Giriş yapmadınız.

21

Friday, 19.12.2014, 19:44

CÂMİYE GİDENLER ve NAMAZA GELENLER ..




Bir Ramazan günüydü. Abbasi halifesi Harun Reşid, çok sevdiği Behlül Dana hazretlerinden bir ricada bulunur:

– Akşam namazına câmiye gittiğinde namaza gelen herkesi buraya getir de onlara iftar verelim.
Behlül Dana, akşam ezanı okununca camiye gider. Namaz kılındıktan sonra da beş on kişilik bir grupla Harun Reşid’in yanına giderler. Harun Reşid şaşırır:

– Ey Behlül! Ben sana namaza gelen herkesi iftara getir demiştim; ama sen beş on kişiyle geldin.
O kadar cemaatin arasından bir sofralık bile adam getirmemişsin.

Behlül Dana, Harun Reşid’e şu güzel cevabı verir:
Siz, benden câmiye gelenleri değil, namaza gelenleri iftara getirmemi istediniz. Ben de isteğinizi yerine getirmek için namazdan sonra cami kapısında durup çıkan cemaate hocanın namazda hangi sûreyi okuduğunu sordum. Bunu da sadece getirdiklerim bildi. Câmiye gelen çoktu; ama namaza gelenler demek ki bunlarmış.

------------------------------------------

Çıkarılacak ders: Câmiye koşuşan binlerce insan görürsün; ama içlerinde namaza gidenler pek azdır. Kafasında dünyalık işlerle câmiye girenler namaza değil, câmiye gelmişlerdir.

------------------------------------------

Rahmân ve Rahîm olan Allâh’ın adıyla.

Ta ilk gününden temeli takva üzerine kurulan mescit, elbette içinde namaza durmana daha lâyıktır. Onun içerisinde temizlenmeyi seven kişiler vardır. (Tevbe 108)

------------------------------------------

Sadekallâhul Azîm:
(Azîm olan Allâh ne güzel ne doğru söyledi.)

22

Friday, 19.12.2014, 19:55



Hz. Ömer döneminde bir yangın çıktı bu o kadar şiddetli bir yangındı ki ateş taşları bile kuru odun gibi rahatlıkla yakıyordu.

Yangın çok büyüktü ve her an daha da büyüyordu. Yangın büyüdükçe büyüdü; evleri, yapıları hatta kuşların kanatlarını ve yuvalarını tutuşturmaya başladı.

Kısa bir sürede alevler şehrin yarısını sardı:Artık su kar etmiyordu. Halk ateşe kova kova su ve sirke döküyordu, fakat nafile.

Yangını söndüremeyen halk Ömer'e koşmaktan başka çare bulamadı.

"Ya halife yangını söndüremiyoruz, bize yardım et diye yalvardılar."

Hazret-i Ömer işin aslını ve sırrını biliyordu.

- "O yangın Allah'ın (c.c.) alametlerindendir. Sizin cimrilik ateşinizin bir şulesidir. Yangına su serpmeyi bırakın cömertlik edip fakirlere, yoksullara yardım edin, yiyecek içecek dağıtın, cimriliği bırakın." dedi.

Bunu duyan halk itiraza başladı:

- "Biz cömert insanlarız fakirleri doyuruyor yoksullara yardımda yarışıyoruz." dediler.

Bunun üzerine Hz. Ömer (r.a.):

- "Siz adet haline getirdiğiniz için yoksula yardım ediyorsunuz. Allah (c.c.) rızası için değil. Sizin derdiniz, maksadınız, övünmek, gösteriş yapmak. Yoksa siz Allah'ın (c.c.) rızasını gözetmiyorsunuz. Bunu terk edin ki Rabbim size merhamet etsin." buyurdu.

* Dış alemdeki ateşi su söndürür. Fakat şehvet ateşi kıyamete kadar sürüp gider.

23

Friday, 19.12.2014, 20:48

İbnu Abbas (radıyallahu anhümâ), "O gün zâlim kimse ellerini ısırıp: "Keşke Peygamberlerle berâber bir yol tutsaydım, vay başıma gelene, keşke falancayı dost edinmeseydim. And olsun ki beni, bana gelen Kur'ân'dan o saptırdı. Şeytan insanı yalnız ve yardımcısız bırakıyor" der" (Furkân 27-30) meâlindeki âyet hakkında şu açıklamayı yaptı: "Ayette zikri geçen zâlim Ukbe İbnu Ebi Muayt'tır. Zikri geçen dost (halil) da Ümeyye İbnu Halef'tir. Dostum Übeyy olduğu da söylenmiştir.

(Ayetin inişi bunlarla ilgilidir). Şöyle ki: Ukbe bir yemek hazırlayarak Kureyş'in eşrafını dâvet eder. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) da onların arasındadır. Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm), "Ukbe kelime-i tevhidi söylemedikçe, yemekten almayacağını" söyledi. Ukbe bu isteği yerine getirdi. Bunun üzerine dostu olan Ümeyye İbnu Halef veya Übeyy ona gelerek:

"- Sâbiî mi oldun?" dedi. Ukbe:

"- Hayır, ancak yemek yemeden evimden ayrılmasından utandım"

diye cevap verdi. Übeyy:

"- Öyleyse, gidip onun yüzüne tükürmezsen ben de senden râzı olmayacağım!" dedi. Ukbe, bu talebe müsbet cevap vererek, isteneni yaptı. Ceza olarak Bedir günü yakalanıp idam edildi.

Taberî Tefsir'inde (18, 6), İbnu Abbâs rivayeti olarak kaydeder. Ayrıca, El-Vahidî, Esb bu'n-Nüzül'da (s. 191); Suyüti, ed-Dürrü'l-Mensûr da 5.68

24

Friday, 19.12.2014, 20:57

RABiA KÖLE OLAMAZ



RABiA KÖLE OLAMAZ
Râbia-tül Adeviyye Hz. biraz büyümüştü. Annesi ve babası vefât etti. Üstelik, Basra'da kıtlık ve fevkalâde pahalılık vardı. Bu hengâmede Râbia'nın ablaları dağıldılar. Kimsesiz kalan Râbia'yı zâlim bir kimse yakaladı ve hizmetçi olarak iş gördürdü. Sonra da köle olarak altı gümüş karşılığı bir ihtiyara sattı. O ihtiyarın hizmetçisi olarak, gösterilen zor işleri sabırla yapmaya çalışıyordu. Çok sıkıntılı günler geçirdi. Çok zahmetler çekti, fakat isyân etmedi.
ALLAHÜ TEALA nın takdirine râzı oldu. Edebi fevkalâde idi.
Bir gün karşısına bir nâmahrem, yabancı çıktı. Ondan sakınayım diye hızla giderken düşüp kolu kırıldı. Acz ve kırıklık içinde, mahzûn olmuş bir kalb ile ALLAHÜ TELA ya yalvardı.
"Yâ RABBi ! Garib ve kimsesizim. Yetim ve öksüzüm. Köle edildim. Bir de kolum kırıldı. Lâkin ben bunların hiç birine üzülmüyor, yalnız senin rızânı istiyorum. Benden râzı olup olmadığını da bilmiyorum" dedi.
Bu sırada bir ses duydu.

"Üzülme, sen âhirette meleklerin bile imreneceği bir makamda bulunacaksın." diyordu.
Râbia tekrar efendisinin evine döndü. Günlük hizmetleri yerine getirir, akşama kadar ayakta dururdu. Bununla beraber her gün oruçlu olur, geceleri de ALLAHÜ TEALA ya ibâdet ve tâatle geçirirdi. Bir gece efendisi uyandığında Râbia'nın odasından sesler geldiğini işitti. Pencereden bakınca, Râbia'nın, secde ettiğini,
ALLAHÜ TEALA ya şöyle yalvardığını duydu. Diyordu ki:
"Ey RABBim! Benim arzumun senin emrine uymak olduğunu biliyorsun. Benim saâdetim senin huzûrunda bulunmaktır. Eğer elimden gelse, sana ibâdetten, bir ân geri kalmam. Fakat ev sâhibimin hizmetinde bulunduğum için ona hizmet ediyorum ve sana gereği gibi ibâdet edemiyorum..."
Ev sâhibi, bunları duydu. Ayrıca, Râbia'nın başı üstünde bir kandil bulunduğunu, kandilin bir yere asılı olmadan havada durduğunu, odanın o kandilin nûru ile aydınlandığını gördü ve hayretten dona kaldı.

"Artık Râbia köle olamaz!" diyordu.
Sabaha kadar uyuyamadı. Sabah olunca hemen Râbia'yı çağırdı ve dedi ki:
"Artık serbestsin. Dilediğini yap. Ama burada kalırsan ben sana hizmet ederim."
Râbia;
"Gideyim." dedi.
Oradan ayrılıp küçük bir eve yerleşti. Bütün vakitlerini ibâdetle geçirir, bir gün ve gecesinde bin rekat namaz kılardı. Kefenini dâimâ yanında taşır, namaz kılacağı zaman onu serer, üzerine secde ederdi. Kefeni yanında olmadan gezdiğini, kefenini beraberine almadan konuştuğunu kimse görmedi. Süfyân-ı Sevrî ve Hasan-ı Basrî, ondan feyz alırlardı.

25

Friday, 19.12.2014, 21:01

Ali Yıldırım Hoca şöyle anlatıyor:
“Bir gün öğlen namazını kıldıktan sonra camiye kravatlı bir adam geldi;
‘Kadın cenazemiz var, buradan kaldıracağız, ikindi vakti bir sala verir misiniz?’ dedi.
‘Tabi’ dedim.
İkindi vakti oldu, cenazeyi getirdiler.
O zamanlar böyle cenaze arabaları yoktu.
Ortaköy mezarlığına omuzlarımızda götürdük. Cenazeyi gömdük,
herkes taziyede bulundu, gitti.
Bir ben, bir o kravatlı adam,
iki de mezar işçisi orada kaldık.
Euzü besmele çektim, dua okuyacaktım, yer bir sallandı böyle!..
Ben gencecik imamdım,
ayakta duramayıp düşecektim neredeyse…
Sonra kabrin içinden acı bir ses çıktı.
Sanki etlerini koparıyorlar, öyle bir acı sesti.
Cenaze sahibi adam dedi ki;
‘Bu sallantı zelzele olabilir, peki bu ses ne oluyor?’
Sonra da; ‘Biz bunu morgdan aldık, acaba bayıldı da öldü diye getirdik mi?’
dedi. İşçilere mezarı açmalarını söyledi.
‘Açamayız’ de...diler.
‘Ancak savcılıktan izin kâğıdı olursa açabiliriz’ dediler.
Adam ‘Evladım ben hakimim,
bütün sorumluluğu üstüme alıyorum, aç bakalım’ dedi.
Mezarı açtılar.
Baş tarafını açtık, bir de ne görelim,
yüzü simsiyah kömür gibi olmuş.
Saç filan kalmamış, kömür kesmiş.
Adam hayretler içinde benim yüzüme baktı.
Ben de ‘Bu kadın ne günah işlemiş?
Bu herkese olmaz, kesin çok büyük bir şirk var bu işin içinde’ dedim.
Adam bana dedi ki:
‘Bizim hanım ben hâkim olduğum için saçını kapamazdı,
açık gezerdi.
Ben emekli olunca ona başını kapa demiştim.
O da bana: ‘
Müslümanlık baş kapamayla oluyorsa böyle
Müslümanlık olmaz olsun’ demişti.”
Ömer Nasuhi Bilmen “Ramazan’da anlat” dedi
“Bu olaydan sonra Süleymaniye’ye
İstanbul Müftüsü Ömer Nasuhi Bilmen Efendi’nin yanına gidip ona bu olayı anlattım.
Bana ‘molla’ derdi o da… ‘
Molla, Ramazan’da kızlarımıza anlat bu olayı, ibret alsınlar’ dedi.
Ben de bunu her yerde anlatıyorum.
Tabi ben kimsenin örtüsüne karışamam.
Ben de o salahiyet yok.
Ben sadece başımdan geçen bu hadiseyi anlatıyorum.
İsteyen ibret alsın, isteyen almasın.
Ama kimsenin bunda kuşkusu olmasın,
bunu aynen böylece yaşadım
… Ben o vaziyeti gördüm,
bir de şimdiki sokaklardaki hali görüyorum,
‘Ne olacak bu milletin hali diye’ üzülüyorum.”
Sevgili okurlarımız Bu okuduğunuz .
Yaşanmış ibretlik olaydır..
Tesettür tarz değil Farzdır.

26

Friday, 19.12.2014, 21:48




Güzel anadolumuzun bir köyünde bir ağa yaşarmış.....
bu ağa okadar zulum yaparmış ki köylüye köylü artık illallah etmiş.Bu ağa köylüye zulum yapmakla kalmıyor ailesinede büyük eziyet ediyormuş .
Gel zaman git zaman köylüler Ağam yapma etme bu bize yaptığın zulum nereye kadar sürecek bak birgün hepimiz ölüp gideceğiz demişler..
Ama bizim ağa asla söylenen öğütleri dinlemiyormuş . gel zaman git zaman bu bizim ağa birgün ölmüş. köylüler imama biz bu adamın cenazesini kaldırmayız namazını bile kılmayız demişler.İmam öyle çok dil dökmüş ki en sonunda cenaze namazını kılmaya ikna etmiş köylüleri.Namazdan sonra cenazeyi ellememişler zavallı eşi yalvarmış ne olur bana yardım edin ben nasıl gömerim tek başına demiş.köyün sonundaki mezarlığa kadar götürmeleri için ikna etmiş sonunda .bizim ağayı mezarlığa yakın biryerde bırakıp gitmişler kadıncağız çaresiz bir şekilde sağa sola bakmış yardım beklemiş.saatler sonra oradan geçen bir çobanı görmüş durumu ona anlatmış .çoban çaresiz kadına yardım etmiş ağayı gömmüşler .eşi uzun uzun dua ettikten sonra evine dönmüş.ertesi gün sabah namazına gelen köylüler hep bir ağızdan camide nasıl olur diye konuşmaya başlamışlar.imam da bunlara dail imiş.meğer hepsi o gece bizim ağayı rüyalarında cennette görmüşler.İmam namazdan sonra köylüyü toplamış bunda bir keramet var demiş ve ağanın karısının evine doğru yürümeye başlamışlar.Kadın ağayı nasıl gömdüğünü imama anlatmış.imam da keramet çobanda demiş ve çobanı arayıp bulmuşlar.çoban ne kerameti bende keramet yok ben bir çobanım burdan geçiyordum kadının yardımını işittim yardım ettim demiş.imam tekrar ağanın karısınına gelmiş köylülerle beraber.İmam tekrar anlatmasını istemiş .Kadıncağız vallahi imam efendi ben duamı yaptım eve geldim demiş.İmam ne duası ettiğini sorunca ..........işte duanın gücü kardeşlerim bakın nasıl dua etmiş...
yarabbim biliyorum kocam çocuklarıma bana ve köylülerime çok zulum etti ama o benim çocuklarımın babası ve kocam onu sana emanet ediyorum demiş.......
Yüce rabbimde emanetine sahip çıkmış ♥
RABBİM TÜM ÖLÜLERİMİZE RAHMETİ İLE MUAMELE ETSİN İNŞALLAH MEKANLARI CENNET OLSUN 

27

Friday, 19.12.2014, 21:51

RIZIK SENiN YA RABBi




Süleyman peygamber tükenmez derecede yeraltı ve yer üstü zenginliklerine sahipti. Aynı zamanda da insanlara, cinlere, kuşlara, yırtıcı hayvanlara ve rüzgârlara hâkimdi.

İşte bu maddi ve manevî saltanat içinde bir gün Hz. Süleyman (a.s.) ALLAH'dan şu niyazda bulundu: "RABBim bana izin ver de yeryüzünde yaşayan tüm varlıkların bir yıllık yiyeceğini vereyim." YÜCE ALLAH (C.C.) ise şu cevabı verdi: "Ey Süleyman! Senin bu işe gücün yetmez. Sen bu işi başaramazsın." Süleyman peygamber, "Öyleyse bir günlük yiyeceklerini vermeme izin ver" diye yalvarınca YÜCE ALLAH (C.C.) izin verdi.

Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s.) yeryüzünde yaşayan bütün insan ve cinlerin bir araya toplanmalarını ve yeryüzü canlılarına yetecek derecede yiyecek ve içecek hazırlamalarını emretti. İnsanlar ve cinler toplanarak tam kırk gün yiyecek ve içecek hazırlamakla uğraştılar. Yiyecek ve içecekler hazırlandıktan sonra Süleyman peygamber rüzgâra emrederek, "sakın esmeye kalkışmayasın. Çünkü yiyecek ve içecekler ekşir" dedi.

Yiyecek ve içecekler geniş bir meydana sıralandı. Sofralar öylesine büyüktüler ki, bir sofranın uzunluğu yaya olarak bir aylık yol tutuyordu. Varın siz sofraların kurulduğu meydanın genişliğini hesaplayın.

Sonra YÜCE ALLAH (C.C.), Hz. Süleyman'a önce kara ve deniz hayvanlarını doyurması gerektiğini bildirerek, denizlerdeki balıkların sofraların kurulduğu meydana akın etmelerini emretti. Bütün balıklar birer birer gelerek, "Ey Süleyman! Bugün yemeğimizi senden yiyeceğiz. Bu, YÜCE ALLAH'ın emridir" dediler. Süleyman peygamber de, "Hoş geldiniz. Buyurun. İşte yemekler" diye cevap verdi.

Balıklar bir iki lokma attıktan sonra baktılar ki önlerinde bütün yiyecekler tükenmiş. Hep birden, "Ey Süleyman! Mademki bizleri davet ettin. Karınlarımızı doyur bakalım. Çünkü aç kaldık" diye feryada başladılar. Bunun üzerine Hz. Süleyman (a.s.) ne kadar büyük bir hataya düştüğünü kavrayarak secdeye kapandı ve kâinatın ortaksız sahibi olan ALLAH'a şöyle dua etti:

"İnsan aklının kavrayamıyacağı şekilde bütün varlıkları üzerine alan ALLAH'ı noksanlıklardan tenzih ederim."

28

Friday, 19.12.2014, 22:57

Aşklarin En Güzeli

Dünyanın, yaşanmış en güzel aşk hikayesidir bu yuce AŞK
En güzel aşk hikayesi
Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem ile Hatice Validemizin hikayesidir..
Sanır mısınız ki Leyla ile Mecnun evlenseydi, ya da diğerleri..Aşkları dillere destan olur,
günümüze kadar ulaşırdı?

Hayır tabii ki!
Belki bir kaç sene sonra bitecekti.. Yaşanmadığından, kavuşulmadığından hep bunlar
Ama siz bir bakın efendimizle, Hatice Validemizin aşkına ALLAH için!
Bu, yaşanmış hem de uzun yıllar boyu yaşanmış bir aşk..

Mekke fethinin ilk günü, o karışıklık, o heyecan esnasında Efendimiz yaşlı bir hanımla karşılaşıyor,
O'nun yanına gelmesini önlemek isteyenlere "Bırakın" diyor gelsin..
Sırtından abayasını çıkarıp, hanımın altına seriyor ve birlikte oturup 1 saat kadar sohbet ediyorlar..
Aişe Validemiz merak ediyor ve sonrasında;
"Kimdi o? Neler konuştunuz?" soruyor..
Cevaba bakar mısınız;
" O, Hatice'nin arkadaşı idi, eski günleri yad ettik"

Hatice Validemiz vefat etmiş, aradan yıllar geçmiş, vefayı, sevgiyi, özlemi görüyor musunuz?

Ve o hengamede..
Ve Hatice Validemize bakın;
Yaşı 55..
Efendimiz o sıra Hira mağarasında, nübüvvetten evvel ibadette..
Her gün O en sevgili'ye yiyecek taşıyor!
Her gun gidiyor ve O'nunla biraz oturuyor..
Hira Mağarasını bilir misiniz siz?
Ne kadar yüksektir ve çıkması ne kadar zordur?
Bugün gençler bile çıkarken ter içinde kalırlar, çok yorulurlar..
Yaşı 55 Hatice Validemizin ve her gün Habibini görmeye gidiyor!

Yine bakınız ki o asil hanıma,
Efendimizden daha yaşlı olduğu için
O'na üstüne
evlenmesini teklif ediyor!


Düşünebiliyor musunuz?
O'nu öylesine seviyor ki, sadece O'nu mutlu edeceğini düşündüğü için "Evlen" diyor!
Ama O, reddediyor, asla O'nu incitmek istemiyor..

Hanım'a bakın! Ve sevgisine..

Yine ilk vahiy geldiğinde O'na nasıl destek olduğuna, yüreğini, malını, canını nasıl serdiğine bakın..
Ve Efendimizin yüreğindeki Hatice Validemizin yerini düşünün, çok hadislerde geçer..
Yine Validemizin vefatından çok uzun yıllar sonra kız kardeşi Hale efendimizin evine gelir ve kapıyı çalar..
Öylesine heyecanlanır ki O, kapıya koşar, eli ayağı dolaşır..
"Neden" derler..
"Hatice'nin çalışı bu" buyururlar.. Ve "Sanırım Hale'dir gelen" derler..

En güzel Aşk hikayesi budur!
Yaşanmış ama pörsümemiş, eskimemiş, yepyenidir..


Sallallahu aleyhi ve sellem….

  • "MUSTAFA ÇİLEK" bir erkek

Mesajlar: 11,783

Kayıt tarihi: Mar 5th 2011

Konum: TOKAT

  • Özel mesaj gönder

29

Monday, 27.04.2015, 22:21





Asla Yalan Söylemem kıssası


"Abdülkadir Geylani" küçük yaşta iken, bir arefe günü çift sürmek için tarlaya gitti. Bir öküzün kuyruğuna tutunup ardından giderek oynuyordu. O anda bir ses işitti:

- "Ey Abdulkadir! Sen bunlar için yaratılmadın ve bunlarla emir olunmadın."

Bu ses Abdülkadir Geylani´yi korkuttu. Eve gelince dama çıktı. Hacıları gördü. Arafat´ta vakfeye durmuşlardı.

- Anneciğim! Bana izin ver de Bağdat´a gidip ilim öğreniyim. Salihleri iyi insanları ziyaret ediyim.

- Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım, Abdulkadir´im! Senin ayrılığına dayanamam. Sensiz ben ne yaparım Bu bakımdan müsade vermiyorum.

Abdulkadir tarlada olup bitenleri anlattı. Annesi ağladı. Kalkıp babasından miras kalan seksen altını alıp kırkını kardeşine ayırdı.

Kırkınıda bir keseye koydu ve keseyi elbisenin koltuğuna dikti. Sonra oğlunun gözlerinin içine bakarak dedi ki:

- Ey benim gözümün nuru ve gönlümün tacı evladım, Abdülkadir´im! Hak tealanın rızası olmasaydı kattiyyen salmazdım. Huzur ve esenlik içinde sefere çık! Yolun açık olsun! Sana son olarak nasihatım şudur ki: Eğer beni memnun etmek istiyorsan, hiç bir zaman yalan söyleme, doğruluktan asla ayrılma! Allah her zaman ve her yerde doğrularla beraberdir. Abdulkadir-i Geylani annesine söz verdi ve ağlayarak elini öptü. Bağda´ta gitmek üzere bulunan bir kervana rast geldi ve aralarına katıldı. Hemadan´ı geçmişlerdi. Bir müddet yol aldılar. Arz-ı Tetrenk denilen mahalleye gelince kervandan bir bağırma, çağırma koptu. Önlerine aniden bir sürü eşkiya çıkıp kervana saldırdılar. Bir anda sandıklar yere yılkıldı. Eşyalar yağma edilmeye başladı. Eşkiyalar teker teker kervandakileri sual sorup ne buldularsa aldılar. Sıra Abdülkadir-i Geylani´ye geldi. Eşkiyalardan biri latife olsun diye bunu önüne alıp sordu:

- Fakir çocuk söyle bakalım senin neyin var

- Üzerimde sadece 40 altınım var.

Eşkiya inanmamış. Bırakıp gitmiş. İkinci harami sual edip, onu aynı cevabı alınca vaziyeti reislerine bildirmişler

"Bu çocuk 40 altınım var" diyor.

Bu defa reis sordu:

- Senin üzerinde ne var

- Hırkamda dikili 40 altınım var.

Reis adamlarına dönerek dedi ki:

- Açın bakın, bakalım!

Adamlar üzerini aradılar, içinde 40 altın bulunan keseyi bulup reislerine verdiler. Eşkiya reisi hayretle sordu:

- Peki evlat sen neden üzerinde altın olduğunu söyledin

Abdülkadir Geylani dedi ki:

- "Ben evden ayrılmadan anneme asla yalan söylemeyeceğime söz vermiştim, 40 altın için sözümü bozar mıyım "

Bu sözleri duyup hakikate şayit olan eşkiya başının gözleri yaşardı. Abdülkadir Geylani´nin hakikat dolu gözlerine bakıp onunla kendi yaşını ölçtü. Kendisinin bu yaşa kadar nice hıyanet ve zulüm işlediğini, bir gün Hakka yönelmediğini acı acı düşündü ve o güne kadar yaptıklarından pişman olup, ellerini başına vurarak şöyle haykırdı.

- Eyvah! Bizde Allah´a söz vermiştik. Bunca zamandır şeytana ahdimizi bozduk. Fenalık yaptık.

Yarın Hak huzurunda acaba bizim halimiz ne olacak

Sonra arkadaşlarına dönerek dedi ki:

- Ey arkadaşlarım! Bana bakınız, beni dinleyiniz! Ben, bunca senedir Hak Tealaya karşı olan ahdimi bozdum. Ona isyan ettim. İçimden gelen bir pişmanlıkla bütün günahlarımı ile Rabbimin yoluna iltica ediyorum. Bundan böyle inşallah, Hak taalanın razı ve hoşnut olmadığı birşey yapmayacağım.

Reislerine çok bağlı olan eşkiyalar hep bir ağızdan dediler ki:

- Efendimiz, resisimiz! Biz sizden ayrılamayız. Eşkiyalıkta reisimizdin, hidayette reisimiz ol!

Bunun üzerine kervandan ne alındıysa geri verildi. Bir sürü eşkiya Seyyit Abdülkadir´ in önünde töğbe etti. Kendisi tekrar yoluna devam ederek Bağdat´a vardı

Benzer konular