Giriş yapmadınız.

1

Friday, 19.12.2014, 10:22

Kıssadan Hisse

Dünya Fani İmiş!


Yoldan geçen birisi, evinin bahçesinde tuhaf hareketler yapan bir adama sorar:

- Niye öyle tepinip duruyorsun?

- Keçe tepiyorum. Sıkıştırıp pazarda satacağım. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

- Başındaki çıngırak ne?

- Çevredeki bahçelerin ekin ve meyvelerine kuşların gelmemesi için ses çıkarıyorum. Sahipleri de bana bir miktar ücret ödüyor. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

- Peki, sırtındaki yük nedir?

- Bu yayıktır. Yoğurttan yağ çıkarıyorum. Sonra da götürüp pazarda satacağım. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

- O elinde döndürdüğün nedir?

- Bu bir kirmendir. Komşuların yünlerini eğiriyorum. Onlar da ücretini ödüyor. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

- Ağzınla ne mırıldanıyorsun?

- Hatm-i tehlil okuyorum, isteyenlere hediye ediyorum. Onlar da bana çeşitli hediyeler veriyorlar. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz.

- Niye öyle sağa sola bakıyorsun?

- Komşu çocuklarını takip ediyorum. Onları tehlikelerden korumak için bakıcılık yapıyorum. Komşular da bana ufak-tefek hediyeler veriyorlar. Ne yapalım, fani dünya işte, üç-beş kuruş kazanıyoruz!..

- Peki, dünya fâni olmasaydı daha neler yapardın?

- Ona göre tedbir alırdım!..

2

Friday, 19.12.2014, 10:24

Allahım Resulü Görmeyen Gözü Al



Peygamber Efendimiz vefat ettiği zaman, Eshaptan Zeyd bin Abdullah (r.a.) tarlada idi. Başka bir sahabi koşarak geldi ve:

— Resûlullah dünyadan göçtü, sen hâlâ burada çift sürmekle meşgûlsün, dedi.

Bir anda kendinden geçen Zeyd bin Abdullah, ellerini açarak:

— Allahım, Resulünü görmeyen gözü başımda taşımak istemiyorum. Onu görmeyen göz bana lâzım değil, gözlerimin nurunu al! diye dua etti.

Bu sözler onun ağzından değil, kalbinden geldiği için, Allah duasını kabul etti, o zamana kadar gören gözlerinin ikisi de bir anda kör oldu.

Alıntı – Menakıb-ı Ashâb-ı Kiram

3

Friday, 19.12.2014, 10:24

Hz. Musa (a.s.)’ın Cennetteki Komşusu


Hazreti Musa:

— Ya Rabbi! Bana Cennetteki komşumu bildir, diye ilticada bulunmuştu.

Hak Teâlâ Musa Aleyhisselâma:

— Falan yere git! Senin komşun falan yerdeki kasaptır, diye talimatta bulundu.

Hazreti Musa tarif edilen yere gitti, kasabı buldu ve evine misafir oldu.

Kasap akşam eve gelirken yanında bir miktar et getirmişti. Eve geldikleri zaman misafirden izin istedi ve onları pişirdi, bir zembil içinde tavanda asılı olan annesini indirdi, altını kuruladı ve eti parçalara bölerek onun ağzına vermeye başladı. Musa Aleyhisselâm Cennet komşusunun kim olduğunu öğrenmeye başlamıştı, sinek vızıltısı gibi bir sesin geldiğini farkedip:

— Ne diyor? diye sordu.

Kasap annesini yerine astıktan sonra misafire:

— Bu benim annemdir. Ben bunu senelerden beri bu şekilde yedirir, içirir ve bütün ihtiyaçlarını temin ederim. O da bana her zaman: «Oğlum Allah seni Cennette Musa (a.s.)’ya komşu eylesin», diye duâ eder, dedi.

O zamana kadar kendisinin kim olduğunu gizleyen Musa Peygamber, kendisinin Musa (a.s.) olduğunu söyledi ve Cennet komşusunu müjdeledi.

4

Friday, 19.12.2014, 10:27

Hz. Musa (a.s.) Ve Üç Kişi


Hazreti Allah (C.C.) Musa Aleyhisselâm’a:

— Ya Musa sana acaibattan bir sır bildireyim mi? buyurdu. Musa Kelimullah:

— Göster ya Rabbi! diye iltica etti. Allah tarafından:

— Ya Musa! Git filân yerdeki çeşmenin başına, kimse görmeyecek şekilde bir yere gizlen ve bekle!, emri geldi.

Musa Aleyhisselâm gitti, tarif edilen çeşmeyi buldu ve beklemeye başladı.

Biraz sonra atlı bir adam geldi, atından indi, kendisi su içip atını suladı ve zarurî ihtiyaçlarını tamamlayıp atına bindi gitti. Fakat giderken para kesesini çeşmenin başında unutup da gitti. Çok geçmeden bir çocuk geldi, o da su içti ve yolcunun unuttuğu altın kesesi bağlı olan kemeri alıp gitti. Aradan çok zaman geçmeden bu sefer bir âmâ geldi, abdest aldı ve bir kenara çekilip ibadete başladı. Hazreti Musa gizlendiği yerden manzarayı buraya kadar takip etti.

Biraz sonra altın keseli kemeri unutan atlı adam geri geldi. Kemerini çıkarıp bıraktığı yere baktı ki, orada yok. Doğru âmânın yanına vardı ve ona kemerini unuttuğunu, bulduysa vermesini söyledi.

Âmâ:

— Görüyorsun ki, iki gözüm de görmüyor. Hem ben keseyi almış olsam yanımda olması lâzım. Bende böyle bir şey olmadığına göre almış olmam imkânsız, diyerek adamı iknaya çalıştı ise de, adam bir türlü inanmadı ve:

— Bu altını sen aldın, vermiyorsun, diyerek âmâyı vurup öldürdü. Adam keseyi bulamamıştı ama, âmâyı da öldürmüştü.

Hazreti Musa, sırrına vakıf olamadığı bu hâdisenin mahiyetini öğrenmek için Cenab-ı Hakka ilticada bulundu. Allah-ü Teâlâ meseleyi şöyle izah buyurdu:

— Ey kelimim Musa! Kemeri alan çocuğun babası daha evvel o atlı ağanın hizmetinde çalıştı ve ağa da onun hakkını vermemişti. Şimdi hakkını almış oldu.

Âmâ ise, daha evvel o ağanın babasını öldürmüştü. Sonra gözleri kör olduğu için onu tanıyan çıkmadı ve unutuldu gitti idi. Ama ben unutmadım ve âmânın ölümünü o adam vasıtasiyle yaparak kısası yerine getirmiş oldum.

Bu hâdise karşısında Musa Aleyhisselâm secde-i Rahman’a vardı ve Allah’a şükürler etti.

5

Friday, 19.12.2014, 10:35

Lokman Hakim’in Nasihati



Lokman Hakim’in kim olduğu hakkında muhtelif rivayetler vardır. Ancak Şeyhülislâm Ebussuûd Efendinin nakline göre bu rivayetlerin hülâsası şöyledir: Lokman ibni Bâurâ ki’ Azer evlâdından olup Eyyüb aleyhisselâmın hemşire veya teyze zadesi imiş, uzun müddet ömür sürmüş, Davud aleyhisselâma yetişmiş ve ondan ilim almış ve onun peygamberliğinden önce fetva da verirmiş. Kendisi san’at sahibi olup israil Oğullarında kadılık ettiği de söylenmiştir. Bâzıları bunun bir nebî olduğuna da kail olmuşlar ise de alimlerin cumhuruna göre, nebî değil bir hakîm idi. Bilindiği gibi, her nebî hakîm ise de her hakîm nebî değildir.

Alimlerin örfünde hikmet, insan nefsinin nazarî ilimleri iktibas ve tatbikatta faziletli işleri takatî nisbetinde tam bir meleke kazanarak elde etmesi ve olgunluğa kavuşmasıdır. Yani hikmet, kâh nazarî ve kâh ilmî olarak tarif edilirse de tam manâsıyla hikmet, illet ve sebepleri bilerek gayeye isabet edecek şekilde ameli ilme, ilmi amele uydurmaktır. Bunun için kendine hikmet verilene bir çok hayırlar verilmiş olduğu beyan buyurulmuştur. Allahü Teâlâ’nın âlemde hikmetiyle koyup tahsis ettiği sebepleri ve hükümleri, yani kanunları keşfederek ondan bir takım ilmî neticeler çıkarmak kabiliyeti, şüphe yok ki Allah’ın büyük bir ihsanıdır. Ve hakîm olan kimseye yakışan da ilmî ve amelî olarak bunun şükrünü eda etmektir. Nitekim Allahü Teâlâ «Biz Lokman’a hürmeti verdik ki şükret Allah’a diye» buyurmuştur. Bu şükrün ilmî haysiyeti evvelâ o hikmetin, Allahü Teâlâ’nın bir vergisi olduğunu bilerek Allah’ı şirkten, ortaklıktan tenzih etmektir. Amelî haysiyeti de işlerinde takip ettiği gaye ve maksatlarında kendi hevasını değil, Allah’ın rızâsını gözetmektir. Bu şükrü kim eda ederse kendi lehine şükretmiş olur. Çünkü sonunda faydası kendine âid olur. Lâkin kendine hikmet verilenler içinde, nankörlük ederek küfre sapanlar da olmuştur. Bunların nankörlüğü de, yani o hikmeti Allah’tan bilmeyerek ben yapıyorum diye şükürde bulunmayıp kötüye kullanması kendi aleyhine olur. Çünkü Allahü Teâlâ zengindir, ihtiyacı yoktur, hem Hamid hem Mahmuddur. Filan feylesof hikmet nâmına nankörlük ederse ona hiç bir zarar eriştiremez, kendi kötülenmiş olur.

Lokman Hakim’in şükrünü nasıl eda ettiğine dâir hikmet ve ahlâktan bir iki numune Kur’ân-ı Kerîm’de zikrolunarak şöyle beyân buyurulmaktadır:

Hani, yani unutma daima an, o vakit ki Lokman da oğluna dedi, ona vaaz ediyordu, nasihat veriyordu:

— Ey oğulcuğum, yavrum! Allah’a şirk koşma. Çünkü şirk çok büyük bir zulûmdur. Billahi şirk çok büyük bir haddini aşmaktır, önce zulüm bir haksızlıktır. Çünkü zulüm bir şeyi mevziinden başka yere koymaktır. Allah’ın hakkını Allah’tan başkasına vermektir. Aynı zamanda Allah’ın mükerrem kıldığı, şeref verdiği insan nefsini mahlûka ibadet ettirerek zelilleştirmektir. ikinci olarak büyük bir zulümdür. Zira mabudluğu hiç mevzu olmayan ve olmasına hiç bir şekilde imkân bulunmayan bir mevkie koymaktır. Zira Ahmed’in malını alıp da Mehmed’e vermek zulümdür. Çünkü bu, Ahmed’in malını Mehmed’in eline koymaktır. Lâkin hibe veya satış gibi temlik sebeplerinden birisiyle o malın, sonradan Mehmed’in mülkü olabilmesi mümkündür.

Halbuki şirk koşmak mabudluğu Allah’tan başkasına vermektir. Allah’tan başkasının ise mâbud olmasına hiç bir şekilde cevaz ve imkân yoktur.

Yavrum! Muhakkak ki yaptığın iyilik veya kötülük bir hardal dânesi kadar küçük ve gizli ve ne kadar yüksek veya alçak olursa olsun, Allah onu getirir, Ahirette karşına koyar. Çünkü Allah’ın lütfü çok kudreti en ince en gizli şeylere yetişir, ilmi ile hepsini bilir.

Yavrum! Namazı devamlı kıl, kendini erdirmek için iyiliği emredip kötülüğü nehyet, diğerlerini kemale erdirmek, cemiyeti doğrulukla götürmek için başına gelene de sabret. Yani iyiliği emredip kötülüğü nehyetmek kolay değildir. O yüzden başına bir takım musibetler gelmesi mümkündür ve onlara sabretmek lâzımdır. Çünkü bu işlerin her birisi azmolunacak büyük işlerdendir, insanlara avurdunu şişirme, avurt etme, yani iyiliği emredip kötülüğü nehyetmekle beraber böbürlenip kibirlenme. Yer yüzünde çalımla yürüme. Çünkü Allah kurulanın, övünenin hiç birini sevmez. Gidişinde mutedil ol, sesinden de biraz indir, söylerken bağırma. Çünkü seslerin en beti, en hoşa gitmeyen tatsızı her halde eşeklerin sesidir.

(Lokman Sûresi)

6

Friday, 2.01.2015, 08:57

Kötü Huy Diken Gibidir




Mevlânâ hazretleri, Mesnevi’de kötü huyun insanın nefsine ve çevresine nasıl bir eziyet yaptığı hakkında şöyle bir hikaye anlatır: Huysuz adamın biri bir gün herkesin gelip geçtiği yol üzerine dikenli çalılar diker. Yoldan geçenler her ne kadar “Bunları buradan sök at” dese de o bunların hiçbirine kulak asmaz. Yine kendi bildiğini okur. O dikenli çalılar büyür yoldan geçen halkın ayağına takılır, onlara eziyet eder. O yoldan geçenler perişan olur. Bu durum valiye kadar intikal edince vali onu yanına çağırır. Dikenleri sökmesi için emreder. O da sökerim diye söz verir; ama bugün yarın diye ertelemeye devam eder. Ne sökmem der ne de sökmeye teşebbüs eder.

Bir gün vali onu yanına çağırır; “Verdiği sözde durmayan adam, emrimi uygula!” diye sıkı sıkı tembihler. Ağır ikazlarda bulunur. Çalıları diken huysuz adam da şöyle der: “Önümde hayli günler var. Merak etme nasıl olsa günün birinde sökerim.” Vali ise çabuk olmasını söyler ve onu uyarmaya devam eder. Ama adam sözden anlamaz. Dikenler de kök salıp büyümeye devam eder. Mevlânâ, hikayenin bu kısmında bir işi yarına ertelerken zamanın su gibi akıp gittiğini söylüyor ve; “Her gün sen yarın bu işi görürüm diyorsun ama günler geçip gittikçe o dikenler daha da kuvvetleniyor. Onu sökecek olan da ihtiyarlıyor, kuvvetten düşüyor. Sen de her bir kötü huyunu bir diken bil. O dikenler kaç keredir senin ayaklarına battı. Kaç kere oldu seni kötü huyun yaraladı. Sen kendi tabiatından hastalandın da duygusuzluğun yüzünden habersizsin. Çirkin huyunun da başkalarını rahatsız ettiğini bilmiyorsun. Sen şu dikeni gül fidanı haline getir. Gül fidanı ile onu aşıla. Böylece sendeki dikenler gül fidanı haline gelsin. Eğer sen de şerri gidermek istiyorsan, ateşin gönlüne hakkın rahmet suyunu dök.”
Mevlânâ, burada nefsinin kötü arzularına düşmeyi dert edinmeye dikkat çekiyor ve diyor ki:

“Nefsinin ateşi söndüren sonra, gönül bahçesine dikersen biter. Laleler, ak güller, güzel kokulu çiçekler yetişir. Sözün kısası; işini yarına bırakma. Çabuk tövbe et de istiğfarı yarına bırakma. Yıl geçti ekin vakti geldiğinde sende yüz karalığından başka bir şey kalmaz.

Beden ağacının köküne kurt düştü.

Onu söküp ateşe atmak, kulluk yaparak iyi işlerle onu öldürmek gerek.”

7

Friday, 2.01.2015, 08:59

Yapılan İyilik Söylenmemlidir




Vaktiyle bulunduğu küçük yerde geçim sıkıntısı çeken dürüst ve temiz yaratılışlı genç bir adam, bir gün memleketine çok uzakta bulunan bir şehir merkezine giderek iş bulup çalışmaya, kendine yeni bir hayat düzeni kurmaya karar verdi Bu niyetle vakit kaybetmeden hazırlanıp yola koyuldu Genç adam bu yolculuğu sırasında yorum ve açıklaması kendisi için imkânsız olan bir takım olaylarla karşılaştı

Bunlardan biri şuydu: Bazı kimseler bir tarlaya buğday ekiyorlar, ekilen buğdaylar hemen yetişip olgunlaşıyor, onlar da hiç vakit kaybetmeden hasat ediyorlar, sonra bunları ateşe verip yakıyorlardı

İkinci olarak şuna şahit olmuştu: Bir adam büyük bir taşı kaldırmaya çalışıyor, kaldıramıyor; ama bu taşa bir tane daha ekleyince kaldırabiliyor, bir üçüncüyü ekleyince daha da rahat kaldırabiliyordu

Şahit olduğu bir başka olay da şu idi: Bir adam bir koyuna binmiş, onun üzerine birkaç kişi daha binmiş koşturuyorlar, arkalarından birileri de onlara yetişmek için çabalıyor ama yetişemiyorlardı

Adam bunlarla kafası Karışmış birhalde uzun yolculuğun nasıl geçtiğini anlamadan şehrin kapısına geldi Burada nurani bir ihtiyar kendisini durdurup nereden geldiğini, niçin geldiğini yolculuğun nasıl geçtiğini sordu Adam herşeyi anlattı ve yolda karşılaştığı alışılmamış hadiseleri de serüvenine eklemeyi unutmadı Bunun üzerine ihtiyar bu genç adama rastladığı olayları bir bir açıkladı:

“Senin yolda ilk rastladığın buğday ekip hemen hasat eden ve sonra ateşe verip yakan insanlar, iyilik edip de onu sağda solda konuşarak değerini sıfıra indiren insanları simgeler

Taş kaldırmaya çalışan kimse de şunu anlatır: İnsana ilk işlediği günah ağır gelir, onun altında ezilir Ama ona tevbe etmeden başka günahlar işlemeye devam ederse artık o günahlar ona hafif gelmeye başlar

Koyun ve ona binenlere gelince, koyun cennet hayvanıdır Sırtındakileri cennete taşımaktadır Koyuna ilk defa binen alimlerdir Ondan sonra binenler her sınıftan müminlerdir Bunlara yetişmek için koşanlar ise inançsızlardır

  • "MUSTAFA ÇİLEK" bir erkek

Mesajlar: 11,783

Kayıt tarihi: Mar 5th 2011

Konum: TOKAT

  • Özel mesaj gönder

8

Monday, 27.04.2015, 22:15

Padişahın kızı ile evlenmek isteyen çobanın Allah Allah zikri



Eski bir hikayedir biliyorum ama her okuduğumda etkileniyorum.

Henüz yirmisinde olan genç bir çoban… Bir kıza gönlünü kaptırmış, o derece aşık olmuş ki, sevdiğinden başka bir şey düşünemez, derdini kimseye anlatamaz olmuştu.

–Ne haldesin, sana ne oldu? diyenlere mahzun bir tebessümle bakar, hiçbir şey söylemezdi. Onun bu hali çevresinde bulunan herkesi merak içinde bırakmıştı. Onun derdini birlikte çobanlık yaptıkları yakın arkadaşından başka kimse bilmezdi. İki arkadaş gündüzleri köyün koyunlarını güder, geceleri de kaldıkları tek oda bir kulübede yaşarlardı.

Günlerden bir gün, günlük işlerini yapmış, kulübelerine dönmüşlerdi. Aşık olan çoban her zamanki gibi kulübelerinin az ilerisindeki bir kaya parçasının üzerine oturmuş, yaşlı gözlerle güneşin batışını izlemektedir. Diğer çoban da akşam yemeği için hazırlık yapmaktadır. Tam bu esnada kulübelerinin önüne gelen bir ihtiyarın sesi duyulur.

–Hey delikanlı!
Aşık çoban ihtiyarı duyacak durumda değildir. İhtiyar birkaç defa seslenir ama aşık çobanın duyacağı yoktur. Dışarıdan gelen sesi işiten diğer çoban kulübeden dışarı çıkınca ihtiyar bir adam karşılaşır.
–Buyrun efendim! Bir şey mi istediniz?

İhtiyar:
–Evladım! Ben yolcuyum, susadım, bana içecek biraz su verir misin?
Genç içeri girer, su kabını eline alarak ihtiyara verir. İhtiyar bir yandan suyu yudum yudum içerken, bir yandan da ileride duran genci görmüş ve dikkatini çekmiştir. Birkaç defa seslenmesine rağmen sesini duyuramadığından sağır mıdır diye de merak eder.

İhtiyar sorar:
–Arkadaşın hasta mıdır?

Genç:
–O gecelerini uykusuz geçirmektedir. Kendine bakmıyor, yemesi, beslenmesi çok düzensiz… Kızdan başka hiçbir düşüncesi yok. Uykusu kız, yemesi kız, içmesi kız, çevresi kız, onun her şeyi kız olmuş… Aşk bu olsa gerek.

Genç çobanı dikkatle dinleyen ihtiyar sorar:
–Arkadaşın kime âşık olmuş?

Çoban:
–Padişahın kızına.

İhtiyar şaşkındır, az ileride konuşmalardan habersiz bir kaya parçasının üzerinde oturan gence baktı. Saçı sakalı birbirine karışmış, zayıf çelimsiz bir genç hali vardı.

Aşık çobanın arkadaşı:
–Efendim! Ben ona çok söyledim. Sen kim, padişahın kızı kim? Senin neyine padişahın kızına âşık olmak, ama dinletemedim.

İhtiyar:
–Çağır bakalım şu âşık çobanı da bir de onunla konuşalım.

Genç çoban arkadaşının yanına gider ve birlikte ihtiyarın yanına dönerler. Aşık çoban ihtiyarın yanına gelince, durumun çok daha vahim olduğu gözlerden kaçmamıştır. Genç çobanın ayakta duracak takati yoktur.

İhtiyar:
–Evladım bu halin nedir? Üzülme, çaresi olmayan dert, şifası olmayan hastalık yoktur, dedikten sonra derin düşüncelere dalar gider. Kısa bir sessizlikten sonra, ihtiyar, çobanlara yere oturmalarını söyledikten sonra anlatmaya başlar.

Kapılarına kadar gelen bu alim zat, devrin padişahının danışmanlarından biriymiş. Uzun yıllardır, padişah her sıkıntıya düştüğü meselede ilk danıştığı bu ihtiyar alim olurmuş. Padişah bu ihtiyarı çok sevmiş, onu kendine danışman yaparken bir istekte bulunmuştu: “Benim danışmanım olduğunu kimseye söylemeyeceksin, falanca dağın eteğinde bir kulübede yaşayacaksın, ben seni çağırınca geleceksin.” O zamanlar genç olan bugünün ihtiyarı, padişahın talebini kabul etmiş ve yılladır dağın eteğindeki kulübesinde tek başına yaşıyor, boş zamanlarını da gül satarak geçiriyordu. Padişahın onu sevdiği gibi o da padişahı çok seviyordu. Bu yaşantıya sırf padişahı sevdiği için katlanmıştı.

İhtiyarı dinleyen gençler şaşkındır, hele aşık çoban şaşkınlıkla birlikte içinde ümit ışıkları yanmaya başlamıştır. Nihayet padişahla yakınlığı olan birine rastlamıştır.

Aşık genç sorar:
–Benim derdime bir çare bulabilir misin?

İhtiyar alim:
– Dediklerimi harfiyen yaparsan elbette demiş.

Aşık genç hemen:

- Elbette demiş her şeyi hemde ne istersen her şeyi yaparım demiş, çok zayıf olan ümitlerinin yeşermesiyle sevinçten birden canlanmış, yüzüne tekrar renk gelmiş ve can kulağı ile dinlemeye başlamış.

İhtiyar alim:
–Benim kaldığım kulübenin üst kısmında bir mağara var, sen oraya çekileceksin. Kırk gün hiç dışarı çıkmadan Allah, Allah diye zikirde bulunacaksın. Ne duyarsan duy, ne görürsen gör vazgeçmeyeceksin, sana gelenlere itibar etmeyeceksin, hatta padişah bile gelse, dünyayı sana teklif etseler dahi itibar etmeyeceksin işte o zaman muradın gerçek olacak.

Her şeyi yapmaya hazır olan aşık genç iyice şaşırmıştır, bu iş bu kadar kolay mıdır?

Aşık genç:
–Gerçekten bu kadar kolay mı? Ben şimdi elime tespihimi alacağım, mağarada kırk gün Allah lafzı celili ile zikir çekeceğim, sonra sevdiğime kavuşacağım, öyle mi?

İhtiyar alim:
–Evet, bana inan ve dediklerimden çıkma yeter demiş sadece.

Çoban sabahı beklemeden, arkadaşıyla vedalaşarak ihtiyarla birlikte hemen yola koyulur. Birlikte yol alırken çobanın morali yükselmiş, yüzüne renk, ayaklarına kuvvet gelmişti. İhtiyar, çobana mağaranın kapısına kadar eşlik eder. Kapıda çoban ile ihtiyar vedalaşırlar. Çoban hemen içeri girer ve Allah zikrine başlar. Niyetini padişahın kızına, dilini de Allah’ın zikrine yöneltir.

Aradan birkaç gün geçmiştir, çoban zaruri ihtiyaçlarının dışında sadece zikirle meşgul olmaktadır. Çoban mağarada zikirle meşgul olurken, civar köylerde bir söylenti kulaktan kulağa dolaşmaya başlamıştır bile. Herkes birbirine şöyle diyordu: “Şu dağdaki mağaraya keramet ehli bir derviş yerleşmiş, gece gündüz zikirle meşgul olmaktadır.” Söylenti artarak devam etmiş, sadece yakın köylere değil, zamanla kasabaya, oradan da ülkenin her tarafına yayılmış. Söylenti her yayılışta, bire bin katarak abartılıp çobana birçok kerametler izafe edilir.

Çobanın mağaraya çekilmesinin üzerinden bir ay geçmişti ki, bir gün arkadaşı çoban onu ziyarete gelir. Mağaradaki kendini zikre o kadar vermişti ki, arkadaşının geldiğini fark etmemiştir. Seslendikten sonra ancak kendine gelebilmiştir. Kısa bir hasret gidermeden sonra, arkadaşı mağaradan ayrılır ve çoban zikre devam eder.

Kırk günün dolmasına üç–beş gün kalmıştı ki, çobanın şöhreti bütün ülkeye yayıldı. O kadar duyuldu ki; sarayda bile konuşulur olmuştu. Derken padişah da derviş haberini duyar. Bir gün padişah vezir ile bu meseleyi konuşur.

Padişah:
–Böyle Allah dostlarının yanımızda olması bize çok büyük faydalar sağlar.

Vezir:
–Sultanım! Elimizi çabuk tutalım, zikir ehli bir yerde fazla durmaz, onlar dünyayı dolaşırlar, bu dervişi saraya alıp, burada ikamet ettirelim.

Padişah:
–Güzel düşündün, var git dervişi al saraya getir.

Padişahtan talimatı alan derviş doğruca dağın yolunu tutar. Yanındakilerle birlikte çobanın yanına varır. Durumu çobana anlatır, çoban teklifi kabul etmez. Çoban direkt olarak padişahın kızını kendisine teklif edileceğini bekliyordu. Vezir, çobanı padişaha götürmek için her ne teklif yaptıysa, kabul edilmez. Üzgün bir şekilde saraya döner.
Padişah, vezirinden olanları öğrenince üzülür.

Vezir:
–Sultanım! Allah dostları dünya malına değer vermez. Derviş Efendi de bunun en güzel örneği oldu, der.

Vezirini dinleyen Padişah, bir de kendisi gitmeye karar verir. Hazırlık yaptırır ve yola çıkarlar. Padişah dağdaki çobana giderken ihtiyar danışmanına haber salmış, onu da yanına almıştı. Padişah mahiyeti ile çobanın bulunduğu mağaranın kapısına gelir.

Tevafuk bu, padişahın mağaraya geldiğinde çoban inzivadaki kırkıncı gününün içindeydi. Padişah, zikir halindeki çobana tekliflerini yapar. Çoban sessizce dinler, padişah bitirince, çoban zayıf ve kısık bir sesle “hayır istemem” der.

Padişah da, mahiyeti de şaşkındır. Bu teklifler öyle kolay kolay reddedilecek teklifler değildir. Orada bulunanların hiçbiri bu işe bir anlam veremez. Herkes bu durumu aşık çobanın maneviyatının yüksekliğine bağlar. Padişahı reddetmesi, çobanın itibarını kat kat arttırmıştır. Orada bulunanların içinde işin özünü bilen, sadece ihtiyardır.

İhtiyar danışman padişaha der ki:
–Padişahım! Bu derviş Efendiyi kızınızla evlendirirseniz, amacınıza ulaşırsınız.

Padişah:
–Kabul eder mi?

İhtiyar:
–Edebilir, bir deneyelim, der.

Dünya malına meyletmeyen böyle bir dervişi kendi tebasına almak fikri padişahın hoşuna gider. O sırada padişahın mağaradaki dervişi ziyaret ettiği haberi çevre köy ve beldelere ulaşmış, haberi duyan dağa akın eder. Kısa zamanda dağda kalabalık bir insan topluluğu meydana gelir.

Padişah ile ihtiyar danışmanı arasında bu konuşma geçerken, gün akşam olmuş, güneş batmak üzeredir. Aşık çobanda huşu içinde zikrine devam etmektedir. Padişah ve danışmanı dervişe doğru ilerlerler.

Padişah bu teklifi yaparken, aşık çobanın çoban arkadaşı da mağaranın kapısına kadar gelebilmiş, sevinci yüzünden okunuyordu. Arkadaşı kaç yıldır hasretini çektiği sevdiğine kavuşacaktı. İhtiyar da umutluydu, çobanın bu mağaraya hangi gaye için kapandığını biliyordu.

Mağaranın kapısında çobana öneriyi yapar:
–Derviş Efendi, seni kızımla evlendireyim.

Bunu duyan çobanın arkadaşı da, alim ihtiyarda çobanın hemen kalkıp teklifi kabul etmesini beklerken, çok farklı bir durum olmuştu.

Çobandan gelen ilk tepki bu sefer çok yüksek bir sesle Allah (c.c) lafzı duyulmuştu ve çoban ayağa fırlamıştı. Padişah bu teklifi yaptığında güneş batmış, ufukta batan güneşin bıraktığı kızıllık vardı. Bu sesle Padişah da dahil herkes teklifi kabul ettiğini düşünmüştü ama çoban elindeki tespihi yavaşça cebine koydu ve yerine oturdu.

Herkes pür dikkat ne diyeceğini beklerken,

Çoban:
–Hayır padişahım, kızınızla da evlenmek istemiyorum.
Şaşırmak sırası, ihtiyar danışmanda ve çobanın arkadaşındaydı. Nasıl olur? Çoban bu mağaraya padişahın kızını alabilmek için kapanmıştı.

Dağ derin bir sessizliğe bürünmüştü. Herkes hayret içindeydi, bu dervişin gerçek manada Allah dostu olduğuna kimsenin şüphesi kalmamıştı. Çünkü ona yapılan teklifleri kimse reddedemezdi. Hele çobanın arkadaşı bu işe iyiden iyiye bu işe şaşırmıştı. Öyle ya Padişahın kızını elde edebilmek için neler çekmişti, neredeyse hayatını kaybedecekti. Şimdi ise bunu elde etti, ama kabul etmiyordu.

Aşık çoban üzgün bir eda ile kafasını iyice eğerek. Ben sadece kırk gün padişahın kızına kavuşmak için Allah dedim. Rabbim ise buna rağmen zikrinin hürmetine padişahı, mahiyetini ve hayal edemediğim kadar mal varlığını, ayrıca şu kadar insanı ayağımın önüne serdi.

Ben ne yanlış yoldaymışım. Keşke ben padişahın kızı için değil de, Allah için Allah demiş olsaydım demiş ve bir kaç defa daha yüksek sesle Allah Allah diye zikrederek son nefesini verdi.


paylasımınız için teşekkür ederim ellerinize yüreginize saglık