Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

61

Thursday, 10.03.2016, 14:26

Gece yarısıydı. Arabadaydım. Radyo Maydonoz’da Selim gazete köşelerinden internete yayılmış bir öykü­yü anlatıyordu. Kulak kesildim:

“Bir sonbahar günü Londra’daki doktor muayenehanesinin bekleme odasında otu­ran adam, yaprakların dökülmesini hüzün­lü bir gülümsemeyle seyrediyordu. Biraz sonra muayene odasında doktor, teşhisi açıkladı kendisine:

– Bay Winkelman, beyninizde bir ur var. Hemen ameliyat olmalısınız.’

Yüz hatları gerildi Winkelman’ın:

– İngiltere’de bu ameliyatı yapabilecek doktor var mı’ diye sordu.

– Amerika’da yaşadığınıza göre orada olmanızı öneririm’ dedi doktor; Zaten sizi ameliyat edebilecek tek operatör olan Charles Wronkow da orada yaşıyor.

Winkelman teşekkür edip ayrıldı. Ote­le giderken derin derin düşünüyor ve yere dökülen yaprakları ayaklarıyla yavaşça iti­yordu.

Birkaç gün sonra gazeteler tanınmış Amerikalı operatör Charles Wronkow’un İngiltere’de tatilini geçirirken intihar ettiği haberini verdiler.

Polis, böyle tanınmış bir doktorun ne­den Wilkelman adı altında, Londra’nın yoksul bir mahallesindeki otelde kaldığını merak ediyordu.”

Bu öyküyü dinlediğim gecenin sabahın­da gazeteler Reve Favaloro’nun intihar haberini duyurmuşlardı.

Favaloro, 1967’de bulduğu by-pass yöntemiyle kalp ameliyatlarında bir çığır açan ve milyonlarca hastayı kurtaran Ar­jantinli cerrahtı. Buenos Aires’teki muhte­şem villasında kalbine sıktığı tek kurşunla son vermişti hayatına…

Milyonların kalbine giden kanalları açan bir insanın, kendi yüreğindeki tıkanmaya deva bulamaması ve sonunda onu kurşun­layarak susturması ne trajik bir final!..

Bütün bir salonu gülmekten kırıp geçir­dikten sonra çekildiği makyaj odasında ses­sizce ağlayan bir palyaço gibi… Çevremize yaydığımız ışıktan biz nasiplenemeyiz çoğu zaman… insanın sözü geçmez, gücü yetmez ba­zen kendine…

En güzel aşk filmlerinde oynayan kadın, alabildiğine mutsuzdur bakarsanız…

Diline doladığı herkesin iç dünyasını ka­lemiyle didikleyen yazar, kendi içindeki keş­mekeşi tariften acizdir.

Cemaate iman telkin ederken içten içe Tanrı’yı sorgulamaya başlamış bir din ada­mı kadar çaresiz, kıvranır insan…

Yalnızlık korkusunu bastırmak için ömrü boyunca sayısız kadına tutulmuş bir Kazanova’nın sonunda anavatanı yalnızlığa dönmesi,

…ya da cehennemi bir cephede gün bo­yu askerlerine cesaret aşılayan kumandanın gece karargahta korkudan titremesi gibi,

…en yakından tanıdığı zaafı, en güven­diği yanına yakıştıramaz insan:

…ve kendini en bildiği yerinden vurur: Kalpse kalp; beyinse beyin…

…bir kurşunla durur.

Çünkü en beteridir kendisiyle savaşan­ların, kendine yenilmesi…

İnanmadan din adamı olarak kalamaz­sınız; sevmeden aşık rolü oynayamaz, cesa­retsiz savaşamazsınız; beyninizde bir urla beyinlere deva, kalbinizde kanayan bir ya­rayla kalplere şifa taşıyamazsınız.

Bu kuşatmayı yarmak için o “zaaf”ları­nızı yok etmek zorundasınızdır; çoğu kez kendinizden vazgeçmek pahasına…

Insan, kendine rağmen gider o zaman…gençliğinde nice cana kıydığı kılıcının üzerine karnıyla yatıveren yaşlı bir Samuray savaşçısı ya da intihar için artık hükmedemediği tanıdık bir mikrofonu seçen Zeki Müren gibi, ölümü beklemeden onun kol­larına koşar.

Bazen uluorta, bazen yapayalnız,

…uçsuz bucaksız bir boşluğa akar…

Malum; “uzun süre uçuruma bakar­san, uçurum da senin içine bakar.”

Can DÜNDAR

62

Thursday, 10.03.2016, 14:34

“İnsanların birbirini tanıması için en iyi zaman, ayrılmalarına en yakın zamandır”, der Dostoyevski…
Veda acısı, kabuğunu soyar insanın; yıldızını kazıyıp çırılçıplak ortaya serer.
Birlikteliğin örttüğü tüm kusurları ayrılık sergiler.
Bir ayrılık arifesinde helalleşilir ve o an hakiki tabiatlarıyla yüzleşilir.

“Ölene kadar” diye söz verilmiştir, ama “ölüm yolunda” başka tercihler belirmiştir.
Kararsız prensesin vicdani azap çekerken 7 cücelerin somurtkanı “aklini başına” al diye fısıldar kulağına; haytası ise “kalbinin sesini” dinle diye çekiştirir eteğinden.

Hep hayran bakan gözlere, hatalar takılmaya başlar.
“Ama”yla biter alelade iltifat cümleleri: “Sen iyi bir insansın, ama arkadaşların kötü”,
“Seni seviyorum, ama bu ilişkide mutlu değilim”,
“Ben başka türlü bir beraberlik düşlemiştim” vs.vs.

Sonra gelsin uykusuz geceler… Bir türlü karar verememeler…
Ruhen gidip gelmeler…
“Hele biraz daha zaman geçsin” diye nikah ertelemeler…
Birlikteymiş gibi yaparken, sevecek başka yüzler, yüzecek başka denizler kollamalar.
“Aslında bütün bunlar bizim iyiliğimiz için’e kendini kandırmalar.

Sonrası hep aynı:
Bekleyenin “Hani sonbaharda buluşacaktık. Hazan geldi geçti, sen gelmez oldun” sızlanmaları…
Bekleyenin “Geliyorum az kaldı” oyalamaları…
Bittiğini bile işi uzatmalar; söyleyemedikçe hepten batağa saplanmalar…
Terke makul bir gerekçe ararken hepten çarşafa dolanmalar…
Veda konuşmasında süslü iltifat cümlelerinin arasına, o cümleleri hiçleştiren mayınlar serpiştirmeler…
Üzgün görünmeler… Bağış dilenmeler…”…ama kaçınılmazdı” demeler…
“Sözünden caydın” yakınmalarını “Sen de eski sen değilsin.
Değişmişsin” diye göğüslemeler…
…asil kendinin değiştiğini bilmezden gelmeler…
Ve son sahne:
Terk edenin o mahcup “Gönlüm başkasında” itirafına karşılık terk edilenin kirik calimi:
“uğurlar olsun! Ben yoluma devam ediyorum”.
İhanetler hep böyledir: ilki, bir yenisine gebedir; ikincisi daha az acı verir.
Ondan sonra dur durak yoktur:
Güvenilmez aşık, sevdikçe kıran, gezdikçe ardında bir kırık kalpler mezarlığı bırakan bir dervişe döner.
Artik acılara hapsolmuştur: Buluşmak istedikçe ayrılacak, birleşmeye çalıştıkça parçalanacak, sonunda terk ettiklerinin “ah’ı tutup terk edildiğinde mukadder yalnızlığına kapanacaktır.

CAN DÜNDAR

63

Thursday, 10.03.2016, 14:49

Yüreğimi sıkıştıran bu kesif hüzün, belki de terketmişlere özgü gizli bir terkedilme duygusudur.

Özledim seni…
Ayrılık yüreğimi karıncalandırıyor nicedir…

Beynimi uyuşturu­yor özlemin…

Çok sık birlikte olamasak bile benimle olduğunu bilmenin bunca yıl içimi nasıl ısıttığını yeni yeni anlı­yorum.

Yokluğun, hatırlandıkça yüreğime sapla­nan bir sızı olmaktan çıkıp mütemadi bir boşluğa dönüşüyor.

Sabahlara seni ok­şayarak başlamaları akşamları, her işi bir kenara koyup seninle başbaşa karşılamaları özlüyorum; oynaşmalarımızı, hırlaşmalarımızı, yürüyüşlerimizi, se­vimli ha­şarılığını, çocuksu küskünlüğünü…

Nasıl da serttin başkalarına karşı be­ni savunurken; ve ne yumuşak, bir çift kısık gözle kendini ellerimin okşayışına bırakırken… ya da kolyeni çözdüğümde kollarıma atlarken…

Hasta olduğunda, o korkunç kriz ge­celerinde günler, geceler boyu nöbet tuttuk başında… o şen kahkahalarına yeniden kavuşabilmek için sessiz dualar ederek…

“Atlattı” müjdesini kutlarken yor­gun bedenindeki yaraları okşayarak, doktorun böldü sevincimizi:

“Yaşayamaz artık bu evde… yüksek binalar ve be­ton duvarların gri kentinde” dedi, “O gitmeli… ve kendine yeni bir hayat çizmeli…”

Bilsen, ne zor gitmen gerektiğini bile bile “Kal” demek sana…

Ne zor, senin için ebedi mutluluğun beni unut­mandan geçtiğini bilmek…

Gitmeni asla istemediğim halde, buna mecbur olduğumuzu görmek ve sana bunları söyleyemeden “Git artık” de­mek…

“Beni ne kadar ça­buk unutursan, o kadar çabuk kavuşacaksın mutluluğa” demek sa­na ne zor…

Sesimi, kokumu çe­kip alıvermek beynin­den, sesin, kokun hâlâ beynimdeyken…

… seni görmemek ve belki yıllar sonra karşılaştığımızda bana bir yabancı gibi bakma­nı istemek senden…

… yeni bir sevdayı yasakladığım kalbime söz geçirmek…

… ve sonra kendi ellerimle bindirip seni yabancı bir arabanın arka koltuğuna, birlik­te güneşlendiğimiz on­ca yazı, yanyana titreş­tiğimiz onca kışı, pay­laştığımız bunca acıyı, onca kahkahayı ve bütün o uzak yeşillikleri katıp yorgun bedeninin yanına, ar­kandan pişmanlık gözyaşları dökmek ne zor…

… ne zor hiç tanımadan seni emanet ettiğim bir şoföre “Hızla uzaklaş buradan ve gidebileceğin kadar uzağa git” demek…

… yokluğunu beklemek, ne zor…

Bunları düşündükçe, şu anda uzakta bir yerlerde üşüdüğünü sezinleyerek panikliyorum. Bütün engel­leri aşıp terkedilmiş caddeleri, kimsesiz sokakları. yalnız bulvarları arşınlayarak sana ulaşmak, sessizce başını okşamak, kulağına sevgi sözcükleri fısıldamak ve yavaşça üzerini örtmek geçiyor içimden…

Paylaştığımız bir mazinin, yitirdiğimiz bir geleceğe dönüşmesinden hicran duyuyorum.

Gizli gizli hüzünlendiğim akşamlardan birinde, terketmişlere özgü bir terkedilme korkusunu da yüre­ğimin derinlerinde duyarak sana koşmak, yaptıklarım ve daha çok da yapamadıklarım için özür dilemek ve

“Geri dön bebeğim” demek istiyorum:

“Geri dön… kulüben seni bekliyor…”
CAN DÜNDAR