Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

1

Friday, 19.12.2014, 09:06

Başarı Hikayeleri

Kaderle Oynayan Sinek



7 Eylül 1965 gecesi, New York’un Rochester şehrindeki Washington salonunu hıncahınç dolduran kalabalık, dünya şampiyonluğu için oynayacak bilardo maçının başlamasını heyecanla bekliyordu.

Birbirlerine meydan okurcasına karşı karşıya gelen Lousi Fox ve John Deery kendilerine güveniyorlardı. O gece ilk defa olarak boy ölçüşecek olan bu bilardo şampiyonlarının her ikisi de dünya bilardo şampiyonu Dudley Kavanagh’ı yenmişti.

Binlerce dolarlık bahislere giren seyirciler, müsabaka başlar başlamaz susarak dikkat kesildiler. Fox oyuna hakim görünüyordu.

Deery, bütün gayretlerine rağmen, Fox’a yetişemiyordu. Fox’un dünya şampiyonluğu üzerine bahse girenler, yüzlerinde memnun bir ifade, neticeyi bekliyorlardı.

Maçın bitmesine pek az kalmıştı. Gece de adamakıllı ilerlemişti. Salonu dolduran sigara dumanları arasında, etrafı bulanık gören seyirciler, heyecanın son haddine erişmişlerdi.

Fox son bir vuruştan sonra maçı kazanabilecekti. Kurularak masasının etrafında dönen Fox, son vuruştan evvel, bilardo toplarının durumunu tetkik etti. Dalgın bir tavırla, uzun bıyığının bir ucunu parmağının etrafında kıvırdı. Bir köşede duran Deery, idam sehpasına götürülen bir mahkum gibi renkten renge giriyordu.

Tam bu sırada, sigara dumanlarının arasından bir sinek çıktı. masanın etrafında vızıldayarak uçtuktan sonra, Fox’un vuracağı topun üzerine kondu. Vuruşa hazırlana Fox gülümseyerek hayvanı kovduktan sonra, tekrar vaziyet aldı.

Fakat sinek, masanın etrafında şöyle bir döndükten sonra tekrar topun üzerine kondu Seyircilerin bazıları sinirli sinirli gülmeye başlamışlardı. Soğukkanlığından hiç bir şey kaybetmeden, Fox, sineği gene kovdu.

Sinek üçüncü defa topun üzerine konunca, halk kendini tutamayarak kahkahayı bastı.

Soğukkanlı Fox, bir an içinde hiddete kapıldı. Bilardo değneğini sineye doğru savurdu. Deynek bir tesadüf eseri olarak topa dokununca, sinek uçarak dumanlar arasında gözden kayboldu.

Değnekle topa dokunmak Fox’a vuruş hakkını kaybettirmişti. Şimdi oynamak sırası Deery’nindi. Fox titreyen adımlarla geri çekildi ve duvara dayandı. Rakibi, oynamaya başladı. Arka arkaya emin vuruşlar yaparak şampiyonluğu kazandı.

Lois Fox, yeni dünya bilardo şampiyonunun kendisine doğru uzattığı ele dalgın dalgın baktı. Seyircilerin gürültüsünden kendisine söylenenleri işitemiyordu. Deery:

- Ne yapalım dostum? Şanssızlık, diyordu.

Fox, dalgın dalgın başını eğdi. Sonra silindir şapkasını ve pelerinini alarak salonu terk etti. Yanından arabalar ve insanlar geçiyordu; fakat Fox bunları ne görüyor, ne de duyuyordu. Salondaki seyircilerin kahkahaları hala kulaklarında çınlıyordu.

Kahkaha seslerinden kurtulmak için, karanlık sokaklarda gitgide daha hızlı yürümeye başladı. Fakat kahkahalar kendisini her gittiği yerde takip ediyordu.

Fox, nihayet nehrin üzerindeki köprüden geçerken durdu. Altında nehrin suları köpürüp kaynaşıyordu. Onlar da adeta Fox’a gülüyor gibiydi. Fox, nehrin kahkahalarını daha hızlı ve daha yakından duymaya başladı.

Bir kaç gün sonra, nehirden geçen bir bir polis motorunun mürettebatı, suların üzerinde yüzen bir silindir şapka ile bir pelerine tesadüf etti. Biraz ötede uzun siyah bıyıklı bir adamın cesedini buldular.

Dünya bilardo şampiyonasını tayin eden bir sinek olmuştu. Şampiyonluğu kaybeden bedbaht adamın akıbetini çizen de o sinekti.

Bütün Dünya Yıllığı

2

Friday, 19.12.2014, 09:09

SOL KOLU OLMAYAN AZİMLİ KARATECİ ÇOCUK


Japon çocuğun tek hayali çok ünlü bir karateci olmaktı. Fakat ailesi buna izin vermezdi. Bir gün talihsiz bir kaza sonucu çocuk sol kolunu kaybetti.

Ailesi çocuğun moralinin çok kötü olduğunu görünce ona bir karate hocası tuttu. Hoca ilk dersinde çocuğa karşısındakini sağ koluyla tutup üstünden savurmayı gösterdi. Hatta ikinci, üçüncü ve sonraki bütün derslerde hep aynı hareketi yapıyorlardı.

Çocuk bir gün hocasına “hocam ben çok sıkıldım, artık başka hareketlere geçsek” dedi. Hoca ise bunu kabul etmeyerek dünyada bu işi en hızlı yapan kişi olmadıkça bitirmeyeceğini söyledi. Çocuk o kadar hızlanmıştı ki, hocasını bile göz açıp kapayıncaya kadar yerden yere vuruyordu. Bir gün hoca elinde bir kağıtla geldi kağıtta çocuğun gençler karate şampiyonasına katılabileceği yazıyordu.

Çocuk çok şaşırdı. Ertesi gün salonda ilk rakibinin karşısına çıkacakken heyecanla hocasına sordu, “hocam bu iş nasıl olur? Ben sadece tek hareket biliyorum kesin kaybederim” Hocası ise”sen sadece hareketi yap” cevabını verdi.

Çocuk ringe çıktı ve hareketiyle rakibini eledi. Hatta tek hareketle finale kadar çıktı. Finalde karşısında kendisinin iki katı birisi vardı. Önce çok korktu ama gene bildiği hareketi yaparak son rakibini de yendi ve şampiyon oldu.

Sevinçle hocasının yanına koştu ve sordu “hocam nasıl olur anlamıyorum, sadece bir hareket biliyorum, tek kolluyum ve şampiyon oldum” Hocası çocuğa baktı ve dedi ki, “senin yaptığın hareket karatedeki en zor hareketlerden biridir.

Ve bir tek savunması vardır o da, rakibin sol kolunu tutmak”.

3

Friday, 19.12.2014, 09:10

ASLA ÇOK GEÇ DEMEYİN.


Çok geç diye bir zaman yoktur!.. Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra;

“Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz” dedi.. Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki, yumuşak bir el omzuma dokundu.. Döndüm.. Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu..

“Ben Rose” dedi..

“Benim adım Rose, yakışıklı.. 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.

“Güldüm.. “Tabii” dedim..

“Hadi sarıl bana..”Öyle sımsıkı sarıldı ki “Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin” diye şaka yaptım… Minik bir kahkaha ile yanıtladı:

“Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..”

Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık.. Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum. Sömestre boyunca Rose kampüsün gülü oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. iyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu..

Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu.. Sömestre sonunda, Futbol balosuna davet ettik, Rose’u.. Konuşma yapması için.. Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok.. Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmıştı. Elinde budeste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi..

“Ne kadar beceriksizim, değil mi?.. Özür dilerim.. Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz.. şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil.. Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..” Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı: “Yaşandığımız için, evlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz.. Evlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır.. Her gün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak.. Bir rüyanız olmalı mutlaka.. Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz.

Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok.. Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır.. Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiç bir şey yapmadan, hiç bir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz.. Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiç bir şey yapmadan, hiç bir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır.

Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir. Asla pişman olmayın.. Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü..

Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır.. Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..”

Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi..

Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü.

Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.

“Yapabileceğimiz her şeyi yapmak için asla geç olmayacağını” hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu.. Rose’un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı:

“Çok geç diye bir zaman yoktur!..”

4

Friday, 19.12.2014, 09:12

BİR İNSANIN ANAVATANI ÇOCUKLUĞUDUR


Bir gün seminere başlamadan önce kısa boylu güler yüzlü birisi geldi, Hocam elinizi öpmek istiyorum, dedi. Ben el öptürmekten pek hoşlanmadığım için, yanaktan öpüşelim, dedim, öpüştük. Aramızda şöyle bir konuşma yer aldı:
– Hayrola, neden elimi öpmek istedin?
– Hocam, üç yıl önce sizin bir seminerinize katıldım. Hayatım değişti.O seminerden sonra daha mutlu bir ailem var ve size teşekkür etmek istiyorum; onun için elinizi öpmek istedim.
– Ne oldu, nasıl oldu?
– Üç yıl önce şirketimizin organize ettiği iki günlük bir seminerde bizimle beraberdiniz. O seminerin bitişine doğru dediniz ki, “Bir insanın ana vatanı çocukluğudur. Çocukluğunu doya doya yaşayamamış bir insanın mutlu olması çok zordur. Bir annenin, bir babanın en önemli görevi, çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır.”Bir süre sustu, bir şey hatırlamak ister gibi düşündü, sonra konuşmaya devam etti:
– Hatta daha da ilerisi için söylediniz; dediniz ki, “Bir ulusun en önemli görevi çocuklarının çocukluğunu doya doya yaşamasına
olanaklar yaratmaktır.” Ben bir baba olarak sizi duyduğum zaman kendi kendime düşündüm: Ben bir baba olarak çocuğumun çocukluğunu doya doya yaşamasına fırsatlar yaratıyor muyum? Böyle bir sorunun o zamana kadar hiç aklıma gelmediğini fark ettim. Ben ne yapıyorum, diye düşündüm.
Benim yaptığım sanırım birçok babanın yaptığının aynısıydı. Dokuz yaşındaki oğlum ben işten eve gelince beni görmemeye, benden kaçmaya çalışıyordu. Neden kaçmaya çalışıyordu, biliyor musunuz, Hocam?
– Hayır, neden?
– Çünkü onu görünce hemen şu soruyu soruyordum. “Oğlum bugün ödevini yaptın mı?” Tuhaf tuhaf bakıyor, gözünü kaçırıyor, daha da
*sıkıştırınca, hayır anlamına gelen, “cık” sesini çıkarıyordu.* Kızıyordum, söyleniyordum, “Niye yapmıyorsun ödevini!” diyordum.
Aramızda sürekli tartışmalar, sürtüşmeler oluşuyordu. Tabii bunun sonucunda bütün aile huzursuz oluyordu.
Burada biraz sustu, soluklandı. Sanki hatırlamak istemediği anılar vardı; onların üstesinden gelmeye çalışıyordu. Sonra konuşmaya devam etti:
– Ben sizin seminerinizden çıktıktan sonra düşünmeye başladım. “Ben ne biçim babayım,” diye kendime sordum. Seminer için geldiğim*
İstanbul’dan çalışma yerim olan Kayseri’ye gidinceye kadar düşündüm; otobüste bütün gece düşündüm ve sonra kendi kendime dedim ki, eşimle konuşayım, biz birlikte bir karar alalım. Diyelim ki bu çocuk isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama doya doya çocukluğunu yaşasın.
– Radikal bir karar!*
– Evet, uçta bir karar, ama bu karar içime çok iyi geldi, Hocam.
Gerginliğim, üzüntüm gitti, içim rahat etti. Ben eve gelince eşime dedim ki, hadi gel otur, konuşalım. Yemekten sonra oturduk konuştuk, çocuklar yattı biz konuşmaya devam ettik. Seminerde anlatılanları aktardım, böyle böyle böyle diye izah ettim ona ve en nihayet dedim ki, ya benim gönlümden ne geçiyor sana söyleyeyim. Bizim oğlumuz var ya bizim oğlumuz, o isterse beş yıl sınıfta kalsın, ama çocukluğunu yaşasın! Şimdiye kadar onun çocukluğunu yaşamasıyla ile ilgili pek bir çaba göstermedik, bir bilinç göstermedik, oluruna bıraktık. Gel şimdi değiştirelim bunu.
– Eşiniz ne dedi?
– Hocam biliyor musun ne oldu?
– Ne oldu?*
– Karım hayretle bana baktı ve dedi ki, “Bu ne biçim seminer be! Kim bu adam? Öyle şey mi olur; yok bizim ki çocukluğunu yaşayacakmış!
Bizim çocuk çocukluğunu yaşarken öbürküler sınıflarını geçecek ilerleyecek! Öyle şey olmaz.”

- Anlıyorum; anne olarak çocuğunun geride kalmasını istemiyor, kaygılanıyor!
– Fakat hocam ben pes etmedim, bırakmadım, mücadeleye devam ettim.
Her gün, her akşam gece yarılarına kadar karımla konuştum. Üç gecenin sonunda bana, peki ne halin varsa gör, dedi.
– Pes etti, yani. Peki, sen ne yaptın?
– İşte onu dediği günün sabahı eşofmanımı, ayakkabımı şöyle kapının yanına bıraktım işe gittim; işten dönünce oğlumun gözüne baktım ve dedim ki, oğlum bugün doya doya oynadın mı? Bana hayretle baktı ve “Hayır!” anlamına gelen “cıkk” dedi. O zaman, hadi gel beraber aşağıya ineceğiz, oynayacağız, dedim. Eşofmanımı giydim, ayakkabımı giydim, onunla beraber sokağa çıktık. Pencereden arkadaşları bakıyorlarmış, onlar da sokağa çıktılar; birlikte sokakta oyun oynadık. Akşam saat altıdan sekiz buçuğa kadar sokaktaydık. Eve gelince toz toprak içindeyiz, beraber banyoya girdik, duş yaptık. Havluyla kuruladım, çok mutluyduk ve o günden sonra işten dönünce her gün onunla oynamaya başladım. Her gün, her gün, her gün oynadım.

Yedi gün sekiz gün sonraydı galiba, bir gün banyodan çıkarken onu kuruluyorum havluyla, kolumu tuttu, bana döndü ve dedi ki, baba ya, ben seni çok seviyorum. Hocam nefesim durdu, gözüm yaşardı, konuşamadım. Çünkü farkına vardım ki, şimdiye kadar sevdiğini hiç söylememişti. Düşündüm, şimdiye kadar hiç söylemediğinin farkında değildim; belki ömür boyu söylemeyecekti.

“Ne büyük tehlike!” diye düşündüm. Ömür boyu onun bana bu cümleyi söylemediğinin farkında olmayacaktım.
– Demek farkına vardın, seni kutlarım. Senin farkına vardığın bu durum birçok anne ve babanın farkında olmadığı gizil, örtük ama önemli bir tehlike!
– İçimde bir şükür duygusu, havluyla çocuğumu kuruladım ve giydirdim ve artık her gün oyun oynamaya devam ettik. Zaman geçti, iki hafta sonra okul, öğretmen veli buluşması için okula davet etti. Daha önceki veli buluşmalarında öğretmen, “Sizin oğlunuz akıllı bir çocuk, ama ödevleri kargacık burgacık yazıyor, dikkat etmiyor. Sınıfta arkadaşlarını rahatsız ediyor, onları itiyor kakıyor, lütfen onunla konuşun. Ödevlerine ilgi gösterin, sınıfta arkadaşlarını rahatsız etmesin. Ödevlerini doğru dürüst yapsın,” demişti. O nedenle öğretmen buluşmasına gitmekten çekiniyordum. Bu davet gelince ben eşime dedim ki, hadi okuldaki buluşmaya beraber gidelim!
Yok, dedi, sen tek başına gideceksin, ben gelmeyeceğim.
– Eşiniz gelmek istemedi!*
– Hayır istemedi. Ya beraber gidelim, diye ısrar ettim hayır hayır sen yalnız gideceksin dedi. Ben yalnız gittim ve diğer veliler geldikçe sıra bende olduğu halde sıranın arkasına geçtim, sıranın arkasına geçtim ki başka kimse olmadan öğretmenle konuşayım, diye.
Mahcup olacağımı düşünüyordum. Her şeyin daha kötüye gittiğini düşünüyordum. En nihayet bütün veliler öğretmenle konuşmalarını bitirip gittiler.
Sıra bende! Öğretmenin karşısına geçtim, bana baktı gülümsedi, siz ne yaptınız bu çocuğa, dedi. Hiç cevap vermedim, önüme baktım. Lütfen söyleyin ne yaptınız bu çocuğa, dedi. “Çok mu kötü hocam?” diye sordum. Gülümsedi, hayır, kötü değil, dedi. “Artık sınıfta arkadaşlarını hiç rahatsız etmiyor, ödevleri iyileşti, tam istediğim öğrenci oldu. Ne yaptınız bu çocuğa siz?”

- Herhalde bir baba olarak çok mutlu oldunuz?
– Hocam biliyor musunuz öğretmenin karşısında ağlamaya başladım.
İnanamıyordum kulağıma, içimden, vay evladım, biz sana ne yaptık şimdiye kadar, duygusu vardı. Eve geldim, karım yüzüme baktı, gözlerim ağlamaktan kıpkırmızı. “O kadar mı kötü?” diye sordu. Ona da cevap veremedim Hocam, ona da cevap veremedim! Ağladım. Daha sonra anlattım.
Hocam onun için sizin elinizi öpmek istedim, teşekkür ediyorum. Benim oğlumun ve onun küçüğü kızımın hayatını kurtardınız. Ailemin mutluluğu kurtuldu. Hakikaten bir insanın anavatanı çocukluğuymuş. Anavatanı mutlu olan bir çocuk çalışmasını, okulunu her şeyini bütün gücüyle yapar ve orada başarılı olurmuş.
“Gel seni yeniden kucaklayayım!” dedim. Kucaklaştık.
“Çocuklar Gülsün diye!” yaşayalım. Çünkü insanın anavatanı çocukluğudur.
Çocuklar gülerek, oynayarak büyürse, sonunda büyükler güler.
Büyükler mutlu olup gülümseyince tüm ülke, tüm insanlık güler.
Çocukların gülmesine hizmet veren herkese selam olsun!

Doğan CÜCELOĞLU

5

Tuesday, 23.12.2014, 11:30

Temizliğini yaptığı üniversiteyi kazandı hedefi rektörlük


O gece gözüne uyku girmedi. Ne de olsa 12 saat sonra liseyi bitirecek, idealindeki mesleğe bir adım daha yaklaşacaktı. Ama mutluluğu kısa sürdü. Şimdi anlatmaya bile çekindiği bir gerekçeyle okul idaresi diplomasını vermedi. Hayalleri yıkılmıştı.


O gece gözüne uyku girmedi. Ne de olsa 12 saat sonra liseyi bitirecek, idealindeki mesleğe bir adım daha yaklaşacaktı. Ama mutluluğu kısa sürdü. Şimdi anlatmaya bile çekindiği bir gerekçeyle okul idaresi diplomasını vermedi.

Hayalleri yıkılmıştı. Kaderin sırtına vurduğu yük ağırdı. Ailesinin maddi gücü yoktu, çalışmak zorundaydı. Dondurma satmaktan tutun da emlakçılıktan, güvenlikçiliğe kadar pek çok işte çalıştı. Fatih Üniversitesi'nin yemekhanesine hizmetli olarak girdiğinde hayatında yeni bir sayfanın açılacağından habersizdi. Yılmadı, açıköğretim sınavlarına girip lise diploması aldı. Süpürgecilik yaptığı okulda artık burslu bir öğrenciydi.

Hikayenin kahramanı 26 yaşındaki Tavabil Alkaç, inanarak çalışmanın ve başarının güzel bir örneği. Dokuz ay boyunca çöplerini toplayıp, koridorlarını süpürdüğü, mutfağında masalarını temizlediği okulda artık burslu bir öğrenci. 'Günde 20 saat çalışmanın karşılığını aldım. Hayatın engelleri beni alt etmeye yetmedi.' diyerek özetliyor başarısının sırrını. Azmi ve gayretiyle sınıf arkadaşlarının da gözdesi Tavabil. Hepsi ona karşı son derece saygılı. Bunda sınıfın en büyüğü olmasının da etkisi var tabii. 'Kimileri hayata 1-0 yenik başlar. Ben onlardanım.' diyor Tavabil.Çorum'lu dört çocuklu dar gelirli bir ailede dünyaya gelmiş. İlk ve ortaöğrenimini Çorum'da tamamladıktan sonra lise için Çankırı'nın yolunu tutmuş. Okulu bitirmesine yalnızca 12 saat kala kimseye anlatmadığı bir nedenle diplomasını alamamış. Tavabil, 'Bütün hayallerim yıkılmıştı. Ne yapacağımı bilmeden memleketime döndüm. Çok zor günlerdi unutmak kolay olmadı.' diye anlatıyor yaşadıklarını. Askerliğini yaptıktan sonra 2001 yazında İstanbul'daki abisinin yanına gelir. Hem üzüntüsünü unutmak hem de iyi bir iş bulup çalışmak niyetindedir. Bir süre dondurma satar, emlakçıda çalışır. 2002'de Fatih Üniversitesi'nde hizmetli olarak işe girer. Çöp toplayıp yerleri paspaslarken bir yandan da üniversiteyi kazanmayı hayal eder. Bir akşam, 'Bu üniversiteye öğrenci olarak döneceğim.' umuduyla evinin yolunu tutar. Lise diplomasını almak için kolları sıvar. 2004'ün Eylül'ünde açık lise sınavına girip lise diplomasını alır. Ancak asıl çalışma bundan sonra başlar. Hikayenin bu kısmını Tavabil'den dinliyoruz: 'Günde üç buçuk saat uyku ile dokuz buçuk ay direndim. Fatih Üniversitesi'nde temizlikçilik işini bırakıp abimin yanında mobilya atölyesinde çalışmaya başladım. Sabah 8'den akşam 7'ye kadar atölyede çalışıyordum, bir saatlik dinlenme molasından sonra sabah 3'e kadar üniversite giriş sınavına hazırlandım. Her gece 450-500 civarında soru çözüyordum.'

ÖSS sınavından sonra abisinin yanında çalışmaya devam eder. Bir gün dershaneden öğretmeni arar. Telefonun ucundaki ses 'Tavabil hangi üniversiteyi kazanmak istiyorsun?' demektedir. Tavabil, 'İlk tercihim olan Fatih Üniversitesi'nin tarih bölümünü burslu kazanmak istiyorum. Ama çok zor bir ihtimal.' cevabını verir. Öğretmeni 'Gözün aydın!' dediğinde ise birkaç dakika kendine gelemez. 'Çöplerini döküp, süpürdüğüm, hayalimdeki üniversiteye şimdi öğrenci olmuştum.' derken gözlerinde ilk günün onuru beliriyor Tavabil'in. Geçtiğimiz eylülde girmeye hak kazandığı üniversitenin ilk günü yine çöpünü dökmeye gitmiş. Tavabil sebebini söyle açıklıyor: 'Şükür etmek istedim Allah'a. Ben çalıştım o da karşılığını fazlasıyla verdi.' Şimdi tek bir hayali var, o da eğitim aldığı okulun rektörü olmak. Bunun için süre bile belirlemiş. '20 sene sonra Fatih Üniversitesi'nin rektörü olacağım.' diyor. Üniversiteye hazırlanan gençlere de bir mesajı var: 'Hazırlık döneminde muhasebe yapmayın. Sadece ders çalışın.' Üniversite sınavını düşmana benzeten Tavabil, sözlerini şöyle tamamlıyor: 'Ama mert. Korkacak bir şey yok sınavdan. Düşman mert ise onunla mücadele etme yolu da bellidir. Çalışmak, çalışmak ve çalışmak.'