Iste Eylül de bitti. Ve sen hala gelmedin.
Yağmurlar damlayacaktı ıslak saçından. Gözyaşından bir deniz getirecekti
seni.
“Aah”ların şişirdiği yelkenleri yürek zarından yapılmış bir gemiyle
gelecektin.
Ellerinde gözlerimi getirecektin; seni Yusuf bilip, Yakup gibi, giderken
ardınsıra yolladığım gözlerimi.
Bunca küf kokmayacaktı ayrılığımız. Kavlimiz böyle değildi. Beni hacil
bırakmayacaktın ele-güne, dosta-düşmana karşı.
Sevmek yüreğe saplanmış bir bıçaktı, biliyorum; fakat bunca firkatin
adınıda koyamıyorum.
Bilseydim, imrenir miydim hiç uçan kuşlara? Bilseydim, aylardan Eylül'ü,
vakitlerden akşamı, çiçeklerden zambağı, kuşlardan turnayı, leyleği koyar
mıydım lugatlara?
Bak, kokun geldi burcu burcu toprak gibi, bir yoksulun ellerine düşmüş sıcak
ekmek gibi, kan gibi, gözyaşı gibi, ter gibi, emek gibi; fakat sen gelmedin.
Acın geldi, sancın geldi.
"Derin bir nefret olmadan derin bir muhabbet nasıl olur?” demiştin ya, bak,
kıtlıkta verilmiş bir sokum gibi yolladığın hıncın geldi.
Nemrud'un geldi, ateşin geldi. Maskelere dönüşmüş yüzün ve binbir türlü
sahte eşin geldi. Yokluğun, güzün ve kışın geldi. Şarkıların, resimlerin,
ağlayışın geldi; sen gelmedin...
Firavun'un geldi, Haman'ın geldi, Karun'un geldi; fakat Harun'un gelmedi.
Şeytan'ın geldi, Tufan'ın geldi, Kenan'ın geldi, tüm düşmanlarına taş
çıkartır düşmanın geldi; ama sen gelmedin...
Bak, sevdanı süpürüyor Firavun'un çöpçüleri.
Hatıranı kundaklıyor kırılası elleri.
Ocağına tüneyen baykuşlar, mabedine put dikmek için Azer'i çağırıyorlar.
Anaların rahimlerine bir yılan gibi süzülüyorlar; bu yüzden Neron
gibi, Kaligula gibi, Şeddad gibi, Haccac gibi, Hülagu gibi kanlı doğuyor
yeni doğan bebelerin elleri.
Zavallılar!
Her biri bir yediveren olan milyonlarca sevdayı toprağa gömüyorlar.
Güneşe seni seviyor diye tutuklama emri çıkarıyorlar.
Senin rengin diye, yeşilin her tonunu darağacına çektiler.
Senin mevsimin diye, baharı gıyabında idama mahkum ediyorlar.
Senin insan kardeşlerine yerin üstünü zindan ettiler; fakat yerin altı
imdada yetişti. Senin doğal kardeşlerin onlar; fakat bunu bilmiyorlar. Tıpkı
Nuh'un yer-gök kardeşleri, İbrahim'in ateş kardeşi, Musa'nın asası gibi...
Onlar, senin uğruna çektiğimiz her “aah”ın bir fırtına, senin uğruna
kaldırdığımız her elin bir dağ, senin uğruna döktüğümüz her damlanın bir
atom bombası olduğunu yeni yeni öğreniyorlar... Öğrenecekler...
Fakat sen, sen biliyorsun bir nice beklendiğini. Anaların göğsünde hamayıl
gibi gezdiğini, her biri sana Meryem kesilen genç kızların basma taç
olduğunu biliyorsun.
Ah, biliyorsun sırtlarında Firavun'un kamçısı sakladıkça, her birinin
isyan kraliçesi birer Asiye kesileceğini.
Gürbüz çocukların, ağır sancılarla doğduğunu biliyorsun.
Biliyorum, bu yüzden gelişini erteliyorsun. Sevenlerini aşkına
bileyliyorsun. Yokluğunun daha çok fark edilmesini bekliyorsun. Bak,
diyorsun, ufka bak, karanlığın en koyu olduğu an, fecre en yakın zamandır.
Ey dünyaların en muhteşem gelini! Kim bilir, belki de sevdalılarından sana
sadakatlerini ispatlamalarıni bekliyorsun. Sahte aşıklarıni deşifre
ediyorsun.
Doğru ya; mehir bedelini ödemeden, hangi dünyalı seni görebilmiş ki?..
Ama keffaretimiz, yokluğunun dehşetine bunca zaman katlanmak olsun.
Bu acıyı mehre bedel kabul et.
Bilir misin el-intizar, eşeddu mine'n-nardır?
Bekletme ki, bekleniyorsun...
Mustafa Islamoglu Yoklugunda düsülmüs notlar