Giriş yapmadınız.

1

Friday, 19.12.2014, 08:48

Anadolu Efsaneleri

Gordion


Polatlı çevresinde Gordion adlı bir kentin kalıntıları vardır. Bu mitolojik kentle ilgili bir çok efsaneler anlatılır:

Efsane bu ya, sakın olur mu olmaz mı demeyin. Lidya Kralı Midas zamanında geçen efsanede kentin yönetici seçimi vardır. O zamanın Gordion kentinin ünlü alimi bir kehanette bulunur. Kentin ve ülkenin gelecekte kralı olacak kimse bu gece yarısına doğru saman yüklü bir arabayla kente girecektir.

Kâhinin bu kehaneti üzerine bütün kent halkı gece uyumaz, sabaha kadar kente gelecek yeni kralı beklemeye başlarlar. Gordion adındaki çiftçi, hazırladığı samanını kentte satmak için sabah erkenden yola çıkar. Gecenin karanlığında yolculuğunu sürdürerek kente gelir. Bu çiftçi ünlü Kral Midas’ın babasıdır.

Çiftçi Gordion, kente sabahın alacakaranlığında girer. Her yer bomboştur. Bu sırada geceden beri meydanı gözleyen halk birden meydanı doldurur. İçlerinden en saygın olanlarından yaşlı bir adam:

“İşte kehanet gerçekleşti. Kentimizin ve aynı zamanda ülkemizin yeni yöneticisi bu adamdır.” Diyerek köylünün krallığını ilan eder. Köylü Gordion, ne olduğunu anlamadan kendini kral tahtında bulur. Tahta oturunca, bir süre şaşkınlıkla etrafı inceler. Heyecanı geçince de kral olmaktan memnun kalır. Ancak kentin meydanında duran bir türlü bir kenara atmaya gönlü elvermez. Arabasını alıp kentin en büyük tapınağına götürür. Onu tapınağa armağan eder. Çiftçilik yaptığı günlerde arabanın önünde kördüğüm olan bir ipi çözemediği aklına gelir. Çevresindekilere:

“Bu ipi kim çözerse ona büyük armağanlar vereceğim” der. Ancak ipi kimse çözemez. Zaman geçer araba ve çözülmeyen kördüğüm bir kehanete kaynaklık eder. Kehanete göre, bu ipi kim çözerse Asya kıtasının kralı olacaktır. Bir çok kimse şansını denerse de bu gizemli ipi çözemez.

……

Yıllar sonra, dünyanın hakimi olmak isteyen Büyük İskender Gordion Kentine gelir. O da efsaneyi duymuştur.

Kördüğümünü çözmek için çok uğraşır. Ama uzun uğraşlarına rağmen bir türlü çözemez. Bakar ki çözmesi imkansız. Kılıcı ile düğümü iki parçaya ayırır. İpler kendiliğinden çözülüverir.

Kördüğümü çözen Büyük İskender, Asya kıtasının önemli bir bölümünü kısa zamanda ele geçirerek, dünya hakimiyetinin yegane hükümdarı olduğunu ispatlar…

2

Friday, 19.12.2014, 08:50

ANADOLU


Tarihteki bir çok medeniyetin beşiği olan Anadolu, çeşitli uygarlıklara yurt olmuş cennet bir ülkedir. Anadolu adının nereden geldiği sorulduğunda şöyle bir efsane anlatılmaktadır:

Ankara’nın Kızılcahamam ilçesine bağlı Taşlıca Köyü’nde geçer bu efsane. Taşoluğun önünde güzel bir çeşme vardır. İşte bu çeşme efsanenin ana kaynağıdır.

Asırlar önce çeşmenin bulunduğu yerler hayli ıssızdır. 15. yy. da bir Türkmen subayı, ordusunun önünde seferden dönmektedir. Ordusu o kadar yol katetmiş ama su bulamamıştır. Bitkin haldeki askerlerin susuzluktan dudakları kavrulmuş, neredeyse ölmek üzeredirler. Koca ordu nice zaferler kazanmış, bayrağını yere değdirmemiş, başı dik ordu neredeyse susuzluğa yenilmek üzere.

Ümitler kaybolmak üzere iken, bir Türkmen kadını belirir uzaktan. Elinde kocaman bir ayran bakracı. Önüne çıkan askerlere elindeki tası doldurur verir. Kimisinin matarasına doldurur. Bütün askerlere ayran içirir, yine de ayranı bitmez. Kocaman orduda ayran vermediği asker kalmaz. Matarası dolu olan askerlere bir daha seslenir;

“Oğlum uzat mataranı doldurayım,” diye.

“Ana doludur,” derse de askerler.

“Ana doludur.”

“Ana doludur.”

Ana dolu, diye cevap veren askerler mataralarında ayran dolu olduğunu belirtirler.

Böylece günümüzde yaşadığımız bu toprakların adı, o günden sonra Anadolu olarak anılmaya başlanır.

3

Friday, 19.12.2014, 08:52

NİLÜFER HATUN



Nilüfer Hatun bir Tekfur kızıydı. Bilecik Tekfuru’nun oğluna nişanlıydı ama gönlünü Orhan Gazi’ye kaptırmıştı.

Söğüt Bilecik’in bir ilçesidir. Bu küçük ilçe Osmanlı Beyliğine başkentlik etti. Üç kıtaya hükmeden büyük Osmanlı İmparatorluğu Söğüt’ün koynunda doğdu. Türkler’in Anadolu da kurdukları Selçuklu Devleti, varlığını iki yüz yıl sürdürdükten sonra, doğudan gelen Moğol akınlarıyla sarsılmış, zayıflamış, sonunda bir çok küçük beyliklere bölünmüştü.

Sayıları on ikiye ulaşan bu beyliklerden her birisi kendi bölgelerinde egemen olamya çalışıyorlardı. Bunların içinde en küçüğü Söğüt’teki Osmanlı Beyliği idi. Bilecik’le Eskişehir dolaylarında daha çok Bizanslılarla uğraşıp duruyorlardı. Bu beyliğin hemen hemen üç yanı Bizans topraklarıyla çevriliydi.

Bizans kasaba ve şehirlerinin başında “tekfur” adı verilen beyler vardı. Bunlar İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluğuna bağlı idiler ama gerçekte kendi başlarına buyruktular. Halktan vergi alırlar, asker toplarlardı. Çoğu çok zalimdi. Kendi halklarına yapmadıkları kötülük kalmazdı. Dinleri ayrı olduğu halde. Osmanlıları bir kurtarıcı olarak kabul eden çok sayıda Bizanslı vardı. Osmanlı Beyliğinin başkanı Osman Bey ve adamları adaletli davranıyor, halkı ezmemeye özen gösteriyorlardı.

O sıralar Osman Bey’le Bilecik tekfuru arasında dostluk vardı ama tekfur Osman Bey’i tuzağa düşürmek için sinsice planlar yapıp duruyordu.

Bilecik tekfuru, oğlunu Yarhisar tekfurunun güzel kızı Nilüfer’le nişanlamıştı. Yakında düğün yapılacaktı. Tekfur bu düğüne Osman Bey’le adamlarını da çağırdı. Ama bir başka tekfur, Osman Bey “Sakın düğüne katılmayın. Bilecik tekfuru pusu kurdurup sizi öldürtecek.” Diye haber yolladı. Bunun üzerine Osman Bey’de Bilecik tekfurunu ve Bilecik’i ele geçirmek için başka bir plan hazırladı.

Bu planın içinde Bilecik’e gelin gidecek olan Nilüfer’in kaçırılması da düşünülmüştü. Çünkü Osman Bey’in kulağına henüz on yedi yaşında olan oğlu Orhan’ın Nilüfer’e gönlünü kaptırdığı fısıldanmıştı. Bu şöyle olmuştu:

Yakışıklı ve gözü pek bir delikanlı olan Orhan Bey, Bir gün Yarhisar’ın önünden geçiyordu. O sırada hisarın önündeki kuyudan dünya güzeli genç bir kız su çekiyordu. Birbirlerine bakıştılar. O anda ikisinin de gönlünde bir kıvılcım tutuştu.

Orhan Bey:

“Güzel kız,” dedi, “adın nedir? Sana kimin kızı derler?.”

“Adım Olievaera’dır Bana Yakhisar tekfurunun kızı derler.”

Genç kız kuyuya saldığı ağaç kovayı yukarı çekti. Sevimli bir yüzle:

“Benim kim olduğumu öğrendin,” dedi. “İzin verirsen bende senin kim olduğunu öğreneyim.”

“Adım Orhan’dır. Söğüt’te oturan Osman Bey’in oğluyum.”

Bu kısa tanışmadan sonra Orhan Orhan Bey atını şaha kaldırarak oradan uzaklaştı. Uzaklaştı ya genç kızı hayali gözlerinin önünden bir türlü silinmedi.

Bu olaydan birkaç gün sonra Bilecik tekfurundan Osman Bey’e düğün davetiyesi geldi. Osman Bey gecikmeden şu mektubu gönderdi:

“Ey Bilecik tekfuru, sevgili dostum, düğün davetiyesini aldım. Sana ve Oğluna mutluluklar dilerim. Önemli işlerim nedeniyle bu mutlu düğüne katılamayacağım. Ama adetimiz gereğince hediyelerimi kırk katıra yüklenmiş olarak gönderiyorum. Katırları birkaç kadın sürücü getirecektir. Sizden ricam, kadınlarımızı erkekleriniz değil, kadınlarınız karşılasınlar ve onlarla kadınlarınız alâkadar olsunlar. Çünkü kadınlarımız erkeklerle görüşmezler. Bu dinimizde günah sayılır.”

Oysaki katırların taşıdığı sandıklarda hediye değil kırk savaşçı vardı. Bilecik tekfuru katırlı kafileyi kadınlara karşılattı. Kale kapısını açtırdı. Katırlar içeri girince sandıkta saklananlar dışarı çıktılar. Bilecik hisarını ele geçirdiler.

Bu sırada düğü alayı Yarhisar’dan kalkmış Bilecik’e doğru yola çıkmıştı. Orhan Bey’le arkadaşları düğün alayının geçeceği yol üstüne pusu kurmuşlardı. Alay önlerine saldırıp Gelin adayı Olivera’yı (Nilüfer’i) kaçırdılar. Kime niyet kime kısmet. Nilüfer Biecik tekfuru oğlu yerine, gördüğü ilk günden beri unutamadığı Orhan Bey’e gelin geldi. Osmanlı Devleti’nin ikinci hükümdarı olan Orhan Gazi’ye Rumeli fatihi Süleyman Paşa ile çok değerli bir padişah olan I. Murat’ı (Murad-ı Hüdavendigâr’ı) doğurdu.

1298 yılında evlendiği zaman o da Orhan Bey gibi on yedi yaşındaydı. Çok hayırsever bir kadındı. Bursa İznik’te camiler, tekkeler yaptırmıştır. Nilüfer ırmağı üzerine bir köprü kurdurtmuştu. Bu ırmak o günden sonra Nilüfer adıyla anılır oldu.

Fas’lı ünlü gezgin İbn Batuta, 1335 yılında İznik’te Nilüfer Hatun’la görüşmüştür. Seyahatnamesinde “Bizlere ikram iltifatta bulundu, çok olgun, dindar bir hatundur,” diye yazmıştır.

Söğüt’te her yıl Osmanlı Devleti’nin kuruluş günü kutlanır. Söğütlü delikanlılar Söğütün erenleri adlı türkülü oyunlarında yukarıda anlattığımız olayı canlandırıp tiyatro gibi oynarlar. Biz de Söğütlü delikanlıların anlatımından yararlanarak bu efsaneyi yazdık.

Hasan Lâtif Sarıyüce Anadolu Efsaneleri.

4

Friday, 19.12.2014, 08:54

SARI KIZ



Marmara ve Ege bölgelerini birbirinden ayıran ve genç dağlar grubuna giren Kazdağları’nın en yüksek tepesine Sarıkız Tepesi adı verilmektedir. Bu tepenin adı hakkında pek çok efsane anlatılmaktadır.

Çok eski zamanlarda Güre köyünde çok güzel bir kız varmış. Bu kızı köyün bütün gençleri sever ve evlenmek isterlermiş. Adı Sarıkız olan bu güzel kızın babası ise bin bir zahmetle büyüttüğü kızını, talip olan gençlerin hiç birine vermezmiş. Bunun üzerine gençler Sarıkız’a iftira etmişler. Köylüler de Sarıkız’ın babasına giderek:

“Kızın kötü yola saptı. Ya kızını öldürürsün ya da buralardan çekip gidersin” demişler.

Düşünüp taşınan baba, kızını öldürmeye kıyamaz; ancak köylülerin yüzüne bakabilmek için Sarıkız’ı gözden uzak tutmak gerektiğini düşünür.

Kızını yanına alan baba, Kazdağı’nın zirvesine çıkar ve güttükleri kazlarla birlikte kızını bırakıp geri döner. “Kurt kuş yerse de gözüm görmesin, yaşarsa da herkesten gizli yaşasın” demiş.

Kazdağı’nda kalan Sarıkız ölmemiş ve kazlarını gütmeye devam etmiş. Hatta yolunu, izini kaybedenlere yardımcı olmuş. Bu durum kısa zamanda babasının kulağına gitmiş.

Kızının ölmediğini öğrenen baba, Kazdağı’na kızının yanına çıkmış. Dağda kaz çobanlığı yapan Sarıkız, babasını görünce sevinmiş, ona yemek ikram etmiş. Yemek sırasında babası kızından su istemiş. Sarıkız elini uzatarak kilometrelerce aşağıdaki Güre çayından su alarak babasına vermiş. Babası kızının ermiş olduğunu görünce pek sevinmiş.

Sarıkız‘ın öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu yere Sarıkız Tepesi, babasının öldüğü yere ise Babatepe veya Kartaltepe adı verilmektedir.

Kültürümüzün en renkli kaynaklarından olan efsanelerimiz unutulmamak için çoğu zaman bir maddi ize veya mekana bağlanır. Sarıkız efsaneleri de böyledir. Kaz dağlarının zirvesindeki Sarıkız Tepesi ve bu tepenin üzerindeki kabir, Sarıkız efsanelerinin günümüze kadar ulaşan izleridir. Şimdi anlatacağımız efsane ise farklı bir Sarıkız efsanesi olarak dikkati çekmektedir. Ancak bağlı bulunduğu iz yine aynıdır.

Delikanlının biri güzeller güzeli bir kıza aşık olmuş. Kız, evlenme şartı olarak, delikanlıdan gücünü ispatlamasını istemiş. Bu şarta göre delikanlı sırtına yüklenen tuz çuvallarını taşımak zorundadır. Delikanlının sırtına tuz çuvalları yüklenmiş. Yamaçtan tırmanırken çuvallar dengesini kaybetmiş ve delikanlı yuvarlanarak göle düşmüş. Tuzlar ıslandıkça çuvallar ağırlaşmış ve delikanlıyı suyun derinliklerine çekmiş. Köy halkıbu acıya sebebiyet verdiği için kıza öfkelenmişler. Ona yumurtalar atmışlar. Sarı Kız adı da buradan kalmış.

Öfkeleri yatışmayan köylüler babasına giderek kızını şikayet etmişler ve onu yok etmesini istemişler. Babası yumurtalara bulanmış kızını alıp tepeye çıkmış. Kızını öldürmeden önce abdest alıp namaz kılmak isteyen baba kızından su bulmasını istemiş. Kız delikanlının boğulduğu gölün suyundan getirmiş. Su tuzlu olduğu için babası yeniden tatlı su bulup getirmesini istemiş. Bunun üzerine kız ayağını yere vurmuş, o anda yerden bir kaynak suyu fışkırmaya başlamış. Durumu gören babası kızının ermiş olduğunu anlamış ve onu öldürmekten vazgeçmiş. Kimsenin zararı dokunmasın diye de suyun etrafını taş duvarla çevirmiş.

Kaz dağlarının zirvesindeki bu kaynak, bugün hala yörede şifalı olarak bilinmektedir. Ayrıca hem Sarıkız’ın, hem de babasının öldükleri yerler kutsal sayılmaktadır. Babasının öldüğü ve bugün kabrinin bulunduğu kabul edilen yere Kartaltepe veya Babatepe; Sarıkız’ın kabrinin olduğu tepeye ise Sarıkız Tepesi adı verilmektedir. Bu tepelerin ermiş bir kız ile babasına izafe edilmesi ise elbetteki eski Türk inanışlarındaki dağ kültünün bir yansımasıdır.

5

Friday, 19.12.2014, 09:01

KIRK YIL SIRTINDA ODUN TAŞIYAN ŞAİR



Yoksul Yunus sırtıyla kırk yıl dağdan odun indirdi. Kırk yıl sabretti yüreğine aydınlığın doğacağı günü bekledi.

Sivrihisar’a bağlı Sarıköy derler bir köy vardı. Burada Yunus adında genç bir adam yaşıyordu. Taptuk Emre adında bir yol göstericinin kapısına sığınmıştı. Başka insanlarda vardı burada. Taptuk Emre Yunus’u dağdan odun getirmekle görevlendirmişti.

Yunus her gün dağa gitti, odun getirdi. Bunlar öyle odunlardı ki oklava gibi dümdüzdü. “Niçin hep düzdün odun getiriyorsun? Ormanda hiç eğri odun yok mu?” diye soranlara “Taptuk’un kapısına eğri odun yaraşmaz,” karşılığını verirdi.

Bir yıl değil, beş yıl değil, yoksul yunus tam kırk yıl hergün dağdan odun taşıdı. Durumundan kimseye yakınmadı, yazıklanmadı.

Kırk yıl geride kalmıştı. Bir akşam Taptuk ocağında kalabalık bir topluluk yer almıştı. İlahiler okunacak, şiirler söylenecekti. Yunus da dağdan yorgun argın gelmiş, kapı ardında bir yere ilişmişti. Taptuk’un adamları arasında Yunus’-ı Güyende (Söyleyici Yunus)adında bir şair vardı. Taptuk emre ona:

“Yunus,” dedi. “haydi bir şeyler söyle de dinleyelim.”

Güyende mırın kırın etti, bir şeyler demek istedi başaramadı.

Ak sakallı Taptuk Koca, topluluğa bakındı. En arkada kapı dibinde Yunus’u gördü.

“Haydi oduncu Yunus, sen söyle!”

Yunus bir anda gözlerinden bir perde kalkmış gibi içinin aydınlandığını hissetti. Her şeyi daha bir arı duru duru görmeye başladı ve dili çözüldü. O gece orada öyle güzel şiirler söylendi ki dinleyenler kendilerinden geçtiler.

Ertsi gün Taptuk baba Yunus’u çağırdı:yunusemre1

“Artık,” dedi, ”aradığını buldun. Çilen doldu, tamam oldu. Bundan böyle bu kapıya odun getirmen gerekmez.”

Yunus pirinin elini öptü. Sırtında aba, ayaklarında çarık, omzunda çıkını, elinde sopası yollara düştü. Dağlara taşlara, uçan kuşlara, tarlalarda çalışan insanlara, atlarının üstünde kurumlu kurumlu giden eli kanlı beylere şiirler söyleyerek yıllarca dolaştı. Yolu bir gün Konya’ya düştü. Büyük şair ve bilgin Mevlana’nın yanına vardı, elini öptü.

Mevlana kendisine yeni yazdığı altı ciltlik Mesnevi adlı kitabını gösterdi. Yunus baktı, karıştırdı:

“Uzun yazmışsın,” dedi “Ben olsam, Ete kemiğe büründüm Yunus diye göründüm derdim, olur biterdi.”

Yunus bütün Anadolu’yu Suriye’yi, Azerbaycan’ı içine alan uzun yolculuğundan dönünce gene Taptuk Emre’nin yanına vardı. Taptuk Baba, artık iyice yaşlanmıştı. İki gözü görmez olmuştu. Yunus’a:

“Yunus’um,” dedi, “iki güneş bir arada barınmaz, şimdi bir ok atacağım. Bu oku ara, onu nerede bulduysan orada yerleş kal.”

Ok vınlayarak bulutların arasında kaybolup gitti. Yunus tam beş yıl bu oku aradı. Sonunda doğduğu Sarıköy’de buldu. Oraya yerleşti ve orada öldü. Şimdi mezarı Sarıköy’dedir.

Yunus Emre Türk edebiyatının en büyük şairlerinden birisidir. O zamanki Türk aydınları Türk dilini hor görüyor, Arapça, Farsça yazmayı üstünlük sayıyorlardı. Yunus emre halkın konuştuğu Türkçe’yi şiir dili yaptı. Üstün şairlik yeteneği ile dilimizi içlere işleyen akıcı ve sıcak bir ses haline getirdi.

Türk halkı onu yedi yüz yıldır hiç unutamadı. Kimi kentli şairler onu küçük gördüler, yazdıkları kitaplarda adını anmadılar ama köylünün, kasabalının,, hatta dağ başındaki çobanların dilinden hiç düşmedi.

Şiirlerinden hangi dinden, hangi ırktan olursa olsun, insanları sevmek gerektiğini, barış içinde yaşama dileğini dile getirdi.

Derler ki, Yunus üç bin tane şiir yazdı. Şiirlerinin yazılı bulunduğu defter, Yunus öldükten yüz yıl sonra Molla Kasım adında bir Ham Sofunun eline geçti. Defteri yanına aldı. Irmak kıyısına vardı. Sağ yanında bir ırmak akıyordu sol yanında da bir ateş yaktı. Başladı şiirleri okumaya. Dar kafalı Molla, şiirleri okuyor hiç birisini beğenmiyordu. Bunları dine aykırı buluyordu. Okuduğu sayfayı koparıyor kimini yanı başında sessiz sessiz akıp giden ırmağa atıyor, kimini de oylumoylum yanan ateşte yakıyordu. Tam iki bin şiiri yok etmişti. Birden eline iki bin birinci şiir geçti. O şiirin sonunda şöyle deniliyordu:

“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söyleme

Seni sorguya çeken bir Molla Kasım gelir.”

Molla Kasım böğründen kurşun yemişe döndü. Dili dişi kitlendi. Ben ne yaptım da iki bin şiiri yaramaz diye yok ettim,” diye dövünmeye başladı.”

Ama dövünmesi gereksizdi. Çünkü o şiirlerin hiç birisi boşa gitmedi. Yok olmadı. Halkımızın inancına göre bu gün ırmağa atılan bin şiiri denizlerde balıklar, yakılan bin şiiri gökyüzündeki kuşlar, kalan bin şiiri de insanlar okuyor.

Şimdi siz bunun aslı varmı diye soracaksınız. Aslı olmasa da bir büyük şaire halkın verdiği değeri göstermesi bakımından çok güzel bir hikaye… büyük şairler çiçeklere benzer, halk toprağında her yıl yeniden açıp dururlar.

Hasan Latif Sarıyüce




Benzer konular