Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

Monday, 19.12.2011, 23:03

Türkleydi: Taştan

bir görüntü uyuklar, görüntülerimin görüntüsü,, Niyetsizce
Sensizlik bir şehir olsaydı dedim,
Sensizdim, o şehri yakmaya geldim…
Evdeki hesabın çarşıya uymayan yüzüydü bana aşk dedikleri. Ekim’e sevdalı bir eylül güneşi tepemde. Yaramaz çocuklar gibi. içim üşüyor bu aralar. içsizim ya ! Güneşe bile tezat oluyorum. Aşk’ta bir türlü dikiş tutturamıyor ellerim. Hiçbir söz’de düğüm olamıyorum. Her gün batımında gözlerime bir bulut oturuyor gözyaşından bozma. En sulak şiirimi giyinip atıyorum kendimi sokağa. Yıldızların uzaktan el edişi karanlığa teslim ediyor tüm bedenimi. Yokluğunu süpürecek rüzgâr erken uğruyor şehrime, penceredeki yerini alıyor kuşlar. Kuşlar susuyor bugün, ağıt artık tek konuşan. Avucumda harelenen bakışlarına bir çift göz de ben bırakıyorum. Yüzüm düşüyor adımlarımın ardına. Hoyrat bir ay ışığı yüze çıkarıyor sözlerimi. Ardımda ellerin ve yüzlerce pencere 'kal' yazıyor sessizce. Ayaklarım başucumda. Elim ayağım dolanıyor bir geçmişe. Bir heyecan ki tutup kollarımdan götürüyor beni. Gölgeme hesap veriyorum derken. Belki de gölgelediklerime. Ben güneşi hiç sevmezdim zaten bakma sen esmerliğime.
Sensizlik bir nehir olsaydı dedim,
Sensizdim, güneşi ellerimle o nehre serdim…
Ve ne çok istedim kırmızı bir sonbahara kaçırılmayı. Biriktirdiğim tüm geceleri bohçalayıp kan rengi sabahlarda birikebilmeyi. Ve bağladığım tüm düşlerimi bir tohum gibi yüreğine saçmayı. Gelse de doğsa şu güller dedi gönlümün bahçıvanı. Göğümün yağmurlarından kaçarken yad ellerin sahrasına tutulma olur mu! Ey bahçemin hası. Biri var ki toprakta saklar yasını, gül’e verir rayihâsını. İşte şimdi saçlarıma yoğun bir sus çöküyor işte, annemin sesi bu, babamın yası ellerimde. Yapamam. gitmeliyim yine de. Yalnızlık göz kırpıyor delice. Telle duvakla işim yok anne. Bana müsaade. Şimdi yalnız gitmek var içimde. Tonunda bir haykırışla yollara, yolculara,sürmek veda seslerini buğulu camlara ve aşk limitini aşmak sana çıkan raylarda.
Sensizlik bir şekil olsaydı dedim,
Sensizdim, aynadaki yüze bir kurban daha verdim…
Kendi mevsiminde iğdişlenmiş baharları kovalamak istedim yıllarca. Yüzünün damarlarından akan hüzün nehirlerinde, körpe bir kızın kağıttan gemilerini yüzdürmek istemesiydi aşk bildiğim. Oysa kendi çetelesinde altı fırtınayla çizili sevdaların batığıymış bende aşk. Bilemedim ey gözünü sevdiğim kör sevgili! Gözlerinin rahlesinden sipariş ettiğim cennete bir adım kaldı. Şimdi pusulasız kaptanları kıskandıracak kadar yolsuz, ayakları sırça gürzlerle doğranmış inatçı korsanlar kadar yolcuyum. Bana su ver ey sâkilerin elinde tutuşturduğu kutsal düş buhurdanı! Sende suya olan muhtaciyetimi gideren rutubetinden sâdır olmadı bendeki aşk. Dünya bir çöl olsaydı, yüreğim yine sende yüzdürürdü kağıttan gemisini, bilesin.

Sensizlik bir cennet olsaydı dedim,
Sensizdim, cehenneme bir bilet daha kestim.
Emanet bir öyküyü heybeme alıp, aşkı azık eden kervanların kuyruğuna gidiyorum. Yusuf’umu göreyim istiyorum zelil bir kum fırtınasında. Ne olur Allah’ım, göreyim ellerime değen keskin bıçakların müsebbibi olan güzellik kuyusunu. Bir kuyu gördümse rüyamda, Yusuf’un artık bir rüyadan öteye geçemeyeceğinin iktibası olmasın bu terkip. Güzellik kuyusundan bulanık sular çeken necis adamların kirlettiği aşk yüzünden, aşkı bende kirletme Rabb’im. Kalbime indirdiğin sızıyı rüzgarlara râm eyleyip tutunayım aşkın sığırtmaç eteklerine. Çünkü cennetin çilingiri aşk ise kilidi de aşık’tır. Beni hercümerc bir yağmura musâddık eyleyip aşktan uzak tutma ey aşk’ın sahibi. Ve sen, ey cilbâbına dolandığım asûde sevgili. Göğümde parçalanan şimşeklerin gürültüsünden korkma. Kalbine huruç eden tüm ses ve ışıklar ardımda bıraktığım son bakışımdır. Bana baktıkça benim kalasın diye.
Hadi git artık,
bulutlar yol vermiyor yoksa gözlerime…

Nehir Yurtseven Alıntı şiir

2

Wednesday, 28.12.2011, 13:26

Gözleri kör edecek aydınlığın içinde yıldızların güzelliğini unutturacak renkli ışıklı bir şehrin koynunda buldum kendimi. Naftalin kokulu izbe bir odanın loş dinginliğinde yalnızlığımı soyarken, yalnızlığımın anadan doğma haliyle bıraktım bedenimi naftalinin genzimi yakan kokusunun sindiği yatağıma ve avuçlarıma kırık dökük hüzün saplanmış kanıyor inceden bir sızıyla… Bir şimşek çakıyor sanki beynimin derinliklerinde birden, odamı gösteren ayakçı kadının kirli yüzü düşüyor aklıma ve gözlerimin önünde duruyor gözlerinde sakladığı acı… Eşi terk edip gidince yarı felçli çocuğuna ekmek götürebilmek için çalışıyor geceli gündüzlü ve kulağı hep çalacak olan zilde, hazır bir askerin emir beklediği gibi hali hazırda bekliyor her daim… Kâğıt gibi ince duvarların ardından yaşlı bir adamın dermansız dizleriyle zirvedeki bulutların üstüne çıkmasına sebep kızıl saçlı kızın kıvrak hareketleriyle memnun etmesinin sesleri duyuluyor, ruhu acı çeken bir hastanın hırıltılı inlemesi gibi… Saçları kızıla boyalı kızın gözlerinde şehvet kıvranıyor iki büklüm, dudaklarında hüzün gizlenirken, yaşlı adamın ellerinin değdiği yerde okuma sevdasının yüksek lisans harcının acısı düşüncesiyle kızartıyor beyaz tenini… Devir değişti, şimdilerde değişmeyen hiçbir şey kalmadı eskiden geriye ve ben çaresizliğimin içinde kıvranırken, karşı apartmanın ışıkları yanıyor ve yatalak bir adamın yüzü aydınlanıyor, üstündekilerden kurtulmak telaşında olan bir kadınla birlikte…

Şefkatinden anlıyorum adamın bir zamanlar hayatını birleştirdiği insan olduğunu, karnını doyuruyor, saçlarını tarıyor, yan odada bir genç adam geziniyor heyecanlı bir bekleyişte, üstünü örter örtmez tüm çıplaklığıyla geçiyor kadın yan odaya… Ve yatalak kocasının gözleri önünde genç sevgilisinin kollarında nefsini öldürüyor, karanlıkta kalan adamın gözlerinden yaşlar sel olup akarken, ben seni düşünüyorum. Ellerim tutmuyor, ayaklarımı hissetmiyorum, bedenimde kocaman bir örümcek geziniyor, onu üzerimden atmaya gücüm yetmiyorken, şehvet dolu çığlıkların yırtıyor kulaklarımın zarını, sesin beynimde yankılanıyor, çılgına dönüyorum ama çaresiz kalıyorum bir anda, sen nefsini hangi denizin dalgalarında öldürüyor, can suyunu hangi ateşin bağrında buharlaştırıyorsun, ihaneti saklayan dudaklarından dökülen sevgi sözcüklerin yaralarken ruhumu, kelimelerinin muhatabı kim bilmiyorum. Gözlerime odanın naftalin kokusuyla genzimi yakan karanlığı düşüyor, ben suskun bir aşkla sana ağlıyorum. Yorgun kelimelerimle susuyorum.

Gecenin bağrına saplanmış bir bıçak gibi yarıyor ağlayan bir kadının çığlıkları ve gece; kendini sevenlerin tüm kirlerini, günahlarını, ihanetlerini saklayan, kendini sevmeyenleri güneş gibi karanlıklardan tükürmüşçesine aşikâr eden o gece uysal bir çocuk gibi beni bağrına basarken, sokakta çığlıkları savuran kadın hıçkıra hıçkıra ağlıyor “ Tamam sevgilim, sana tertemiz geleceğim, söz, ne olur terk etme beni!” diye… Akan her gözyaşı, yüreğimdeki ateşin üstüne damlıyor, her damlası buharlaşırken çıkan “cız” sesi neşter yarası gibi derin izler bırakıyor ruhumda…

Sokakta buluyorum bir anda kendimi, nereye gideceğimi bilmiyorum ve rotasız bir gemi gibi aynı yerde dolanıp dururken, yolunu benim gibi kaybetmiş bir kadının gölgesi düşüyor ayaklarımın altına ve bana öyle bir bakıyor ki, bakışlarındaki ayazdan çekip çıkarıyorum yalnızlığımın üşümüşlüğünü… İçimde bir fırtına kopuyor ben sensizliğime susarken, en seslisinden… Gölgelerimiz birleşiyor bir zaman sonra, gecenin bağrına çığlıklarını saplayan kadın elinde telefonla ağlıyor köşe başında, biz ağır adımlarla tutmuşken naftalin kokulu odamın yolunu. Yatalak bir adam dudaklarını ısırıyor; ses, duyulmasın kendisine mecbur olduğu sevdiği kadının ihanetine karşı sevdiğine ağladığı belli olmasın diye ve ben gölgelerimizi ay ışığına bıraktığım kızıl saçlı kadınla yol alırken böcek yuvası odama doğru, hiç konuşmuyoruz birbirimizle… Biliyoruz ki kim ilk açarsa ağzını ve kimin dudaklarından düşerse ilk kelime o yenilecek bu hayata karşı ve biliyoruz ki biz sessizce sevişerek galip geleceğiz acılara inat edercesine, kafa tutarcasına acılara sevişirken bile öncesiz ve sonrasız susacağız sadece…

Dışarıdan gelen şehrin soluk ışıkları aydınlatırken ruhunu, ismini bile bilmediğim bir kadının gözlerinde alışılmışlık beliriyor, dingin ve telaşsız bir ifade gösteriyor kendini o solgun yüzünde ve bu naftalin kokulu odaların iç mimarıymışçasına hareket edişinden anlıyorum benim onun için ilk olmadığımı. Bu ilk değil suskunluğunda nefsinin ateşini söndürüşü ve öpüşmelerindeki tutkunun sıcaklığında nöbete tutulan bir hastaymışçasına titreyen bedenim sonu da olmayacak onun… Dokunduğu her yerimde bir yara beliriyor ve sen akıyorsun yaralarımdan kan misali, ben yatağa mahkûm bir insan gibi bırakıyorum kendimi, çırpınmıyorum üzerimde gezinen örümcekten kurtulmak için…

Gözlerimi sensizliğe kapatırken, gece gizlese de tüm kirimi, şehrin ışıkları unuttursa da samanyoluna dizilen yıldızların güzelliğini, fabrikaların geceyi yaran gürültüsü; köşe başında ağlayan kadın çığlıklarıyla aşikâr ediyor ruhumu ve ben bir anda yakayı ele veriyorum, saçları bir tokat gibi düşerken yüzüme, ellerindeki ateşle bedenimi dağlarken suskun çığlıklı yalnız kadın, dudaklarımı ısırıyorum senin için ağlarken hıçkırıklarım duyulmasın diye… Ve gözlerimden sen akarken o yaralarımı içinde saklıyor ve ben için için ağlarken bir yara gibi kanıyorum o isimsiz kadının içinde… Sabaha yakın ezanlar okunurken, fabrikaların paydos sireninin iç acıtan sesiyle birlikte sanki günahlarımızla beraber sonsuz uykuya dalışlarımızın habercisi gibi bıçak misali kesiliyor tüm sesler ve ılık bir rüzgar esiyor, gözlerimden adan seni kurutuyor. Kızıl saçlı bir kız bırakıyor bedenini kanter içinde toprağa bırakır gibi, yaşlı bir adam iliksiz yatıyor ak saçlarının dibi terli, alnında boncuk boncuk günah kırıntıları kızın günahlarına karışıyor nefes nefese. Ben sensiz yanımla yarım ölümle bırakıyorum kendimi, üstüme kürek kürek toprak atılmışçasına ağırlığıyla hayatın suskun kadını bırakmış kendini ve içinde kanayan yaralarımı saklarken, koynumda huzuru çekiyor içine her soluğunda…

Gözlerimi kapatıyorum yokluğuna, o kirli yüzlü hizmetçi kadın düşüyor aklıma siluetiyle, gözlerinde felçli çocuğunun korkulu bir rüyadan uyanışını görüyorum, tepeden tırnağa ruhunu gizlemiş kadın köşe başında hala sevdiğiyle konuşuyor ve hala sevdiğine temiz gideceğini söylerken karşı apartmandaki tutkusuna yenilip ihanet eden kadın sevgilisiyle birlikte bir bardağın yerçekimine dayanamayıp yüksekten düştüğü gibi tuzla buz olmuş şehvetiyle düşerken, yatalak adam yanındaki bıçağa uzanmaya çalışıyor ve tan yeri ağarırken ve ben sana sensizliğimde seni aradığım yabancı bir ruhun isimsiz çığlıklarının ağırlığı altında ağlarken, bir çığlık kopuyor gündüzü gecenin günahlarına hapseder gibi… Gecenin gözünde gizlenen hiçbir günahı saklamıyor bu şehir sevgili. İlk kelime benim dudaklarımdan düşüyor, ilk cümleyi ben söylüyorum… “Seni seviyorum” diyerek hayata mağlup başlıyorum sensizliğimle….
Alıntı <

3

Wednesday, 28.12.2011, 13:29

HER BEYAZ SAYFA ISSIZ BIR ÖLÜMDÜR


Her beyaz sayfa ıssız bir ölümdür sevgili. Öylesine yoğun yaşıyorum ki şu hayatı, en çok beni yokluğun üzse de gözlerimi kaybetme korkusuyla ağlayamıyorum artık ve sıkıldıkça mengeneye dönüşen bedenimde ruhumun duygusuzluğu çığırından çıkıyor. Sevdiklerim ölümle gelince üstüme, elime aldığım her yeni sayfanın beyazlığında karalandıkça duygular, benim kaç kelimede kefen giydiğimi bilmiyorlar ve ben her kefen giyişimde yazarken sensizliği; erkek olduğunu keşfeden yeni yetme toy bir çocuğun kadınsı bir ruhun üstünde yaşadığı medcezirden aldığı zevk gibi zevke bulanıyorum. Oysa bilmezsin her beyaz sayfaya nakşettiğim kelimeyle bir neşter vuruşu ruhumu kanattığımı…

Bembeyaz sayfalara yatırıyorum ruhumu ve her kelime bir neşter kesiği, her cümle bir şarapnel gibi saplanıyor kanatıyor ruhumu ve ben kan ağlarken ruhum, benim yerime dökerken gözyaşlarını babamı görüyorum karşımda… Cılız ışıklı bakışlarında mürüvvetimi görmek isteyen bir babanın sönmek üzere olan torun umudunu gördükçe bildiğim tüm kelimeleri, mecburiyetlerim yüzünden unutmak istiyorum. Mecburiyetlerim kilit vuruyor dilime, konuşamıyorum. Sensizliğim ellerimde kelepçe, annemin gelin sevdasının yükü yüreğimde… O an bu dünyayı yakasım geliyor, o an canımı annemin avuçlarına bırakasım geliyor. Olmayan, hiç karşıma çıkmayan senin bir gün bedeninle değil de ruhunla bana gelme ihtimalinde sana verilmesi için… Ne istiyorsunuz sevdiklerim? Tebessümlerim size ağır geliyorsa eğer, bir tekmelik sandalye düşüşlerine gizlenen ruhum yokluğuyla mutluluk verecekse size, mutlu olacaksanız hayalim gibi gerçekliğimin yok oluşundan, yaşattığınız her beyaz sayfada ölmek yerine bin kere, bir defa ölmeleri yeğlerim siz mutlu olun diye ama gözümün sevdaya nazır ne kadar kara olduğunu bilmiyor ve nezaketen gülümsüyorsunuz bana. Bendeki cesaretin şiddetini bilmeden! Hayatınızdan sonsuza dek çekip alsam bedenimi, toprağa sarılmış varlığımla daha mı mutlu olacaksınız yahut sen sevgili huzura mı bulanacaksın ben toprağa sarılırken, söylesenize… Söylesene…

Kendi filminde acemi bir oyuncuyum şimdi, her karede bir yalnızlık, bir hüzün ve atılan her adımda size dökülen gözyaşı gizli, en çokta sana ağlıyorum karşıma hiç çıkmayan, bana hiç güvenmeyen, yazılarımda, şiirlerimde kendini hiç bulamayan, kendime saklarken seni ömrüm gibi hayallerimi, umutlarımı düşünde tükettiğim sevgili, neden anlamıyorsun beni.

Her gün yorgun bedenimle geldiğimde eve yine aynı işkenceyi yaşıyorum, elim kolum zincirleniyor, ayaklarım bağlanıyor, ölüm dikiliyor karşıma, babam gözümün içine bakıyor yalvarırcasına, annem kelimeleriyle vuruyor beni en zayıf yerimden, beni sevdiğini söyleyen ler, ayakkabıcısından boyacısına, simitçisinden amirine, memurundan hakimine, doktorundan çiftçisine, beni seven herkes yalnızlığıma bir yama buluyor, makam müptelası kiralık dostlarım yalnızlığımı makamsal renklerle boyuyor gözlerimi boyamak istercesine, sevdiklerim hele canımdan çok sevdiğim iki yüce varlık alıp cümlelerin en keskin kılıcını “Bizler öldükten sonra evlenirsin artık” diye isyanlara sarılıyor, ruhum daralıyor babamın torun sevmek gibi masum isteğine cevapsız, yarım kalınca… Ve sokaklardaki karanlık beni kendine çağırırken, ben şiirlerde kazıp mezarımı, beyaz sayfalarda bir kelimelik neşter darbesiyle kesiyorum her yeni günde ruhumun şah damarını… Nefessizim ve sınavın en zorundayım yine. Hâlbuki bir sınavdan yorgun çıkmıştım daha yeni. Dayanamıyorum, ne olur konuşan herkes bir nebze beni seviyorsa sussun, aramasın beni kimse, çalmasın telefonlarım, kapatın perdeleri lütfen, güneş girmesin, yaşamayı hatırlatmasın bana, her Allahın günü istemediğim bir kadın siluetiyle çıkmayın, mecburiyetlerim dilime kilit vururken mecburiyetlerime gömmeyin. Susun artık, susun yeter! Anlamıyor musunuz, dayanamıyorum!

Yudumladığım çayım baldıran ağısına dönüşüp zehirlerken kanımı, anam yanımda suskunluğuyla beni yaralarken üzgün gözlerle, ne yazdığımı merak ediyor, şüphe tüketiyor onu “Acaba beni mi yazıyor?” düşünceleri içinde… Ben yanımda bana küs, benimle oturmayan babamı özlüyorum bir el uzatımlık yakınken, aynı çatı altındayken ve babalarına sarılan çocukları görünce gözlerim doluyor ama doktorun gözlerimi kaybetme ihtimalini söyleyişi aklıma geliyor ağlayamıyorum. Babamı özlüyorum, beyaz sayfalarda can verirken…

Bildiğim tüm kelimeleri unutmak, hiçbir ses duymamak, hiçbir rengi görmemek, kimseyle konuşmamak istiyorum. Her beyaz sayfada sensizlik yüzünden ıssız ölümleri yaşarken, bir kadın sevdiği adama tutkuyla sevişmek istediğini fısıldıyor, bir adam karısına sevdiğini söylerken aklında gün içinde tanıştığı mini etekli kadınla aldatıyor o sevdiği insanı, bir yerde maskeleri düşüyor insanların, başka mekânlarda insanlar oynuyor, loş ışıkların altında insanlar yerden topladığı düşmüş maskeleri takıyorlar bir bir ve ben en masumunu seçiyorum. Beyaz sayfalarda her kelimede bembeyaz kefeni giyip ıssız ölümleri yaşıyorum.

Çünkü her beyaz sayfa ıssız bir ölüm, her şiir mezarım gül yüzlüm. Huzur denizlerinde her nerdeysen benim adıma dualarla yüz. Çünkü ben huzursuz ve mutsuzum yalnızlığım kadar… Ve hiçbir kadın siluetini istemiyorum beyaz sayfalarda ölümüme şahit, hiçbir kadının kokusunu benim olmayan bu hayatın içinde mecburiyetlerim kilit vururken ve zincirlediği dilimi kanatırken şiirime sinmeyecek, neşter izlerinde bir kadının ruhunu saklamayacak mısralarım. Çünkü acılarıma ve beyaz sayfa ölümlerim ancak bana yeter ve dar gelir bir kadına… Hayat buysa, üstü kalsın be gülüm. O yüzden bu zamana dek çıkmadın madem karşıma, bugünden sonra neredeysen orda kal sevgili!
Alıntıdır<<

4

Wednesday, 28.12.2011, 13:33

DUT YEMİŞ BÜLBÜL//DEN FARKSIZIM


Ağlasam haksızım gülsem haksızım
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi
Her geçen gün artar büyüktür sızım
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi

Yüksek dağ misali toplarım duman
Her anım ahı zar her anım güman
El aman sevdandan gülüm elaman
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi

Gelde otur artık gönül tahtıma
Yazılmışsın benim sevda bahtıma
Ben sadıkım sana olan ahtıma
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi

Gönlümde uyuttum sevgimle seni
Nasıl terk edipte gittin sen beni ?
Sanma’ki Nazlı yâr unuttum seni
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi

Tutuldum uğrunda yağmura yaşa
Sen gideli döndüm kanatsız kuşa
Çevirip yolumu sürdün yokuşa
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi

Yaktın yüreğimi ateşe nara
Koyma DURAK’ığını böyle kenara
Bütün çabalarım kavuşmak sana
Dut yemiş bülbülden farksızım şimdi
Alıntı