Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

*Deniz*

Bilge

  • "*Deniz*" bir kadın
  • Konuyu başlatan "*Deniz*"

Mesajlar: 5,865

Kayıt tarihi: Feb 27th 2007

Konum: Kocaeli

  • Özel mesaj gönder

1

Wednesday, 22.10.2008, 12:32

Unutturamaz Seni

Unutturamaz Seni

Unutturamaz seni hiçbir şey, unutulsam da ben; her yerde sen her şeyde sen, bilmem ki nasıl söylesem, neşemde sen hüznümde sen, bilmem ki nasıl söylesem...”

Eskiler ne güzel söylemişler, “ne varsa nostaljide var, eskilerde var” derdi annem...

Çocukluğumda, dedemin kütüphanesindeki o tozlu taş plakları, eski kitap ve mecmuaları, iki kişi arasında yaşanan o büyük aşkları anlatan siyah beyaz fotoromanları karıştırmak o zamanlar yapmaktan zevk aldığım tek uğraştı...

Zeki Müren, Hamiyet Yüceses, Safiye Ayla isimlerini ilk kez o taş plaklarda okumuştum.

“Sahibinin Sesi” idi onlar...

Artık dedem yok, o plaklar nerede bilmiyorum, o gerçekmiş gibi görünün aşk fotoromanları, o kağıt kokan sarı yapraklı antika kitaplar, o büyük beyaz kütüphane yok...

Sanki geriye bir ben kalmışım, bir de o unutulmayan, unutturamayan şarkılar...

Ben seni hep o eski nostalji şarkılarda sevdim bir tanem...

Seni tanımadan önce, o şarkıları ilk dinlediğimde Yalova’daydım, yine deniz kenarında bir başımaydım, aylarca kaldım o sessiz sahil kasabasında, hem yalıda hem ovada...

Daha çocukken yalnızlığa alışmıştım, daha küçükken denizin delisi olmuştum....

Daha büyümeden bütün o şarkıların müptelası olmuştum...

Daha seni hiç görmeden, daha seni hiç bilmeden...

Her yer karanlıkken, inleyen nağmeler ruhumu sararken, içimdeki özlemi uyutamıyorken, söyleyin yıldızlar sevdiğim nerede derken, enginde yavaş yavaş gülün minesi solarken, gökyüzünde yalnız gezen yıldızlar yeryüzünde sizin kadar yalnızım diye ağlarken...

Dedem şaşırırdı beni bu şarkıları dinlerken, sözlerini hep yanımda taşıdığım defterime yazarken görünce...

Bir anlam veremezdi yaptıklarıma, daha çok küçüktüm çünkü, bir şeylere yoğunlaşmak, karşılıksız hisler için ağlamak ve o eski siyah beyaz fotoromanlarda gördüğüm aşkların, tutkuların hayalini kurmak için...

Daha çok erkendi o şarkıları içime sindirip, hafızama ekleyip, dinledikçe acı çekmek için...

Hayatım boyunca her şeye erken başladım ben...

İnsanların çoğu bir şeylere hep geç kalmaktan şikayet ederken; ben hep erken oluşumdan, zamanı gelmeden başlamamdan yakındım...

Acı çekmeye erken başladım; hayal kurmaya, yanımdaki boşluğu dolduracak birini istemeye, istersem dilediğim her şeyi başarabileceğime inanmaya çok erken başladım...

O eski kitaplarda, taş plaklarda, nostalji şarkılarda başladım ilerde bana çok büyük acılar yaşatacak imkansız kavramlara inanmaya...

Sevgiye ne kadar erken inanmaya başladıysam, seni de o kadar erken tanıdım...

Seni ne kadar erken tanıdıysam, ihaneti, umutsuzluğu ve düş kırıklığını o kadar erken öğrendim...

“Sen bir ömre bedelsin” derken, “her şeyimi uğruna ben boş yere mi verdim?” diye ağlıyordum...

Bu hayatta her şeyin bir bedeli vardır bir tanem, bunu biraz geç öğrendim, ama senden öğrendim; şarkılardan değil...

Belki bunu da erken öğrenmiştim, ama senden öğrendim...

Sen yanımdayken, bana onca şeyi erkenden öğreten şarkıları bir yana bırakıyordum, onları görmezden geliyordum...

Sonra bir gün sessizce, habersiz, sebepsiz çıkıp gittin...

“O bir gölgedir, varlık sanırsın” diyordu o şarkı, çekip gittiğin o yağmurlu günde...

Çıldırasım geliyordu böyle anlarda, tüm dünyaya isyan edesim, tüm insanlardan hesap sorasım, ne kadar acı çektiğimi haykırasım geliyordu sonsuzluğa...

Her şeye erken başladığım gibi, seni yaşamaya, senin için yaşamaya erken başladığım için seni hiç tanımıyordum, bilmiyordum belki...

Yaşamımda her şeye erken başladığım için bu kadar çabuk ve acımasızca kaybediyordum belki...

Gidiyordun ve bana erkenden öğretiyordun ihaneti, bencilliği ve kimsesizliği; bu korkunç sessizliği, bu şarkılara sığındığım zavallı ümitsizliğimi...

“Yazık olmuş o gözlerden sana akan yaşlara” diyordum haykırarak,

“Bu aşka canımı adayacağım, yeter ki gel bana senede bir gün...”diyordum yalvararak...

Beni bu çocukluğumda öğrendiğim şarkılarla öyle büyük bir yalnızlığa mahkum ettin ki, artık yaşadığım bütün acıların suçunu hep erken öğrenişime, erken inanmaya başlayışıma atıyordum...

Erkenden öğrendiğim her şey eskiydi artık; zaman aşımına uğramıştı...

Ama değerinden hiçbir şey kaybetmemiş, hatta daha çok değer ve anlam kazanmıştı...

O şarkılar, o sahibinin sesi mısralar yıllarca kalbimin feryadı gibi yankılandı kulaklarımda...

O siyah beyaz fotoromanlardaki tutku dolu aşklar yıllarca girdi rüyalarıma, hayallerime, umutlarıma...

O taş plakları dinlemeye, o hisleri, o arayışları erkenden yaşamaya başladığımdan beri sanki taş basıyorum bağrıma senelerdir...

Sen de benim için erkendin bir tanem...

Bu yüzden öğrenmeye, tanımaya başladığım ilk günden itibaren bana acı vermeye başladın ve zaman geçtikçe daha çok anlam kazandın....

Tıpkı o nostalji şarkılar gibi...

Gün geçtikçe isyan ettirdin, bazen hayal kurdurdun, bazen unuttun, bazen hüzünlendirdin, bazen heveslendirdin, bazen sevindirdin...

Tıpkı, daha çocukken varlığını keşfettiğim taş plaklar, siyah beyaz fotoromanlar gibi...

Çocukluğumda başladım seni sevmeye, artık taş plaklar yok, fotoromanlar yok; o zamanlar kurduğum o fazla masum ve bencil hayaller yok...

Sen de yoksun...

Zamanında elde edemediğim, hep erkenden tanıdığım, yaşadığım hiçbir şey yok artık yanımda...

Yanımda değil bunların hiç biri, ama değerlerinden hiçbir şey kaybetmediler...

Eskiler, ama silinmezler, unutulmazlar, vazgeçilmezler, asla ölmezler!

“Ne varsa eskilerde var” derdi annem...

Ne varsa sende var bir tanem...

Gördün işte, neye erken başladıysam hep kaybeden, hep üzülen ben oldum...

Seni ne kadar derin bir tutkuyla, ne kadar erken bir saplantıyla sevdiysem benden bir o kadar kaçan sen oldun...

Benim erken yaşayışlığımdan kaçtığın zamanlarda tek sığınağım ne varsa onlarda var diye söylenen nostalji şarkılar oldu...

O şarkıları çocukluğumda, seni ise o şarkılarda buldum...

Ve anladım ki, bir çocuğun bir varlığı sevebileceği en masum, en saf ve derin duygularla sevmişim seni...

Ve yine anladım ki, o şarkıları, o anlamları ne kadar erken öğrenmişsem, yaşamışsam, seni de o kadar erken yaşamışım bir tanem...

Ne varsa eskilerde var, ne varsa erken yaşamışlığımda var, ne varsa ve yoksa, hiç olmadığı kadar sende var...

Sende benden bir parça var...

Bana yazdığın o nostalji şarkının derin sözlerinde gizli bizim ortak yanımız, her şeye erken başlayışımız ve hüzün dolu yalnızlıklarımız...

Ne seni ne de o şarkıları çıkartabilirim hayatımdan, çünkü onları çok çok erkenden öğrendim ben, istesem de silip atamam kalbimden...!

Mine BAHADIR