Soğuktu duvarları yalnızlığın.
Ateşten bile soğuk…
Zaman, müsrif bir çocuğun oyuncağı gibi bi’yanı kırılmış, unutulmuştu köşesinde. Oysa sen oyunlara yabancı ellerini karanlık kuyularda yitirmiş, geçmişe bakıp ağlıyordun. Gözünden akan yaşlar yerin bağrını yakıyordu da, sen susmuyordun. Feryadın çoğalıyor, hayatın azalıyordu günden güne.
Hem dünya küçüktü o zamanlar. Bir sen vardın içinde, bir de hayallerin. Çoğu yarım, çoğu yaralı, çoğu eski…
Dünya küçüktü o zamanlar, sen küçüktün. Hayallerin küçüktü.
Ama büyük vuslatın hayaliyle yanıp tutuşuyordun gizli saatlerde. Bir yanın herkes gibi ölümden kaçıyordu. Yanlış şeylere meyilli sevdalarda dolanıyordu aklın. Kalbin yalnızlığın bitmesine, hüznün gitmesine odaklanmış; “bi’şans, bi’şans” diye dua ediyordu duyulur şekilde.
Sonra bir gün, bakır renginde bir bulut indi gökten şehrin üstüne. Göz gözü görmez oldu. Ölüm gibi bir karanlık dolaştı sokaklarda. Herkes korkusundan kuytusuna kaçmışken bir meçhul el gelip çaldı kapını. Tutup kollarından, bir merküt gibi yükseldi aydınlık göklere.
***
O günden sonra kimse görmedi seni. Ama herkes dualarının kabul olduğuna, hayallerinin gerçekleştiğine inandı. Kalan ömrünü kalabalık mutlulukların ortasında yaşayıp, mutlu öldüğün dolandı dillerde.