiliminde olacaktır.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

16

Wednesday, 24.07.2013, 01:53

Darwin Evrim Teorisinin Doğuşu

Darwin’in seyahat sırasında İngiltere’ye yolladığı mektuplar, fosil örnekleri ve doldurulmuş canlılar, eski öğretmeni Henslow aracılığıyla İngiliz doğabilimcilerine aktarılıyor, Darwin’in ünü bu sayede gittikçe yayılıyordu. Beagle 2 Ekim 1836′da İngiltere’ye döndüğünde Darwin saygın bir doğabilimci olarak tanınmıştı. Darwin, İngiltere’ye ayak bastığında, önce Shrewsbury’ye gidip akrabalarını ziyaret etti, sonra Cambridge’e gelerek Beagle yolculuğunda topladığı örneklerin tanımlanıp sınıflandırılması üzerinde çalışmalarına başladı. Henslow, bitki örneklerini tasnif edip isimlendirmede Darwin’e yardımcı oluyordu, ancak hayvan örnekleri için Darwin’in uzman zoologlara ihtiyacı vardı. Babasının parasal desteğiyle Londra’ya gidip zoologlarla görüşmeye başlayan Darwin, Charles Lyell aracılığıyla Richard Owen adında bir biyologla tanıştı. Owen, Darwin’in getirdiği fosilleri inceleyerek o güne kadar bilinmeyen pek çok soyu tükenmiş hayvan türü tanımladı. Bu türlerin arasında, tembel hayvan benzeri büyük memeliler, hipopotam benzeri bir otobur memeli (Toxodon) ve armadillo benzeri dev bir zırhlı memeli (Gliptodon) de vardı. Bu hayvanlar anatomik olarak, Darwin’in düşündüğü gibi Afrika hayvanlarına değil, Güney Amerika hayvanlarına yakındılar.

Darwin, Aralık 1836′da Güney Amerika kıtasının yükseldiğine dair bir bilimsel makale yazdı, ve Ocak 1837′de Lyell’ın da desteğiyle bu makalesini Londra Jeoloji Cemiyeti’ne sundu. Aynı gün, Beagle yolculuğunda topladığı kuş ve memeli örneklerini de Londra Zooloji Cemiyeti’ne sundu. Ornitolog John Gould, Darwin’in tanımlayamadığı ve değişik türlere ait olduğunu varsaydığı bir grup kuşun aslında birbirine çok yakın 12 yeni ispinoz türü olduğunu duyurdu. Şubat 1837′de Darwin Coğrafya Cemiyeti Konseyi’ne seçildi ve bir ay sonra Cambridge’den Londra’ya taşındı.
Darwin’in 1837′de günlüğüne çizdiği evrim ağacı

Londra bilim çevrelerinde, hayatın ve canlı türlerinin kökeni sevilen bir tartışma konusuydu. Matematikçi ve filozof Charles Babbage’ın başını çektiği bir grup, Tanrı’nın Dünya’daki hayatı özel bir mucize aracılığıyla değil, doğa kanunları aracılığıyla yarattığını savunuyordu. Darwin’in Edinburgh Üniversitesi’nden hocası Robert Edmund Grant ve Dr. James Gully gibi bir grup bilimadamı ise türlerin birbirine dönüşebildiğini iddia ediyor, fakat bu fikirlerinden dolayı çoğunluk tarafından sapkınlıkla ve toplumsal düzeni bozmaya çalışmakla suçlanıyordu.


Mart 1837′de John Gould, Darwin’in farklı adalardan topladığı alaycıkuşların farklı türlere ait olduklarını açıkladı. İspinozları hangi adalardan topladığını not etmemiş olan Darwin, Kaptan FitzRoy’un notlarını inceleyince, Gould’un tanımladığı farklı ispinoz türlerinin de farklı adalardan geldiğini keşfetti. Nisan 1837′ye gelindiğinde Darwin, anakaradan göç edip farklı adalara yerleşen kuşların, zaman içinde bir şekilde değişiklik geçirip farklı türlere dönüştüklerini anlamıştı. Temmuz ayında, her zamanki günlüğünün yanı sıra, türlerin birbirine dönüşümüyle ilgili fikirlerini yazdığı gizli bir “B” günlüğü tutmaya başladı, ve bu günlüğün 36. sayfasına ilk defa bir evrim ağacı çizdi.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

17

Wednesday, 24.07.2013, 02:10

Bergson Bilgi Görüşleri

Bergson’un bilgi görüşünde, rasyonel düşünceye güvenmeyen, kuru bir akılcılık ve bilimciliğe karşı çıkıp, bunun yerine sezgiyi temel alan Bergson, bilincin her zaman bir şeyin bilinci olduğunu, bizim doğrudan ve araçsız olarak sadece kendi tecrübemizi bilebileceğimizi ve dolayısıyla en iyi ve en yetkin bir biçimde kendi bilinç akışımızı ve süreyi idrak edeceğimizi belirtmiştir. Bu, kavramsallaştırılabilen bir bilgi değildir; yani, akıl ve analiz yoluyla değil de, sadece yaşanarak ve sezgi yoluyla bilinebilir.

Diğer bir deyişle, Bergson felsefesinde öncelikle, kavramsal bilgiye şiddetli bir eleştiri yöneltmiştir. Kavramların sürekli ve dinamik bir gerçekliği, onu statik hale getirmek ve bölmek suretiyle çarpıttığını öne süren Bergson, biricik olan gerçeklikle ilgili hakikatlerin kavramsal yolla söze dökülemez, ifade edilemez olduğunu söylerken, bir yandan da bizi gerçekliğin özüne götürecek bilgi türü olarak sezgiden söz etmektedir. Bilimi reddetmeyen; ancak bilimsel bilginin en önemli bilgi türü olarak görülmesine karşı çıkan Bergson’a göre, gerçekliğe nüfuz eden, nesnelerle doğrudan ve aracsız bir temas kuran başka bir bilgi türü daha bulunmaktadır. Bu bilgi dile getirilemez, söze dökülemez. Bu bilgiye, en azından bilimsel bilgi kadar önem ve değer verilmesi gerektiğini öne süren Bergson, analiz adını verdiği bilimsel, rasyonel bilginin karşısına, sözcüklerle dile getirilemez olan sezgiyi geçirmiştir.

Bergson’a göre, sezgi bizlere gerçekliğin şemasını değil de, bizzat kendisini bilme olanağı verir. O halde, Bergson bir şeyi bilmenin iki yolunu birbirinden ayırır. Bu yollardan ilki bizi bilinecek nesnenin çevresinde hareket ettirir, diğeri ise nesneye nüfuz etmemizi sağlar. İlkinden elde edilen bilgi, nesneyi gözlemlediğimiz bakış açısına bağlıdır. Bu sebeple bilgi göreli bir bilgidir. Buna karşın, ikincisinde nesneyle doğrudan bir temas içinde olur ve herhangi bir bakış açısının sınırlamalarından kurtuluruz. Burada nesneyi gerçekte olduğu şekliyle kavrarız. Bunlardan birincisi analiz, ikincisi sezgidir.
Sezginin bize gösterdiği gerçeklik nedir? Bergson bu konuda aradığı ipucunu kişinin kendi doğasına ilişkin sezgide bulur. Ona göre, kendi içimize dönüp baktığımızda tecrübe ettiğimiz şey, değişen haller veya özellikleri değişen şeyler değil de, değişmenin bizzat kendisi, süre ve yaşamdır. Sezgi yoluyla bilinen benden hareket eden Bergson, burada kalmayıp daha sonra dünyanın aynı süreden meydana geldiğini iddia etmiştir. Başka bir deyişle, gerçekliğin bilimin varsaydığı gibi, madde olmadığını göstermeye çalışan, doğanın, bilimin söylediği gibi, yalnızca mekan içindeki maddi cisimlerden oluşmadığını savunan Bergson, insanların mekanla düşünmeye çalıştıkları için, maddeciliğe eğilimli olduklarını iddia etmiştir. Aslında, zaman mekandan daha temel olup, bütün gerçekliğin özü zamandır, süredir.

Anlamamız gereken şeyin, zamanın bir birikim, bir büyüyp gelişme, bir süre olduğunu belirten Bergson, bir adım daha ileri giderek, sürenin yalnızca akıp giden bir şey olmakla kalmayıp, yaratıcı olduğunu savunur. Diğer bir deyişle, süre görünüşün gerisindeki gerçeklik, bilimlerin araştırdığı gözle görülür empirik dönüşümlerin gerisindeki esas nedendir. Buna göre, türlerin evrim geçirdiği hipotezini doğrulanabilen deneysel bir hipotez olarak benimseyen Bergson, buradan bütün bu evrimsel gelişmenin gerisindeki esas gücün, temel nedenin süre olduğu metafiziksel tezine geçmiştir.

Bergson’a göre, gerçekten varolan şey madde, cansız varlık değildir. Gerçeklik süredir ve bunu yalnızca sezgi kavrayabilir. Zaman bir birikimdir. Gelecek hiçbir zaman geçmişin aynı olamaz, zira her adımda yeni bir birikim ortaya çıkar. O bilinçli bir varlık için var olmanın değişmek olduğunu kabul eder. ancak değişmek demek olgunlaşmak demektir. Olgunlaşmak ise, sonsuzca kendi kendini yaratmak demektir. Bu, yalnızca bilinçli insan varlığı için değil, ancak bütün gerçeklik için böyledir. Bergson gelişmeyi, süre olarak anladığımız takdirde açıklığa kavuşabileceğimizi savunmaktadır.

Bergson’a göre, insan işte bu yaşamda maddeyi yener, mekanın sınırlarının üstüne çıkar ve içinde salt süreyi yaşar. İnsan kendisini bütün benliğiyle bir işe verdiği zaman da aynı şeyi duyar. Geçmiş, devamlı olarak bugüne ve geleceğe doğru akmaktadır. İşte, bu biricik gerçeklik olarak süredir. Bergson’a göre, süreyi yaşayabilmemizin koşulu bellektir. Bellek zaman aralıklarını yener, geçmiş, şimdi olarak yaşanır. Süreyi bütünlüğü içinde yakalayıverense sezgidir.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

18

Wednesday, 24.07.2013, 02:12

Bergson Metafiziği

Gerçekliğin sezgi yoluyla bilinebileceğini savunduğu için ondokuzuncu yüzyıl Alman düşünürü Schopenhauer’a çok yaklaşan Bergson, bununlar beraber, bir ilerleme öğretisi olarak evrim teorisini çok ciddiye alıp, metafiziğine temel yaptığı için, onun kötümserliğini paylaşmaz.

İlk araştırmalarını zihin ve beden arasındaki ilişki konusuna ayıran filozof, zamanının bu konudaki gözde öğretisi olan psiko-fizyolojik paralelizme, yani her psikolojik olguya onu belirleyen fizyolojik bir olgunun karşıtlık geldiğini dile getiren öğretiye şiddetle karşı çıkmıştır. Bergson, bu bağlamda belleğin ve dolayısıyla zihin veya ruhun bedenden bağımsız olduğunu ve amaçlarını gerçekleştirebilmek için bedeni kullandığını öne sürmüştür.
Yaşam düşüncesini incelerken, evrimin gerçekliğini kabul eden, onu kesin olarak belgelenmiş ya da kanıtlanmış bir teori diye gören Bergson, evrimin mekanist bir tarzda gelişmeyip yaratıcı olduğunu iddia etmiştir. O, bu gelişme sürecinde, biri içgüdü, diğeri de zeka yoluyla gelişen iki çizgi bulunduğunu söylemiş ve bunlardan her ikisinin de, evrenin her yerinde iş başında olan yaşam atılımının eseri olduğunu savunmuştur

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

19

Wednesday, 24.07.2013, 02:16

Bakunin- Anti-Semitizm


Bakunin’in birçok anti-semitik basmakalıp sözü tekrar ettiği bilinir. Örneğin Yahudiler’i şöyle tanımlar: “sömürgeci bir mezhep, asalak insanlar, yalnızca ulusal sınırların ötesinde değil, aynı zamanda tüm politik görüş farklılıklarının ötesinde sıkıca ve samimiyetle birbirine bağlanmış homurdanan tek bir parazit… [Yahudiler'in] ulusal karakterlerinin temel özelliğini oluşturan ticarî hırsları vardır” Bununla birlikte Samiler hakkında mı yoksa pratikteki Yahudilik’ten mi bahsettiği açık değildir. Ama Bakunin’in yaşamı boyunca tüm dinleri eleştirdiği, onun zamanında Hıristiyanlık ve Yahudiliğin Avrupa’da çok baskın olduğu dikkate alınmalıdır. Bakunin’in anti-semitizmi çoğunlukla olduğu gibi, Yahudilerin Avrupa kapitalizminin ve politikasının yönlendiricisi olduğu görüşüne dayanır. Karl Marx’la yaptığı bir polemiğin bir kısmını oluşturan şu sözü, Bakunin’in Avrupa’daki Museviler’i nasıl algıladığını gösterir:
“Bu Yahudi dünyası bugün çoğunlukla Marx’ın ve Rothschild’in komutası altındadır. Ben eminim ki bir taraftan Rothschildler Marx’ın faziletlerini takdir ediyorlar, diğer taraftan da Marx Rothschildler’e karşı içgüdüsel bir yakınlık ve büyük saygı besliyor. Bu tuhaf görünebilir. Komünizm ve yüksek finans arasında nasıl bir ortak nokta olabilir? Ho ho! Marx’ın komünizmi güçlü bir devlet merkeziyetçiliği istiyor ve bunun olduğu yerde – insanların emeği üzerine spekülasyonlar yapan – parazit Yahudi milleti daima varoluşunun anlamını bulacaktır…” Polemique contre les Juifs, 1872.

  • "renksizgazete" bir erkek
  • Konuyu başlatan "renksizgazete"

Mesajlar: 12,464

Kayıt tarihi: May 4th 2012

Konum: istanbul

  • Özel mesaj gönder

20

Wednesday, 24.07.2013, 02:18

Bakunin Politik Görüşleri

Bakunin hangi isim ya da biçim altında olursa olsun, Tanrı’da dahil olmak üzere tüm dış otorite sistemlerini reddetmekteydi. Ölümünün ardından 1882 yılında basılan Tanrı ve Devlet adlı eserinde şöyle yazmaktaydı;

“İnsanın özgürleşmesi yalnızca buna bağlıdır, çünkü o doğanın yasalarına itaât eder; onlar insana dışarıdan insanî veya ilâhî, kollektif veya bireysel her ne olursa olsun, herhangi bir yabancı irade tarafından empoze edildiği için değil, kendisi onları böyle kavradığı için.”

Böylelikle doğa kanunlarının farkına her insan kendisi varır. Bakunin’in akıl yürütmesi sonunda bu kanunların kendi doğasının kanunları olduğu için, bireyin bunlara uymaktan başka çaresinin olmadığı ve bu nedenle politik organizasyonların, yönetimlerin ve yasaların hemen yok olacağı düşüncesine varır.
Bakunin aynı şekilde herhangi bir imtiyazlı konumu veya sınıfı reddetmiştir. Çünkü “Bu ayrıcalığın acayipliğidir ve her ayrıcalıklı konum insanın kalbini ve zihnini öldürür. Ayrıcalıklı insan, politik yâhut ekonomik fark etmez, zihnen ve kalben bozulmuş insandır”.

Bakunin’in devrimci programını gerçekleştirme yöntemleri de onun prensiplerinden daha az anlamlı değildir. Bakunin’in tanımladığı gibi, bir devrimci özel bir ilgi veya duyguya izin vermeyen, din, vatanseverlik yâhut ahlâk konusunda, onu kelimenin her anlamıyla varolan toplumu altüst etme görevinden saptıracak hiçbir şüphe taşımayan, sâdık bir insan olmalıdır.

Mikhail Bakunin ve Karl Marx arasındaki anlaşmazlık, anarşizm ve Marksizm arasındaki farklılığa ışık tutar: Anarşistler ve Marksistler aynı ortak hedefi (sosyal sınıfların ve devletin olmadığı özgür, eşit bir toplumun yaratılması) paylaşmakla birlikte, bu hedefe nasıl ulaşılacağı konusunda büyük anlaşmazlıklar yaşarlar. Anarşistler sınıfsız, devletsiz topluma devlet aygıtı yoluyla değil emekçilerin özyönetim organları aracılığıyla ve proletarya diktatörlüğü gibi bir geçişi aşaması olmadan geçilmesi gerekliliğine inanırlar. Anarşistlere göre iktidar yozlaştırır. Marksistler böyle bir şeyin imkânsız olduğuna ve anarşistlerin çok idealist olduğuna inanırlar. Devlet aygıtını yok etmeyi değil ele geçirmeyi amaçlarlar. Marksistler sınıfsız ve devletsiz topluma, bir siyasal geçiş dönemi olan proletaryanın devrimci iktidarı (proletarya diktatörlüğü) ile geçileceğini öngörürler.