Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

Sunday, 9.11.2014, 19:07

Bir Hikayem Var Okurmusun




- Sabah kahvaltı yaparlarken, komşu da çamaşırları asıyormuş
Kadın kocasına
- Bak, çamaşırları yeterince temiz değil, çamaşır yıkamayı bilmiyor, belki de doğru sabunu kullanmıyor. ‘ demiş.
Kocası ona bakmış, hiçbir sey söylememiş, kahvaltısına devam etmiş.
Kadın, komşusunun çamaşır astığını gördüğü her sabah aynı yorumu yapmaya devam etmiş.
Bir ay kadar sonra, bir sabah, komşusunun çamaşırlarının tertemiz olduğunu gören kadın çok şaşırmıs, bak demiş kocasına
- Çamaşır yıkamayı öğrendi sonunda, merak ediyorum, kim öğretti acaba ?’
Kocası uzun uzun karisina bakmış; Ben bu sabah biraz erken kalkıp penceremizi sildim’ diye cevap vermiş.

Hayatta böyle değil midir ?
Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır.
Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce Kalp(pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir !…

Atilla_Ky

Moderatör

  • "Atilla_Ky" bir erkek

Mesajlar: 22,887

Kayıt tarihi: Dec 17th 2010

Konum: Allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

2

Sunday, 9.11.2014, 20:04



Başkalarını izlerken gördüklerimiz, baktığımız pencerenin ne kadar temiz olduğuna bağlıdır.
Birini eleştirmeden ve hemen yargılamaya davranmadan önce Kalp(pencere) durumumuza bakmak ve ‘iyi’ olanı görmeye hazır olup olmadığımızı farketmek güzel bir fikir olabilir !…



:thumbup:

3

Sunday, 9.11.2014, 20:39



Adamın biri Afrika´da safariye çıkarken, yanına minik köpeğini de almış.
Minik köpek bir gün ormanda dolaşıp, kelebekleri kovalar, çiçekleri koklarken kaybolduğunu fark etmiş. Ne yapacağını düşünürken bir de bakmış ki karşıdan bir leopar geliyor ve belli ki günlük yiyeceğini arıyor.
- Şimdi başım dertte, diye düşünmüş köpekcik . . .
Etrafına bakmış yerde kemik parçalarını görmüş. Hemen arkasını leoparın geldiği yere dönerek kemikleri kemirmeye başlamış, bu arada da arkadaki hareketi kestirmeye çalışıyormuş.
Leopar tam saldıracakken minik köpek kendi kendine konuşmuş:
- Ne kadar lezzetli bir leoparmış. Acaba etrafta bundan bir tane daha var mı?
Bunu duyan leopar bir anda donmuş kalmış ve en yakındaki ağaca tırmanarak dalların arasına saklanmış:
- Tam zamanında kurtardım yoksa bu köpeğe yem olacaktım, diye düşünmüş leopar...
Bütün bunlar olup biterken bir başka ağacın üstündeki bir maymun olanları izliyormuş, bildiklerini kullanarak bundan sonra kendisini leopardan kurtaracağını düşünmüş. Leoparın yanına giderek neler olduğunu anlatmış. Leopar köpeğin yaptıklarına çok sinirlenmiş ve maymuna, "atla sırtıma, gidip şunu yakalayalım" demiş.
Az önceki yerde bekleyen minik köpek, bakmış kızgın leopar sırtında maymunla birlikte süratle kendisine yaklaştığını fark etmiş.Ne yapacağını düşünürken, kaçmaya da kalkmamış.
Bunun yerine arkasını leoparın geldiği yöne dönerek kemikleri kemirmeye devam etmiş.
Tam leopar saldıracakken, yine kendi kendine konuşarak leopara duyurmuş:
"Şu aptal maymun da nerede kaldı? Yarım saat önce bir leopar daha getirsin diye gönderdim, hala haber yok ! "

DİPLOMASİ DENEN ŞEY BU...

Yapabiliyorsan; hızlı düşün, sakin ol, güçlü görün, düşmanını kendi silahı ile yen......

Ç@KIR

Profesyonel

  • "Ç@KIR" bir erkek

Mesajlar: 948

Kayıt tarihi: Apr 12th 2014

Konum: o eski den di

  • Özel mesaj gönder

4

Sunday, 9.11.2014, 21:20

Kredisi bitmiş insanların, liminiti yükseltmenin bir anlamı yok..

5

Tuesday, 11.11.2014, 19:51

Ahtapot ile Akrep




AKREP iLE AHTAPOT

Çok uzak bir adada yaşayan güzeller güzeli ahtapot ve çok yakışıklı bir akrep birbirlerine aşık olmuşlar. Fakat ikisi de birbirinden korkuyormuş. Ahtapot akrepden onu zehirli iğnesiyle sokar diye, akrep ise ahtapotun uzun kolları onu boğar diye… Fakat daha fazla dayanamayarak ikiside birbirlerine kollarını uzatmışlar. Ahtapot en kötü ihtimalle bir kolumu veririm, nasıl olsa yerine yenisi gelir, diye düşünmüş. Akrep ise onun için kendimi feda edebilirim, demiş. Birbirlerini çok seviyorlarmış. O kadar mutlularmış ki bütün hayvanlar çok kıskanıyormuş onları…
Zamanla akrepten sıkılmaya başlamış ahtapot, aklında açık denizler varmış hep… Oralara gidip başka hayvanlarla tanışmanın hayalini kuruyormuş. Güzelliğini bu şekilde geçirmemek için okyanuslara doğru yüzmeye başlamış.
Terk edilen akrep günlerce sahilde onun dönmesini beklemiş. Ardından çok ağlamış fakat göz pınarları olmadığı için, hep içine akmış göz yaşları. Okyanusların en güzel sularında süzülen ahtapot yeni yerler gördükçe işte gerçek mutluluk diye düşünüyormuş içinden.
Akrebi çoktan unutmuş. Derken birden bir balıkçı ağına dolanmış olarak bulmuş kendisini. Kurtulmaya çalıştıkca daha çok dolanıyormuş. Onu gemiye çekmişler. Balıkçılar ahtapotun kollarını kesip geri denize atmışlar. Kesilen kollarıysa içki masalarında meze olarak kullanılmak üzere bir restorana satılacakmış.
Canı çok yanan ve ne yapacağını bilemeyen ahtapot eski aşkı akrebe dönmeye karar vermiş; fakat kolları olmadığı için yüzemiyormuş artık. Terk edilen akrepse onsuz olmaktansa ölmeyi tercih etmiş ve zehirli iğnesiyle kendisini sokmuş. Diğer hayvanlardan yardım isteyen ahtapot akrebe ulaşmak üzereymiş. Akrebin yanına vardığında ise akrebi ölmek üzereyken yakalamış. Akrep son nefesini verirken, evet işte ben bu güzellik için kendimi feda ettim, demiş içinden. Gerçek aşkının akrep olduğunu anlamış ahtapot. Ama artık ne ahtapotun onu saracak kolları kalmış , ne de akrebin onu tekrar sevebilecek kalbi…
Her şey zamanında yaşandığında güzeldir…



6

Wednesday, 19.11.2014, 19:51

Güzel Bir Çay Hikayesi...




GÜZEL BİR ÇAY HİKAYESİ...
Üst demlik; gelindir, alt demlik kaynadıkça onun harareti artar, ama ayni zamanda olgunlaşır ve çay demlenir
Bardak; gelinin kocasıdır.Her iki çaydanlıktan da yeterince nasibini alır.
Biraz kaynana doldurur,birazda gelin. Bu nedenle denge unsuru çok önemlidir açık yada demli çayın hoşa gitmemesi bundandır.
Çayın şekeri; ise çocuklardır.Çaya tat verir fakat çok şeker çayın lezzetini bozar. Şekersiz çaya alışanlar için ise bir tanesi bile fazla gelebilir.
Çay kaşığı; görümcedir.Arada bir gelir karıştırır ve gider.
Kayınpedere gelince; o da çay tabağıdır.Çayın demine suyuna hiç karışmaz, bir köşede sessiz sedasız bir şekilde oturur. Sadece dökülenleri toplar ve çevreye zarar vermesini engeller. Ancak ara sıra boşaltmak gerekir yoksa taşıp her şeyi berbat edebilir.
Çay süzgeci; ailenin sahip olduğu değerlerdir. Aileyi dış müdahalelerden korur. Delikleri büyük olursa çayın tadı kaçabilir.
Suyu ısıtan ateş ise hoşgörüdür, o olmadan hoşgörü de olmaz.
Kısacası bir bardak çay AiLEDiR,
Ve ağız tadıyla içilen bir bardak çayın üstüne yoktur...



7

Saturday, 22.11.2014, 15:48




**Harika Bir Öykü..Onu Da Sen Ağırla. Günahkâr bir adamdı, ayık gezmezdi. Bütün bir köy halkı yaka silkiyordu adamdan, ' ölse de, kurtulsak ' diyorlardı.Bir karısı vardı bu adamın, bir de kendisi. Hiç çocukları olmamıştı. Köy halkı böyle bir adamın zürriyetinin olmadığına memnundu. Kadın ise, adamın haline üzülse de ses çıkarmazdı, çıkaramazdı.Otuz yıldır evliydiler, döverdi, kızardı, her gün biriyle kavga ederdi. Ama kocasıydı işte, evinin erkeği idi.Adam iyice yaşlanmıştı artık. Öksürük nöbetleri uykusunu bölüyor, iki basamak merdiven çıksa nefes nefese kalıyordu, titreyen elleriyle sigarasını zor sarıyordu.İyice zayıflamıştı, zaten kısacık olan boyuyla bir çocuk gibi kalmıştı. Kadıncağız ellerini açıp dualar ediyor, ahir ömründe olsun şu adamın hali biraz düzelsin ' diye yalvarıyordu Allah' a...
Adam bir sabah evden çıktı, fakat ertesi sabah oldu, dönmedi. Tan yeri ağarırken kadın aramaya çıktı kocasını. Kim bilir yine nerde sızıp kalmıştı!Köyün üst tarafındaki çeşmenin başına gitti önce, orada içerdi adam, bulamadı. Yakındaki tarlaları aradı, köyün dört bi yanına baktı, yoktu.Eve gelmiştir belki diye koşarak geri geldi, hayır, dönmemişti. Güneş inmek üzereydi, bir acele abdest aldı, namaz durdu.Duası bitmek üzereydi ki, kapının çalındığını duydu.
Kocasıydı gelen. Adamın yüzü sapsarı kesilmişti. Öksürüyordu, eliyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın koluna girdi kocasının, güç-bela sedire kadar taşıdı.Uzandı adam, karısının yüzüne baktı, ağlıyordu. Doğrulmak ister gibi yaptı, hakkını helal et diyecekti, lafının sonunu getiremedi, başı yastığa düştü, ölmüştü.Kadıncağız kocasının başında epey bir ağlayıp feryat etti. Biraz kendine gelince gözlerini sildi, yemenisini bağladı.Kalktı, imamın evine gitti.Hocam... Diyebildi hıçkırarak, bizimkisi..Söyleyemiyordu, ama İmam Efendi durumu anlamıştı. Kadının yüzüne baktı, köylü ne der diye düşündü, bocaladı.
O mendebur bir kez bile caminin kapısından içeri girmedi, kaldırmam onun cenazesini, deyip kapıyı kapadı.Kahroldu kadın. Nereye gitsem, ne yapsam diye düşündü. Kimseleri yoktu ki, çaresiz eve döndü.
Yıkadı kocasını, sandıktan çıkardığı beyaz bir çarşafa sardı, omuzuna aldı, mezarlığın yolunu tuttu.Caminin köşesinden dönerken, muhtar ve köylülerin kendisine doğru gelmekte olduğunu gördü.Bir kez daha düğümlendi boğazı, cenazesi omuzundan kayarken, dizlerinin üzerine çöktü, ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı.Hışımla yaklaştı muhtar:Onu nereye götürüyorsun, dedi, mezarlığa götüreyim deme sakın! Sağlığında biz çektik, bir de ölülerimiz çekmesin o herifin elinden..Kadın gözlerini çarşafın üzerine dikmiş, öylece duruyordu. Birden bağırmaya başladı, delirmiş gibiydi sanki Kalabalık yanından korkuyla uzaklaşırken, cenazesini tekrar yüklendi, köyün dışına doğru yürümeye başladı.Kan ter içinde kalmıştı kadın, artık adım atacak hali yoktu. Kendi kendine;Şuracığa gömeyim adamımı, dedi, kimseler rahatsız olmaz burada...Tam o anda bir ayak sesi duydu, irkildi, bir çobandı gelen. Kadıncağız her şeyi olduğu gibi anlattı. Üzüldü çoban, gözleri doldu.Dert etme, dedi, ben yardım ederim sana.Bir çukur kazıp cenazeyi gömdüler. Çoban başucunda durdu mezarın, ellerini açtı, dua etti.Birkaç çiçek buldu kadın, toprağın üstüne serpti. Çobana dualar ederek evine döndü.
Yorulmuştu.Camın kenarına oturup uzaklara daldı. Uyuyup kaldı oracıkta.Ertesi sabah imamın kapısını telaşla çaldı muhtar. Bir yandan tokmağı vuruyor, bir yandan da ' İmam Efendi, İmam Efendi...' diye bağırıyordu. İmam korkuyla açtı kapıyı.Bir rüya gördüm, dedi muhtar, hocam o berduş, o serseri adam Cennet' teydi. Bana gülüyor, hakkım sana bile helal olsun diyordu.Rüyayı duyana imamın benzi attı, kendisi de hemen hemen aynı rüyayı görmüştü.Gel hele, içeri gel...' demeye kalmadı ki, köyün delisini gördüler.Koşarak geliyor, bir yandan da bağırıyordu:Demedim mi ben, demedim mi size, rüyamda gördüm, rüyamda...Birkaç köylü daha benzer rüyalar gördüğünü söyleyince, kadının yanına gitmeye karar verdiler. Özür dileyecek, kendilerini affettirmeye çalışacak, bu arada işin aslını öğreneceklerdi. Bir şeyler olmuştu ama neydi?Eve vardıklarında kapıyı açan kadın şaşkındı. Kapıyı yüzlerine kapatacak oldu, yapamadı. Gelenler olan biteni anlatıp özür diledi, cenazeyi nereye defnettiğini, neler olduğunu sordular.Kadıncağız her şeyi anlattı, can kulağı ile dinlediler ve çobanı bulmaya karar verdiler.Bir yandan yürüyor bir yandan da aralarında konuşuyorlardı; ' bu çoban bir evliyaydı herhalde, belki de Hızır' dı, aslında ölen adam da o kadar kötü bir adam değidi.'Tarif edilen yere geldiklerinde çoban koyunlarını otlatıyordu. Gelenleri görünce ayağa kalktı, ' hayırdır inşaallah ' dedi. Oturdu, onlara süt ikram etti, konuşmaya başladılar.Çoban söylenenlerden hiç bir şey anlamamıştı, cenazeyi nasıl defnettiklerini anlattı.Ben bir garip kulum, dedi; cenazeyi defnettik, başucunda oturup dua ettim sadece, hepsi bu...Merakla nasıl bir dua ettiğini sordular, çoban da söyledi;Allah' ım, ben dağda koyunlarımı otlatırken kulların gelir yanıma, selam verirler. Senin selamınla gelen senin misafirindir der, ağırlarım. Süt ikram eder, azığımı paylaşırım.
Şimdi de ben sana bir misafir yolluyorum, onu da sen ağırla

8

Monday, 24.11.2014, 18:41



KiMSENiN YAPTIGI YANINA KALMAZ

Abbasi halifelerinin beşincisi Harun Reşid, sarayının bahçesindeki bir gül fidanını çok beğenir. Yaprağı, kokusu, görünüşüyle dikkatini çeken gülü özel bakıma alması için bahçıvana emir verir.
Bahçıvan üzerine titremeye başlar gülün. Ne var ki, sakınan göze çöp batar derler ya. Aynen öyle olur. Bir sabah bahçıvan gelip bakar ki, gülün dalına konan bir bülbül, ne kadar yaprak varsa hepsini gagalayarak yere düşürmüş. Tek yaprak bırakmamış gülün başında... Korku içinde koşar halifeye:
Sultanım der, üzerine titrediğimiz gülün yapraklarını bir bülbül gagalayarak yere dökmüş, tek yaprak bırakmamış gülün başında... Harun Reşid, telaş etmeden cevap verir:
Üzülme efendi üzülme, der. Bülbülün yaptığı yanına kalmaz!.
Rahat bir nefes alan bahçıvan işine döner. Bir gün bakar ki, bir yılan yaprakları düşüren bülbülü yakalamış, yutmak üzere, otların arasında kayıp gidiyor. Heyecanla yine halifeye gelir:
Sultanım der, bülbülü bir yılan yakalamış, yutarken gördüm.
Sultan yine telaşsız:
Merak etme efendi der, yılanın yaptığı da yanına kalmaz!.
Bahçıvan yine işine döner... Bir ara bahçede çalışırken otların arasında yılanı görür. Hemen elindeki küreğiyle darbe üstüne darbe indirerek yılanı orada öldürür. Sevinçle geldiği halifeye durumu anlatır:
Sultanım der, bülbülü yakalayan yılanı ben de bahçede otlar arasında yakalayıp küreğimle öldürdüm. Harun Reşid yine sakin:
Bekle efendi bekle der, senin de yaptığın yanına kalmaz!. Nitekim çok geçmez bahçıvan hatalar yapar. Yakalayıp halifenin huzuruna çıkarırlar. Cezalandırılmasını isterler. Halife emrini verir.
Atın bunu zindana!. Hemen yaka paça zindana doğru götürürken geriye dönen bahçıvan şunları söyler:
Sultanım der, bülbülün yaptığı yanına kalmaz dediniz, onu yılan yuttu. Yılanın yaptığı yanına kalmaz, dediniz, onu da ben öldürdüm.
Şimdi benim yaptığım da yanıma kalmıyor, sen zindana attırıyorsun.. Herkesin yaptığı yanına kalmıyor da seninki mi yanına kalacak? Demek sana da bir yapan çıkacak... Öyle ise gel sen bana yapma ki bir başkası da sana yapmasın!..
Harun Reşid, doğru söyledin bahçıvan, diyerek:
Bırakın bahçıvanı, çiçekleri sulamaya devam etsin!.. Derler ki:
Sultanımız, yaptığı yanına kalır!..
Hayır der, kimsenin yaptığı yanına kalmaz. En ağır şekliyle ahirette ödemeye tehir edilir. Ama gafil insanlar bunun farkına varamaz da, yaptığı yanına kaldı sanırlar!..
Evet,Kimsenin yaptığı yanına kalmaz. Bunda hiç şüpheniz olmasın. Yanına kaldı sanılanlar daha ağırıyla ahirette ödemeye tehir edilirler. Ne var ki, gafil insanlar bunun farkına varamaz da yaptığı yanına kaldı sanırlar.



9

Monday, 24.11.2014, 19:37



Komşuluk

Kaldırımın kenarında bir serçe gördü küçük kız. Uçmaya çalışıyor ama başaramıyordu. Hayvanın belli ki bir sıkıntısı vardı. “Ay, yazık.!” diye düşündü küçük kız.
Geçip gidemedi. Sanki gizli bir el onu durdurmuştu. Kendini sorumlu hissederek serçeyi yerden alıp eve götürmek istedi. Zavallı serçe kendini Serenay’ın avucundan kurtarmaya çalıştı ama kız onu bir anne gibi sarmıştı. Serenay etrafına bakınarak bir veteriner aramaya başladı. Nihayet yarım saatlik bir aramadan sonra veterineri buldu. Artık minik serçe güvende sayılırdı. Veteriner dikkatlice yarasını sardı ve minik serçeyi uzatırken sıkı sıkı tembihlemeyi unutmadı. “Bir iki haftaya kadar toparlar. Ancak sokakta kalması tehlikeli olur, her an bir kediye kurban gidebilir.”
Serenay veterinerden kuş besleme hakkında detaylı bilgi aldıktan sonra serçeyle birlikte evin yolunu tuttu. Birkaç gün geçmiş ve minik serçe kendini toparlamıştı. Zavallı kuşçuk artık rahatlıkla uçabilecek konuma gelmişti.
Bir gün…
Serenay ona uçma pratiği yaptırırken açık unutulmuş pencereden dışarı çıkan serçe havadaki rüzgarın etkisiyle bir alt komşunun, Şükran teyzenin evine giriverdi. Şükran teyze aksi ve geçimsiz bir ihtiyardı. Serenayların apartmanında kimse onunla görüşmek istemiyordu.
Yalnız ve huysuz bir kadındı Şükran teyze. Kızcağız çaresiz, minik serçenin akıbetinden endişe ederek huysuz kadının kapısını çaldı. Kadının bağıracağından korkarken yaşlı kadın sıcacık bir ses tonu ile ” Merhaba.!” diyerek kapıyı açtı. Serenay, tam ağzını açıp da Şükran teyzeye “ Serçem.!” diyecekti ki serçesinin bu aksi kadının elinde olduğunu fark etti. Kadın, Serenay’ı evine davet etti. Serenay şaşırarak ve birazda çekinerek kadının evine girdi. Yaşlı kadın serçeyi nasıl bulduğunu sorunca öyküsünü anlattı.
Küçük serçe evin içinde uçup dururken Serenay da apartmandaki herkesin yaşlı kadından çekindiğini söyleyiverdi. Şükran teyze “ Ben yaşlı biriyim kızım, yaşlanınca insan yalnızlaşıyor. Rahmetli ananem bana son günlerinde ‘ihtiyarın yüzü ekşi olur,kimse gelmez ziyaretine’ derdi. Şimdi daha iyi anlıyorum onu. İnsan ihtiyarlaşınca tahammülü de azalıyor. Gürültü olunca ya da etraf kirlenince elbette komşularımla aksileşiyorum. Ama senin gibi beni ziyaret etseler, halimi hatırımı sorsalardı onlara karşı hoşgörüm gelişirdi.” deyiverdi usulca.
Bu tatlı sohbetten sonra Serenay, özünde hoş bir insan olan bu kadını daha sık ziyaret etmeye, hatta diğer komşularla beraber ziyaret etmeye karar verdi. Üst kata doğru çıkarken binaya yeni taşınan yaşlıca bir bey onu gördü. ’Kızım bu tatlı serçeye ne oldu böyle?’dedi ve ayaküstü bir sohbet başladı. Yaşlıca bey emekli Din Kültürü öğretmeniydi ve bir muhabbet kuşu besliyordu. Yaşlıca bey, Serenay’ı hanımıyla tanışmaya davet etti. Bu arada okuldan da konuştuklarında kızın Din Kültüründen kalmak üzere olduğunu öğrenince ona ücretsiz olarak derslerinde yardımcı olmayı teklif etti. Kız, elinde serçe ile evine döndüğünde akşam olmuştu. Yaramaz kuş uçma denemeleri yaparken bu sefer de üçüncü kattaki bir daireye girmişti.Üçüncü kattaki karı-koca Yasin ile Yasemin sebepsiz yere tartışıyorlardı. Bağıra çağıra birbirleriyle konuşuyorlar ama aslında birbirlerini hiç dinlemiyorlardı. Neredeyse tabaklar, çanaklar ve terlikler uçuşmaya başlayacaktı ki içeri serçe girdi. Karı-koca birden durdu ve serçenin peşine düştü. Yaramaz kuş bir koltuktan diğerine uçuyordu.Bu arada kapı açıldı ve Serenay içeri girdi. “Sanırım serçem sizin evinize kaçtı.” dedi. Yasin ve Yasemin onu içeri davet ettiler ve tüm hikayeyi anlatmasını istediler. Özellikle de Şükran teyze ilgili olan kısmını. Serenay dedi ki
- Sanırım birbirimizi dinlemeyi, birbirimize saygı göstermeyi unuttuk.
Karı-koca önce birbirlerine, sonra utanarak yere baktılar.

Ertesi akşam Serenay bir organizasyon yaptı. Tüm komşular pasta ve böreklerle Şükran teyzeyi ziyaret ettiler. Öylesine sıcak bir ortam oldu ki…
Onlar sohbet ederken küçük serçe bir koltuktan diğerine zıplıyordu. Sonra da pencereden bir daha dönmemek üzere uçup gitti. Serenay çok mutluydu artık. Allah’ın küçük bir yaratığına yaptığı yardımla aslında o, bütün apartmana yardım etmişti.

10

Wednesday, 3.12.2014, 21:51



Çoban ve Elma Ağacı ,
Yaşlı çoban sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak:
"Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık".

Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.

Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken :
"Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi."
Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.

Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.

Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense birşey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini. Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinde daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Birşey hatırlamıştı.
Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken :
"Canım" dedi, hıçkırıp ağlayarak.
"Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?" 

11

Friday, 5.12.2014, 23:28



Ağlamadan Okumanız Temennisiyle Huzursuz Odalar. Efendimiz (s.a.v) buyurdular ki; Anne-baba, Cennet’in orta kapısıdır. Artık sen o kapıyı ister zayi et, ister muhafaza et.” (Tirmizî, Birr, 3) Buz gibi odalarla dolu kocaman binalar diktiler ülkeme. İçine ömürlerinin son demlerinde olan anneleri, babaları doldurdular. Adına huzur evi dediler. Oysa huzur hiç uğramadı oraya. Eskiden yaşlılarımızı kapatmazdık başka yerlere. Onların yüzü suyu hürmetine belalar def oluyor der, onları nimet bilirdik. Boyunlarını bükük bırakmazdık.
Dışardan huzurlu gibi görünen, bu sessiz sakin binalarda, ne fırtınalar kopuyor kimbilir. Kaç anne anlatmak, haykırmak istedi duygularını, kaç anne yazmak istedi bilinmez. O annelerin adına yazdım bu satırları. Bu mektup huzursuz odalardaki yüreği yorgun annelerin sessiz çığlıklarıdır, Takvime baktım da 5 sene olmuş buraya geleli. Nasıl geçti o 5 sene bir de bana sor. Çok bakmıyorum takvimlere. İçim sıkılıyor, zaman geçmiyor. Eskiden su gibi akıp geçiyor zaman derdim. Şimdi öyle düşünmüyorum. Demek insan mutluyken çabuk geçermiş zaman. Hapishanedekileri şimdi daha iyi anlıyorum. Beni buraya bıraktığın gün anneler günüydü hatırlıyor musun? O günden beri anneler günü denen gün benim için daha da bir anlamsızlaştı. Her sene bugün anne olmak ayrı bir acı veriyor bana. Sen küçük bir çocuktun daha. Hiç bir yere bırakmazdım ben seni, öyle savunmasız, öyle masumdun ki, kimselere güvenip yollamazdım. Yanımdan hiç ayırmazdım. Şimdi beni nasıl olupta tanımadığın insanlara teslim ettiğini düşünüyorum. Gözden çıkarılmış eski bir eşya gibi hissediyorum kendimi. Yıpranmış, işe yaramaz. Kırgınlık mı? Belki, kırgınım biraz. Geçen gün eski komşumuz Mevlüde teyzenin kızı Şükran geldi. Yolda görmüş seni. “Neden bıraktın anneni” diye sormuş sana. “Kendisi istedi” demişsin. “Maaşıda var bakıyorlar, yeri sıcak, her işi görülüyor içim rahat” demişsin. Kendim istemiştim evet, bazen naz yapma kabilinden ” Yaşlanınca huzurevine gönderin beni, kimseye yük olmak istemem” derdim. Ama içten içe hiç konduramaz dım bu durumu, ne kendime, ne sana. “Bırakmaz beni bir yere” derdim. Tıpkı küçükken benim seni bırakmadığım gibi, beni hiç bırakmazsın sanırdım. Yaramaz bir çocuktun sen. Yerinde duramayan serseri bir mayın gibiydin.Kaç kez ısırdım dudaklarımı sana bağırmamak için, kaç kez sıktım yumruğumu vurmayayım diye. Ama hiç vurmadım sana, hiç kırmadım kalbini… Komşulardan biri sana “çok yaramaz” dedi diye aylarca onun yüzüne bakmamıştım. Kimse laf söylemesin, incitmesin isterdim. Tahammül edemezdim sana dikilen sert bir bakışa bile…Geçen gün bana “bunak kadın” dedi bakıcının biri. Hasta bezini lavaboda unutmuşum. Arada oluyor tutamıyorum diye vermişlerdi. Diğerleride duydu ya, nasıl utandım bir bilsen… Daha ne laflar söylüyorlarda dilim varmıyor söylemeye. Kırar mıyım, incitir miyim diye kim düşünüyor ki? Çok hassastım eskiden bilirsin, çabuk alınırdım. Hem benden titizi mi vardı? Kimselerin işini beğenmezdim. Şimdi yemek yerken bile yoruluyorum,üstüme döküyorum. Bazen yatarak kılıyorum namazlarımı. Secdeye başımı koyup uzun uzun öylece kalmayı ne çok özledim…Yaşlansam da geleceğe dair umutlar besliyordum buraya gelmeden evvel. Evladımı büyüttüm nasıl olsa, artık yorgunluklar biter, ben rahat otururum torunlarımı severim, sen sorarsın “anne ilacını getireyim mi, bir şeye ihtiyacın var mı?” diye. arkama yastık koyarsın, kesemediğim tırnaklarımı sen kesersin sanıyordum. Şimdi çoğu kez tırnaklarımı keserken kanattıklarını bilmezsin tabi…Gerçi benden daha beterleride var burada. Emine Bacı vardı mesela. Köyden gelmişti. Bir ay kadar oldu öleli. Bir sene evvelde Alzheimer hastası olan kocası ölmüştü. Çok çekti zavallı. Üç oğlu varmış Emine Bacı’nın. Aslan gibiymiş hepsi. Ben görmedim, gelmezlerdi hiç. Üç adam bir anayı sığdıramamışlar evlerine. Bağ bahçe gezmeye alışmış kadın. Hiç oturup kalmamış yerinde. Burada nasıl zorlandı, neler çekti Allah biliyor. Her yaz köyüne gidecek diye umut ederdi. Haber göndermiş oğlu, “Annemin ancak ölüsü çıkar oradan” demiş. Köylülerden çıkarıp bakmak isteyenler olmuş, ona da izin vermemişler. Bir keresinde pencereden atlamaya kalktı da zor tuttu bakıcılar. En son oğlu bayramlık göndermişti, “zıkkım olsun ondan gelen” dedi, giymedi elbiseyi. Hiç oğlum, yavrum demedi. “Köyüm” dedi, “evim” dedi durdu gariban. Bir sabah yatağında ölü buldular. Ölümü bile yalnız oldu Emine Bacı’nın.(*) Ooof off hangisini anlatsam, daha neler var neler…
Şu bakıcı kadını sevemedim bir türlü. Sanki özel olarak seçmişler. Bu kadar mı merhametsiz olur bir insan ? Hiç mi gülmez yüzü ya hu? Her gün odaya gelince burnunu tutuyor. Pis kokuyormuş. Pencereyi sonuna kadar açıyor. Mutlaka yarım saat açık tutuyor. Çok üşüyorum. Zaten parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi…Hatırlar mısın ilkokula gittiğin o yılları. Kışın kuzine sobayı yakardım. Sen gelmeden yemeği hazır eder, sobanın üzerine koyardım. Sen seviyorsun diye sobanın fırınında bir kaç tane küçük patatesi pişirirdim muhakkak. Okuldan gelir gelmez sobanın yanına koşardın. İlk işin tencereye bakmak olurdu. Genelde sevdiğin yemekleri yapardım. Ellerin üşümüş diye avuçlarımın içine ellerini alır ısıtırdım, öperdim öperdim…Sık sık uğrarım demiştin. Tam 8 ay olmuş uğramayalı. İşlerin yoğunmuş, zamanın yokmuş. Torunlarım da sormuyorlar demek. Yeni eve taşınmışsın aldım haberini. Arkadaşın Zehra söyledi. Vefalı kızdır, arada geliyor sağolsun. Annesi de babası da yanında vefat etmiş. Hiç bırakmamış bir yere, yanından ayırmamış. İmrenmedim desem yalan söylerim… “Evi çok büyük” dedi. Kocaman odaları, geniş bir balkonu varmış evinin. Yeni mobilyalar almışsın, eskileri elden çıkarmışsın.Tıpkı beni çıkardığın gibi… Herşeyi sığdırdın da evine, bir beni sığdıramadın a kuzum. Hadi onu da geçtim. Bir kere “Anne gel evimi gör, bir kaç gün kal” bile demedin… Zehra’ya “Anneler gününde görmeye gideceğim” demişsin Ben anneler gününü hiç beklemiyorum biliyor musun? Anne olmak acı verir mi insana? O gün bana acı veriyor yavrum. Artık kendimi bir anne gibi hissedemediğim için belkide… Bir evlat bir,torun sevemez sen, çevrende anne diyen olmazsa sana, ne anlamı var anne olmanın? Ölene imrenilir mi hiç? İmreniyorum işte. Kimin öldüğünü duysam “darısı başıma” diyorum. Hayaller umutlar, mutlu zamanlarmış insanı ayakta tutan. Onlar yoksa yaşamak zulüm olurmuş meğer…Kim icat etmiş bu huzursuz evleri? Rahat yüzü görmesin deyip her gün beddua ediyorum. Huzur eviymiş. Hergün ölüp ölüp diriliyorum bu huzursuz odada. Hiç tanımadığım,mizacımın uymadığı insanlarla yatıp kalkıyorum. Hiç bir şey bana ait değil. Söz hakkım yok, elbiselerim bile benim değil sanki. Allahım al emanetini ne olur, bu yükü taşıyamıyorum…Bu huzursuz evleri icat edenler mi çıkarmış anneler günü denen yalancı günü? İnsanlar yaşlı annelerini bu evlere kapatsın da sonra anneler günü olunca ziyaret etsinler diye öyle mi?Bak yine geldi o uğursuz gün. Zehra geleceğini söylemişti. Gelsen de bir, gelmesen de artık. Ben anneler gününü hiç sevemedim biliyor musun? Dünyalara sığmayan anne yüreğim huzursuz bir odaya hapsedildi. Ne sevmenin, ne anneliğimin bir anlamı yok artık… Çok üşüyorum. Hem parmaklarımda da can kalmamış sanki, kolay kolay ısınmıyor eskisi gibi Cahide Sultan Yazıda geçen Emine Bacı bizim köyde yaşayıp geçtiğimiz yıllarda vefat eden bir teyzemizdir. Olay tamamen gerçektir. Dünya tatlısı Emine bacı ve Remzi Dayı’yı rahmetle yad ediyorum*.



Alıntı ((((

12

Friday, 5.12.2014, 23:55

Huzur Hikayesi




HUZUR HİKAYESİ
Bir gün bilge bir kral, huzuru en güzel resmedecek sanatçıya büyük bir ödül vereceğini ilan etti. Yarışmaya çok sayıda sanatçı katıldı. Günlerce çalıştılar, birbirinden güzel resimler yaptılar. Sonunda, eserlerini saraya teslim ettiler.

Tablolara bakan kral sadece ikisinden hoşlandı. Ama birinciyi seçmek için karar vermesi gerekiyordu.

Resimlerden birisinde, sükunetli bir göl vardı. Göl bir ayna gibi etrafına yükselen dağların huzurlu görüntüsünü yansıtıyordu.Üst tarafta pamuk beyazı bulutlar gökyüzünü süslüyordu. Resme kim baktıysa, onun mükemmel bir huzur resmi olduğunu düşünüyordu.

Diğer resimde de dağlar vardı. Ama engebeli ve çıplak dağlar. Üst tarafta öfkeli gökyüzünden yağmur boşalıyor ve şimşek çakıyordu. Kısacası, resim hiç de huzur dolu görünmüyordu.
Fakat, kral resme bakınca, şelalenin ardında kayalıklarda bir çatlaktan çıkan bir çalılık gördü. Çalılığın üzerinde ise anne kuşun ördüğü bir kuş yuvası görünüyordu. Sertçe akan suyun orta yerinde ise anne kuş yuvasını koruyordu.

Peki ödülü kim kazandı dersiniz?
Kral ikinci resmi seçti.

‘‘Çünkü’’ dedi, ‘‘Huzur hiçbir gürültünün, sıkıntının ya da zorluğun bulunmadığı yer demek değildir. Huzur, bütün bunların içinde bile yüreğinizin sükun bulabilmesidir.

Huzur Yüce Rabbimizin çok büyük bir ikramıdır,huzur nimeti için Rabbimize şükürde bulunmayı unutmayalım.

13

Saturday, 6.12.2014, 00:47

Yaşli Kari - Koca




YAŞLI KARI - KOCA
Ekmek hikayesi. Bunu dun azerice paylasmisdim...simdide turkce tercumanlik.yapdim.azerice anlamiyan.kardeslerim.icin bi daha paylasdim.

Yaşlı karı-koca çok güzel bir kahvaltı sofrasında, evliliklerinin 50. yılını kutlamaktadırlar, ikisinin de yüzleri gülmektedir, Gayet neşelidirler.Kadın kocasına ikram etmek üzere, masanın üzerinden dilimlenmiş ekmeğe tereyağı sürmek üzere alır ve ekmeğin yumuşak tarafına yağı sürer, içinden de şöyle geçirir:“50 yıldır kocam ekmeğin yumuşak tarafını seviyor diye ona her sabah ekmeğin yumuşak tarafını veriyorum. Bugün ekmeğin yumuşak tarafını kendime ayıracağım, dış yüzünü ve sert tarafını da kocama vereceğim. Bugünlük beni affeder. Nasıl olsa evliliğimizin 50. yılı.”Ekmeğin dış yüzüne yağ sürerek kocasına ikram eder. Kocası ise hayret ve sevinç içerisinde, şöyle düşünür:“Ah karıcığım! 50 yıldır sen ekmeğin dış yüzünü seviyorsun diye hep ben yumuşak tarafını yedim, ne kadar naziksin, fedakârlıkta bulunup ekmeğin sert tarafını bana veriyorsun!”

14

Saturday, 6.12.2014, 19:47

Küçük kız



Küçük kız hüzünlü bir yabancıya gülümsedi. Bu gülümseme adamın kendisini daha iyi hissetmesine sebep oldu. Bu hava içinde yakın geçmişte kendisine yardım eden bir dosta teşekkür etmediğini hatırladı. Hemen bir not yazdı yolladı. Arkadaşı bu teşekkürden o kadar keyiflendi ki her öğle yemek yediği lokantada garson kıza yüklü bir bahşiş bıraktı. Garson kız ilk defa böyle bir bahşiş alıyordu. Aksam eve giderken kazandığı paranın bir parçasını her zaman köşe başında oturan fakir adamın şapkasına bıraktı. Adam öyle ama öyle minnettar oldu ki... İki gündür boğazından aşağı lokma geçmemişti. Karnını ilk defa doyurduktan sonra bir apartman bodrumundaki tek odasının yolunu ıslık çalarak tuttu. Öyle neşeliydi ki bir saçak altında titresen köpek yavrusunu görünce kucağına alıverdi. Küçük köpek gecenin soğuğundan kurtulduğu için mutluydu. Sıcak odada sabaha kadar koşuşturdu. Gece yarısından sonra apartmanı dumanlar sardı. Bir yangın başlıyordu. Dumanı koklayan köpek öyle bir havlamaya başladı ki önce fakir adam uyandı sonra bütün apartman halkı... Anneler babalar dumandan boğulmak üzere olan yavrularını kucaklayıp ölümden kurtardılar. Bütün bunların hepsi beş kuruşluk bile maliyeti olmayan bir tebessümün sonucuydu . . .



15

Saturday, 6.12.2014, 19:50

NALINCI BABA Hazretleri



NALINCI BABA Hazretleri

Adsız şansız bir ALLAH DOSTU
Murat Han (III. Murat) o gün bir hoştur. Telaşeli görünür. Sanki bir şeyler söylemek ister, sonra vazgeçer. Neşeli deseniz değil, üzüntülü deseniz hiç değil. Veziriazam Siyavuş Paşa sorar:
Hayrola efendim canınızı sıkan bir şey mi var?
Akşam garip bir rüya gördüm.

Hayırdır iNSEALLAH
Hayır mı, şer mi öğreneceğiz.
Nasıl yani?
Hazırlan dışarı çıkıyoruz.
Ve iki molla kılığında çıkarlar yola. Görünen o ki padişah hâlâ gördüğü rüyanın tesirindedir ve gideceği yeri iyi bilir. Seri ve kararlı adımlarla Beyazıd'a çıkar, döner Vefa'ya. Zeyrek'ten aşağılara sallanır. Unkapanı civarlarında soluklanır. Etrafına daha bir dikkatli bakınır. İşte tam o sıra, orta yerde yatan bir ceset gözlerine batar. Sorarlar 'Kimdir bu?' Ahali 'Aman hocam hiç bulaşma' derler, 'ayyaşın meyhur'un biri işte!'
Nerden biliyorsunuz?
Müsaade ette bilelim yani. Kırk yıllık komşumuz.
ÖFKELİ KOMŞULAR
Bir başkası tafsilata girer.
'Biliyor musunuz?' Aslında iyi sanatkârdır. Azaplar çarşısında çalışır, nalının hasını yapar. Ancak kazandıklarını içkiye, fuhşa harcar. Hem şişe şişe şarap taşır evine, hem nerede namlı mimli kadın varsa takar peşine.
Hele yaşlının biri çok öfkelidir.
İsterseniz komşulara sorun. Sorun bakalım, onu bir kere olsun cemaatte gören olmuş mu?
Hasılı mahalleli döner ardını gider. Bizim tebdil-i kıyafet mollalar kalırlar mı ortada. Tam Vezir de toparlanıyordur ki padişah önünü keser.
Nereye?
Bilmem. Bu adamdan uzak durmayı yeğlersiniz sanırım.
Millet bu, çeker gider. Kimseye bir şey diyemem. Ama biz gidemeyiz. Öyle veya böyle tebamızdır. Defnini tamamlasak gerek.

İyi ya, saraydan birkaç hoca yollar, kurtuluruz vebalden.
Olmaz. Rüyadaki hikmeti çözemedik daha.

Peki ne yapmamı emir buyurursunuz?

Mollalığa devam. Naaşı kaldırmalıyız en azından.
Aman efendim. Nasıl kaldırırız?
Basbayağı kaldırırız işte.
Yapmayın etmeyin sultanım, bunun yıkanması paklanması var. Tekfini, telkini...
Merak etme ben beceririm. Ama önce bir gasılhane bulmalıyız.
Şurada bir mahalle mescidi var ama...

Olmaz. Vefat eden sen olaydın nereden kalkmak isterdin?
Ne bileyim Ayasofya'dan, Süleymaniye'den. En azından Fatih Camii'nden.
Ayasofya ile Süleymaniye'de devlet erkanı çoktur. Tanınmak istemem. Ama Fatih Camii'ni iyi dedin. Haydi yüklenelim.
Ve gelirler camiye. Siyavuş Paşa sağa sola koşturur kefen, tabut bulur. Padişah bakır kazanları vurur ocağa. Usulü erkanınca bir güzel yıkarlar ki naaş ayan beyan güzelleşir sanki. Bir nurdur aydınlanır alnında. Yüzü şakilere benzemez. Hem mânâlı bir tebessüm okunur dudaklarında.

Padişahın kanı ısınmıştır bu adama, vezirin ona keza. Meçhul nalıncıyı kefenler, tabutlar, musalla taşına yatırırlar. Ama namaz vaktine hayli vardır daha. Bir ara vezir sıkıntılı sıkıntılı yaklaşır:
Sultanım yanlış yapıyoruz galiba
Nasıl yani?
Heyecana kapıldık, cenazeyi sorup araştırmadan getirdik buraya, Kimbilir hanımı vardı belki, belki de yetimleri?
Doğru. Öyle ya. Neyse, sen başını bekle, ben mahalleyi dolanıp geleyim.
BİZİM EFENDİ BİR ALEMDİ
Vezir cüzüne, tesbihine döner, padişah garip maceranın başladığı noktaya koşar. Nitekim sorar soruşturur, nalıncının evini bulur. Kapıyı yaşlı bir kadın açar. Hadiseyi metanetle dinler, sanki bu vefatı bekler gibidir.
Hakkını helal et evladım .Belli ki çok yorulmuşsun.
Sonra eşiğe çöker ellerini yumruk yapar, şakaklarına dayar. Ağlar mı? Hayır. Ama gözleri kısılır, belki hatıralara dalar. Neden sonra silkinip çıkar hayal dünyasından.
Biliyor musun oğlum?' diye dertli dertli söylenir, Bizim efendi bir âlemdi vesselâm. Akşamlara kadar nalın yapar, ama birinin elinde şarap şişesi görmesin, elindekini avucundakini verir satın alırdı. Sonra getirip dökerdi helaya.
Niye?
Ümmet-i MUHAMMED içmesin diye.
Hayret.
BAK ŞU İŞE!
Sonra malum kadınların ücretini öder eve getirirdi.
Ben sizin zamanınızı satın aldım mı, aldım. Öyleyse şimdi dinleseniz gerek, der çeker giderdi, ben menkibeler anlatırdım onlara. Mızraklı İlmihal, Hüccet-ül İslâm okurdum.
Bak sen! Millet ne sanıyor halbuki.
Milletin ne sandığı umurunda değildi. Hoş, o hep uzak mescidlere giderdi. 'Öyle bir imamın arkasında durmalı ki' derdi, 'tekbir alırken Kabe'yi görmeli.'
Öyle imam kaç tane kaldı şimdi.
İşte bu yüzden Nişanca'ya, Sofular'a uzanırdı ya. Hatta bir gün
Bakasın Efendi! Sen böyle böyle yapıyorsun ama komşular kötü belleyecek. İnan cenazen kalacak ortada'. dedim,
Doğru öyle ya?

Kimseye zahmetim olmasın! deyip mezarını kazdı bahçeye.
Ama ben üsteledim.
İş mezarla bitiyor mu? Seni kim yıkasın, kim kaldırsın? dedim.

Peki o ne dedi?
Önce uzun uzun güldü, sonra
ALLAH BÜYÜKTÜR hatun, hem padişahın işi ne? dedi.
.....
İşte Nalıncı Baba o adsız sansız ALLAH DOSTLARINDAN biridir. Asıl adı, MUHAMMED Mimi Efendidir. Bergamalıdır. 1592 yılında vefat etti. Cenaze hizmetlerini bizzat padişah gördü ve mübareği evine defnetti. Kabri üzerine bir kubbe, önüne bir çeşme koydurdu. Dahası bir tekke ile yaşattı adını. Türbesi Unkapanı'nda, Cibali tütün fabrikasının arkasında, Haraçzade Camii karşısındadır.

16

Friday, 12.12.2014, 20:10

Haddini Aşmanin Zarari‏


mesneviBir gün adamın biri Hz. Musa (a.s.)’ya geldi:

– “Ya Musa ne olur dua et de ben hayvanların dilinden anlayayım ve bundan kendime hisseler çıkartarak daha iyi bir insan olayım.” dedi.

Hz. Musa (a.s.):

– “Yürü işine git, kaldıramayacağın bir yükün altına girmeye çalışma, bu halin senin için daha hayırlıdır.” dedi.

Fakat adam dinlemedi ısrar etti:

– “Ya Musa ne olur hiç değilse kapımda yatan köpekle horozun dilini anlayayım.” dedi.

Musa (a.s.) her ne kadar bundan vazgeçmesi için çalıştıysa da adam ısrar etti. Bunun üzerine Musa (a.s.) ona dua etti. Adam sevinerek evine döndü. Ertesi sabah hizmetçisi sofrayı kurarken bir parça ekmek fırlayıp düştü. Horoz koşarak bunu kaptı. Köpek buna kızdı:

– “Be horoz bu yaptığın doğru mu? Sen buğday da yiyebilirsin arpa da. Mısır da yiyebilirsin, küçük taneleri de. Bense ekmekten başka bir şey yiyemem, neden benim rızkımı kapıyorsun?” dedi.

Horoz cevap verdi:

– “Haklısın fakat hiç tasalanma yarın bizim efendinin eşeği ölecek, sen de böylece karnını iyice doyuracaksın.” dedi.

Bunu duyan adam hemen eşeği pazara götürerek sattı.

Ertesi sabah da bakalım köpekle horoz ne konuşacaklar diye onların yanına geldi.

Köpek horoza sitem ediyor:

– “Yahu horoz hani eşek ölecekti, biz de karnımızı doyuracaktık.” diyordun.

Horoz:

– “Eşek ölmeye öldü lakin başka yerde. Çünkü sahibim onu sattı. Fakat hiç merak etme yarın at ölecek, o zaman da daha büyük bir ziyafete konacaksın.” dedi.

Bunu duyan adam hemen ahıra koştu, atı aldığı gibi pazara götürüp sattı. Sevinerek evine döndü:

– “Bu hayvanların dilini öğrenmem çok iyi oldu. Böylece zarardan kurtuldum.” diye düşünüyordu.

Ertesi sabah yine acaba ne konuşacaklar diye köpekle horozun yanına gitti. Köpek yine horoza sitem ediyor, duruyordu:

– “Yahu horoz bu sefer de dediğin olmadı, yoksa sen de mi yalana başladın.” dedi.

Horoz:

– “Hayır ben yalan söylemedim at ölecekti lakin sahibimiz onu da sattı. Fakat merak etme, yarın sahibimizin çok değerli kölesi ölecek o zaman onun hayrına yemekler, helvalar verilecek hepimiz doyacağız.” dedi.

Bunu duyan adam o gün hiç beklemeden, kölesini götürüp sattı:

– “Bu horozla köpeğin dilini öğrenmem iyi oldu. Böylece birçok zarardan kurtuldum.” diye düşünerek sevindi ve ertesi gün yine köpekle horozun yanına koştu. İkisi yine konuşuyorlardı. Köpek bu sefer çok kızgındı:

– “Yalancı horoz, hani köle ölecek, bu sayede karnımız doyacaktı, günlerden beri yalanlarınla avutuyorsun, bu sana yakışır mı?”

Horoz:

– “Ben yalancı değilim ve yalan söylemem, diye başladı. Köle öldü fakat burada değil, başka yerde. Çünkü sahibimiz onu sattı. Fakat hiç iyi etmedi. Çünkü bu sefer sıra kendine geldi. Zira ilkin kaza, bela eşeğe gelecek, böylece sahibimiz beladan-kazadan kurtulmuş olacaktı. Eşeği satınca, onun yerine ata geldi, atı da satınca, köleye geldi. Köleyi de satınca bela ona gelecek. Sıra onda, yarın sahibimiz ölecek, o sayede hepimiz doyacağız.” dedi.

Bunu duyan adam ah vah etti, başına vurdu fakat iş işten geçmişti.

Böylece tamahkarlığın cezasını hayatıyla ödedi.

17

Friday, 12.12.2014, 21:37

ALTIYÜZ DiRHEMLİK İP




Abdülkâdir Geylânî (k.s)
Bağdat. Dul bir kadın. Altı öksüz çocuğu ve bir de ihtiyar ana. Kadın geçimi sağlamak üzere, hafta boyu el emeği verir, göz nuru döker iplik eğirir, pazara çıkar ve anası ile çocuklarının rızkını temin etmeye çalışırdı.
Vakti tamam olunca bu dul kadın vefat eder, çocukların bakımı ise ihtiyar kadına kalır. Kadın pazara her hafta çıkamıyor, ip eğiriyordu. Bir zaman baktıki altıyüz dirhem kadar ip eğirmişti, pazara götürmeye karar verdi.

- Ya Rabbi! Bu öksüzlerin, yetimlerin rızkını ver, diyerek sabah erkenden pazarın yolunu tuttu. Yolda giderken Şeyh Abdülkadir Geylani Hazretlerinin evinin önünden geçiyordu. Onu görünce durakladı. Şeyh mürüdleriyle sabah namazından çıkmıştı, yaşlı kadını görünce duraklayarak:
- Hoş geldin bacı, nereye gidiyorsun?
- Bir miktar ipliğim var, pazara götürüp satacağım.
- Ver bakalım. Benden altıyüz dirhem ip isteniyor, bunu ver de ben satayım.
- Memnuniyetle, lütuf buyurmuş olursunuz, efendim dedi ve ipi verdi.

Abdülkadir Geylani Hazretleri eline aldığı ipi şaka yollu mescidin damına atınca hemen nereden geldiği belli olmayan büyük bir kuş gelip, ipi kapıp gider. Kadın bu nebiçim şaka diye kendi kendine söylenmeye başlayınca, müritler kadına itiraz etmemsi için işaret ettiler, kadında daha fazla bir şey demedi.

Hazreti Şeyh kadına dönerek.
- Hatun canını sıkma, ipliği satmaya gönderdim, parası gelsin ne kadar etti ise alırsın.
- Pekala, diyerek gider, ertesi gün gelir.
- İpilik satıldı mı?
Abdülkadir Geylani Hazretleri:
- İplik satıldı, fakat parası henüz gelmedi. Bir hafta hadar bir zaman içinde gelir.
Kadın bir hafta sonra gelir, para henüz gelmemiştir, kadına:
- Yarın gel, paranı al.
Kadın, pazara niye gitmedim, şimdi param elimde olurdu hayıflana hayıflana evine gitmek üzere iken, Mürütler:
- Bir gün daha sabret bakalım Mevla ne gösterecek, derken bu işin sade bir şaka olmadığının farkında idiler.

Ertesi gün oldu. Abdülkadir Geylani Hazretlerinin huzuruna o ana kadar görülmeyen bir heyet geldi. Bin altın takdim ettiler. Müritler heyete bu kadar paranın ne olduğunu, niçin Şeyhe takdim ettiklerini sordular. Gelenler tüccar olduklarını belirterek:
- Altınlar Hazreti Şeyhindir. Denizde yolculuk yaparken fırtına sebebiyle geminin yelkeni delindi, yol alamaz olduk, denizin ortasında kalacaktık. Kaptana bir çaresi yok mu diye sorduğumuzda:
- Altıyüz dirhem ip olsa geminin yelkenini onarır, yolumuza devam ederdik ama, şu anda nerede bulacağız, dedi.
Biz ellerimizi kaldırarak Allaha dua ettik ve duamızda:
- Sultanul Arifin hürmetine bize altıyüz dirhem kadar ip gönder, kendilerine bin altın vereceğiz diye yalvardık. Bir de baktık ki, bir kuş gelip altıyüz dirhem ipliği geminin güvertesine bırakıp uçtu gitti. Şimdi o adağımızı yerine getirdik, dediler.

Tüccarlar ayrıldıktan bir müddet sonra, ihtiyar kadın gelip sordu.
- Para geldi mi efendim?
Şeyh bin altını kadına verirken:
- Benim satışım seninki kadat kârlı olmuş mu?

Kadın bir anda zengin olmuştu. Abdülkadir Geylani Hazretleri'ne teşekkür ederek huzurdan ayrıldı. 

18

Monday, 15.12.2014, 13:15

*rüyama Gel Annem*



Ardımda nice günler bıraktım ben, soğuk kış geceleri de dahildi buna… O gecelerde üşümüştüm ama ben bu güneşli günde daha da çok üşüyorum anne…
Mayısın ikinci pazarı dediler… Garip bir duygu çöktü içime… Hasretinle yanan şu gönlümü, sensizliğin ayazı vurdu anne…. Gözyaşlarım uzuu…n sarkıtlar oluşturdu gönlümün senin ısından mahrum soğuğunda…
Parktayım bende her çocuk gibi… Annelerine güller hediyeler götüren çocukları izlerken içimi daha da çok yaktı sensizlik… Alabileceğim bir çiçeği, toprak kokan ellerine değil de sen kokan toprağa verebileceğim geldikçe aklıma, bir şelaleymişçesine aktı gönlüme, gözyaşlarım…

Ben gibi kaç öksüz var şu dünyada… Kaç kişi tattı şu acı duyguyu bu anneler gününde… Kim özler benim seni özlediğim gibi annesini bilemem ama ben seni bir ayrı özledim anne…

Sen gittikten sonra elimden kimse tutmadı, ben kendi elimi kendim tuttum hep… Yetimhanenin o soğuk demir ranzalarında aradım senin sıcaklığını… Kokunu sokaklara dikilmiş güllerde aradım ben… Çiçekçiden hiç gül alamadım ki ben anne…

Hiçte param olmadı sen gittikten sonra… Fakirdik sen varken de ama, sen gittikten sonra anladım senin varlığın ayrı bir zenginlikmiş anne…

Şimdi olmayan paramla sahip olduğum en anlamlı hediyeyi sana değil ama sen kokan toprağa sunabilirim… “Gözyaşlarım”… Sana ulaşır mı bilmem ama ulaşması için elimden geleni yaparım, gerekirse gün boyunca ağlarım anne… Yeter ki sen de bir anneler gününün sabahında rüyama gel güldür beni… Ben seni rüyamda bir kez daha olsun görebilmek için yine ağlarım günler boyunca… Kefareti neyse öderim ben annem, yeter ki sen rüyama gel….
..RÜYAMA GEL…



19

Monday, 15.12.2014, 13:18

Sevdìklerìmìzì Ìhmal Etmeyelìm


Geçen gün işten eve dönerken,genellikle kitap okuduğum halde o gün canım kitap okumak istemedi ve bende camdan dışarı bakmaya başladım, aslında gördüklerim hep aynıydı,tanıdık evler,tanıdık ağaçlar ve dükkanlar...sonra birden yoldan gecen araçların içine bakmaya başladım.Aslında onlarda tanıdıktı aracın içindeki insanlar genellikle yola bakıyorlardı ve birden bir şey fark ettim. Yanımdan geçen araçların içindeki insanların çoğu sadece dışarıya bakıyordu, şoför koltuğunda oturan adam sola bakarken yanındaki kadın da sağa bakıyordu, arka koltukta da, ya çocuk ya da eşyalar oluyordu ve bu insanların yaşları orta yaş civarıydı yani evliydiler ya da uzun süredir birlikteydiler, diğer taraftan birbirlerine bakarak ve konuşarak seyahat edenlerin ise ya flört eden ya da nişanlı belki de yeni evli çiftler olduğu anlaşılıyordu. İşte o an kafamda bir şimşek çaktı ve o günden sonra kitap okumayı bırakıp hep yolda yanımdan geçenlere bakarak tahmin etmeye çalıştım, kimler evli ya da uzun süreli beraberlik yaşıyor, kimler daha işin başında. Lütfen sizde yoldayken bir bakın, seyahat ederken önüne ya da camdan dışarı bakarak gidenlerin çoğu evli, ama konuşarak ve birbirlerine bakarak gidenlerin çoğu bekar ve işin daha çok başında. O zaman anladım ki, aşkı evlilik öldürmüyor aşkı uzun süreli beraberlikler ve yaşanan monoton heyecansız birliktelikler öldürüyor, işte o zaman kendi beraberliğime dışarıdan bakmaya çalıştım ve ne gördüm dersiniz. Hayatın akışına kapılmış, evden işe, işten eve koşuşturan, hayatında yeni hiç bir heyecanı olmayan ve çok uzun süredir gerçekten dolu dolu sohbet etmeyen, sadece çocuktan, işten ve sıkıntılardan konuşan, akşam yemekten sonra televizyon karşısına geçen ve kanepede (ayrı ayrı kanepelerde) uzanan bir çift gördüm. O gün kapıldığım dehşeti anlatmam oldukça güç, bize ne olmuştu, her şeyi unuttuğumuz, beraber olabilmek için bütün zorluklarına katlandığımız beraberliğimize ne olmuştu? Yaşadığımız heyecan nereye gitmişti? Nasıl bitmişti ve biz farkına varamamıştık? Sonra çevreme baktım ve diğer çiftlerinde bizim gibi olduğunu gördüm.İşin komik yanı insanlar bu hale gelirken, fark etmiyorlardı ve başkasının hayatının bu hale geldiğini anlattığınızda "vah vah" diyorlardı, oysa onlarda aynı durumdaydılar, sadece öyle bir şey yokmuş gibi davranıyorlardı. Herkes bir başkasının hayatına imrenir, İnternet te chatleşerek kaybettiği bu heyecanı bulmaya çalışır bir hale gelmişti. Birden eşimin de evdeyken çoğu zaman nete girdiğini fark ettim,ve gördüm ki ben onu ve aynı şekilde o beni sadece eşi olarak görmeye başlamıştı, işte o gün bu gidişe bir dur demeye karar verdim. Ama ne yapabilirdim, bununla ilgili dergilerde pek çok yazı olduğunu fark ettim, itiraf etmeliyim yapılan önerilerin pek çoğu uygulamada problem olan maddelerdi, ayrıca onları yaparsam başkasının elbisesini giymiş gibi olacaktım,ben kendi çözümlerimi bulmak istiyordum. Onlarında verdiği öğütleri baz alarak,oturdum ve kendimce bir acil durum planı çıkardım ve uygulamaya başladım. Öncelikle eşimle birlikte çocuğumuz olmadan baş başa yemeğe çıktık, itiraf ediyorum ilk denememiz biraz zor oldu, çünkü eskisi gibi konuşacak konu bolluğu yoktu, işten güçten ve çocuktan bahsetmemeye karar vermiştik, evde daha az tv seyretmeye onun yerine müzik eşliğinde sohbetler yapmaya başladık ve en önemlisi birbirimize karşı çok açık olduk, sohbetten sıkılan bunu diğerini kırmadan söylüyordu, aramızda zorlama olmamasına dikkat ettik. Baş başa sinemaya gittik ve bunu yıllar sonra yaptığımızı fark ettik, birbirimize telefondan mesajlar çektik, içimizden geldiği an ve geldiği gibi olmasına özen gösterdik ve birbirimiz için kendimize özen gösterdik, hafta sonları ben eşofmanlarımı üzerimden çıkardım, daha özenli giyindim, tıpkı flört ederken eşimin beni ziyarete geldiği günlerdeki gibi, eşimde hafta sonları tıraş oldu, daha özenli giyindi, deniz kıyısında hafta sonu yürüyüşleri yaptık,pamuk helva yedik ve sohbet ettik. Kısacası, eşimi sadece eşim olarak değil, sevdiğimiz insan olarak görmeyi ve onu yeniden sevmeyi öğrendim, bu gün ondan bir gün ayrı kalsam, eşimi yeniden özlüyorum, onunla küçük kaçamaklar yapmayı dört gözle bekliyorum ve artık eşim internette chat yapacaksa benimde yanında olmamı istiyor ve nete çok daha az giriyor .Bunları niye yazdığıma gelince, hiç bir şey için geç olmadığını düşünüyorum, birlikte olduğumuz kişinin değerini onu kaybetmeden fark etmeliyiz diye düşünüyorum ve kendimizi hayatın akışına kaptırıp sevdiklerimizi ihmal etmeyelim. 

20

Monday, 15.12.2014, 14:12

Kuyumcuya giren kadın



Kuyumcuya giren kadın ; ‘Şu nikah yüzüğümü kesip bana bir çift küpe yapar mısınız?’ diye sormuş. Kuyumcu yüzüğü eline alıp bakmış, yüzüğün üstünde ‘Seni seviyorum’ yazıyormuş.

Kuyumcu ‘Hanımefendi, neden bu yüzüğü kestirmek istiyorsunuz? Belli ki bir hatırası var’ diye sormuş.

Kadın ‘Bu benim nikah yüzüğüm. Kocamdan ayrıldım. Şimdi küpe olmasını istiyorum. ‘Seni’ kelimesi küpenin bir tanesinde, ‘seviyorum’ kelimesi de diğerinde olsun.’

Kuyumcu yine sormuş ‘Neden acaba?’ Kadın ; ‘İleride böyle cümlelerin bir kulağımdan girip diğerinden çıkacağını göstermek ve kulağıma küpe olması için…



:D :D :D :D :D :1alkis: :D :D :D :D :D