Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

21

Tuesday, 8.09.2015, 21:40


KAŞIKÇI ELMASININ HİKAYESİ

Topkapı'da Bulunan Kaşıkçı Elmasının Hikayesi
1669 yılında istanbul'da Eğrikapı çöplüğünde
dolaşan baldırı çıplak takımından bir adam bir
yuvarlak taş bulur... Bir yaymacı kaşıkçıya giderek
üç tahta kaşığa değişir... Kaşıkçı götürür, bu taşı
bir kuyumcuya on akçaya satar. Kuyumcu taşı
arkadaşlarından birine gösterir; kıymetli bir elmas
olduğu anlaşılınca beriki sus payı ister... Aralarında
kavga çıkar... Mesele Kuyumcubaşıya akseder.
Kuyumcubaşı kavgacıların eline birer kese akçe
vererek taşı alır...
Fakat bu sefer de vakayı Sadrazam Köprülüzade
Fazıl Ahmet Paşa duyar, taşı kendisi için satın
almağa hazırlanırken mesele Padişaha akseder.
Dördüncü Mehmet, bir Hattı Hümayun ile elması
Sarayı Hümayuna getirtir ve Saray elmastıraşına
verilir. Eğrikapı çöplüğünde bulunan taş işlenince
meydana 48 kratlık nadide bir elmas çıkar...
Kuyumcubaşıya Kapıcıbaşılık rütbesiyle bir kese
bahşiş ihsan olunur.
Kaşıkçı Elmasının Eğrikapı çöplüğüne nasıl düştüğü
tarihin bir sırrı olarak kalmıştır.
Bu elmas halen Topkapı Sarayı Müzesindedir...
[/color][/b][/align]

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

22

Tuesday, 8.09.2015, 21:42



Hasan Rıza'nın çizdiği Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'a giriş tablosu

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

23

Tuesday, 8.09.2015, 21:44





Kösem Sultan Kimdir? Hayatı ve Ölümü
Kösem Sultan (1590 - 2 Eylül 1651) Valide Sultan, Sultan I. Ahmet'in eşi, Sultan IV Murad ve Sultan I. İbrahim'in anneleridir. Osmanlı tarihinin ünlü ve etkili kadınlarından olan Kösem Sultan, 1590 yılında Bosna'da Anastasiya adıyla doğdu. Bosna Beylerbeyi tarafından İstanbul'a gönderildi. 15 yaşındayken Sultan I. Ahmet'e haseki oldu. Keskin zekasıyla padişahı etkisi altına aldı ve bütün saraya gücünü kabul ettirdi.

Kösem Sultan Kimdir?

Hayatı

Osmanlı'nın zayıflamasının ve çökmesinin suçlularına neden olarak padişah karılarını göstermişlerdir. Hürrem Sultan ile başlayan bu acı dönem bir başka sultanla imparatorluğu kontrolü eline alan ve hakimiyet şerbetini içmek isteyen Kösem Sultan'la en yüksek zirvesine ulaşmıştı. Şimdi okuyacağınız akıl almaz ve bir o kadar da ibret alınacak bir olaydır.

Osmanlı padişahı III Mehmet 1603 yılı, 21 Aralık tarihinde vefat ettiğinde kendisinden sonra geriye iki pşehzade bırakmıştı: Ahmet ve Mustafa. Her iki kardeş sarayda büyümüştü. Ama küçük kardeş zeka konusunda sorunluydu. Bu nedenle tahta 15 yaşında olan Ahmet çıktı. Onun tahta çıkması için Kanuni Sultan Süleyman tarafından kabul edilen kararla taht uğruna kan dökülmemesi ve devletin geleceği için küçük kardeş katledilmeliydi. Ama Ahmet'in kendi kardeşini öldürtmeye eli varmadı ve onun emri ile Mustafa'yı haremdeki küçük bir odaya attılar. Bu odada yemek verilen tek delik vardı. Mustafa 14 yıl bu duvarlar arasında yaşadı.

İlk bakışta aşk

Osmanlı tahtına çıkan Ahmet'in bir zayıf yönü vardı: bu da güzelliğe karşı aşırı zaafının olmasıydı. Padişahla aynı yaşta olan ve 1590 yılında Bosna'lı ailede doğan Anastasiya Bosna beylerbeyi tarafından İstanbul'daki saraya hediye edilmişti. Sarayda Müslümanlığı kabul eden bu kadına Kösem, yani pürüzsüz ciltli ismi vermişlerdi. Ahmet onu görünce aşka tutuldu ve tam ergenlik yaşına ulaşmadan Mahipeyker adını verdiği bu kadınla evlendi. Kösem padişahın emri ile "Haseki", yani baş harem ilan edildi. Bununla da Kösem imparatorluğu yönetmek için izin elde etmiş oldu. Padişah ölene kadar Kösem'in bir sözü iki edilmedi. Hayatında daha önce görmediği günlerini gören Kösem tüm bunlardan mutlu olmuştu. Ahmet ile Kösem Sultan'ın Ayşe, Fatima, Murad, İbrahim ve Süleyman adlı şehzadeleri doğdu. Sultan 27 yaşında iken vefat etti. Fakat vefat etmeden önce, Kösem'in talebi üzerine Kanuni Sultan Süleyman'ın tahta katılımla ilgili koyduğu kanunu değiştirdi. "Ekberiyet" adı verilen bu kanuna göre, sultan vefat edince onun yerine oğlu değil, Osmanoğullarından en büyüğü geçecekti. Aslında bununla Kösem sarayda iktidarı elinde tutmak istiyordu. Öyle ki, padişah öldüğünde 7 oğlu kalmıştı, kanunla yerine bu oğullardan en büyüğü, annesi Mahfiruze Haseki olan genç Osman geçmeliydi. Bu ise Kösem'in sarayda hakimiyetinin sonu demekti. Onun için akıl yönünden zayıf olan Mustafa'nın tahta çıkması daha isabetli oldu. Mustafa Kösem'in etkisi altında olan Ocak ağalarının (Yeniçerilerde en yüksek rütbe) desteğini alarak tahta çıktı. Ama tahtı yönetecek yeteneğe sahip değildi ve bu nedenle 96 gün tahtta kaldıktan sonra Darüs Saade Ağası Hacı Mustafa Sedaret kaymakamı Sofu Mehmet Paşa ve Şeyhülislam Hocazade Esad efendinin girişimiyle tahttan indirildi, onun yerine ikinci Osman tahta çıkarıldı. Bu, Kösem'in Sarayı yönetmesini engelleyen bir darbe oldu. Kösem Sultan bununla barışmak niyetinde değildi...

Osman'ın planları büyüktü

14 yaşında tahta çıkan Osman'ın yaşına uygun olmayan planları vardı. O, devletin yönetilmesi yolunda artık engele dönüşen Yeniçeri ocağının yerine, Türkmenler, Araplar ve Kürtlerden oluşan yeni bir ordu kurmak ve onlarla Avrupa'ya sefere çıkarak, Fatih'in gerçekleştiremediği arzusunu gerçekleştirmek, altın elma olarak bilinen Roma'yı ele geçirmek arzusundaydı. Aynı zamanda ülkenin başkentini Anadolu'ya aktarmak, haremi iptal etmek, taht varislerinin sadece Türk kızları ile evlenmesi konusunda önlemler uygulamak niyetindeydi. Ama Mustafa'nın annesi Handan Sultan tarafından ayaklandırılan Yeniçeriler Osman'a karşı isyan kaldırarak onu tahttan ettiler. O dönemde henüz 18 yaşında olan Osman: "Niyetim hanedana ve devlete hizmet etmekti. Ama ne yazık ki, kıskanç ve kötü niyetli birileri aleyhime hakaret ettiler" demişti. Osman hiç hak etmediği bir şekilde Yeniçeriler tarafından öldürüldü. Bu olayların da arkasında o dönemde Osman tarafından Edirne'ye sürgüne gönderilen Kösem sultan'ın olduğu şüphesizdir. Bazı kaynakların yazdığına göre, Osman'ın tahttan indirilmesi ve katledilmesi konusunda Yeniçerilere talimat da Kösem sultan tarafından verilmişti.

Kösem muradına eriyor

Yeniçeriler tarafından ikinci kez tahta çıkarılan I Mustafa 1 yıl 23 gün ülkeyi idare edebildi. 10 Eylül 1623 Pazar günü Ali Paşa'nın önderliğinde I Mustafa tahttan indirildi ve onun yerine Kösem'in oğlu IV Murad çıkarıldı. Bununla da Kösem sultan çoktan özleminde olduğu arzusuna, ülkeyi yöneten padişah annesi olma isteğine ulaştı. Çünkü Murad tahta çıktığında 11 yaşındaydı ve reşit yaşa varıncaya kadar ülkeyi yönetme görevini Kösem gerçekleştirecekti. IV Murad tahta çıktıktan sonra Kösem sultan 8 yıl 8 ay ülkeyi yönetti. Onunla beraber ülkenin yönetiminde Topal Recep Paşa'nın komuta ettiği Yeniçeri ağaları da yer aldılar.

IV Murad annesini uzaklaştırıyor

Ülkenin Kösem sultan ve Yeniçeriler tarafından yönetimi döneminde Osmanlı hayli zayıflamıştı. Ordu siyasi olaylara karışıyordu. IV Murad ara sıra buna dayanamayıp itiraz etse de, her defasında annesinin direnişini yaşıyordu. Ama sonunda IV Murad Osmanlı'nın çöktüğünü görerek, tüm bunlara kesin şekilde son vermeye karar verdi. 10 Şubat 1632 tarihinde kendisine sadık olan güçlerle isyan çıkaran IV Murad ülkenin uçuruma sürüklenmesinin suçlusu olarak Recep Paşa'yı idam ettirdi. Annesini de ülkenin yönetiminden uzaklaştırdı ve ona devlet çalışmalarına karışmayı yasakladı. Bundan sonra Osmanlı yavaş yavaş kendine gelmeye başladı. Orduyu yeniden kuran ve yönetimine güvenilir adamlarını koyan IV Murad Bağdat seferine çıkarak orayı ve Mosul'u ele geçirdi. Böylece, Osmanlı yeniden gelişmeye başladı.

Kösem siyasete döner

9 şubat 1640 tarihinde gece Osmanlı'nın en güçlü padişahlarından biri olmayı başaran IV Murad 28 yaşında iken vefat etti. Onun ölümüne bir tek kişi dışında herkes yas tuttu. Yas tutmayan ve oğlunun vefat etmesine adeta sevinen tek kişi annesi Kösem'di. Çünkü IV Murat'ın ölmesi ile yerine çocuk olan diğer oğlu İbrahim tahta çıkıyordu. İbrahim 8 buçuk yaşındayken ülkede sultanlık yaptı, bu süreçte ise Osmanlı'yı yine Kösem yönetti. İstediği gibi ülkede at koşturdu ve Osmanlı'yı yeniden çökertmeye başladı. Bunu anlayan İbrahim de ağabeyi IV Murad gibi annesini saraydan uzaklaştırma kararına vardı. Fakat bunu gerçekleştiremedi ve annesinin eliyle ölüme gönderildi.

İktidarda kalmak ve ülkeyi yönetmek hırsıyla oğlundan kurtulan Kösem 8 ağustos 1648 yılında İbrahim'in yerine tahta 7 yaşındaki IV Mehmet'in çıkmasını sağladı.

Devleti yeniden canlandıran oğlunu öldürtür

Kösem oğlu İbrahim'in de Murad gibi onu saraydan uzaklaştıracağından korkuyordu. Bu nedenle oğlunun deli olduğu konusunda sarayda söylentiler yaymıştı. Oysa İbrahim oldukça gayretli, akıllı ve ülkesini seven bir Osmanlı padişahı oldu. O, annesinin devletin yönetimi üzerinde etkisini azaltmaya çalışmış ve ülkenin yönetimini tamamen kendi eline almıştı. İbrahim Osmanlı ordusunu harekete geçirerek Kırım'daki Azak kalesini düşmanlardan tahliye etmiş, Almanya ve Avusturya'ya seferlere çıkmıştı. Hatta onun döneminde Osmanlı akıncıları Bavyera'ya saldırarak, oraya korku salmışlardı. O dönemde Kutsal Jean şövalyeleri Osmanlı'nın ticaret gemilerine saldırılar yaparak, başına dert olmuşlardı. Bunu gören Sultan İbrahim şövalyelerin temel sığınak yeri olan Girit adasının ele geçirilmesi konusunda emir verdi. İlk saldırıyla Girit'te bulunan Hanya limanı ele geçirildi. Bu limanın alınması Avrupa'da şok etkisi yapmıştı. Acil şekilde Almanlar ve İtalyanlar Girit'te kuşatılan şövalyelerin yardımına geldiler. Bu arada Osmanlı askerleri Girit adasındaki Resmo kalesini de ele geçirdiler. Adada savaşın kızıştığı sırada Kösem yeniden sarayda tek söz sahibi olmak için oğlunu tahttan indirme konusunda plan yaptı. O, taraftarlarının yardımı ile saray içerisinde darbe hayata geçirdi. İbrahim'i tutuklayarak kapısı ve duvarları örülmüş bir odaya attılar. Ünlü gezgin Evliya Çelebi'nin yazdığına göre, Sultan İbrahim'i son kez gören baş cellat Siyah Ali oldu. Kösem'in talimatı ile cellat Sultan İbrahim'i boğarak öldürdü.

Kösem bu kez torunlarını hedef alıyor

İktidarda kalmak ve ülkeyi yönetmek hırsıyla oğlunu öldürten Kösem Sultan 8 Ağustos 1648 tarihinde İbrahim'in yerine tahta 7 yaşındaki IV Mehmet'in çıkmasını sağladı. Böylece kendini en mutlu kişilerden biri gibi hissetmeye başladı. Çünkü Kösem 7 yaşındaki IV Mehmed'in yerine yeniden saltanatı kontrol altında tutacaktı. Fakat bu kez karşısında yeni bir engel, IV Mehmed'in annesi Hatice Turhan'ı gördü. O, Kösem'in oğluna etki etmemesine çalışıyor ve gerekli kararlar konusunda oğluna tavsiyeler veriyordu. Bu da Kösem'in saltanatı yönetmesine izin vermeyerek canını sıkıyordu. Buna dayanamayan Kösem bu kez torununu yok etmek ve bu yolla yeniden saltanatı yönetmek niyetindeydi. Torununu ortadan kaldırttıktan sonra onun yerine öldürttüğü oğlu İbrahim'in Saliha hatundan olan 9 yaşındaki oğlu Şehzade Süleyman'ı (II Süleyman) tahta çıkaracak ve yine ülkenin hakimi olacaktı. Kösem sultan torunu IV Mehmet'i katletmek için yeni plan hazırladı. Bu plana göre, IV Mehmet sünnet sırasında kanamadan ölecekti. Böylece hiç kimse ortadaki komploları aklına bile getirmeyecekti. Kösem planını gerçekleştirme işini sarayın cerrah başına havale etti. Vicdanını bir kadının taht hırsına kurban veren cerrah başı IV Mehmet'in sünnet töreni sırasında ölümüne yol açacak ameliyatı gerçekleştirdi. Sonuçta, sultan sünnet edildikten sonra kanamaya maruz kaldı ve çok kan kaybetti. Ama diğer saray doktorlarının çabaları sonucunda çok güçlükle de olsa kanamayı durdurmak ve böylece sultanın hayatını kurtarmak mümkün oldu. Torununu katletme planının yolunda gitmediğini görerek öfkesinden patlama derecesine gelen Kösem bu kez sultan IV Mehmet'i zehirleyerek öldürmeye karar verdi. Eğer bu plan da gerçekleşmezse, onda kontrolü altında olan ve bir sözünü iki etmeyen Ocak ağaları aracılığıyla sarayda isyan çıkaracak ve Sultan IV Mehmet'i öldürtecekti. Ama her şeyin bir sonu olmalıydı ve Kösem uzun süre cezasız kalamazdı. Zaten yeterince kan dökmüş ve Osmanlı gibi güçlü bir devleti çökertmeyi başarmıştı.

Kösem sultanın ölümü

Kösem'in Sultan IV Mehmet'i öldürme planından tesadüfen haberi olan ve bir zamanlar onun zulmüne maruz kalmış kadınlardan biri derhal Hatice Turhan Sultana haber verdi. Hatice Turhan zaten sünnet töreni sırasında olanlardan dolayı Kösem'den şüphelenmişti. Hatice Turhan sarayda Ocak ağalarından ve Kösem'den memnun olmayan kişileri bir araya toplayarak onlara Kösem'in sultanı öldürme planı hakkında bilgi verdi. Yakın adamlarından Baş - Lala Uzun Süleyman efendiye: " Kösem'i artık canlı görmek istemiyorum " dedi. Kösem'in öldürülmesi planını geciktirmemek gerekiyordu. Çünkü kendisine karşı hazırlanan plandan haberi olabilir ve Yeniçerileri harekete getirerek sarayda daha vahim bir katliama neden olabilirdi. Bu nedenle Kösem'in ortadan kaldırması planı hemen hayata geçirilmeye başladı. 3 eylül 1651 tarihinde Baş Lala Uzun Süleyman Sultan IV Mehmed'e sadık askerlerle odasında oturarak, saltanatın yöneticiliğini yeniden ele geçirmek için daha sinsi planlar yapmakla uğraşan Kösem'in üzerine ani saldırı düzenledi. Kösem'in kaldığı oda içeriden kilitliydi. Ama askerler odanın kapılarını kırarak içeri girdiler. Kösem ne olduğunu anlayıncaya kadar çok geçti. Askerler onu saraya kan dökülmesin diye oğlu Sultan İbrahim'i öldürttüğü yöntemle, ellerine geçen perdenin ipi ile boğup öldürdüler. Böylece, Kösem Sultan'ın hayatına son verildi.

Sarayda Kösem'in emirlerini yerine getiren ve cinayetlerinin doğrudan taraf olan kişiler de cezasız kalmadılar. Sarayı kan yuvasına çeviren 38 Ocak ağası da idam edildi. Sultan IV Mehmet babasının cinayetinde yer alan 70 kişiyi de yakalatarak idam ettirdi. Bu tarihten itibaren Sultan IV Mehmet'in emri ile tahta çıkan çocuk sultanın annesinin veya büyük annesinin himayesinde olması yasaklandı ve bu işin padişaha sadık adamlardan birine verilmesi karara alındı. Böylece, Osmanlı'nın idare işlerinden kadınlar uzaklaştırıldılar. Aynı zamanda sarayın yönetiminden Yeniçeriler de uzaklaştırıldılar ve onların yerine devlete sadık olan Köprülü ailesi sadrazam olarak getirildi. Böylece Osmanlı Sarayı bir süre kanlı entrikalardan kurtularak rahat nefes alabildi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

24

Tuesday, 8.09.2015, 21:48



Mezar Taşları

Mezartaşları , arkeoloji , sanat tarihi , kültür tarihi ve siyasi tarihin önemli kaynakları arasında yer almakta olup ait oldukları toplumun inançlarını , adetlerini , gelenek ve göreneklerini , sanat anlayışlarını , sosyal ve kültürel yapısını aksettirirler.
Anadoluda Türklerin uğrak yeri, zahid, abid, imam ve hafızların menşei olan Kubbet-ül İslam olan Ahlat’ta Türk kültür tarihi bakımından olduğu kadar, sanat tarihi yönünden de büyük önem arzeden yüzlerce mezartaşı vardır.
Büyüklük ve yapılarıyla korkunç bir tesir uyandıran bu mezarlar, 900 senelik bir Türk-İslam şehri olan Ahlat’ta toplanmışlardır.
Ahlatşahlar, Eyyubiler ve çoğunluğu İlhanlılar dönemine ait olan bu mezar taşlarını Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı hocamız, şahideli mezarlar , şahidesiz prizmatik sandukalar ve çatma lahidler olmak üzere üç sınıfa ayırmıştır. Bunlardan sayıları bin civarında olan şahideli mezarlar özellikle alışılmış ölçülerden çok büyük 3.50 m. yüksekliğe varan ve her cephesinde süsleme bulunan dikdörtgen prizma şeklindeki şahideleriyle Ahlat mezartaşlarını karakterize ve temsil etmektedir.

Meydan Mezarlığı

1- Meydanlık Kabristanı ( Selçuklu Mezarlığı )
Ahlat’ın en büyük ve muazzam mezarlığı olan bu mezarlık doğudan batıya doğru İkikubbe Mahallesi ile Harabeşehir arasındaki geniş düzlüğü kaplamaktadır. Meydanlık Mezarlığında XII. asrın başından XVI. asra kadar tarihlenen muhletif tiplerde takriben bin kadar mezartaşının bulunduğunu belirten Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı hocamız bunun dışında yedi tanesi meydana çıkarılmış olan ve kazılarla sayılarının daha da artması muhtemel olan halkın “Akıt” dediği tümülüs tarzında mezarlarında mevcudiyetinden bahsetmektedir.
En önemli mezartaşlarının ve sanatkarların bulunduğu bu mezarlık adeta Anadolu’nun Türk yurdu olduğunun ispatı açısından tapu mahiyetindedir.

2-Taht-ı Süleyman Mahallesi Mezarlığı
“Kara Şeyh” mezarlığı da denilen bu mezarlık ismiyle anılan mahallede bulunur. Burada XIV. asra ait pek çok şahideli eser, bir akıt ve bir koyun heykeli mevcuttur. Mezartaşları itina ile işlenmesine rağmen ikinci sınıf eserlerdir.

3-Kırklar Mezarlığı
“Kırk Kardaş” mezarlığı olarak da bilinir. İsmini aldığı mahallede bulunur. XIII. ve XIV. asra ait yapıları barındırmaktadır. Küçük ölçüde ve kabaca işlenmiş olan bu mezarların içinde bulunan sütun haindeki bir sanduka bu tipin Ahlat mezarlıklarında bulunanlarının en itinalılarındandır. Bu mezarlıkta ayrıca “Orta Asya Balbalları” nı anımsatan insan şeklinde arkaik şahideler de mevcuttur.

4-Merkez (Erkizan) Mezarlığı
“Kayalı Mezarlığı” olarak da anılan bu mezarlık Şeyh Necmeddin ve Erzen Hatun kümbetlerinin bulunduğu Erkizan Mahallesindedir. Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı hocamız bu mevkiinin isminin “Kayı” dan geldiğini söylemektedir. İşçilik bakımından bir özelliği olmayan mezarlar mevcuttur.

Kayı Mezarlığı

5-Harabeşehir Mezarlığı
Eski şehrin merkezinde, Selçuklu Kalesi içindeki Harabeşehir’de bulunmaktadır. Mezarlıkta basit, işçiliği olmayan mezarlar ile iki akıt bulunmaktadır.

6- Kale Mezarlığı
Osmanlı kalesinin kuzeydoğusunda bulunan bu mezarlıkta, Ahlat’ın Osmanlı dönemi mezarları bulunmaktadır. Bu mezarlar, işçilik ve tezyinat bakımından önem taşımayan kabaca yapılmış mezarlardır. Meydanlık mezarlığı nasıl ki Ahlat’ta taş işçiliğinin zirvede olduğunu yansıtıyorsa, Kale mezarlığı da Ahlat’ta bu sanat kolunun artık sönmüş bulunduğunu ve Ahlat’ın bir sanat merkezi olma hüvviyetini kaybettiğini göstermektedir.

Akıtlar
Ahlat’ta uzun süre araştırma ve kazılar yapan Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı’nın “Tümülüs tarzındaki eski Türk mezarları” diye tanımladığı ve Ahlat halkı tarafından “Akıt” diye adlandırılan kısmen toprağın altında bulunan bu mezarların gövdelerinin üzeri değişik şekilde tonozla örtülmüş ve iç mekanlar küçük mazgal pencereleri ile aydınlatılmıştır. Akıtlar; kare, dikdörtgen, sekizgen ve dairevi plan üzerine düzgün kesme taşla inşa edilmiş bir veya iç içe iki üç odadan oluşmaktadır.
Birinci Dünya Savaşı sırasında bölgeyi işgal etmiş olan Ruslar define bulmak amacıyla akıt dediğimiz bu mezarları tahrip etmişlerdir.
XI. ve XII. yy.larda inşa edilmiş akıtlara Anadolu’nun başka yerlerinde tesadüf edilemez. Anadolu’nun dışındaki tek örnek ise Turfan yakınlarındaki Astana civarında bulunan mezarlıktadır. Orta Asya Türk kültürünün fazlaca hissedildiği Ahlat’ta bu şekilde mezarların inşasını pek tabii karşılamak gerekir.
Ahlat’ta akıtlara Meydanlık Mezarlığında, İkikubbe Mahallesi ile Kale Mahallesi arasında, Taht-ı Süleyman Mahallesinde ve Sor köyünde rastlanmaktadır

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

25

Saturday, 12.09.2015, 04:33


Mustafa Kemal'in Bulgar aşkı; Dimitrina

Mustafa Kemal, yakışıklı ve karizmatik kişiliği ile her zaman kadınların dikkatini çekmiş, o da bu ilgiyi genelde karşılıksız bırakmamıştır. Özellikle genç bir Subayken yaptığı çapkınlıklar oldukça dikkat çekicidir.
Enver Bey'in liderliğindeki İttihat ve Terakki, yönetimi ele geçirdiği dönemde altı asırlık Osmanlı Devleti son virajını almak üzeredir. Mustafa Kemal ile Enver Bey arasındaki kişisel mücadele hep Mustafa Kemal aleyhine işlemiş, bu yüzden genelde geri planda kalmış, yükselememiş hat da sürgün görevlere gönderilmiştir.
Bu durumun ana nedeni muhtemelen Mustafa Kemal'in başarılı, hırslı olmasının yanında muhalif kişiliğinin sonucu olarak, üst kademelerin eksikliklaerini, başarısızlıklarını ve kendi yöntemlerini çokca dillendirmesidir.
Böyle bir ortamda Mustafa Kemal bir türlü etkin görevlere gelemiyor, yönetimde söz sahibi olamıyordu. Talat Bey'den sonra Fırkanın Genel sekreterliğine yakın arkadaşı Fethi Bey getirilince eline bir fırsat geçirmiştir. Fakat daha işin başında Fethi Bey ile yapmaya çalıştığı girişimler dikkat çekmiş, Fethi Bey aleyhinde gittikçe artan bir hava oluşmuştur.
Bu yüzden ikisine de sürgün görevleri verilir. Önce Talat Bey (Enver, Talat, Cemal Beyler; İttihatın baş üçlüsü) Fethi Bey'e gelerek durumun vehametini anlatıp ona Sofya elçiliğini teklif eder. Sonra Cemal Bey, Mustafa Kemal'i çağırtıp ona da Sofya Askeri Ateşe görevini sunar. İkisi de kabul etmek zorunda kalır. Çünkü ölüm fermanları çıkmıştır. Gitmezlerse, parti komitacıları tarafından öldürüleceklerdir.
Sofya'da savaş sonrası havası hakimdir (Balkan Savaşları). Ülkenin üst tabakası balolarla, eğlencelerle savaşı unutmaya çalışmaktadır. Mustafa Kemal ve Fethi Bey, bekar olmalarının yanında dikkat çekici görünüşleriyle Sofya gecelerinin müdavimlerinden olurlar. Bu gecelerin birinde Mustafa Kemal, Bulgar Kralı Ferdinand ile tanıştırılır.
Mustafa Kemal, Sofya'da iken, İstanbul Beyoğlu'nda tanıştığı Corinna adlı İtalyan bir dul ile de mektuplaşmaktadır. Corinne sayesinde Fransızcasını ilerletmiştir. Sofya'da geçirdiği günleri Corinne'ya Fransızca yazmaktadır. İstanbul'dan kalan duygusal bağları bu sayede devam ettiriyordu. Bu mektupların ilginç bir yanı da, Mustafa Kemal'in ara sıra latin harfleriyle Türkçe yazmasıdır.
Mustafa Kemal, bu gecelerin birinde, II. Balkan Savaşında ülkesine karşı savaşan General Kovaçev ile tanıştırılır. General ile birçok gecede bir araya gelmeye başlarlar. BU durum Kovaçev ailesi ile arasında derin bir dostluğun başlamasına neden olur.
Mustafa Kemal, Kovaçevlerin evine gitmeye başlar. General ile sürekli savaş anılarından konuşurlar. Bu gel gitler arasında General'in güzel kızı Dimitrina, onun dikkatini çekmiştir. Kovaçev ailesi sayesinde seçkin davetlere de katılır. Bu davetlerde Dimitrine ile sürekli dans eder, ona fikirlerinden bahseder. Aralarında duygusal bir bağ oluşmaya başlamıştır.
Mustafa Kemal, Bulgar sosyetesi arasında en büyük dikkat çekişi, Sarayda verilen bir maskeli baloda İstanbul'dan getirttiği Yeniçeri kıyafetini giymesiyle yapar. Gece sonunda Kral Ferdinand, onu çağırarak gümüş bir sigara tabakası hediye eder.
Dimitrina ile arasındaki samimiyet her geçen gün artmaktadır. Mustafa Kemal, onu kafasında tasarladığı Avrupalı eş olarak görür. Onunla evlenmeyi düşünmektedir. Bunun içinde babasının izni gereklidir.
Fethi Bey'de başka bir Bulgar güzeline, General Petrov'un kızına tutulmuştur. Aracılar vasıtasıyla babalarının ağızlarını aratırlar. General Petrov hiç düşünmeden; '' Kızımı bir Türk'e vermektense kafamı keserim'' der. Kovaçev'de farklı düşünmemektedir.
Birgün Sofya Türk elçiliğinde bir balo düzenlenir. Kovaçevlerde davetlidir, fakat onlar daveti nazikçe reddederler. General Kovaçev, kızının bir Türk subayı ile görüşmesinden rahatsızdır. Onların görüşmelerini engeller. Mustafa Kemal, Dimitrina'yı istemek için General'e ikinci kez baş vurur, sonuç olumsuzdur. Dimitrina ile Mustafa Kemal bir daha birbirlerini göremezler. General, kızını Bulgar bir mühendis ile evlendirir.
I. Dünya Savaşı yüzünden Mustafa Kemal geri çağrılır. Dimitrina, Mustafa Kemal'i hiç unutmaz. Bir ara onu görmek için İstanbul'a gelmeyi planlar. Ancak büyük savaş bunu engeller. Yakınlarının anlattığına göre son günlerinde bile Mustafa Kemal'den söz etmekteydi.
Mustafa Kemal de bir gün Bulgar tiyatro grubuna şöyle diyecektir:
" Bulgaristan'da bir güzel sevdim bana vermediler."

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

26

Saturday, 12.09.2015, 04:37


CODEX CUMANICUS…(Kuman Kitabı)
Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak Türklerinden (Kumanlar) italyanlar ve Almanlar tarafından 14. yüzyılda derlenmiş iki bölümlük bir eserdir.(italyan bölümü, alman bölümü)
el yazması, Sözlük-metinler derlemesi olarak sayılabilecek eserin adı Latincedir ve Kuman Kitabı olarak Türkçeye çevrilebilir. Codex Cumanicus’un amacı kuman türkleri arasında hristiyanlığı yaymaktır.
netice itibariyle kuman türkleri her ne kadar hristiyanlığı kabul etse de dillerini unutmamış, sonraki yüzyıllarda dahi kıpçak türkçesi konuşmuş ve eserler meydana getirmişlerdir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

27

Sunday, 13.09.2015, 15:46

Incil nasıl değişti? 325 iznik konsili öncesi ve sonrası
İZNİK KONSİLİ;
1. Rahip arius tevhid inancını savunması;

Libya kökenli Mısırlı bir ailenin oğlu olan Arius dönemin önemli kenti İskenderiye'de büyümüş ve 312 yılında da Kilise'ye katılarak rahip olmuştu. Arius Allah'ın birliğine iman ediyor ve o sıralarda Roma Kilisesi tarafından kabul edilmiş olan ve Hz. İsa'yı sözde tanrı sayan öğretinin yanlış olduğunu vaaz ediyordu.

Arius Hz. İsa için kullanılan "Allah'ın Oğlu" sıfatının tamamen mecazi bir anlama sahip olduğunu ve onu ilahlaştırmak gibi bir anlam taşımadığını söylüyordu. Bunu ispatlamak için Matta İncili'ndeki "Ne mutlu barışı sağlayanlara! Onlara Tanrı oğulları denecek" (Matta5/9) alıntısını gösteriyor.

Ve Allah'ın isteklerine uygun davranan herkes için bu sıfatın geçerli olduğunu bunun Hz. İsa'ya özel bir ifade olmadığını vurguluyordu.

Arius bir eserinde "Aslında biz de Tanrı'nın oğulları haline gelebiliriz" diye yazmıştı.

KAYNAK; " Fazal Ahmad "Arius: The Trinity Controversy in the Church" The Review of Religions Londra Eylül 1996 "

Bu düşüncesini desteklemek için Hz. İsa'nın İncil'de geçen ve "Tanrım" diye başlayan dualarını örnek gösteriyordu. Bu duaların Hz. İsa'nın Allah'a bağlı ve diğer insanlar gibi aciz bir kul olduğunu gösterdiğini söylüyordu.

Arius İskenderiye'nin bir ilçesi olan Banealis'in resmi rahibi olarak bu düşüncelerini geniş bir kitleye aktardı. Onu dinleyen halk hem anlattıklarının tutarlılığı ve ikna ediciliği hem de Arius'un mütevazi ve gösterişten uzak yaşamı nedeniyle fikirlerini kolayca kabul etti.

Ancak İskenderiye Piskoposu Alexander "Ariusçuluk" akımından çok rahatsız oldu. Alexander Hz. İsa'yı mecazi değil "lafzi yani kelime anlamında" "Allah'ın Oğlu" sayan yani ilah kabul eden Roma Kilisesi'ne bağlıydı.

Bunu başaramayınca da Ariusçuluğa karşı şiddetli bir saldırı başlattı. Bunu kendi yazılarında şöyle anlatıyordu:

" Bu akım giderek her yere tüm Mısır'a Libya'ya ve Yukarı Tebes'e yayıldı. Bunun üzerine biz de Mısır ve Libya'nın piskoposları ile biraraya geldik ve yaklaşık yüz kişilik bir kurulda bu akımı ve tüm takipçilerini lanetledik"

KAYNAK; " Athanas. Hist. Tr.; P Johnson. History of Christianity Pelican Books 1976 s. 89 "

Bu lanetleme yalnızca sözde kalmadı. 318 yılında Arius ve takipçileri Kilise'den aforoz edildiler. Arius ve onun en yakın yardımcıları olan Piskopos Theonas ve Secundus ile on iki rahip sürgüne gönderildi. Arius sürgüne gitmeden önce düşüncelerini Thalia adlı lirik bir kitapta topladı.

Sürgün yeri ise Filistin'di.
325 İZNİK KONSİLİ;


İmparator Konstantin Ariusçuluk ile onun muhalifleri arasındaki çatışmayı önce her iki tarafa mektuplar yollatarak ve "birliğin herşeyden daha önemli" olduğunu anlatarak çözmeye çalışmıştı. Ancak bu tür girişimlerin fayda etmediğini görünce Piskopos Hosius'un tavsiyesi üzerine büyük bir "Dünya Kilise Konsili" ya da diğer adıyla bir "Sinod" toplamaya karar verdi. İznik'te toplanan bu konsilde bugüne dek ulaşacak olan üçleme inancı tanımlandı. Bu inancı kabul etmeyenler ise "sapkın" (heretik) olarak ilan edildiler.

Konsile katılan üç yüzü aşkın rahibin arasında yalnızca yirmi tanesi Arius'a yakın isimlerden oluşuyordu. Bunda Konstantin'in ilk başta Ankara'da yapılması planlanan konsili daha kuzeybatıdaki İznik'e aldırması ve böylece Ariusçuluğun etkin olduğu Doğu Kiliseleri'ne bağlı rahiplerin konsile katılmalarını zorlaştırmasının da rolü vardı.

KAYNAK;" Fazal Ahmad "Arius: The Trinity Controversy in the Church" The Review of Religions"

Hz. İsa'nın sözde ilahlaştırılmasının o zamana kadar yapılmış en açık ve en somut ifadesi olan İznik Yemini'nde şöyle deniyordu: (Aşağıda yer alan tüm ifadelerden Allah'ı tenzih ederiz)

İnanıyoruz ki... Rab İsa Mesih Tanrı'nın Oğlu'dur Baba Tanrı'dan südur etmiştir Baba Tanrı ile aynı özdendir. Tanrı'dan Tanrı'dırIşık'tan Işık'tır. Tanrı'yla aynı özden olup Tanrı'dan südur etmiştir yaratılmamıştır. Onun (Hz. İsa'nın) aracılığıyla göklerde ve yerde var olan herşey yaratılmıştır. O ki biz insanlar için ve kurtuluşumuz için aşağı inmiş ve beden bulmuş ve insana dönüşmüştür. Acı çekmişüçüncü günde dirilmiş ve göğe yükselmiştir. Ve ölüleri ve dirileri yargılamak için yeniden gelecektir. Ve inanıyoruz ki Kutsal Ruh (da Tanrı'dandır.)

Ve eğer kim "Tanrı'nın Oğlu'nun var olmadığı bir zaman vardı" diyecek olursa ya da "südur etmeden önce yoktu" diyecek olursa ya da "önceden var olmayan şeylerden yapıldı" diyecek olursa ya da "Baba'dan farklı bir özdendir" diyecek olursa ya da onun bir yaratılmış olduğunu ya da dönüşüme açık olduğunu diyecek olursa Katolik Kilisesi tüm bu sözleri söyleyenleri lanetler.

KAYNAK; " "The First Council of Nicaea" The Catholic Encyclopedia copyright © 1913 by the Encyclopedia Press Inc. Electronic version copyright © 1996 by New Advent Inc.


İmparator Konstantin'in ağırlığını koymasının ardından İznik Konsili üçlemeyi savunanların lehinde sonuçlandı.

Ariusçular ise konsilden sonra daha büyük bir baskı altına alındılar. İznik Konsili'ne imza koymayı reddeden Arius taraftarları aforoz edildiler. Ancak yine de yaklaşık yarım yüzyıl boyunca direnmeye devam ettiler

Konstantin döneminde hem İznik Yemini gibi inanışlar geliştirildi hem de bugün elimizde bulunan Yeni Ahit'e son şekli verildi. Bugün elimizdeki hiçbir Yeni Ahit nüshası Konstantin devrinden daha eski değildir.

KAYNAK; " Michael Baigent Richard Leigh Henry Lincoln The Messianic Legacy Corgi Books London 1991. s. 66 "

Üçlemenin üçüncü unsuru olan Kutsal Ruh konusu belirsiz bırakılmıştı. 4. yüzyılda İstanbul Patriği olan Makedonius başkanlığında ikinci genel konsil İstanbul'da toplandı ve "Kutsal Ruh'un üçleme inancının üçüncü parçası olduğu üçünün de uluhiyet bakımından aynı seviyede olduğu" ilan edildi

KAYNAK; " Prof. Dr. Mehmet Aydın Müslümanların Hristiyanlara Karşı Yazdığı Reddiyeler ve Tartışma Konuları Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları Ankara 1998 s. 96 "

Böylece üçleme inancı Hz. İsa'nın Allah Katı'na alınışından yaklaşık 4 yüzyıl sonra son şeklini almış oldu. Bu konsilde Kitab-ı Mukaddes'te olmayan bir inanış daha ortaya atıldı: Homoousios. Bu kelime ile üçlemeyi oluşturan üç kişiliğin de aynı cevhere ve eşit yetkilere sahip oldukları ifade ediliyordu.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

28

Sunday, 13.09.2015, 22:16



Türk-Slav İlişkilerinin Başlangıç Dönemleri Üzerine
Doç.Dr. Osman Karatay

Bizzat İslav kelimesi hakkında. Hem doğu, hem de batıdaki bütün Ortaçağ kaynaklarında bu halkın veya bu dil ailesinden olanların isminde 's' harfinden sonra açık bir 'k' sesi geçer: Yun. Sklabinoi, Lat. Sclaveni, Ar. Sakalibe. Bugün çoğu Batı dillerinde (Örn. Fr. 'Sclave', Alm. 'Sklave', İsp. Esklavos) bu ses korunur. Ortaçağ'da bu halkın ismi büyük ihtimalle 's*k*l*b' şeklinde idi ve Türkler bunu çok iyi biliyorlardı, ki Arap ve Fars kaynakları bunu Türklerden almışa benziyor. Doğu Avrupa'dan hayli uzakta söylenen ve yazılan Oğuz Destanı'nın Uygur nüshasında, Oğuz Han bir kaleyi iyi koruyan ve kendisine teslim eden bir komutanına ödül olarak 'Saklap' (Saklayan, koruyan) ismini verir ve bu kişi ilk İslav olur.

Bir Bulgar-Tatar Destanı'nda ise kelime Saklan olarak geçer. Kelimenin Türkçe asıllı oluşu hakkında çok tartışmalar yapılmıştır. Kelimenin batı dillerinde aynı zamanda köle anlamına gelişini tarihi olgu ile, Ortaçağ'da İslavların çok fazla köleleştirilmesi ile açıklayabiliriz, ancak Eski Tuna Bulgarcası'nda 'saklab'ın köle anlamında kullanılışı ve Türk lehçelerinden Çağataycada 'saklau' kelimesinin tutsak anlamına gelişi, Avrupa'daki kullanımın semantik köklerinin olduğuna da işaret edebilir. Bu yüzden Majda'nın Türkçedeki değişik kullanımları içinde, bu kökten türemiş 'köle, tutsak' anlamına eğilmesi haklı gözükmektedir.

İslav (Slav) kelimesi için İslav dillerindeki çeşitli kelimelere dayanan çözümlemeler yapılmış, ancak bir ittifak sağlanamamıştır. Kelimenin köken olarak bu dillerde budun adı olmadığını, dolayısıyla sonradan alındığını gösteren bir ipucu, yalın olarak kullanılmamasıdır. İslav/Slav'ın karşılığı bu dillerde Slav-yan, Slov-en, Slav-yanin, Slow-ianin gibi biçimlerde geçer. Gerçi Güney İslav dilleri hemen tüm budun adlarını böyle eklerle ikinci kez budun adı haline getirme eğilimindedir (Rusin, Bulgarin, Turçin, Taljanac, Amerikanac) ama genel olarak, özellikle eski metinlerde buna ihtiyaç yoktur. Bir kelime budun adı olarak duyulursa aynen korunur: Turak, Guz, Tatar, Grk, Latin, vb. Eğer 'Slav-, Slov-' bu dillerde kök itibariyle bir budun adı olsa idi, tıpkı yukarda geçen sıfatlaştırmalarda olduğu gibi, ikinci kez bu anlam verilmeye çalışılmazdı. Dolayısıyla, bütün eski kaynakların ittifak ettikleri 's*k*l*b' biçimini ciddiye almamız gerekmektedir. Bu kelimenin kaynaklarda ilk anılışı 5. yy. ortasındadır. Eğer bu kelimenin kökü Türklerde ise ve eğer üç kuşaklık bir Hun hakimiyeti bu ismin yerleşmesi ve yayılması için yeterli görülmüyorsa, bu durumda tek ihtimal Hunlardan önceki Türk varlığı olacaktır.

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

29

Sunday, 13.09.2015, 22:22

MACAR ULUSAL KİMLİĞİNİN OLUŞUMUNDA TÜRK ETKİSİ



Dr. İsmail Doğan

Macarların en ünlü ressamlarından Mihály Munkácsy (1844-1900) 1890-1893 yılları arasında Macarların yurt işgalinin 1000. yıldönümü kutlamaları vesilesiyle Macar Parlamentosu için Yurt İşgali (Honfoglalás) isimli büyük boyutlu bir tablo hazırlamıştır. Tablonun konusu 896 tarihinde Macarların Avrasya bozkırlarından göç ederek Karpatlar Havzasını yurt edinmesidir. Duvar panosu olarak hazırlanan resimde Macarların o zamanki hükümdarı Árpád beyaz bir at üzerinde, tamamen Orta Asya kökenli kıyafetler ve silahlarla tasvir edilmiştir. Árpád'ın çevresini saran askerler ve boy liderleri de aynı kıyafetler ve silahlarla tasvir edilmiştir. İnsan bu tabloyu incelediğinde ister istemez aklına bizim popüler tarih kitaplarındaki Alparslan vb. tarihsel kişiliklerin tasvirleri geliyor.

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

30

Sunday, 13.09.2015, 22:25




Etrüskler Türk Mü İdi
Adile Ayda

Eski Türklerin de hemen hemen Etrüsklerinkine benzer ve siyasi teskilata sahip olduklarına ve Fanum Voltumnae’deki gibi yıllık siyasi toplantılar yaptıklarına kanaat getirmek icin Deguines, De Groot, Klaproth gibi bilginlerin eserlerini okumak yeterlidir41.Dans ile müziğe gelince, Fransız Çin tetkikleri bilgini Edouard Chavannes’in, Çinlerin, komşuları olan Türklerde bu iki sanata gösterilen rağbete şaştıklarına eserinde işaret ettiğini burada kaydetmeliyiz42.

Fransız sinoloğu Edouard Chavannes’dan sonra Alman sinologu Karl Eberhard’ı da burada zikredelim. Bu bilgin “Çin’in hudut komsusu milletlere örf ve adetler” adlı, 1942 de yayınlanan eserinde Çin tarihlerinde Türkler hakkında mevcut kayıtlara işaret eder.

Eberhard’a göre Çin tarihlerinde bahsedilen kavimler arasında Türkleri ayırt etmek için şaşmaz kıstaslar vardır. Bunların başlıcaları Kurt efsanesi ve mağaraların mübarek sayılmasıdır. Eserinin VIII nci faslının 49 uncu sahifesinde aynen şöyle der: “Türk kavimlerinin tipik efsanelerinden olan kurttan üreme efsanesi (falanca kabilede) vardır… v.s.”

Bu bize, tabii olarak, Remus ve Romulus efsanesini hatırlatıyor. Bilindiği gibi, bugün Kapitol müzesinde olan Dişi Kurt heykeli, ekseri etruskologlara göre Veies sehrinden Vulka adlı bir etrüsk heykeltıraşının eseridir. Bebek heykelleri sonradan, Rönesans devrinde ilave edilmiştir43.

Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, son yayınlanmış eserlerin çoğunda Roma kentinin kuruluşlarından beri bir Etrüsk kenti olduğuna, bu kentin Etrüskler tarafından, Etrüsk
âdetlerine göre kurulduğuna inanma eğilimi vardır44.

Efsane ve mitlerin oluşma kanunu bir kurt atadan doğma efsanesinin bir dişi kurdun sütünü emme efsanesi halini de alabilmesini pek âlâ izah eder. Hem Romulus’un babasının Savaş İlahı Mars olması bir zaruretti. Öte yandan da, Türklerde kurt kuvvet ve savaş sembolu sayılırdı. Yaygın bir efsaneye gore, ilk Türk akıncılarına boz renkli bir kurt, Bozkurt, önderlik etmistir45.

Türklerde mağaralara kutsal nazariye bakılması konusu münasebetiyle de, hatırlayabiliriz ki, her çesit geleneğini Etrüsklerden almış olan Roma’da, “Lupercale” (Kurt mağarası) pek büyük itibar görürdü. Çin tarihi uzmanı Eberhard’ı takip ettiğimizde, öğreniyoruz ki, kendilerini sarı rengi çok seven Çinliler Türklerin de kırmızı rengi çok seven Çinliler Türklerin de kırmızı rengi sevdiklerini tarihlerinde kaydetmislerdir46. Romalıların Etrüsklerden miras aldıkları kırmızı togayı ve eski Roma’da kırmızı rengin asil renk sayıldığına dair bin bir delili zihinden geçirmemek kabil mi?

Eberhard’a göre Türkler fevkalâde iyi flüt çalardı: iki cesit flüt kullanırlardı… Etrüsklerin ise flüt çalmaktaki ustalığı Yunanistan’da bile ün salmıştı ve Etrüsk kelimesi “iyi flüt calan” manasına gelirdi47.

Eberhard’ın eserinde, bir de, Çinliler tarafından “Tarkan” telaffuz edilen bir asalet unvanından bahsedilmektedir. Alman Sinoloji bilginine göre bu, Türklerdeki “prens” manasına gelen “Tarkan” veya “Tarhan” unvanından başka bir şey değildir. Bilindiği gibi, Roma’yı kuruluşundan sonraki yüzyıllarda idare eden “Tarquin’ler
sülalesine mensup kralların adları Etrüsk yazıtlarında “Tarhun” veya “Tarhan” olarak gösterilmiştir48.

41 J. Deguines, “Histoire des Huns, des Turcs et des Mongols” Paris, 1856. De Groot, “Die Hunnen der
Vorchristlichen Zeit” Berlin 1921, H. J. Von Klaproth, “Memoire sur l’identite des Toukiou et des Hioung-
Nou avec les Turcs” Paris 1925.
42 Edouard Chavannes, “Documents sur les Toukiou occidentaux”. Saint – Petersbourg, 1903
43 Tarquinia’da “Tomba dell’Orco” denen mezarda bulunmus kurt basını da burada hatırlatabiliriz.
44 Bu eserlerin baslıcalarını göstermekle yetineceğim:
a) R. Bloch, “Les Etrusques”, Paris 1956, Prensses Universitaires, s. 117.
b) H. Scullard, “The Etruscan cities and Rome” London 1967, s. 247, 255.
c) Ch. Hampton, “The Etruscans and the survival of Etruria”, London 1969, s. 30.
d) Corrado Barbagallo, “Storia Universale” Torino 1944.
45 Bunun icindir ki, eski Turklerin bayraklarında bir kurt resmi bulunurdu.
46 W. Eberhard, “Kultur und Siedlung der Randvolker China’s”, Leiden 1942, s. 46.
47 Alain Huns, “Les Etrusques, peuple secret”, italyancaya Rosadoni tercumesi, 1959, s. 197
48 Bizanslı tarihci Menander Protector’a gore, İkinci Justinyen’in elcisi Zemarkos Turklerin İmparatoru İstemi
Hanı ziyaret ettikten sonra Han, elçiye refakat etmek üzere, kendisine Tagma Tarhan adlı bir mihmandar
vermiştir.

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

31

Sunday, 13.09.2015, 22:27



AZERBAYCAN TÜRKLERİ
Mehebbet PAŞAYEVA

Azerbaycan halkının ulu kökleri daha MÖ III. bin yıllardan Azerbaycan topraklarında yaşayan Kutiler, Lullubeler, Kaslar, Subiler, Turukkular gibi Türk kökenli kavimlere kadar uzanmaktadır. Onların doğrudan halefleri olan Manna ve Madaylar MÖ IX. yüzyılda artık kendi devletlerini kurmuşlardı.

MÖ IX-VIII. yüzyıllardan itibaren İskit-Sak, Kemer kavimlerinin Sibirya ve Orta Asya’dan Güney Kafkasya ve Ön Asya’ya, aynı zamanda Azerbaycan’a yayılmasıyla Azerbaycan Türklerinin teşekkülünde yeni bir sayfa başlanılmış oldu. MÖ VIII-VII. yüzyıllarda bu Türk soylu kavimler eski Azerbaycan devletlerinden olan Atropatena ve Kafkaz Albaniyası’nın Türk soylu kavimleri ile kaynayıp karışarak Azerbaycan ulusunun oluşumunda önemli rol oynamışlar.

MÖ I. binyıl boyunca bu kavimler Azerbaycan’ın güneyinde Manna, Maday, Atropatena,kuzeyinde ise Sak çarlığı ve Alban devletlerini kurmuşlar. Görüldüğü gibi Türk soylu kavimlerin ilk devletlerini kurdukları en eski yerleşim birimlerinden biri de Azerbaycan’dır.

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

32

Sunday, 13.09.2015, 22:29


KARAÇAY-MALKAR NART DESTANLARININ KADIN KAHRAMANI "SATANAY BİYÇE"
Adilhan Adiloğlu

Kafkasya coğrafyasında yaşayan halkların ortak kültür ürünlerinden biri olan Nart destanları, Karaçay-Malkar Türklerinin halk edebiyatında da önemli bir yer teşkil etmektedir. Karaçay-Malkar Türkleri dışında; Çerkes, Abhaz-Abaza, Oset, Çeçen-İnguş ve Kumuk Türklerinin folklorunda da yer alan Nart destanları birçok yönden birbirlerine benzemekle birlikte bu destanların her birinin kendisine has birtakım millî vasıfları barındırdığı ve aralarında bazı farklılıkların olduğu dikkat çekmektedir.

Karaçay-Malkar Türkçesinde ve Kafkas dillerinde kullanılan “nart” kelimesinin anlam olarak Türkçedeki tam karşılığı “alp” kelimesidir. Yani “nart” kelimesi; “yiğit, cesur, mert, kahraman” ve benzeri birçok kelimenin anlamını bünyesinde toplayan bir kelimedir.

Satanay’ın babası Güneş, annesi de Ay’dır. Satanay doğduktan kısa bir süre sonra Deniz Tanrısı onu alıp kaçırır ve bir adaya götürür. Satanay yıllarca bu adada mahsur kalır. Deniz Tanrısı oynaması için Satanay’a denizden çıkardığı yakut, elmas, mercan gibi değerli taşlar verir. Satanay bunların içinde en çok mercan taşlarını sever. Bu yüzden de Deniz Tanrısı ona “Satanay” adını verir. Satanay aradan uzun yıllar geçtikten sonra bir yolunu bulup adadan kaçmayı başarır. Günlerce ormanlarda, dağlarda dolaştıktan sonra Nartların ülkesine gelir ve burada Nartların lideri Örüzmek’le evlenir. Karaçay-Malkar Nart destanlarının kadın kahramanı olan Satanay güzelliğin ve bilgeliğin sembolüdür. Satanay birtakım doğa üstü güçlere sahiptir. Satanay’ın sihir yapma gücü ve olacakları önceden sezme yeteneği vardır. Nartları perde arkasından yöneten Satanay’dır. Satanay’a danışmadan Nartlar hiçbir işe kalkışmazlar. Satanay, Nart kadınlarına yünden çuha yapmasını, elbise dikmesini ekmek pişirmesini, boza yapmasını, sütten peynir ve yoğurt yapmasını öğretmiştir.

Satanay kelimesinin etimolojisi hakkında bazı görüşler ileri sürülmüştür. Bunlardan birkaçı şöyledir; Çerkes araştırmacılara göre “Setenay” veya “Sataney” kelimesi Adige (Çerkes) dilindeki “se” (bıçak, kılıç) kelimesi ile “tın” (vermek) fiilinin birleşmesinden meydana gelmiştir ve bu kelime “bıçak~kılıç veren” anlamına gelmektedir . M. Habiç’e göre “Satanay” kelimesi Sogdca kökenli “şad” (yüksek rütbeli asker) ve Türkçe “anay” (anne) kelimelerinin birleşmesinden meydana gelmiştir . U. Bayramuk ise “Satanay” kelimesinin “sata” (mercan) ve “anay” (anne) kelimelerinin birleşmesinden meydana geldiğini ileri sürmüştür . Bunlardan başka “Satanay” kelimesinin “sat” (kutsal) + “anay” (anne) veyahut “satan” (çok güzel) + “ay” (Ay) kelimelerinin birleşmesinden meydana geldiğini ileri sürenler de olmuştur .

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

33

Sunday, 13.09.2015, 22:30



Kurt Ağzı Bağlama
Dr.Yaşar Kalafat

B. Ögel tarafından Kao-çı’ların türeyiş destanı münasebeti ile verilen bilgilerden yeni önemli sonuçlar da alıyoruz. Bu Türk toplumu göğe ve kutsal ruhlara daha ziyade at dan kurban veriyorlar, merasimlerinde kurt ulumasını andıran şarkılar söylüyorlardı. B. Ögel kurt ulumasına benzettiği bu şarkıların uzun hava, maya ile ilişkilendirmektedir. Bize göre ilahi niteliğindeki gökyüzüne Şamanlarca yöneltilerek uzun uzun çıkarılan bu sesler, okunan bu parçalar resmen kurt uluması taklitleri idi.

Biz incelemelerimizle gördük ki, uluma kurtlara mahsus bir ses çıkarma şeklidir. Uluyan kurt tarafından verildiğine inanılan bir mesaj var. Kurt her zaman ulumuyor. Halk inançlarında kurdun uluması anlamlandırıyor. Köpeğin veya çakalın ulumalarına da halk inançlarında yer ayrılmış. Kurda ait olmayan uluma sesinin felaket getirebileceğine inanılır. Kurdun uluduğu hava şartları, onlara gökten ‘Kudret Helvası’ indiği inancı var.

Ağzı bağlanmış kurdun ağzının açılmasından sonra uluması adeta şükür ifadesidir. Cem esnasında Cem Evinin çatısında uluyan kurdun merasime iştirak ettiğine inanılır (Kalafat 2007a: 563–568 ). Kurtağzı çok kere hocalar bazı yerlerde de ilgili duasını bilenler tarafından yapılırken Rize’nin dağ köylerine bu işlem Huriana diye bilinen bir hanım tarafından da yapılabilmektedir. Adeta Kadın Şamanın günümüze gelebilmiş örneği olan Huriana bu işlemi erkeklerde olduğu gibi yapmakta, çiftliğine dönmeyen hayvanları kurt parçalamasın diye ilgili duayı okuyup çakı bıçağını kapatmakta ve çiftliğin hayvanları geri dönünce de keza duasını okuyup bıçağın ağzını açmaktadır. Bu süre zarfında dağda kalmış olan hayvanlara bir şey olmaz iken, hayvanlar yerlerine döndükten sonra ağzı bağlanmış olan kurdun ağzının muhakkak açılması gerektiğine inanılır.

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

34

Sunday, 13.09.2015, 22:32



(Hun Türkleri'nin Ay Yıldız'ı)

Hun Türkleri
Alimcan ZİYAİ

Türk tarihi, dünya tarih sayfalarında önemli bir sayfaya sahiptir. Türkler, yeryüzünde ilk en eski toplu yerleşimler kurmuş ve ilk şehir kültürünü ortaya çıkarmış, bir millettir. Kainatta insanlık tarihini araştırırken öncelikle Türklerin, Türk topluluklarının tarih sayfalarında bıraktığı izleri ön sayfalara koymak kesinlikle şarttır. Çünkü dünya tarihi mutlaka Türklerden başlar (Kiroren Medeniyeti bunun örneğidir) .Net tarih bilgileri ve kaynak-metinlerin zengin olduğu Türk tarihi, MÖ 7500 senelerinde Kutsal Tanrı dağları ve Taklımakan çöllerinde kurulan Kiroren Beyliği, Uygur-Hun Beylikleri, Büyük Hun Tanrıkutluğu ve daha nice Türk hükümdarlığı dönemleriyle başlar. Makalenin özel konusu Orhun Dönemi olduğu için, burada Büyük Hun Tanrıkutluğu tarihi anlatılacaktır. Eski çağ Türk tarihinde Hun Tanrıkutluğu’nun hükümranlık dönemleri çok önemli bir yere sahiptir.Uygur-Hun Türklerinin tarihini, medeniyet-kültürünü ve birçok alanda Mutlak hâkimiyetini açık-net şekilde anlatabilmemiz için önce eski Çin tarihçilerini, eski Çin seyyahlarını, eski Çin Bey-Hanlarını ve Saray kâtiplerini, Türk ordusu ile karşı-karşıya savaşmış Çin orduları komutanlarını ve o dönemlerde Türk topraklarına adım atmış şahısların aldığı notları dikkatlice araştırmak ve incelemek gerekir. Ayrıca, çeşitli Türk boylarına ait olan bilgileri-dosyaları (metin-kaynaklar),iyi şekilde değerlendirmemiz gerekir.

B.Tarhan

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

35

Sunday, 13.09.2015, 22:39



TÜRKLERDE SAYILAR
Dokuz Türklerde kutsal ve önemli bir sayıdır. Türkçede dokuzla ilgili birçok deyim vardır. Türk argosunda da dokuz kullanılır. Eski Türklerde dokuz tuğ ve davul hâkimiyet alametidir. Mehterde de dokuzar çalgıcı bulunur. Altmış dört kişiden oluşan mehterhane takımı "dokuz kat mehter" diye isimlendirilirdi. Hanlara verilen armağanlar dokuz kat olarak sunulurdu. Dede Korkut hikâyelerinde de dokuz motifi çok geçer. Eski Türk boylarında tokuz adı çok geçer. Orhon Yazıtları’nda (Bilge Kağan Kitabesi doğu yüzü 1. satırda) Tokuz Oğuz ifadesi geçer. Türklerde sayı adlarının kişi adı olarak kullanılması da biliniyor. İlhanlı hakanı olan Hulagu'nun karısı ve en yakın danışmanı olan Hıristiyan kadının ismi de Dokuz Hatun idi. Dokuz sayısının Şamanizm’de önemli bir yeri vardır. Türklerin Ergenekon'dan dokuz Martta çıkmaya başladıkları ve bunun yirmi bir Martta bittiği rivayet edilir. Alevi inanışında 1-9 Mart arasında oruç tutulur. Dokuz da yedi gibi kutsi bir sayıdır. Yer adlarında da bu sayı çok görülür. Türkçede bazı kurum ve eser adlarında da bu sayı adı geçmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

36

Sunday, 13.09.2015, 22:52



Doğu Anadolu Bölgesi’ nde turistlerin en çok ilgisini çeken yerler, İshak Paşa Sarayı’ nın bulunduğu Doğu Beyazıt, Ağrı Dağı, Kommagene Krallığı dönemine ait kalıntıların bulunduğu Nemrut Dağı, Muradiye ve Gürlevik Çağlayanı ile Van Gölü’ ndeki Akdamar Adası’ dır.

Araştırmacı Muvaffak Uyanık, Hakkari bölgesinin batısında yer alan "Guveruk" ve "Tırşin" yaylalarında, kayalar üzerine kazınarak çizilmiş binlerce kaya resmi bulmuştur. Adeta açık hava müzesi niteliğinde olan ve çok geniş bir alana yayılı bulunan bu zengin resimlerin benzerliğine, doğuda Azerbaycan ve Kobistan bölgesinde kayalar üzerine çizilen yaklaşık 4.000 Adet resimde rastladığımız gibi güneyde de Filistin bölgesinde kayalar üzerine çizilen yüzlerce kaya üstü resimde rastlarız. Guveruk ve Tırşin yaylalarındaki kaya üstü resimleri , yaklaşık olarak M.Ö. 6.000-1.000 yıllarına tarihlen dirilmektedir. Ancak bu resimlerin büyük bir kısmının daha sonraki devirlerde de çizildikleri anlaşılmaktadır. Buradaki tasvirlerin büyük çoğunluğu stilize edilerek yapılmışlardır. Buna karşılık, o devirlerde bölgede yaşayan zengin av hayvanları hakkında yine de küçümsenemeyecek önemli bilgiler vermektedir. Resimlerin büyük bir kısmını, Dağ keçileri, bizon, çeşitli av hayvanları avda kullanılan tuzak sahneleri, sihir ile ilgili motifler, stilize edilmiş şekiller ve eski yarı-göçebe Türk boylarının kullanmış oldukları amblemler meydana getirmektedir.Özellikle daha genç devre ait stilize adilmiş resim ve amblemler, kuzeyde Erzurum yakınlarındaki "cunni" mağarasındaki resim ve amblemlerle, daha batıda ise Kütahya yakınlarındaki Aizanı tapınağının duvarlarındaki büyük taş blokları üzerine hayvan resimleri ile çok büyük bir benzerlik göstermesi yönünden ilginçtir. gerek cunni mağarasındaki resim ve amblemleri ve gerekse Kütahya yakınlarındaki Aizanı tapınağının taş duvarları üzerine çizilen hayvan sahnelerini eski Türk boylarının yapmış olduğu kesindir. ayrıca, bu bölgedeki tasvirlerin Anadolu dışındaki benzerlerine ise, Azerbaycan, Kobistan ve hatta Sibirya'da son yıllarda keşfedilen binlerce kaya üstü resmi meydana getirir. görüldüğü gibi, çok geniş bir coğrafi bölgeye yayılmış olmasına rağmen, şekil ve muhteva yönünden birbirinin benzeri olan bu resimlerin, eskiden göçebe ve yarı göçebe Türk boyları tarafından yapılmış oldukları bugün artık yerli ve yabancı bilim adamlarınca kesinlikle kabul edilmiştir.dolayısıyla tarih öncesi dönemlerde bile , Anadolu ve özellikle Doğu Anadolu bölgesi ile Azerbaycan ve Asya bozkırları arasındaki kültür ve sanat merkezleri arasında kopmaz bir birliğin olduğu açıktır.Bu durum ayrıca, tarih öncesi devirlerden yeni zamanlara kadar Orta Asya'dan Anadolu'ya devamlı olarak göçlerin yapıldığını da açıklar.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

37

Sunday, 13.09.2015, 22:54



İdil Bulgar Türk göçebe kabilelerin Volga-Kama erken feodal devletin Bulgar başkentinin kalıntıları.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

38

Sunday, 13.09.2015, 23:10



Bizans İmparatoru XI. Monomachos'un 1042 yılından kalma tacı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

39

Sunday, 13.09.2015, 23:15



Monomakhos Tacı tüm levhalar
Monomakhos Tacı, Bizans altın mine işi eserler arasında tarihi kesine yakın şekilde bilinen
bir eser olarak özel bir öneme sahiptir. 20. yyın önde gelen araştırmacılarından Nikodim Kondakov
ve Marc Rosenberg Bizans altın mine işi eserleri 4 farklı tarihsel döneme ayırarak bu eseri Abstract
Linear olarak adlandırdıkları 3. Döneme ait görmeyi uygun görmüşlerdir. Ayrıca Aynı araştırmacılar, Monomakhos Tacını oluşturan figürlü levhaları bu dönemin kriterlerini belirlemede
anahtar eser olarak kullanmışlardır.29
11. yy. Bizans altın mine işi eserler açısından önemli bir dönem olmuştur. 10. yy.da
başlayan figürlerin yüzlerinin (özellikle kirpik, bıyık gibi) detaylarının belirtilmesi eğilimi 11.
yy.da kendini daha kuvvetle hissettirir. Bu dönemde ortaya konulan eserlerde yer alan tarihi
kişiliklerin portrelerini içeren figürlü levhalar bize zengin bir kronoloji sunar. Monomakhos
Tacının yanı sıra bu dönemde karşımıza çıkan en önemli eserler arasında küçük altın mine işi
figürleri ile VII. Mikhail Ducas dönemine tarihlenen taç (Macar Kraliyet tacının Crown Greeca
denilen alt kısmı); Eşi İmparatoriçe Maria’nın tasvir edildiği Khakuli İkonu; Aleksios
Komnenos’un karısı İmparatoriçe Eirene’nin tam boy portresinin de bulunduğu Venedik San
Marko kilisesi mihrabında bulunan Pala d’oro sayılabilir.30
Gonosova’nın makalesinde, Monokmakhos ve Macar Kraliyet taçlarına, Dumbarton
Oaks’da bulunan 12,1–11,2 cm.lik altın mine işi bir levhanın karşılaştırılması amacıyla yer
verilmiştir. Yazar, İoannes Chrysosthomos olarak tanımlanan levhadaki figürün yüz detaylarının
(sakal, bıyık, ağız, göz, kirpik) işlenişini, Monomakhos tacında imparatorun levhası ve Macar
Kraliyet tacında Macar Kralı Geza ve hekim azizlerin sakallı portreleriyle karşılaştırılarak ortak
noktalar bulmaya ve eseri aynı yüzyıla tarihlemeye çalışmıştır.31
Monomakhos Tacının 7 figürlü levhası üzerinde açılmış olan bağlantı deliklerinin birbiriyle
uyumlu olmaması ve her deliğin boyutlarının kendine özgü olması gibi şaşırtıcı ve cevabı
verilemeyen olgular vardır. Örneğin bu delikler levhaları birbirine bağlamakta kullanılamaz peki o
zaman levhalar birbirine nasıl bağlanıyordu. Monomakhos Tacının Macaristan’a gelişinden 1861-
1870 arasında Slovakya’da ortaya çıkışına kadar olan tarihi karanlıktır. Anılan tarihte aidiyeti
dolayısıyla Macar Ulusal müzesine satılan eserin levhaları bugün bir arada görülse de bağlantı
öğeleri orijinal değildir.32
Arap Dünyası araştırmacılarının bu konuda ilginç bir görüşü vardır: Üzeri altın mine işi ile
bezenmiş levhaların birbirine bağlanmasıyla meydana getirilen kemerlerden söz edilir. Hatta
Monokhamos Tacı ile çağdaş görülen yakın tarihte Bulgaristan’da bulunmuş böyle bir eser bugün
Preslav müzesinde bulunmaktadır.33 Ancak kanaatimizce yuvarlak sayılabilecek bu kemer
halkalarına bakarak Momokmakhos Tacı levhalarının uzun oluşları nedeniyle böyle bir kullanım
için uygun olmadığını düşünüyoruz.
Monomakhos Tacı ile birlikte olduğu söylenen ve üzerinde Aziz Peter ve Aziz Andreas’ın
portrelerinin bulunduğu iki küçük madalyonda, üstündeki yazıya zarar vermiş olmasından,
sonradan açıldığı anlaşılan 4 küçük bağlantı deliği, bu küçük objelerin burada ikinci kez
kullanıldığına işaret eder. Diğer bir farklılık da Taç levhalarının yüzey renkleri ile madalyon
yüzeylerinin renklerinin, az da olsa birbirinden ayrı tonlar içeriyor olmasıdır.34
Maguire’in ilginç bir saptaması da üç imparatorluk figürünün bakışları üzerinedir.
“…Çünkü Konstantin(eşinin tarafına değil) soluna bakıyor, Bu yüzden eserin orijinal konumunda
sol tarafta O’nu bulunduğu yere getiren efendisi, Hz. İsa’yı temsil eden bir levha olmalıydı diye
düşünebiliriz. Monomakhos’un sağ tarafında duran Zoe’nin bakışları da solda, eşinin üzerindedir.
Bugün için Monomakhos’un solunda bulunan Theodora’nın bakışları da sağda, Monomakhos’un üzerindedir. Oysa başka bir eserde, Sina’da bulunan bir minyatürde Zoe, Monomakhos’un yine sağ
tarafında bulunmakta ve sağ tarafa, kocasından uzak bir noktaya bakmaktadır ki bu durum Bizans
sanatında bakışların bir mantık dizgesine göre düzenlenmediğine işaret eder…”35 Maguirenin
saptamasının birinci bölümü bir İsa levhasının varlığını düşündürse de ikinci bölüm düşünceyi
zorunlu olmaktan çıkarır.Yılmaz BÜKTEL

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

40

Sunday, 13.09.2015, 23:23



(Heraklius Ordusunun Boğazı Geçişi)
Bizans İmparatoru I. Heraklius, ömrünün son yıllarında yakalandığı bir hastalıktan dolayı sudan korkmaya başlamıştı. 626- 629 yılları arasında yapılan İran seferine ordu Heraklius'un bu korkusu yüzünden Karadeniz’i kuzeyden dolaşarak gitmişti.İran seferinden yorgun dönen orduyu daha fazla yormamak Anadolu'dan İstanbul'a dönülür. Nihayet Boğaziçi'nde kayıkları boğazın iki yakasına dizdirilir ve ordu İstanbul'a ulaşır. Bu geçiş sırasında kayıkların kenar kısımları ağaçlar ile kaplanarak I. Heraklius’un suyu hiç görmemesi sağlamış. Bu geçişin Rumeli Hisarı’nda noktalanmış olduğu düşünülmektedir.