Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

41

Sunday, 13.09.2015, 23:29



İlk Kadın Hekimimiz Safiye Ali (1891, İstanbul - 1952)

Safiye Ali, bir çoğumuz bu ismi bilmeyiz.Oysa Safiye Ali sıradan birisi değildir.Ne yazık ki Tarih bazı insanlara karşı, yeteri kadar cömert davranmıyor.Safiye Ali ilk Türk kadın hekimimizdir.

Safiye Ali, eğitimine Üsküdar Amerikan Kız Koleji'nde başladı.Balkan savaşları sonrası, hekim olmaya karar verdi.Devir Osmanlı devriydi, bu devirde bir kadının hekim olması hayal bile edilemezdi.Darülfünun Tıp Fakültesi, bayan öğrenci kabul etmiyordu.

Safiye Ali ,Yurt dışında okumaya karar verdi ve Würzburg Üniversitesi(Almanya) Tıp Fakültesi’ne kaydını yaptırdı.Safiye Ali okulunu başarıyla bitirdi ve ülkesine döndü.Kurtuluş Savaşı'nın sonlarına doğru ise ilk kadın hekim olarak işine başladı.Ülkemizi uluslar arası tıp kongrelerinde temsil etti.

Safiye Ali daha sonra tekrar yurt dışına çıktı ve Almanya'da II. Dünya Savaşı sonrası yaralıları iyileştirdi. Türkiye'ye dönmesinin ardından, yakalandığı kanser sonucu vefat etti.(1952)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

42

Monday, 14.09.2015, 23:36


Kraliçe Zenobia/Zeynep, Roma’da 14 Şubat 270’de öldürülmeden önce ev hapsinde tutulduğu evin balkonunda. Onun öldürüldüğü günü Sevgililer Günü ilan ettiler.

14 Şubat 270’de Roma’da öldürüldüğü odada, genç gardiyan Valentin’in yazdığı kâğıt parçası bulundu, kâğıtta “Seni seviyorum Zeynep” yazıyordu. Ressam Herbert Şmals tarafından yapılan tabloda, sağ alt köşede, gardiyan Valentin kraliçe Zeynep’e hayran bakarken resmedildi.

Sasani kraliçesi Zeynep (Zeyna Aba), kocası öldükten sonra 12 yıl Venedikli, Galatalı ve Cenevizli korsan yağmacılara karşı savaştı. Ayrı para bastırdı, Roma’ya vergi vermedi. Yenik düşeceğini anladığı zaman, Pülümür’e ata akrabalarından yardım almaya gitmek istedi, giderken yolda esir düştü. Başkenti Palmira’yı yakmamaları koşuluyla teslim oldu.

Zeynep’in, baba tarafından Anatiokhus (Oğuzanalı) hanedanından Part/ Ferhat boylu olduğu üzerine bilgiler vardır. Atatürk’ün arkadaşı Diyap(Duap) Ağa da Pülümür’lü ve Ferhat Uşağıdır. Diyap Ağa’nın on beş oğlunun ve torunlarının, Atatürk’ün ölümünden sonra öldürülmüş olması, bölgede isyan çıkartılması, batı emperyalizminin direnişçileri cezalandırma hastalığının devam ettiğinin işaretidir.

Sasani Uygarlığı (224 - 651) yağmacı İskender’e isyan ederek kurulmuş olan Selevkos (Selezya/Seleukia) Uygarlığının devamıdır. Sa-Sani; San Uşakları (Güneşin oğulları) açılımlıdır. Yakın tarihte Kuzistan- Şiraz-Bağdat çevresinde kurulmuş olan Safevi Luvi Devleti de benzer bir direniş devletiydi ve Yavuz Sultan Selim tarafından, Osmanlı sarayında etkin olan Venedik Yahudi elçisi Balyos ve Fransız Katolik elçisinin isteğine uyularak ortadan kaldırılmıştır.

Kraliçe Zeynep esir alınınca, Roma’ya götürülürken İstanbul boğazında oğlu Lalius’u (Leylaoğlu) öldürüp denize attılar. Oğlunun diğer adı; Sani-toros (Athenodarius), Darius hanedanından Cano idi!)
Roma sokaklarında onu zincire vurulmuş halde dolaştırdılar. Bu durum Anadolu’da duyulunca, bütün Anadolu, Filistin, Akdeniz ve Arnavutluk halkı isyan etti. Kraliçe Zeynep, halkı isyana teşvik ettiği bahane edilerek esir odasında öldürüldü. Roma senatosunda, isyan eden Anadolu şehirlerini yerle bir etme cezası verildi, örneğin Antakya bir çok defa yakılanlardandır. Kral Gladio tüm Roma erkeklerine 2 yıl evlenme yasağı koydu, onları Anadolu’yu yakıp yıkmaya gönderdi.

Yasağa uymayan aşık Valentin önce öldürüldü, sonra aziz ilan edildi. Öldürdüğünü aziz ilan etmek, yağmacı batının töresidir, buna “ölüsünden yağ çıkartmak” denir!
İtalyan ressamın yaptığı tabloya dikkatle bakınız: Arkasındaki duvarda dört atın çektiği Sümer “güneş tanrısı”, Hitit Güneşi Allat/LAT/LAZ var; Kraliçe Zeynep Şamanî’dir.
Dört atın çektiği teknede savaşan; Dor/Tur/Sor soylu Turanî’dir.
Başında Kaşgari baş bağı var; Kaşgari Oğuzludur!
Belinde, silahları alınmış “dorabuluz” kuşağı var; Savaşçı Eradne/ Er-hatune dir.
Kuşağındaki Sekizli Şems motifi; Horasanidir, Şamanidir, Turanidir, Sümerlidir, Hititlidir…
Zeynoba’nın yönettiği topraklar: Suriye, Mısır, Filistin, Lübnan, Ürdün, Mısır, Harran, Soli, Silifke, Tarsus ve Ereğli’yi de içine alan, İran Sasani Devletine bağlı Palmira Eyaleti.

Adını yaşatan kale: Ereğli Zanapa Kalesi.
Kraliçe Zeynep’in esir alındığı Pülümür’de yaşayan Ferhat Uşakları, Paller ve Koçgiri /Kaçgari Uşakları, Tunceli’nin antik halkı olup antik Luvi/ Alan (Alevi) kültüründen gelirler. Bu insanlar, Sasani/Susa Anası (1.Artemis) ile babası Karus (Kuroş) gibi Horasani ve Kaşgari Oğuzi’dirler. Zeynep gibi, onlar da Atina’ya kadar gidip köleleri kurtarıp serbest bırakan(MÖ.550) Susalı 1.Artemis ile oğlu Serhat’ın torunlarıdır. Sasani Uygarlığı, Selevkos Asya Krallığının devamıdır, ki Selevkos krallarının soy ata adları ANATİOKHUS, Oğuz Analılar, Uzbeki/Ogziana’lı yani Oğuz Beylerdir. Selevkosların bir dönem başkenti Antakya’dır. Antakya en fazla yerle bir edilme cezası alan şehirdir.

Sele-u-Kos devletinin Tigran Agarta, Gerger, Şamsat, Antakya, Kastabala gibi önemli direniş şehirleri Sezar’ın (MÖ.65)Lukullus adlı komutanı tarafından yenilemedi, yüz yıl sonra Neron’un (MS 69) KORBULA adlı komutanı tarafından yerle bir edildi. Sezar’a on yıl boyunca savaşarak direnen bu kale şehirlere Roma senatosunda tarihten silme cezası verildi. Milat dedikleri, Milet Uygarlığını (kaynaşmış millet olmuş Oğuz boylarını /Sümerleri) yok edip tarihi sıfırdan başlatmak bu olaydır. Bu ceza Sümerlerin de tarihten silinişidir.

Benzer bir ceza Zeynep’in 270’de öldürülmesinin ardından onun şehirlerine verildi. Zeynep’in soyata akrabaları olan DERSİM aşiretlerine, özellikle Mustafa Kemal ile birlikte savaşan Koçgiri Ferhat Uşaklarına benzer bir ceza verildiğini, o yıllarda egemen olan İngiliz emperyalist devletini (ki orada egemen olan mali güç Venedik-Galata tacirlerinin torunlarıdır) akla getirmektedir.

1950’den sonra NATO kararıyla, bölgedeki, tarihte Roma’ya direnmiş bütün aşiretlerin köylerine ve şehirlerine baraj bahanesi yaratılarak yeniden tarihe ve sulara gömme cezası verildi.

Kraliçe Zeynep için bestelenmiş üç opera: 1-Anfosi; Zenobia in Palmira, 1789, 2-Rossini; “Aureliano in Palmira, 1813, 3-Mansur Rahbani; Kraliçe Zenobia/ Sani Opa, Zanapa, Zennube! (1990).

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

43

Monday, 14.09.2015, 23:37


Sancak Kur'an-ı Kerim
Gemilerin sancak bölümünde sayfaları çoklukla düzgün altıgen ya da sekizgen formda kesilen Kuran-ı Kerim’ler bulunurdu. İnce ve hafif olmaları için çok ince kağıda yazılan bu Kuran’larda, yazı olarak nesih gubarisi kullanılırdı. Sancak Kuran’lar seferlere giderken kullanılırdı. Günümüzde bu gelenek Türk Deniz Kuvvetleri’nin gemilerinde sürdürülüyor. Yabancı bir devletten satın alınan ya da yeni yapılmış gemiler denize indirilirken, en yüksek direğin tepesine küçük matbu basılı bir Kur'an-ı Kerim yerleştiriliyor.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

44

Monday, 14.09.2015, 23:39



Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü?
14. yy Anadolusu'nda, bütün devlet ve beylikler Moğol saldırılarından yılmış, halk akın akın Moğollardan kaçıp Bursa'ya yerleşmektedir. Anadolu'da bulunan devletler ve beylikler Moğol akınları karşısında darmadağın olduğundan Bursa aynı zamanda çeşitli devlet ve beyliklerden gelen yönetici sınıfın da sığınma yeridir. Osmanlı Devleti'nin temellerinin atıldığı bir dönemdir.
Karagöz, Moğol vergi memurlarından kaçıp annesi ile Bursa'ya yerleşmiştir. Cahil ancak çok zeki, özellikle de kızdığında söz ve hareketleri ile etrafındakileri gülmekten yerlere yatıran bir Türkmen göçeridir. Bursa'da kendisine iş ararken annesi taşın sırrını (çimento) ona öğreteceğini söyler. Bu sır Karagöz'ün yeni geldiği şehirde iş bulmasına yardımcı olacaktır.
Hacivat ise devletler arasında haber götürüp getiren bir postacıdır. Zeki, lafazan, sefahat ve eğlenceye düşkün bir fırsatçıdır. Düştüğü zor durumlardan konuşması sayesinde kurtulur. O da konuşma becerisiyle Moğol'dan kellesini kurtarmış ve Bursa'ya gelmiştir. Karagöz'ün hasta ineğini satın alır ve böylece tanışırlar. Karagöz'deki doğal yeteneği görür ve fırsatçılığını kullanarak bundan şan, şöhret ve para için yararlanmak ister.
Kendisi sürekli savaşta olan ve zaman zaman şehre gelen Orhan Gazi, Bursa şehrine kendi ismi ile anılacak bir cami yaptırmak istemektedir. "taşın sırrını" bildiklerini söyleyince Karagöz ve Hacivat birlikte bu cami inşaatında çalışmaya başlarlar. Karagöz ve Hacivat bir araya geldiğinde konuşmalarına, atışmalarına herkes çok gülmekte, etraflarındaki insanlar onlar sayesinde çok eğlenmektedir. Bu yetenekleri onların şehirde tanınmalarını ve birden ünlü olmalarını sağlar. Şehrin ileri gelenlerinin düzenlediği davetlere muhavere için "komedyen" olarak çağrılmaya başlarlar. Bu davetlerde şehrin ileri gelenleri, din adamları ve devlet adamları da dahil olmak üzere herkes hakkında o kadar atıp tutar, herkesi öyle alaya alırlar, günahlarını yüzlerine vururlar ki, insanlar tarafından sevilmeyen ve istenmeyen kişiler haline gelmeye başlarlar.
Cami inşaatının bir türlü bitmek bilmemesine bir de Karagöz ve Hacivat'ın herkesle dalga geçmeleri, herkese laf dokundurmaları eklenince kurulmakta olan devlette yer kapmaya çalışan eski Selçuklu veziri Pervane için onların ölüm fermanını Orhan Gazi'ye imzalatmak zor olmayacaktır.

– Şuh levendim, şuh pesendim hoş geldin
– Kehlelendim, sirkelendim, boş geldim.
– Samur kaşlı, ok kirpikli hoş geldin
– Salak kaşlı, bok kirpikli boş geldim
– Yusuf-ı Beytül Hazenim hoş geldin
– Yasef’im, bitli avramım boş geldim
– Ahu gözlüm, inci dişlim hoş geldin
– Ayı gözlüm, kazma dişlim hoş geldin

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

45

Monday, 14.09.2015, 23:42



Genelkurmay arşivlerinden. Çanakkale’de savaşan 13 yaşındaki Kınalı Ali

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

46

Wednesday, 16.09.2015, 18:06


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

47

Wednesday, 16.09.2015, 18:09



Osmanlı Kubur. (Belge taşıma, saklama kabı) İslam Eserleri Müzesi İstanbul

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

48

Wednesday, 16.09.2015, 18:10



Hz. İsa ve ihanet eden Yahuda dışında tüm yüzleri bulan Da Vinci, uzun arayışı sonunda Hz. İsa için de bir yüz modeli buluyor. Ancak ihanet eden Yahuda için bir türlü yüz bulunamıyor.

Aradan uzun bir süre geçtikten sonra Yahuda'nın yüzü de bulunuyor. Ancak hapishanede bulunan o yüzün sahibi Da Vinci'ye "Beni tanıdınız mı, ben bu resimde Hz. İsa'nın yüzü için de modellik yaptım" diyor. Yani resimde Hz. İsa da hain Yahuda da aynı yüze sahip

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

49

Wednesday, 16.09.2015, 19:02


Yusuf Has Hâcib’in 1069-1070 yılında yazdığı meşhur eseri. İslâmî devir içinde Türk Dili ve Edebiyatı’nın olduğu kadar, Türk Kültür tarihinin de asla ihmal edemeyeceği bir siyasetnamedir. Kutadgu Bilig, siyasî ve kültürel bakımdan, Türk-İslâm muhitinin çok mühim bir merhalesini teşkil etmektedir. Böyle olmasına rağmen, uzun müddet bir kenarda unutulup kalmıştır. Eser, Tavgaç Ulug Bugra Karahan (Hakan) Ebu Ali Hasan bin Süleyman Arslan Kara Hana ithaf edilmiştir. Bu vesika ile beraber Kutadgu Bilig’in zikrettiği Bugra Han hakkındaki vesikaların sayısı 15’e yükselmiştir. Bunların yedisi Türkçe, diğerleri Arapçadır. Kutadgu Bilig yazıldıktan bir hayli zaman sonra unutulmuş veya çok dar bir muhitin istifadesinde kalmıştır. Kitaba ilk ilâve edilen 77 beyitlik bir manzume vardır. Bu manzum önsözde, eserin kendisi ve yazarı hakkında bilgi verilmektedir. Burada hükümdarlara “ilig” ve “beg” yerine “melik” tabiri kullanılmıştır. Şark meliki ve Maçin beylerinin hepsi bu kitabı benimsemişler ve kendilerine miras yolu ile intikal ettiği için başkalarına vermemişlerdir. Ayrıca diğer memleketlerde kitaba başka adlar da vermişlerdir. Çinliler, Edebü’l-Mülûk, Maçinliler Enîsü’l-Memâlik, İranlılar Şehnâme ve Turanlılar (Türkler), Kutadgu Bilig demişlerdir. Bu önsözü yazan Kutadgu Bilig’i bir nevi siyasetnâme olarak düşünmüştür ki, yerinde bir düşüncedir. Kutadgu Bilig, bu devreden sonra üçüncü olarak meydana çıkarılmıştır. Bu defa manzum önsözün bir özeti, eksik bir mukaddime olarak eklenmiştir. Burada, manzum önsözdeki “melik” tabiri yerine “padişah” kelimesi kullanılmıştır. Eser, yazı bakımından iki türlü alfabe ile yazılmıştır. Bunlardan biri Uygur alfabesi, diğeri ise Araplardan aldığımız İslâmî Türk alfabesidir. Uygur harfleri ile yazılan bazı yazıların Fatih devrine kadar sürmesi, önceleri her iki alfabenin at başı gittiğini, Fatih Sultan Mehmed Han'dan sonra Uygur harflerinin yerini tamamen Türk-İslâm alfabesine bıraktığını söylemek gerekmektedir. Kutadgu Bilig’in bu bakımdan aslının nasıl bir alfabe ile yazıldığı bilinmiyor. Çünkü yeryüzünde bilinen üç nüshasından biri Uygur harfleri ile yazılmıştır. Bu nüsha Herat nüshasıdır. Diğer iki nüshası Arap harfleri ile yazılmıştır. Böyle olmasına rağmen İslâmî-Türk yazısı ile yazılmış bir nüshadan istinsah edildiği kanaatini doğurmaktadır. Aynı durum daha sonra Karahanlı ülkesinde yazılan Atabetü’l-Hakayık gibi eserlerde de kendisini göstermektedir. Balasagun’lu Yusuf Has Hâcib, eserinde kendi adına yalnız bir yerde yer vermiştir. O asil bir aileye mensup olup, ilmi, faziletleri, zühd ve takvası ile cemiyetin içinde hürmet görmüş biridir. Eserini, Balasagun’da yazmaya başlamış, sonra Kaşgar’a gitmiş orada tamamlayarak Tavgaç Kara Buğra Han'ın huzurunda okumuştur. Bunun üzerine hükümdar iltifat etmiş ve kendisine Has Hâcib unvanını vermiştir. Onun eserini yazmada en mühim âmil, muhakkak ki çağdaşı Kaşgarlı Mahmud’un da Türklüğü ve Türk milletinin değerlerine sahip olma azminden başka bir şey değildir. Kaşgarlı, Türkçenin Arapça karşısındaki durumundan hareketle ve Araplara Türkçeyi öğretmek niyeti ile yazdığı eserinde, Türklerin gelecek için büyük ve devamlı bir hakimiyetlerinin olacağından bahsetmiştir. Balasagunlu Yusuf ise zamanında Fars dilinde bir Şehnâme’nin yazılmış olmasını görerek, Kutadgu Bilig’i Türk milletine bir Şeh-nâme hediye etmek arzusu ve Türkçenin kudretini göstermek niyetiyle yazmıştır. Yusuf Has Hâcib, eserini yazdığı zaman elli yaşlarında olması muhtemeldir. Şair bu durumda 1019 yılı civarında doğmuş olmalıdır. Nerede ve kaç yılında öldüğü belli değildir. Eserde tasvir edilen hayat ve idealize edilmiş olan şahıslar, şairin kendi devrinden evvelki bir zamana aittir. Yusuf, ideal fertlerden teşekkül eden cemiyet ve devleti gözünde canlandırır. Sonra kendi devrinden acı acı şikâyet eder. Eserinde, büyük meziyet olarak gösterdiği hareket ve düşüncelerin kalmadığını söylemektedir. Eser, şairin tasavvur ettiği ideal bir hayatı işlemesine rağmen, gerçeğin içinde dolaşır. Hattâ Türk Edebiyatı içinde bir tiyatro eseri hüviyetine bürünür. Eserde saadet ve ikbali (kut) temsil eden vezir Aytoldu ile aklı (ukuş) temsil eden Ögdülmiş’in şahıslarında şairin kendisini tasvir etmiş olması mümkündür. Türk yazı diline hakkıyla hakim ve inceliklerine vâkıf olan şair, Uygur Türklerinin an’anesini devam ve inkişaf ettirerek, Türk Milletinin hayatına geniş yer vermiştir. Böyle olmakla birlikte Yusuf Has Hâcib, zaman zaman tecrübelere yönelir. Tecrübeli yiğitlerin, büyüklerin, milleti düşünenlerin düşüncelerine eserinde yer verir ve bu sözlerin yabana atılamayacağından bahseder. Hattâ müdâfaa ettiği fikri buna benzer sözlerin eşiğine getirerek, atasözlerine, değer verdiği tecrübeli kimselerin buyruk ve işaretlerine bırakır. Bunların içinde pek çok sözün kaynağının hadislere dayanması esere ayrı bir değer katar ve ilk İslâmî eser olan Kutadgu Bilig, değerler bakımından İslâmiyet'e dayanır. Böylece eser, dünya ve ahiret saadetinin, ancak bu şekilde bulunacağı fikrini işler. Yusuf Has Hacip, bu yönü ile ilk Türk eğitimcileri arasına girmeye de hak kazanmaktadır. Zaten Kutadgu Bilig; dünya ve ahiret saadetini gösteren bilgi demektir. Yusuf Has Hâcib, İslâm sanatkârlarını örnek tutarak, aruz vezni kullanmıştır. Eser, Şehnâme vezni olarak bilinen Fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûlün, fe’ûl vezninde yazılmıştır. Şair, bu vezni pürüzsüz bir şekilde kullanmıştır. Muhteva bakımından ise Kutadgu Bilig, sahnesiz bir tiyatro eseri görünüşündedir. Hükümdar Küntogdı’nın, akıbeti temsil eden Odgurmuş ile görüştükten sonra, dünyadaki hayatın esasını kavrayarak üzerindeki yükü taşımak istemediğini, aklı temsil eden Ögdülmiş’e söylemesi üzerine, Ögdülmiş, hükümdara yapacağı işleri hatırlatır. Ve ona iyi ad kazanmak için yeni iş sahası gösterir. Eserin başında “tevhid, naat, dört halifenin zikri ve yaz mevsiminin tasviri vardır. Bunlardan sonra Ulug Bugra Hanın methiyesi yer alır. Bu şekli ile eser klasik tertip usulüne uygunluk gösterir. Kutadgu Bilig, dört esas üzerine tanzim edilmiştir: 1. Doğru kanun (köni töri); bunu Küntogdı (hükümdar), 2. Saâdet (kut); bunu Aytoldı (vezir), 3. Akıl (ukuş); bunu Ögdülmiş (vezirin oğlu), 4. Odgurmış (zâhid) tarafından temsil edilmektedir. Bunlardan başka Aytoldı’nın Hâcib ile buluşmasını temin eden Küsemiş, huzura kabulü sağlayan Hâcib, arada hizmet gören oğlan, haber getiren Yumışçı ve zâhidin yanında çalışan Kumar'ı da şahıslar kadrosu içinde yer alırlar. İnsanların iki dünyada ele geçirmek istedikleri saadet (Aytoldı) ile kâinatın üzerine kurulduğu doğru kanun (Küntogdı) arasındaki karşılıklı konuşmalarda o devrin ferdî ve içtimaî ahlâk prensiplerine yer verilir. Küntogdı’nın akıl (Ögdülmiş) ile devam eden konuşmalarında ise cemiyet hayatının, bilgi nazariyesinin ve hayat görüşünün bütün meselelerine temas edilmektedir. Aytoldı’nın oğlu Ögdülmiş büyümüş, hükümdarın itibarını kazanarak babasının yerine vezir olmuştur. Şair, bu âlim veziri hükümdârın yardımcısı olarak şahsî düşünce ve hareketlerinde de sahneye çıkarmaktadır. Ona, devletin en yüksek müesseseleri hakkında konuşmak fırsatını da vermektedir. Eserde sırası ile hükümdar, vezir, kumandan, hâcib, mâbeyinci, sefir, sır kâtibi, hazinedar, aşçıbaşı, şarâbdâr mansıpları ve bunları işgal eden şahısların vasıf ve vazifeleri ayrı ayrı anlatılmaktadır. Hükümdar, vezir ve diğer memurların, şairin tasvir ettiği ideal bir durumda maddî ve manevî hayatı her bakımdan tanzim edilmiş bulunmakta ve ahali hükümdara dua etmektedir. Hükümdar, ilerisini düşünerek Ögdülmiş gibi birini arıyor ve bununla müellif bütün zevkleri ile birlikte, dünyadan yüz çeviren aşırı bir zâhid zümresi mümessilinin ortaya çıkmasını sağlıyor. Hükümdar, Zâhid Odgurmış’a Vezir Ögdülmüş vasıtasıyla bir mektup gönderiyor. Ögdülmiş ile Odgurmış dünya ve ahiret meselelerinden konuşuyorlar. Bu konuşmalardan sonra Zâhid, tereddüt ediyor. Kendisinde; dünyada Müslümanlara hizmet etmekle ukbâyı (ahireti) kazanmak fikri doğuyor. Fakat dünyanın ağır basan kusurları karşısında niyetinden vazgeçiyor. Hükümdarın ikinci mektubu üzerine şehre, insanlar arasına dönmeye razı oluyor. Ögdülmiş kendisine lâzım olan bazı bilgileri veriyor. Fakat Zâhid, dünya sevgisini gönülden çıkarmadan ona Allah sevgisini sokmanın mümkün olmadığını ileri sürerek şehre gelmekten vazgeçiyor. Hükümdar, kendisini görmek için Zâhidin ayağına kadar geleceğini söyleyince Zâhid, hükümdarın yanına gidiyor. Hükümdarla konuşurlar. Zâhid, en çok ömrün kısalığından ve ölümden bahseder. Hükümdar bu sözlerin tesiri altında kalarak dünyanın hiçliğini ve bu kadar yükü yüklenmenin mânâsız olduğunu düşünür. Ögdülmiş hükümdara, vazifesinin Allah tarafından verildiğini ve yeise kapılmamasını söyleyerek, onu iyilik yapmaya teşvik ediyor. Ögdülmiş ihtiyarlamaktadır. Tövbe etmek ve gönlünü temizlemek lüzumunu duymakta, kardeşi Zâhid ile istişare etmek istemektedir. Odgurmış’ın hastalanması üzerine Ögdülmiş çağrılıyor. Odgurmış hastalık hakkında bir rüya görmüştür. Her ikisi bu rüyayı farklı tabir etmişlerdir. Odgurmış tekrar kendi görüşünü hülâsa ediyor. Ögdülmüş hükümdarın da muvafakati ile Zâhid’in yanına gelmiştir. Fakat o çoktan ölmüştür. Bu durumda Ögdülmiş üzülmüş ve Zâhid için matem tutmuş, yasına hükümdar da iştirak etmiştir. Şair, en sonunda esere dönüyor. Bunun yazılış sebebini ve ehemmiyetini belirttikten sonra sözlerini dua ile bitiriyor. Kutadgu Bilig’in nüshaları: Eserin bugün bilinen üç nüshası vardır: 1. Herat Nüshası: Kutadgu Bilig’in ilk bilinen nüshasıdır. Arap harfleri ile yazılmış bir nüshadan Uygur harflerine çevrilmiştir. Hicri 4 Muharrem 843 tarihinde istinsah edilmiştir. Bu nüsha Fatih Sultan Mehmed Han devrinde, Uygur kâtiplerinden Abdürrezzak Bahşı için Fenârî oğlu Kadı Ali tarafından Tokat’tan İstanbul’a getirtilmiştir. Eserin bundan sonraki macerası karanlıktır. 2. Fergana Nüshası: Kutadgu Bilig’in en önemli nüshasıdır. Nüshayı bulan Fitret, Maarif ve Okutguçı mecmuasında hakkında umumi bir bilgi vermiştir. Nerede, ne zaman ve kim tarafından, kimin için istinsah edilmiş olduğu belli değildir. 3. Mısır Nüshası: Bu nüsha, Kahire’de, Hidiv kütüphanesinin o zamanki müdürü Alman Moritz tarafından 1896 yılında bulunmuştur. Eser üzerinde, yerli ve yabancı Türkologlar çalışmışlardır. Fakat en önemli çalışma, Reşit Rahmeti Arat tarafından yapılmıştır. Prof. Dr. R. R. Arat; üç nüshanın karşılaştırmalı metnini 1947’de, metnin tercümesini 1959 yılında ölümünden önce yayınlamış; fakat ortaya çıkardığı fişlerle yaptığı çalışmaları ise ölümünden sonra Prof. Dr. Muharrem Ergin, Prof. Dr. Kemal Erarslan, Dr. Nuri Yüce ve Dr. O. F. Sertkaya’nın gayretleri ile ortaya çıkarılmıştır. Eserin 3. cildini meydana getiren bu indeks kısmı, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından 1979 yılında neşredilmiştir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

50

Wednesday, 16.09.2015, 19:26



(OĞUZLAR)BOZAKLAR{TÜRKMENLER}ÜÇOKLAR
{BOZAKLAR}
BOZAKLAR'DAN 16 BOY TÜREDİ.
ALITIHALABLU
KAYI
KIZIK
ALKAEVLİ
KARAEVLİ (KARAVELİLER)
YAZIR (YAZAR)
DÖĞER (TÖKER)
AVŞARLAR
DUDURGA
BAYAT
YAPARLI (ÇARIKLI)
BEĞDİLİ (BEYDİLİ,BAĞDILLI)
KARKIN
TRABLUS ŞAM TÜRKMENLERİ
AVŞAR BOYLARI YİRMİBİR AŞİRETE BÖLÜNDÜ
MELLER(MİLLİLER,MELLİ)
BURHANLI
HAVARİZM (HORZUM)
TORUN (TORAN)
İMAMLI
ÇERİT
KADİRLİ
CAPER (CAFER)
DELLER (KARAMANLI)
BALABANLI
HALİLLER (HALİLOĞLULAR)
KIZILIŞIK
ÇATAK (ÇITAK)
SOLAKLAR
HACINALLU
KARABACILI
FARSAK (VARSAK)
HONANAMLI (HONAMLI)
ÇAKIL (ÇAKAL,ÇAKALANLAR)
TÜRKMENALİLER (ALİLER)
CİNGÖZ
KAYI BOYUNDAN DA ALTI BOY TÜREDİ
KARAKEÇİLİ
SARIKEÇİLİ
KURTLU
ATÇEKERLER
HACULU
KIZILKEÇİLİ
BAYAT BOYU İSE BEŞ AŞİRETE AYRILDILAR
DULKADİR (ZULKADİR)
KERKÜK TÜRKMENLERİ
İNALLI (ULU YÖRÜKLERİ,KOÇAÇIK YÖRÜKLERİ)
KAÇAR
ŞAMBAYAT
KARAKEÇİLİ BOYUNDAN İKİ BOY TÜREDİ
OSMANLI PADİŞAHLARI
YENİ OSMANLI
{ÜÇOKLAR}
ÜÇOKLAR'DAN 12 BOY TÜREDİ
SALUR
BÜĞDÜZ
CAVINDIR (ÇAVULDUR)
BAYINDIR
IĞDIR
YÜREGİR (ÜREĞİR,YÜREĞİR,YÜREİL)
YİVA (YUVA)
EMÜR (EMİR,EMRE)
ALAYÖRDLÜ (ALAYÖNTLÜ)
KINIK (KANIK,KONUK)
BİÇNE (BEÇENEK,PEÇENEK)
ÇEPNİ
SALUR BOYLARI SEKİZ AŞİRETE DAĞILDILAR
USTA
KARAMAN (KARAMANLI)
YOMUT
AKKOYUNLU (AKÇAKOYUNLU)
SARIKLI (AKSARIKLI)
KARAKOYUNLU (KARACAKOYUNLU)
HIZIR
TEKE
KINK DAN ÜREYEN BOYLAR
ATALAR (ATABEYLER)
SELÇUKLU PADİŞAHLARI
CEPNİ DEN ÜREYEN BOYLAR
RUGUŞ
YAKUPOĞULLARI
GANETLER (CANIKLAR)
DEMİRLER
OTURAK
DEMİRLER İKİ BOYA AYRILIYORLAR
KUŞDEMİR
KANDEMİR
OTURAK DAN TÜREYEN BOY İSE SADECE
BAYRAMOĞULLARI
TEKE DEN ONSEKİZ AŞİRET TÜRÜYOR VE TEKE DEN GELENLERE TEKE TÜRKMENLERİ DENİYOR
BURGAZ
AKSEKİ
BAHŞİ (BAHŞİŞ)
KARACA
KARATEKELİ
ALSEKİ
AZİZ (AZİZİYE,KINALI YÖRÜKLER)
DAŞ (TAŞ)
TONGÜÇ (TONGUÇ)
AYAK (KIZILAYAK)
ÖTEMİŞ (ÖDEMİŞ)
MIRIŞ
TUTAMIŞ
KARAAHMET
TOKTAMIŞ
TUFAZ
GÖKÇE
SAÇMAZ
YÖRÜK BOYLARINDA YAŞAM
Yörük boylarının, konar göçerlerin; yükseklere çıkmak, uçsuz bucaksız bozkırlara, yeşil ovalara, kıvrım kıvrım akan derelere, yemyeşil çayırlara, alçak tepelere, pıynarlı yakalara dağlardan bakmak, burcu kokulu bitkilerin arasında kaba ardıcın, koyu gölgesine yaslanmak, çayıra uzanmak, keçilerin çanlarını, erekteki koyunların melemelerini, develerin hataplarındaki havan çanlarını dinlemek, öküzlerin böğürmelerini, sıyırtmacın düdüğüyle beraber duymak, danaların tozu dumana katışını görürken, hergelecinin sıklığını duymak, atların kişnemesini, horozların ötmesini, köpeklerin havlamasını, kuşların cıvıltısını duymak, kaval sesiyle geçmişe dalmak, cura sesiyle uyanmak, kemence sesiyle sevdayı hatırlamak, tekenin kayadan kayaya sekmesi, bögelek tutmuş düvenin koşuşturması, kısrakların kişneyerek suya dört nala gitmesini görmek ne zevklidir yörük için.
Yaslandığınız yerden doğrulur, dengilerek etrafa iyice bakarsanız; öbek öbek çadırları, önünde koşanları, cıngırak oynayan çoçukları. Elinde bakraç koyun sağmaya gidenleri görür, göz kapaklarını hafif kaldırır daha uzaklara bakınca; daha yüksek dağları görür "kimbilir orası nasıldır" der ve özlem duyarsınız, karşı yamaçlara serpilmiş; obalar oymaklar, yeşillikler içerisine" küme küme yerleşmiştir. Tabiat, yeşillere bezenmiş yeryüzü, gökyüzündeki mavilikler arasına serpilmiş pamuk yığınları gibi bulutları hep birarada görünce geçmişi ve geleceği birarada hayal edersiniz. Hele ilk defa bütün bu güzellikleri görürseniz dünyayı yeniden keşfettiğinizi sanırsınız. Oysa yörük obasının insanları o güzelliği sanki içlerindeymiş gibi her gün görüyorlar, uzak kalınca da yayla hasretiyle yanıp tutuşuyorlar.
Yüce dağlarda dolaşmak yiğitliktir,vatanı kuran, kurtaran ve savunan yiğitler, efeler, zeybekler, kızanlar çıkmıştır, Yörük obalarından tarih boyunca. Yörükler her zaman asker sayılırlardı, Türk milletinin özünde varlardı. Asker doğup asker ölmeleri de doğaldı. Tarih incelenirse savaştığımız milletler hep yerleşim birimlerini,savunma ve korunma amacıyla kalelerini dağlara, yüksek tepelere kurmuşlardı. Yüksek tepelere yapılmış düşman kalelerine ilk atağı yapan akıncılar, neferler yörüklerdi. Yörükler dağlara, yükseklere ulaşma sevdasını vatan sevgisi ve hürriyet özlemiyle birleştirilince dayanır mı kaleler. Yörükler tepelere bir bir hakim olunca Türk ordusu zaten savaşı kazanmış sayılırdı. Tarih hep böyle yazılmıştı. O nedenledir ki ordunun öncüleri, akıncıları, uç askerleri, atlıları, neferleri, Alperenleri, yörüklerin gözü pek yağız delikanlılardan seçilirdi.
Gaza ve cihat yapan yörüklere fatihlerin çocukları denirdi. Zeybeklik, efelik isimleri de kolay alınmamıştır. böyle olmasaydı Hazar Denizi, Aral Gölü etrafında ve Orta Asyanın bozkırlarında oturan Oğuz Boyları'nın kolları; Ata yurttan Ana yurda, Anadolu'nun bereketli topraklarına kavuşabilirler miydi, bin yıllık ana yurdu koruyabilirler miydi?
Teke yöresinin kepenek altında yatan aslanları için, güngörmüş Türkmen dedeleri, Aş-elek görmüş eli kınalı, ak dastarı altında kepezli ebeleri dua etmişler; Atadan oğula hep söylene gelmiştir yörük ellerinde: "Güneş batarken ay doğsun, ay batarken güneş doğsun üzerinizden aydınlık hiç eksik olmasın" diye.
Yörük obasının insanları çileye sevdalıdır. Zoru aşmak, uzağa kavuşmak, yükseklere çıkmak özlemidir. Kuşun tüneğinde korkusuz olduğunu bilir. Dağlara ulaşırsa yörük; turluğunu, alacığını, çadırını kuruverirse ata yurduna, işte o zaman mutludur.
Obanın yağız delikanlıları; dağların yamaçlarından akşama doğru ahenkli çan sesleriyle meleşerek inip gelen Yörüklerin seyretmeye doyamadığı keçilerini koşana toplarlar, koyunları ereğe katarlar, eli bakraçlı genç kızlar hayvanlarını sağmaya giderken, delikanlılar, kızanlar, kopiller Çıngırağa koşarlar, tereyağıyla kömürü katınca ne de ses çıkarır kulakları çınlatır Çıngırak sesleri, sanki için için ağlar, bazen nara olur, bazen feryat olur. Belki'de yurtların acılarını, sevdalarını anlatır. Çıngırakta yer bulamayanlar çelik oynamaya koşarlar, el ile başlayan oyun ayak, bel, uç, taş derken sıra yelliye gelince naralar kopar hep birağızdan, çığlıklar yankılanır, kayalardan, zapırayanlar, seyidenler, koşanlar soluk soluğadır, elinde çalı, gütmek zordur aslında çeliği.
Alacakaranlık olunca çöker sessizlik ortalığa, sessizliği bozar erekti koyunların yayılmaya gidişi. Ama sessizdir usul usul, süzüle süzüle yürür koyunlar. Arada bir köpek havlar, salar korkuyu dağlara. Elbet canavarlarda boşdurmaz bekler zamanı. Bulurlarsa sahipsiz sürüyü sıkar geçer. Derler ki Türkmen kocaları; bir canavar yüz koyunu sıkarsa çatlarda ölürmüş, bilinen şudur; en fazla altmış koyunu, sıkmıştır. Ama yamandır çoban köpekleri vermeyince canlarını, vermezler koyunu.
Gecenin karanlığında koyun gütmeye gitmeden önce kocalar; eli kınalı kadınların hazırladığı yufkayla höşmerimi yerler, kese yoğurdundan yapılmış ayranı içerler. Kurmuşken sofranın başında bağdaşı, kalkmak zordur, ama yörüktür yürüyecektir. Başında çorap şapkası ayağında çarığı, çorabıyla dimisi, belinde kuşağına yerleştirdiği kavalı, sırtında kepeneği, elinde değneği, omzunda tüfeği ile koyunun arkasından karanlığa dalınca yörük kocası, kaybolunca karanlıktan her tepeden, her çayırdan ıslıklar duyulmaya başlanır. Her ıslığın anlamı ve manası vardır. Bu yörüklerin haberleşmesidir.
Sağılan sütler kazanlarda kaynatılmış, yoğurtlar çalınmıştır. Yörük için sabah erken olur. Kadını, erkeği için gün gökyüzünden yıldızlar kaybolunca başlar. Zaten keçiler, koyunlar melemeye, horozlar ötmeye, köpekler havlamaya başlar zamanı gelince. Erken yatmak erken kalkmak gerektir. Yerdeki kızıl kilimlerin, karaçulların üzerine, keçeler ve postlar serilir. Koyun yününden yorganlarla yatılır. Dağlar soğuktur ama yazın gözenekleri açılan serin tutan keçi kılından yapılmış çadırın kışın soğukta yağmurlu havalarda gözenekleri kapanır bu defa sıcak tutar.
Erkenden kalkan Yörük; Oğlakların keçilerin yanına koşana katarlar ve emdirirler sonra ayırırlar bir bir anasından oğlağı. Koşanın çırkık kapısını açarlar. Koşarlar özlediği dağlara çan sesleri ortalığı kaplar bir an. Belki'de çobanın müziği, yüzünün gülümseyişi çanlardan çıkan ahenkli seslerdir. Eli kınalı kadınların saçta pişirdiği gatmarları sütle, ayranla, yeni saçtan indirilmiş hamurlu ekmeğin üzerine halis tereyağını sürerek yiyen kızanlar oğlak gütmeye, yağız gençlerde keçileri pıynarlı dağlara ağdırmaya giderler. İşi biten gençler çeşme başlarında buluşurlar, duymak isterler sevda seslerini. Sevdalar sözle söylenmez yörük obalarında. Bir tepede elinde kemençe erkekler, diğer tepede eli boğazında kızlar söyler müziğini. Her nefesin bir anlamı vardır boğaz çalınırken. Sevdalılar adeta konuşurlar müzikle, belki güneşin ilk ışıklarıyla sessizlikte ovalar, dağlar ortak olurlar, dinlerler tıpkı sevdalı insanlar gibi müziği. Sırma, çitme, çift, tek melikli, alyanaklı, eli kınalı kızlar oya, nakış işlemeye, ıstarlarında karaçul, kızıl kilim, alara kilim, heybe, çuval dokumaya başlarlar. Maniler söylerler: Öbür yandan yakınlar bir birlerine eklenir. Öyküler anlatır hiç durmadan, çadırlarında işlerini bitiren analar da ellerinde tengerek eğirirken, halaç bükerken, golan örerken halleşirler konu komşularla. Gece boyunca yayılan koyunlar güneşin yukarılara çıkmasıyla, sıcağın bastırmasıyla ağaç gölgesine yatırılır. Yörük kocası da ya çadırında, ya da ardıç gölgesinde yaslanır gidermeye çalışır gecenin uykusuzluğunu.Köşenden şişene, goduktan guline hayvanlar alemi dosttur yörük obalarında insanların. Sevdalarıyla bir tutuşmuşlardır söylemişlerdir türkülerini, manilerini. Belki'de dünyada hayvanları, tabiatdaki bitkileri, ağaçları yücelterek sevdalarıyla bir tutan, tabiatı kendisinde gören yörüklerdir. Bu nedenledir ki bırakmamışlardır dağları, sevgilerini, dertlerini hep dağlara söylemişlerdir. Düşünmüşler ki dertlerine yalnız dağlar ortak olabilir. Herkes bilir ki halk müziğinde hayvanlar vardır, hep yaylalar hep dağlar vardır.
Çok kazanamaz insanlar, eğirdiğini yüne değişir de kazançları için bir türlü ses çıkaramaz, şükreder haline isyan nedir bilmez. Devletine sadakatlıdır, kanında vardır ulul emre itaat, Vatan sevgisi ecdadtan yadigar kalmadır kendisine. Bilir ki Vatan varsa kendi de vardır. Vatan yoksa kendi de yoktur. Olgundur, kabül etmesini bilir, yiğittir, merttir, mücadele etmesini bilir, cömerttir vermesini bilir, inançlıdır hakkı hukuku bilir. gene de gelinemez yörüğün üstüne üstüne; çıkarılınca orman kanunu, salınınca orman askeri çobanın üzerine üzerine çoban abanın altından sopayı gösterip deyiverince "ya keçinin affı yada ormanın mahfı. İşte o zaman atılmıştı geri adım lağvedilmişti orman askeri.
Yörüklerin bakmayın toplu hareket etmediklerine. Yörükler kendi işlerinde bile özgür olmak isterler. Dünya ile tek başlarına mücadele edebileceklerine inanırlar, o gücü kendilerinde görürler. Tıpkı bir "Türk dünyaya bedeldir" sözü gibi. İstemezler kimse karışmasın işlerine, dokunmasın özgürlüklerine, zaten özgürlüğe güce sevdalanmasaydı çıkar mıydı dağlara? Katlanır mıydı zorluklara?
Yolunuz düşerse Yörük obalarına, uğrarsanız çoban yanına; tadarsanız höşmerimi, yerseniz kese yoğurdunu, çökeleği, dağarcıkta saklanan dürgelerle, yufkalarla ayrılasınız gelmez, bir de buz gibi soğuk suyu gözünden avuç avuç, ya da küyner kokulu susakla içince.
Keçilerle teke, o da ister pıynarlı bir tepe, koyunlarla koç o da ister mevsiminde göç. Güzün sahile inen çoban mutlu değildir. Daha ilk gün başlar yayla özlemi. Bitince kış, otlar cücüklemeye, ağaçlar pürçüklemeye başlayınca sahilde; çok zaman geçmeden ak sakallı yörük dedesi toplar ihtiyar heyetini, büyük çadırın baş köşesinde bağdaş kuran güngörmüş yörük dedesi elini kuşağından çıkarır, ihtiyar heyetini bir bir süzer ve derki"ak geçi kara geçi yine geldi yaz göçü". Artık karar verilmiştir.
Genç kızlar, yağız delikanlılar, kızanlar, kopiller heyecan içinde koşuşturmaya başlamıştır. Muhtar hemen deştimene ve tellala görev verir, haber salınır civar obalara, oymaklara göç tarihi duyurulur. Başka obanın aynı tarihte yola çıkması atalardan gelen tecrübelerle pek uygun görülmez. Göçün de kaide ve kuralları vardır. Sürdürüle gelmiştir. Göç hazırlıkları tamamlanmıştır, gök yüzünün doğusunda gecenin karanlığının arkasından deveci yıldızı görününce, "göç yolda düzelir" denir. Önde en değerli kızıl kilimler yüklü hataplarında havan çanlı develer, arkasında yozlar, tülüler, mayalar, köşekler, atlar, ırafanlar, kısraklar, taylar, gulinler, semerinde çar çapıt yüklü eşşekler, sıpalar, goduklar, öküzler sığırlar, düveler, tosunlar, danalar, bızalar, keçiler, tekeler, çepiçler, oğlaklar, koçlar, koyunlar, şişekler, kuzular velhasıl yörüğün evcilleştirdiği dost saydığı hayvanlar sıralanmıştır bir bir. Muhtar, ihtiyar heyetleri önde giderken, tecrübeli atlılar pervane dönerler göçün çevresinde.
Yörük göçte geçit vermeyen koca dağlara tırmanmaya başlayınca, göç zorlaşır. Kalsa da atının nalları yolda, yırtılsa da ayağındaki çarığı, yüklü deve dinlenmez der yürür Yörük insanı.
Göç devam ederken gece olup, konaklama yerine gelince develerdeki, atlardaki, eşşeklerdeki yükler çözülür. Dinlenmeye çekilir, hemen ateş yakılır, tarnalar pişirilir, dağarcıklardaki ekmekler çıkarılır, taze sütler sağılıp ısıtılır, hep birlikde yenilir. Bir taraftan ateş çoğaltılır, curalar çalınır, önünde oynanılır, uyuma zamanı gelince; nöbetçiler dikilir, dağlar tekin değildir, hele göç yollarında, yataklar serilir uyunur, yine gecenin karanlığının ötesinden deveci yıldızı görününce yola çıkılır. Çünkü yörük obalarında göçerlere deveci yıldızının yol gösterdiğine inanılır.
Yaylaya yaklaşınca, Yörük kabaardıcın kokusunu almaya başlar. Bilseniz ne kadar ferahlatır, huzur verir, güven verir insana. Yayla denince akla kabardıç gelir. Yörük Kabardıcın gölgesine bakar hemen oraya kuru verir alacağını, çadırını. Kabaardıç hayvanları da unutmaz elbette; bazen erek olur. Bazen ağıl olur, bazen de koşan olur kuzucuklara. Atalar demiş ki; armut ağlatır, kavak kavlatır, söğüt söyletir, kaba ardıç gölgesi başyayladır.
Yörüklerin bir diğer ismi de konar göçerlerdir. Göç, yörükler için vazgeçilmezdir. Varınca yaylaya; ulaşmıştır insanlar özlediği ata yurtlarına. Bu sevinci kutlamak yarenlik yapmak isterler. Göçün ve çevre obalarının insanlarını alacak kadar geniş, yeşile bezenmiş çayır ve gürül akan suyu olan yerde toplanırlar, buraya genellikle yaren yeri, yaren beleni, yaren tepesi derler. Oğuz Boylarının, Türkmenlerin yörüklerin toplandığı yaren yerine; yiğidin harman olduğu yer denir. Türklerin tarih boyunca oynadığı oyunlar bir kez daha oynanır. Gücün, sevdanın, birliğin gösterisi yapılır. Yüce dağ başlarındaki yaren yerlerinde.
Obanın bütün insanları oyuna iştirak ederler. Sevinci beraber paylaşırlar, hünerlerini gösterirler. Yörüklerde öyle güç parayla, yada kolay kazanılan payelerle gösterilmez. Güç bilekle, yürekle, akılla gösterilir. Yörüğün ata binişi, yürüyüşü, zeybek oyunu, konuşması, oturması, kalkması hepsi bir yiğitlik sembolüdür. Çünkü ata öyle yapmış, oğullar devam etmiş, devam etmekte gerektir.Yörüğün oyunlarında fazla silaha rastlanılmaz, çünkü gücü silahta değil kendilerinde görürler de kendilerini ortaya koyarlar.
Oyunlara at yarışıyla başlanır, cirit, çelik çomak, güreş, cıngırak, an daşı, arap, yanık oynarken erkekler, kadınlarda boş durmazler; kaya, göçek oynarlar. Sıra ezgilere ve oyunlara gelince; cura, bağlama, saz, düdük, sipsi, kaval, kemençe çalınır. Türküler söylenir.
Orta yerde görürsünüz ağır zeybek, kıvrak zeybek, Teke Zortlaması, çömlek kırdıran oynayanları. Oyun deyip geçmemek gerektir. Alıcı gözle bakınca görürsünüz develerin yürüyüşünü, tekenin kayadan kayaya sekmesini, kabaardıcın arasında yürüyen insanı, çayırda usul usul yayılan sonra da suya koşan koyunları.
Her oyunun bir anlamı, bir ifade ediş biçimi vardır. Bütün bunlardan sonra dağılır öbek öbek ata yurtlarına yörükler. Zaten gezilmiş yurdun konması da kolay olur.
Hayat devam ederken yörük obalarında, insanları dosttur, açık sözlüdür, sevda yüklüdür, yiğittir, merttir, cömerttir, olgundur. Türk'ün mayasıdır, saygılıdır büyüğüne, sadakatlıdır devletine, zorlukları aşınca mutlu olur, şükreder haline, soğuk günlerde kepenek yeter, bilir yaşamın zorluklarını, ama kopamaz dağlardan bir türlü; şahsiyetli insandır, aşk ile tutkuludur ÖZGÜRLÜĞÜNE.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

51

Wednesday, 16.09.2015, 20:13



Yedinci yüzyılda yaşamış Çin sarayına yaptığı baskın ve ölümü ile efsanelere konu olmuş bir Türk (Göktürk, Tu jue) prensi, (? – 639) Asıl adı Şu Tigin’dir. Kürşat adını amcası (ve son kağan) Kara Kağan vermiştir. Kür eski Türkçede ok anlamına gelir.(İsmin aslı şad ünvanıyla yazıldığından, Kürşad’tır. Fakat ses uyum kurallarıyla, Kürşat haline gelmiştir.) Çin kaynaklarında 阿史那結社率 Ashina Jiesheshuai olarak, Rus ve Kiril alfabesini kullanan Türki devletlerin kaynaklarında ise Кюрчат ya da Куршат olarak geçer.

YAŞAMI Kürşat ınYaşamı hakkında bilinenler çok kısıtlıdır. Babası 619-621 yılları arasında Doğu Türk kağanı olmuş olan Çuluk Han’dır. Kürşat üvey annesi olan Çin asıllı Yi Çink Hatun’un babasını zehirleyerek öldürdüğünden kuşkulanıyordu. Bu sebepten, babasının yerine kağan olan amcasının eski bir Türk geleneği gereği, Yi Çink ile evlenmesi aile içinde kırgınlığa sebep oldu.[1] (Bu bilgiler net olmasa bile Bozkurt veya Asena ailesinden bir asil olduğu kesin olarak bilinmektedir, bu konudaki en iyi kaynak olan Çin yıllıklarında bunlar açıkça anlatılmaktadır.) Kağanlık 629 (veya 630) yılında yıkıldı. Kağanlık toprakları fiilen Çin yönetimine geçti. Kağanlığın soyluları da göz altında bulundurulmak için, o dönemdeki Çin başkenti Şangan’a sürüldü. ( Bugünkü adı Sian olan Şangan günümüzdeki Çin başkenti Pekin’in kuşuçuşu 910 km kadar güneybatısındadır.)

Kürşat’ın çok güçlü ve etkileyici biri olduğu,çok usta bir cengaver ve silahşör olduğu,insanlarda hayranlık uyandırdığı,ve bu yüzden çin imparatoru Tai Zong’un bile gözünü korkuttuğu, çin imparatorunun Kürşat’ın varlığından hal ve hareketlerinden rahatsız olduğu.Kürşatın çin sarayı veya başkentinde bulunmasının çok tehlikeli olacağını düşündüğü ve bu konuyu Gök Türk kağanına ve Tiginlere bildirdiği çin kaynaklarında ayrıntılı olarak yazılıdır.

İMPARATORU KAÇIRMA PLANI Kürşat’ı üne kavuşturan olay 639 Ağustos’unda gerçekleşti. Kürşat 40 kişi olduğu söylenen bir grup arkadaşıyla, imparatoru tutsak etmeyi denedi. İmparator Tai Sung’un bazı geceler başkent sokaklarında yanında sadece bir danışman alarak, göze çarpmayacak şekilde (tebdil’i kıyafet) korumasız olarak dolaştığı biliniyordu. Çünkü saray muhafız kıtasında görevli Göktürk askerleri vardı. Kürşat ve arkadaşları imparatoru tutsak ederek, imparatorun yaşamı karşılığında, Çin’in elindeki Türk tutsakların özgürlüğünü sağlamayı tasarlamışlardı. (Ancak bunun bir intihar görevi olduğu ortadadır. Çin imparatorlarına karşı daha önce böyle bir şey yapılmamış, hatta yapılmaya da denenmemiştir.) Şayet başarılsaydı, Türk kağanlığı yeniden kurulacaktı. Bununla birlikte, Kürşat kağan olmaya talip değildi. Sarayda tutuklu olan Kürşat’in yiğeni Urku Tiğin kurtarılarak, kağanlığa getirilecekti.

Baskın ve İhtilal girişimi Baskın planlanan sabah büyük fırtına vardı ve imparator sarayından dışarı çıkmadı.Ancak vazgeçmeyi sakıncalı bulan Kürşat ve arkadaşları saraya saldırdılar. Uzun süren çarpışmalarda Kürşat arkadaşlarının büyük bölümünü kaybetti ve saraydan çekilmek zorunda kaldı. Kent dışında da mücadelesine devam eden Kürşat bir köprü başında öldürüldü. (Diğer kaynaklar ise Kürşat ve arkadaşlarının saray baskını sırasında,kiminin çarpışırken kiminin ise sarayı yakarak tahrip ederken öldüğü ve cesetlerin saygıyla Göktürkler’e iade edildiği yazar.) O dönem çin yıllıklarının bazı İngilizce tercümelerinde baskınla ancak dışarıdan gelen takviye askerlerle başedildiği yazar.Kimilerinde ise takviye askerlerle imparatorun hemen kurtarıldığını ve baskının önlendği yazar. Ancak şu bir gerçektir ki her dönemde Çin sarayları ve imparatorları kalabalık muhafız kıtaları tarafından korunmuştur;eğer dışarıdan takviye gelmesi gerekmişse, bu önemli bir olaydır. Ayrıca Tang hanedanının bu kitaplara romanlara ve filmlere konu olmuş ünlü imparatoru Tai Sung’un baskından canını zor kurtarması(baskın sırasında kaçan imparatorun üzüntüden ağladığı söylenir) sarayda ve halk arasında şoka ve tedirginliğe sebep olmuş.Tang hanedanının en ufak bir hata yapmasını kollayan rakipleri için de hanedanı yıkmak için fırsat doğduğu inancını doğurmuş Tang hanedanı bu baskın yüzünden en zor günlerini yaşamıştır. Atatürk döneminde yazılmış kimi Türk tarihi kitaplarında baskın için “Tarihin en hayret uyandıran ihtilal girişimlerinden biri” diye söz edilir.[4]

GİRİŞİMİN ÖNEMİ Kürşat’ın girişimi sıradan bir baskın olarak düşünülmemelidir. Çin sarayının yabancılar tarafından basılması bir ilktir. Çin imparatoru Taizong bu olaydan dolayı çok sarsılmış ve tahtının sarsılan itibarını toparlayabilmek ve olayın şokunu atlatabilmek için acil önlemler almış, Doğu Göktürk kağanlığını bağımsız olarak tanımış ve Çin kaynaklarında Kilibi khan olarak geçen Göktürk prensini de kagan ilan edip kendilerinin eski topraklarına gitme hakkını tanımış ve teşvik etmiştir. Aslında niyeti sarsılan otoritesini sağlamak olarak yorumlanabilir.[5]

Olay ağızdan ağza yayılmış, efsanelere konu olmuş ve tutsak olan Türk (Doğu Göktürk) halkı arasında milli bilinci uyarıcı bir etki yapmıştır. (Kağanlık bu olaydan 41 yıl sonra bağımsızlık kazandı.)

Kürşat İhtilalinden sonra olanlar Bu olayın etkisini atlatmak amacıyla imparator taizong hemen etkili önlemler ve barışçı bir siyaset izlemek için harekete geçti Kilibi han ünvanı ile Göktürk soylusunu Göktürk kağanı ilan ederek eski Göktürk topraklarında iskanı teşvik etti(özellikle huing-nu bölgesi). Hemen yeni heyetler toplanarak Türk ileri gelenleri ile görüştürülmüş Türk halkına iyilik ve dostluk mesajları verilmiş ve yeni kurulan veya kurdurulan kağanlığa kesinlikle savaş için silahlanılmaması ve hiç bir yere akın yapılmaması en öncelikli şart olarak belirtilmiştir. Bu ve buna benzer gelişmeler Türk tarihi açısından adeta dönüm noktalarından birisi ve Türk milletinin var oluşunda önemli olaylardan birisi olmuştur.[6]

Kürşad, 621 senesinde Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Göktürk Devleti kağanı Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan adını alarak hükümdar oldu ve ağabeyinin Çinli eşi ile evlenerek Ötüken’deki Türkler arasında huzursuzluğa yol açtı… Bir tarafta Çinliler, diğer yanda da Sırtarduş Bayurku, Dokuz Oğuz, Uygur gibi Türk boylarının Göktürklere başkaldırıp savaşmaları ve ayrıca İ-çing Katun’un Ötüken’de esir durumda yaşayan Çinli azınlığa destek çıkarak bunların zenginleşmesini sağlaması sayesinde giderek zayıflayan ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkler, 629 senesinde Çinlilerle yaptıkları savaşta tuzağa düşerek yenilince Doğu Göktürk Devleti yıkıldı. Başta Kara Kağan ve Kürşad olmak üzere binlerce Göktürk Çinlilere esir düşerek Çin’in başkenti Siganfu’ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler. Türkleri asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını hassa ordusunda subay olarak görevlendiren Çinlilerin bu taktiği bir işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. Kürşad da Çin hükümdarının ordusunda subay durumundadır fakat kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemektedir. Esaretin beşinci yılında Kara Kağan kahrından ölür. Esaretin onuncu yılında, yani 639 senesinde, Bozkurt soyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir. Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung’u yakalayarak rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad’ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin’i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken’e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin’i de kağan ilan etmeye karar verirler. Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır. Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisiyle birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırkbir Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kür Şad’ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken’e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenke tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir… Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir…

Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu’daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bırakırlar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşarlar, bazı Göktürk soyluları yeniden devlet kurma girişiminde bulunsalar dahi başarılı olamazlar… Fakat 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırılır ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti’ni kurarlar…

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

52

Sunday, 20.09.2015, 00:14

Boğazı Atla Geçen Çılgın Türkler.... PEÇENEKLER



Bizans doğudan gelen Selçuklu baskılari ile iyice sarsılıyordu,Selçuklu baskısı iyiden iyiye Bizansta kendisini her yönü ile hissettiriyordu.Onlara,ancak onlar gibi savasçı ,onlar kadar cesur kuvvetlerle karşı koyabileceğini biliyor ve bunun için de ordusundaki Peçenek süvarilerine güveniyordu.
Bu maksatla 15 bin Peçenek atlısını sallarla,gemilerle üsküdar´a geçirdi.Peçenek birliği Anadolu içlerine doğru sefere çıkacağını biliyor ama hangi düşmanla vuruşacağını bilmiyordu.Selçuklu soydaslari ile vurusturulacaklarını öğrenince itiraz ettiler.İktidar için,kendilerine il tutmak icin soydaşlarıyla savaştıkları olurdu ama,şimdi kime il kazandıracaklardı?
"Biz soydaşlarimizla savasmayiz" diyerek Rumeli´ye dönmek istediler.
Fakat Bizanslılar,Pecenek atlılarının geçişini engellemek için Boğaziçi´ndeki bütün gemileri,salları kaldırmışlardı.Peçenek Türkleri ise Rumeli´ye geçmeye kararlıydılar.Fazla düşünmediler.Şimdiye kadar hiçbiri nehri,ne kadar coçkun,ne kadar geniş olursa olsun,köprü kurarak geçmemişlerdi.Atlarını,hem de üzerinden inmeden yüzdürmesini biliyorlardı.
Boğazı geniş bir nehir farzeden 15 bin Peçenek süvarisi atlarını denize sürdüler ve halkin şaşkin bakışları arasında,at sırtında yüzerek Rumeli yakasına geçtiler!
Askerlerin atları yüreklendiren naralari ve at kişnemeleriyle Boğaziçi,tarihte bir daha görülemeyecek bir gün yaşadı.Halk,giyimleri başka,yüzleri,konuşmaları başka ve atlari başka olan bu savaşcıları,uzaydan gelmiş masal yaratıkları gibi,adeta dilleri tutularak seyretti.

Tarihte Boğazı at sırtinda aşan baska bir millet veya ordu görülmedi.Atlarini denizden,gemilerini karadan yürütenler yalniz TüRKLERDİR.
Daha sonra,1071 Malazgirt Savaşında da,Bizans ordusunda bulunan Peçenekler,soydaşları Selçukluların tarafina geçmislerdir.


Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "Atilla_Ky" (20.09.2015, 23:06) düzenleme sebepleri: Video url eklendi


53

Sunday, 20.09.2015, 15:29

Harika bir tarih yelpazesi hazırlamışsınız Lalezar hanım.Okumaktan büyük keyif aldım.Tarihi sevdiren bir anlatımınız var bu sebepten sizi canı gönülden kutluyorum.Ayrıca bu bilgileri okurken kaçırdıklarımızı görüp hayıflanmadan edemiyorum..Bilgiye her daim aç bir kişi olarak yeni çalışmalarınızı ilgiyle bekliyorum..Faydalı bilgiler için gönülden teşekkürler. :1alkis: :1alkis: :1alkis: :1alkis: :1alkis:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

54

Sunday, 20.09.2015, 21:45


Harika bir tarih yelpazesi hazırlamışsınız Lalezar hanım.Okumaktan büyük keyif aldım.Tarihi sevdiren bir anlatımınız var bu sebepten sizi canı gönülden kutluyorum.Ayrıca bu bilgileri okurken kaçırdıklarımızı görüp hayıflanmadan edemiyorum..Bilgiye her daim aç bir kişi olarak yeni çalışmalarınızı ilgiyle bekliyorum..Faydalı bilgiler için gönülden teşekkürler.


Keyif almanız beni cok mutlu etti .Amacım ,sıkmadan notlar halinde bilgileri ve bildiklerimi siz değerli dostlarım ile paylaşmak . Tarih değil, tekerrür eden yapılan hatalar ve yanlışlardır.Sonuç ;bilimi yasayan ve yazan insandır.Teşekkür eder sevgi ve saygılarımı sunarım.....

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

55

Sunday, 20.09.2015, 22:08


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

56

Tuesday, 22.09.2015, 12:19


EFSANELERDE ZEYTİN

Âdem peygamber Havva ile birlikte cennetten kovulur. Yeryüzünde 930 yaşına varan Âdem peygamber öleceğini anlar. Allah’tan merhamet dilemek için oğlu Şit’i cennete gönderir. Oradaki melek ona üç tohum verir ve der ki baban ölünce bu üç tohumu ağzına koy ve onu öyle göm. Şit Cennet’teki meleğin isteğini yerine getirir. Bir müd­det sonra Âdem peygamberin ağzında üç ağaç büyür. Bunlardan biri zeytin ağacı, diğeri sedir, sonuncusu ise servi ağacıdır.

Zeytin ağacı tanrının insanlara armağan ettiği en değerli ağaçtır.

Âdemoğulları yeryüzünde çoğaldıktan bir müddet sonra büyük kötülükler yapmaya başlarlar. Bu durumdan çok rahatsız olan Tanrı onları cezalandırmaya karar verir. Nuh peygambere bir gemi yapmasını emreder. Bu gemiye hayvan ve kuşlardan eşit miktarda her cinsten bir dişi, bir erkek almasını söyler. Nuh gemisini bitirir ve emredilen hayvanları gemisine doldurur. Daha sonra büyük tufan kopar. Gemidekilerin dışında canlı kalmaz, büyük sel felaketi hepsini yok eder. Nuh peygamber suların çekilip çekilmediğini anlamak için sabahleyin bir güvercin uçurur. Güvercin akşama doğru gagasında bir zeytin dalı ile döner. Yeryüzünde bir tek canlı kalmıştır o da ölmez ağacın, yani zeytin ağacının ta kendisidir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

57

Tuesday, 22.09.2015, 12:35


ŞARABIN TARİHİNE AİT İLGİNÇ BİLGİLER...
"Kutsal Kitap"ın "Genesis" (Yaratılış) bölümünde, Hz. Nuh'un bir bağ diktiği, şarap içtiği ve sarhoş olduğu yazılıdır. Söylenceye göre Nuh Peygamber, Büyük Tufan dindikten sonra Ağrı Dağı eteklerinde yaşamaya başlar. Bir gün, keçisinin her zamankinden daha neşeli olduğunu fark eder ve bunun nedenini araştırır. Onu izler ve keçisinin hareketli ve neşeli olmasının, yediği bir meyveden kaynaklandığını görür. O meyve, dalından düşmüş bir üzümdür. İlk kez gördüğü meyveyi yemeyi dener ve birdenbire bir mutluluk duygusuna kapılır. Üzümü o denli beğenmiştir ki Ağrı Dağı eteklerini bağlarla kaplar. Nuh Peygamber'in mutluluğunu çekemeyen Şeytan, alevli nefesiyle bütün bağları yakar. Nuh Peygamber üzüntüsünden yataklara düşmüştür. Şeytan, insafa gelip, bu meyveyi yeniden canlandırmak için ne yapılması gerektiğini ona söyler. Nuh Peygamber de meyvenin kökünü açar ve seçtiği yedi hayvanın (aslan, kaplan, ayı, köpek, tilki, horoz ve saksağanın) kanıyla üzümü sular. Asma canlanır ve meyve vermeye başlar. Şarap içip sarhoş olanların hallerinin de, bu yedi hayvanın karakteristik özelliklerini taşıdığı söylenir ; kimi zaman aslan gibi cesur, kaplan gibi yırtıcı, ayı gibi güçlü, köpek gibi kavgacı, tilki gibi kurnaz, horoz gibi çalımlı ve saksağan gibi geveze olurlarmış..
Nuh'un oğullarından Ham da sarhoş olup babasıyla alay edince, Hz. Nuh ona, "Yüzün kara olsun !" diye beddua etmiş, böylece Ham'ın soyundan gelenler, kara derili olmuşlar..

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

58

Tuesday, 22.09.2015, 13:56



KIPŞAK ARABALARI
Onlar [Arapça tekerlekli araç anlamına/gelen] "acala"ya "araba" diyorlar. Bu araçların her birinin dört tekerleği olup iki veya daha fazla ata çekiliyor. Ağırlığına göre bazen öküz veya develer koşuluyor önüne. Arabacı, hayvanlar arasında semerli olana biner, elindeki kamçıyla hayvanları idare eder. Eğer yoldan ayrıldıklarını görürse büyük bir övendere ile onları yola sokar.

halil_66

Orta Düzey

  • "halil_66" bir erkek

Mesajlar: 538

Kayıt tarihi: May 4th 2011

Konum: İzmir

  • Özel mesaj gönder

59

Tuesday, 22.09.2015, 14:20

Hocam çok yararlı bilgiler paylaşmışınız teşekkür ederim

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

60

Tuesday, 22.09.2015, 23:42

Hocam çok yararlı bilgiler paylaşmışınız teşekkür ederim


Faydam oluyorsa ne mutlu bana ben teşekkür ederim ilginize .Saygılarımla.....