Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

121

Friday, 16.10.2015, 13:46


Bütün iş Tahir'le Zühre olabilmekte...
Mülkü, varlığı dağlar kadar yüce, ülkesi huzur ve bolluk içinde bir hükümdar yaşarmış. Dünya servetine sahip olsa da çok mutsuzmuş. Çünkü evlat sahibi olamıyormuş. Hükümdarın bir de veziri varmış, o da aynı dert yüzünden üzüntü içindeymiş. Bir gün yolda karşılarına bir derviş çıkmış. Onlara bir elma vermiş, ikisinin de çocuğunun olacağını söylemiş. Ancak doğacak çocukların mutlaka birbiriyle evlendirilmesini, kızın adının Zühre, oğlanın adının Tahir olmasını istemiş.

Çok geçmeden dervişin dediği gibi evlatları dünyaya gelmiş. Hükümdarın kızı olmuş, adını Zühre koymuş. Vezirin oğlu olmuş, onun adı da Tahir. Derken Zühre, Tahir'e aşık olmuş, dualar ederek Tahir'in de aşık olmasını dilemiş. İki sevgili gizlice görüşmeye başlamış. Sarayda Karadiken adında zenci köle varmış, Zühre’ye aşıkmış. Genç kızın Tahir ile görüştüğünü öğrenince durumu hükümdara yetiştirmiş. Hükümdar, iki gencin evlenmeleri gerektiği buyruğunu vermiş. Ancak Zühre’nin annesini sözleriyle zehirleyen Karadiken, hükümdarın fikrinin değişmesini sağlamış. Hükümdar, Tahir’i saraydan kovmuş.
Zühre, saray dışında bir köşkte yaşamaya başlamış. Tahir köşkün önünden geçer, türküler söylermiş. Tahir'in sesini tanıyan Zühre de türkülere eşlik edermiş. İki sevgilinin görüştüklerini öğrenen Karadiken, durumu vakit kaybetmeden hükümdara bildirmiş. Hükümdar, Tahir’i Mardin Kalesi’ndeki zindana hapsettirmiş. Zindanda dualar eden Tahir, Hızır'ın yardımıyla kurtulmayı başarmış. Bu sırada hükümdar kızını zorla bir başkasıyla evlendirmek üzereymiş. Aşık kılığına bürünen Tahir, düğüne katılmış. Zühre’yi bulmuş, tam kaçmak üzerelerken Karadiken belirmiş. Saray muhafızları ile kahramanca mücadele eden Tahir, sonunda yakalanmış. Cellada teslim edileceği sırada el açıp Allah'a yalvarmaya başlamış. O an duası kabul olunmuş, ruhunu teslim etmiş.
Tahir’in ölümünü izleyen Zühre, yaşadığı acıya dayanamayarak ölmüş. Zühre’nin ölümüne katlanamayan Karadiken de kendi kendini hançerlemiş. Hükümdarla eşinin yürekleri de evlat acısına katlanamamış, orada ölmüşler. Efsaneye göre Tahir ile Zühre ve Karadiken oldukları yere öylece gömülmüş. O zamandan bu zamana, Zühre’nin mezarında her bahar beyaz bir gülün yeşerdiği söyleniyor. Tahir’in mezarında ise kırmızı bir gül tomurcuklanıyor. Aralarında bulunan Karadiken’in mezarından biten karaçalı ise iki gülün kavuşmasına her bahar engel olmayı sürdürüyor.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

122

Friday, 16.10.2015, 13:48



İncirhan Kervansarayı:
Burdur- Bucak İlçesinin 7 km. batısında Onaç Tepesi’nin batı yamacındadır. 13. yüzyılda Gıyasettin Keyhüsrev Bin Keykubat tarafından yaptırılmıştır. Selçuklu avlulu kervansaraylarındandır. Kapalı bölümü, dikdörtgen biçimdedir. Kalıntılardan , avlu duvarlarının, köşelerde çıkıntı payandalarla desteklendiği anlaşılmaktadır. Avlu kısmında Ege Üniversitesi tarafından kurtarma kazısı yapılmıştır. Burçlarda, kervansarayı aydınlatan ikişer mazgal pencere vardır. Bina kesme taştan yalın bir işçilikle yapılmıştır. Ortasındaki anıtsal taçyapı oldukça görkemlidir. Kapıda yazıtı bulunmaktadır. Sütun başlıklarının iki yanında, incelikle işlenmiş iki rozet vardır. Eyvan kemerlerinin başladığı yerlerde iki arslan kabartması ve iki güneş kursu, yapının süslemelerini oluşturmaktadır. Arslan figürünün, egemen olunan toprakları simgelediği tahmin edilmektedir. 15 taştan oluşan kemerin yüzeyi, birbirine geçmiş, iki dizi çizgiyle süslenmiştir.
Taç kapının açıldığı orta koridorun iki yanındaki 12 payeyi birleştiren sivil kemerlerin üstü, beşik tonozlarla örtülüdür. Tonozların altında yer alan mazgal pencerelerin radyalvari kemerlerle süslenmiş oluşu da yapıya özgünlük katmaktadır. Antalya’daki Alara Hanı’yla benzerlik gösteren hanın, üst bölümünde kale biçimli bir savunma bölümü olduğu, kalıntılardan anlaşılmaktadır. İncirhan’ın hemen yanındaki tarihi çeşme bugün hala kullanılmaktadır.
Tipik bir Selçuklu kervansarayı olan bu muhteşem yapı zamana karşı büyük bir inatla ayakta durma mücadelesi vermektedir. Restorasyon yapılmadığı takdirde zamana ve doğaya bir gün yenik düşeceği anlaşılmaktadır. Karl Grafen Lançkoronski, G. Nremann ve E. Peterson 1884 yılında İncir Bazarı Kazası’na gelmişler, handa inceleme yapmışlardır. Hanı gravürle resmetmişler, yazdıkları Pamfilya’dan Pisidya’ya adlı esere koymuşlardır. (Pamfilya’dan Pisidya’ya K.G. Lançkoroski,1884)
İncirhanın girişinde şu kitabe yeralmaktadır:
Emara bi imareti hazel hanül mübarek
Essultanül azam şahinşahil muazzam maliki rikabil ümen
Seyyidül selanitül Arabi vel Acemi sultanül berri
Vel bahrini zülkarneyni ezzaman İskenderi sanitaç
Ali Selçuk Gıyassüddünya veddin ebülfethi Keshüsrev
Bin Keykubat Bin Keyhüsrev
Kasseme emirul müminin fi seneti sitte selasine sitemine.
7 sıralı bu kitabenin tercümesi şu şekilde yapılmıştır:
Bu mübarek hanı imar ettiren emir
Büyük sultan şahlarşahı muazzam toprakların sahibi
Arap ve Acem’in seyidi karaların sultanı
Ve denizlerin İskender’i zamanın İskender gibi son taçlı sultanı
Selçuklu’nun dünyadaki başkanı dinin fetihçisi Keyhüsrev
Oğlu Keykubat oğlu Keyhüsrev.
Müminlerin emiri 636
Bu kitabeden, hanın Hicri 636 tarihinde(Miladi 1238) 11. Keyhüsrev tarafından yapıldığı anlaşılmaktadır. Kapının sağ kolunda da Katibül İmareti Mübarek cümlesiyle hanın mimarının adı yazılıdır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

123

Friday, 16.10.2015, 13:57



Mekanik ve Sibernetik Bilimin Babası

Ömer Ebül İz (El-Cezeri)


800 Yıl Önce Diyarbakır’daki Robotlar Makine, mekanik ve elektronik beynin dünyada doğduğu yer, Türkiye’de Diyarbakır olup, 800 yıl evvel Kara Aslan ahfadından Artukoğulları’nın saraylarında hayat tamamen otomasyon bir hayata dönüşmüştü. Sarayın salonlarını kaloriferler ısıtır, robot insanlar hizmet görürdü. Ve diğer akıllara durgunluk veren teknoloji ihtişamıyla, gelecek 2000 yılını yaşıyorlardı… Yirminci yüzyılın teknolojik buluşlarının büyük bir kısmını 800 yıl evvel egale eden büyük Türk dâhi bilgini Ömer Ebül İz’di. (Cizreli Ebul-iz (Ebû’l İz İbni İsmail İbni Rezzaz El Cezerî ) ya da Avrupa’nın bildiği ismiyle El-Cezeri / al-Jazari ( Ibn Ismail ibn al-Razzaz al-Jazari (1136-1206) 1. Cizre’lidir. Diyarbakır’da yaşamıştır, Cizre’de vefat etmiştir. Mezarı Cizrede’dir. 2. İlginç buluslariyla asırlar sonra hayat bulan birçok teknik aracın temelini oluşturan bilim adamidir.. 3. Bugün El cezeri’yi su saatleri, otomatik kontrol düzenleri, fıskiyeler, kan toplama kapları, şifreli anahtarlar ve robotlar gibi pratik ve estetik bir çok düzeni tasarlayan ve bunların nasıl gerçekleştirileceğini anlatan “kitab-el hiyal” adlı kitabın yazarı olarak tanıyoruz. Eb ül-iz’in Sultan Kuth el-din sökmen (1185-1200) ve kardeşi III. Nasireddin Mahmut (1200-1222) zamanında 25 yıl (1181-1206) Artuklulara hizmet ettiğini ve eserini 1206 yılında tamamladığını kitabının önsözünden öğrenmekteyiz. Bugün istanbul Topkapı Sarayı III. Ahmed Kütüphanesi’nde bulunan a3472 kayıtlı yazma, özgün eserin bir ikinci el kopyasıdır. Altı kısımdan oluşan eserde 50 farklı düzen anlatılmaktadır. 4. 1900’lerde sibernetik’in keşfine temel oluşturmuştur.. 5.Leonardo Da Vinci den 150 yıl önce yıl önce yaşamış ve mekaniği ondan daha iyi kullanan bir bilim insanı. KARA ASLAN’IN torunu Nasıreddin Mahmud, zevk âleminde bir düğmeye basınca, servi boylu dilber bir robot, elindeki altın bardağa şarap boşaltır ve hükümdarın dudağına sunardı. O devrin giysilerini giymiş robot insanlar davul, zurna, zil ve saz çalarak davetli­leri eğlendirirlerdi. Sarayın geniş salonları, bakırdan eşsiz güzellikte yapılmış radyatörlerin içinden sıcak su geçirilerek soğuk kış günlerinde ısıtılırdı. Her salonun ortasında hiç durmadan fışkıran ve bir devri daimle suyu hiç tükenmeyen bin bir çeşit fıskiye gönül açardı. İbriklerih içinde aynı zamanda soğuk ve sıcak su günlerce dururdu. Sarayın bir salonunda kurulmuş altın yal­dızlı bir tavuskuşu, kafasına dokunulunca mevsimine göre ağzından sıcak veya buz gibi soğuk su döker ve hükümdar abdest alırdı. Sarayın bahçesinde gezinen robot fillerin üzerinde robot sipahiler borozanla saatin kaç olduğunu söylerdi. Bahçedeki suni ağaçların dallarına yerleştirilmiş çeşit çeşit kuşlar rüzgâr estikçe etrafı güzel nağmelere boğarlardı. Saray hazinelerinin üstündeki kilitler yirmi dört şifre ile yapılmıştı. Onları kilitleyenden başka kimse açamazdı. İnanılmaz buluşlar Ömer Ebüliz, yirminci asrın bilginlerinin çoğu­nun buluşlarını egale ettiği gibi, bir kısmına da taş çıkartacak ve akıllara durgunluk verecek olan sayısız buluşlarından hepsini bu satırlar içine sığdırmaya imkân yoktur. Dâhi bilginin kitabının 4. sayfasında saat­leri, dakikaları, ayları ve günleri, Güneş ve Ay’ ın günlük durumlarını gösteren harika bir saat yaptığını öğreniyoruz. Burada Ay ve Güneş yuvarlakları, Ay’ın ve Güneş’in günlük seyirlerine göre birer doğ­rultu ve yörünge üzerinde gösterilmiştir. Bu büyük cihazın üzerinde karşılıklı 24 kapı var­dır. Bunlar altlı, üstlü iki gruba aynlmıştır. Renkleri de başka başkadır. Kapıların arkalarında her birisi ayrı seslerle öten kuşlar saklıdır. Saat başı gelince üst kapı­lardan bir adam çıkıyor, yürüyor, ikinci bir kapı önünde duruyor. Eliyle kapıya doku­nunca derhal bir kuş kanatlarını çırparak ortaya fırlıyor, saati sesleniyor ve aynı zamanda da ağzındaki madeni küreleri saatine göre cihazın altındaki aynalı tabağa atıyor. Bu tabaktan çok uzaklara kadar giden bir ses çıkıyor.
Gündüz saate bakan bir adam, Güneş’in ufukta o saatteki vaziyetini gördüğü gibi, gece de renkli camlar önünde Ay’ın gökteki durumunu görebiliyor. Saatler bu şekilde yeknesak ve sıkıcı bir halde ilan edilmiyor. Saat altıya gelince saatin sahnesine davul, boru, zurna ve zil çalan adamlar çıkıyorlar, çalıyorlar, söylüyorlar. Kitabın 65. sayfasında robot fil ve filcinin nasıl yapıldığını krokilerle gösteriyor. 171. yap­rağında şifreli kilitlerden bahsedilmektedir. Yirmi sekiz şifre ile yapılan kilitler çok mühim­dir. 176. sayfada içinde robot bir kayıkçı bulu­nan bir kayıktan bahsediyor. Bahçedeki havuzda bulunan bu kayıkçının ağzında bir boru vardır. Sol elini kayığın küreğine daya­mıştır. Çalışması istendiği zaman, kayığın altındaki tapa açılıyor. Su yavaş yavaş bu delik­ten kayığın teknesine doluyor ve bir dereceye kadar yükselince adam bir taraftan borusunu öttürüyor; diğer taraftan da suyu dışarı atmaya başlıyor. Bu iş her saat başında tekrarlanıyor. Ve böylece kayık etrafındakileri eğlendirdiği gibi saat vazifesi de görüyor. Kitabın 160. yaprağında Ebülfeth Mehmed bin Kara Aslan’ın sarayına yapılan bir oyma kapı modeli vardır. Bu, tersim ve güzel sanat bakımından bir dünya şaheseridir. Dâhi bilgin, kitabının 70. sayfasında, “Bir gün hükümdar Ebülfeth Mahmud beni imtihan etti… Bana öyle bir hizmetkâr yap ki, onu uyar­madan istediklerimi saati, saatine kendi düşüne­bilsin ve bana hizmet etsin ve aynı zamanda da şekil itibariyle göz ve gönül alıcı olsun dedi. Ben de yaptım ve çok beğenildi” diyor ve bu entere­san robotu anlatıyor. Ömer Ebüliz, kitabının 332. sayfasında, Hükümdar Mahmud’un cariyelerine abdest suyu döktürtmeyip, daha medeni ve sıhhi olduğu için abdest suyunu, robot cariyelerin ve tavusların döktüğünü, işret meclislerinde de robot dilberlerin sunduğu kadehleri, Türkmen yosmalarının verdikleri kadehlere tercih etti­ğini söylüyor.

Kaynak: Bilinmeyen, Sayı: 87 https://insanveevren.wordpress.com/

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

124

Friday, 16.10.2015, 13:59


Astronomik Saat
Prag Old Town Meydanı’nda yer alan orta çağdan kalma bir saattir. Saat üstündeki 12 saat dilimini 12 burcun sembolleri göstermektedir.Astronomik Saat ‘in yapımı ile ilgili birçok hikaye bulunmaktadır. İnanışa göre 15. yüzyılda Jan Ruze, Saat Ustası Hanus tarafından yapılmıştır. Saate hayran olan birçok insan olmasına rağmen saatin planları Hanur tarafından kimseye gösterilmemiştir. Prag şehir yöneticileri Hanus’un bu saatten daha güzelini inşa edeceğini öğrenince bunu önlemek için Hanus’un gözlerini kör etmiştir. Sonrasında Hanus öç almak için Astronomik Saate zarar vermiştir ve bu zarar hiçbir zaman tamir edilememiştir.Saati bu kadar popüler yapan astronomik saat olması dışında gerçekleştirdiği animasyondur. Saat üzerinde toplam 4 adet figür bulunur.
Bunlar Soldan Sağa:
Elinde ayna tutan figür: Kibir ve kendini beğenmeyi sembolize eder.
Elinde altın kesesi tutan Yahudi: Açgözlülük ve faizciliği sembolize eder.
İskelet: Gelen ölümü sembolize eder .
Mandolin çalan Osmanlı: keyif ve eğlenceyi sembolize eder.
Animasyonda her saat başı iskelet elindeki zili çalar, başını sallar ve bunu duyuyorsanız ölüm size yakın,geliyor şeklinde yorumlanırken diğer figürler kafalarını sağa sola çevirip ölümü kabullenmezler

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

125

Friday, 16.10.2015, 14:02


padişah sultan Abdülhamit Çanakkale savaşlarından ve Mustafa Kemal’den şu şekilde söz etmiştir: “…Gazeteler, Çanakkale’de düşmanın durdurulduğunu, büyük zayiata uğratıldığını yazıyorlardı…Fransız ve İngiliz donanmasının Çanakkale Boğazı’nı zorladığı ve giremediği bir hakikatti. Çıkartma yapmaya muvaffak olmuş ama ordumuzun karşısında mıhlanıp kalmışlardı…Rabbime şükürler olsun ki, ummaya bile cesaret edemediğim zafer haberi ulaştı. ..Bu büyük zaferi, Mustafa Kemal bey adında bir Miralay (Albay) kazanmış. Allah, devletime hizmeti geçenlerden razı olsun.” “…Mustafa Kemal Paşa, oğlum Abit Efendi’ye iki ceylan yavrusu hediye etmiş. Bundan memnun oldum. Devletimim yüzünü ağartmış bir paşanın, Abit Efendi’ye yakınlık göstermesi, bir şahsiyeti olduğunu anlatıyordu. Oğluma münasip bir mukabelede bulunmasını hatırlattım. Biraz vakti halim olsa, ‘ bir altın saat ‘ diyecektim ama hem dedikodusundan çekindim, hem oldukça geçim sıkıntısı içinde olduğum için bir şey söylemedim. ‘Bir daha arkadaşına (Salih Bozok’a) gelecek olursa, haber ver, ben de göreyim’ demekle yetindim. Gerçekten bir defa daha gelmiş, bana haber verdiler. Sırtında bir pelerin vardı ve arkadaşına veda ediyordu. Uzaktan yüzünü iyice seçemedim ama sıradan askerlere benzemiyordu; tehlikeli bir sükûneti vardı.Enver Paşa’nın kendisinden niçin çekindiğini o zaman anladım. Bunu Talât Paşa tutuyormuş. Bunlar küçük şeyler ! Çanakkale’de, İngiltere, Fransa gibi iki büyük devletin ordusunu, donanmasını durdurdu, yüz geri etti ya, bana lâzım olan odur. Muvaffakiyeti için dua ettim.” Orgeneral Fahrettin Altay Mustafa Kemal’in Çanakkale’deki başarısını şu şekilde anlatmıştır : “…Anafartalar Zaferi ile İstanbul’u düşman istilasından kurtaran Albay Mustafa Kemal, 16 ncı Kolordu Komutanı olarak Edirne’ye gönderilmiş, Edirne halkı da onu çok büyük göstyerilerle karşılamıştı. Çünkü biliyorlardı ki, Anafartalar kahramnı yalnız İstanbul’u değil, Edirne ve bütün Trakya’yı da kurtarmıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

126

Friday, 16.10.2015, 14:03


Türk Erkeklerinde Küpe Takma Adeti Erkeklerde küpe takma adetinde asıl önemli bulgu, Kıpçaklar’da baş gösteriyor şöyle ki: Kıpçak töresinde bilgece kanunlar koyulmuş. Ülke, evladı için yaşardı. Onların için kaygının en büyüğü gösterilirdi. Daha sonrasında atasına sahip çıkabilmesi için çocuğu koruyabildiği en üst düzeyde koruyup dirayetli tutmaya çalışırdı. Ailede küçük oğul baba evinde kalıp atasına, anasına yardım eder büyük oğul ise genelde orduda hizmet ederdi. Herhangi bir sebeple ailede bir oğul olursa delikanlının kulağına bir küpe takılırdı. Askerde komutan küpeli askeri görünce onu tehlikeli görevlere vermezdi çünkü Türk töresi ona bu yetkiyi vermezdi. Soyu içerisinde sonuncu erkek olan kişi ise kulağında iki küpe taşırdı. Türk töresi, soyunu sürdürebilmesi için onu bilhassa korurdu. Orduda herkesin hizmet etmesini zorunlu kılan zamanlarda erkekler için askerlik mecburi ve şerefli bir hizmetti ve askerliğini yapmamış erkeğe kız bile verilmezdi. Kız vermeyi bırakın, kızlar askerlik yapmamış erkeği var bile saymazlardı. Küpe, böylesine sert ve kesin törenin hüküm sürdüğü Türk topraklarında bir ailenin neslini sürdürebilme imkanını koruması açısından cengaverler için sadece toplumsal bir nişan görevi görmüştür. Kaynak: Türklerin ve Bozkırın Eski Tarihi, Murad Adji, Bazı farklı kaynaklara göre de Oğuzlarda takılan küpelerin askeri rütbelerini gösterdiği konusu atfedilir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

127

Friday, 16.10.2015, 14:05


Meçhul bir ressamın fırçasından Kazan Sultanı Süyümbike ve Ödemişgiray
Kazan Melikesi Nogay kızı Süyümbike Hatun Türkiye Türkçe’si ile "Sevim Prenses" demek olan Süyüm-Bike'dir. Süyüm-BikeNogay Hükümdarlarından Yusuf Beyin kızı idi. Güzelliği dillere destan olmuş, cömertliği, şefkatliği ve akıllılığı ile gönülleri fethetmiş ve herkesin sevgisini kazanmıştı. Babası Yusuf Bey tarafından Süyüm-Bike'ye büyük bir görev verilmişti. Kazan'a gidecek Can Ali Han ile evlenecek ve onu Rusların oyuncağı olmaktan kurtaracaktı. Arzu etmediği halde Türk birliğini kurmak ve kurtarmak için kabul eden büyük bir kadındı. O Türk birliğinin zaruretine inanmış kültürlü bir insandı. Evleneceği zaman ise Türk devletleri birliklerini kaybetmişler, Astrahan Hanlığının can çekiştiğini, Kazan Hanlığının da çökmek üzere olduğunu, babasının hanlığı olan Nogay Hanlığında amcası İsmail Mirzanın çeşitli entrikalar çevirdiğini görmekteydi. O Kazan Hanlığını, Astrahan Hanlığını, Nogay Hanlığını ve Kırım Hanlığını birleştirerek büyük bir Türk birliği oluşturup kuvvetli bir devlet kurmak istiyordu. Halbuki daha yakın bir tarihte Ruslar, Altınordu İmparatorluğuna vermek zorunda oldukları vergiyi, Kazan Hanlığına da vermeye devam etmişti. Fakat Kazan Hanlığı bir türlü kuvvet kazanamamış ve büyük devlet olamamıştı. Bu yüzden Moskova Knezliği için tehlike olmaktan çıkmış, hatta iç işlerine karışır olmuştu. 1480 yılında Moskova, Kırım Hanı Menligerey'in de desteğiyle bu vergiyi vermekten vazgeçmiş ve Türklerin hâkimiyetinden de çıkmıştır. Böylece 240 yıl süren Türk hâkimiyeti Rusların üzerinden kalkmış ve bundan böyle Moskova tamamıyla "bağımsız" bir devlet haline gelmiştir. O tarihten itibaren sinsi bir politika güden Ruslar, Türk birliğini parçalamak ve yutmak için harekete geçerek kendi sınırlarını genişletme siyasetini tatbik etti. Süyüm-Bike'yi bu durumda önemli memleket işleri beklemekteydi. Daha çocuk yaşında iken 1533 yılında evlendi. Halk Can Ali Han'dan hiç de memnun değildi. Zaten III. İvan da bu tarihte öldü. Tahta çıkması gereken IV. İvan henüz çocuk yaşında idi. Bu durumdan faydalanan Kazanlılar 1535 yılında isyan ettiler. Rus Kinezi' nin buyruğundan çıkmadığı için üç yıllık bir saltanatından sonra taraftarları ile birlikte Can Ali'yi öldürdüler. Can Ali'den sonra Kazanlılar Süyüm-Bike'nin de rızasını alarak Safa Giray' ı Kırımdan çağırarak han yaptılar. Safa Giray, Can Ali'den önce de Kazan Hanlığını yapmıştı. Bu ikinci hanlığı devrinde Süyüm-Bike ile evlendi. Safa Giray, Ruslarla savaşarak başarılar kazandı. 1547 yılında bir oğlu dünyaya geldi. Adını Ötemiş Giray koydular. Kazanlılar bu devirde hür ve mesut yaşamakta olup kendi millî benliklerine kavuşmuşlardı. 1549 da Safa Giray Han'ın henüz 42 yaşında iken aniden ölmesi ile kazanlıların durumu kötüleşti. Safa Giray ölmeden önce Süyüm-Bike'yi naip ve vasi tâyin etmişti. Uzun müzakerelerden sonra henüz iki yaşında olduğu için hanın yerine annesi Süyüm-Bike memleketin idaresini eline aldı. IV. İvan çocuk yaşında iken, Moskova beyleri kendi aralarında taht kavgası yaptıkları için Kazan Hanlığını unutmuşlardı. Fakat 1547 yılında 17 yaşına basan IV.İvan çar ilân edildi. İvan 'güçlü bir hükümdar' olmak arzusunu belirtmiş ve böylece Rusya'da çarlık devri başlamıştır. Rus Çarı etrafındaki papazların ve müşavirlerinin teşviki ile Kazan'ı istilâ etme siyasetine girişti. Kazan Hanlığı tahtında 2 yaşında Ötemiş Giray'ın bulunması Moskova Çarı İvan'a beklenen fırsatın geldiği intibaını verdi. Kazanı almak için harekete geçti. IV. İvan 13 Şubat 1550 de Kazan önlerine geldi. Savaş ve kuşatma, Kazanlıların kahramanca savunmaları ve havaların kötü gitmesi üzerine durdu. 25 Şubat 1550 günü Ruslar geri çekildi. Süyüm-Bike bu savaşta bahadır bir erkek gibi hareket etti. Askerlerin önüne geçti, düşmanla omuz omuza savaştı. Kadın kılığında bir aslan heybeti taşıyan bu güzel hükümdarın savaşla yenilemeyeceğini anlayan Ruslar geri çekilmekle beraber başka yollar aramaya başladılar. IV. İvan 1551 de tekrar Kazan'ı muhasara etti. Süyüm-Bike Kazan ve oğlu için büyük endişe duymaktaydı. Kazan'ın akıbetinin korkunçluğunu hissetmekte ve bu şehri kurtarmak için çareler aramaktaydı. Osmanlı Devletinden yardım istemiş ise de vaat edilen yardım gelmemiş yardım kağıt üzerinde kalmıştır. Süyüm-Bike'nin Osmanlılardan yardım için gönderdiği elçiler Ruslar tarafından tuzağa düşürülerek öldürüldüler. Artık Kazan'ın kurtuluş ümidi kalmamıştı. Kazan halkı barış istiyordu. Bunun üzerine Rus Çarına elçi gönderildi. İvan’ın barış şartları çok ağırdı. İvan; 1.Süyüm-Bike, oğlu ve maiyetinin kayıtsız şartsız Moskova’ya esir edilmek suretiyle teslimini, 2.Kazan’daki Rus esirlerinin serbest bırakılması, 3.”Taw Yağı”nda (İdil nehrinin sağ tarafında olan Kazan’a yakın bölgeler) Moskova’nın tanımasını istiyordu. Kazan beyleri büyük bir gaflet içinde bulunarak bu şartları kabul ettiler. Süyüm-Bike'nin vatanını kurtarmak için yapamayacağı fedakârlık yoktu. Fakat bu karar onu çok üzdü. Son bir defa Safa Giray'ın mezarının başına giderek orada onunla helâlleşti. Bazı kaynaklar Süyüm-Bike'nin Safa Giray'ın mezarı başında ve ayrılırken şu sözleri söylediğini belirtir. "Kazan, ey kanlı, kaygulu şehir, başından tacın düştü. Şimdi kul oldun. Senin büyüklüğün mazide kaldı". Süyüm-Bike 11 Ağustos 1551 de Kazan'dan ayrılıp 5 Eylül de Moskova'ya vasıl oldu. Bundan sonra vatan ve çocuğunun hasretini çekerek, cehennem hayatı yaşamaya başladı. Ruslar kendisine büyük işkenceler yaptı. Süyüm-Bike'nin esir edilişi gerçekte bir kadının esir olarak götürülüşü değil, bir millete esaret zincirinin vurulması demektir. Bunu Kazanlılar iş işten geçtikten sonra anlamışlardı. Kazan beyleri, yaptıkları büyük hatanın ne kadar kötü olduğunu kavradılar bunun üzerine Kazan'ı idare eden Rus sözcüsü olan Şahali Allahyar oğlunu başlarından uzaklaştırmışlar ve yerine Nogay Ordasından Yadigar Kasım oğlunu han yaparak Ruslara karşı son damla kanlarına kadar savaşacaklarına dair ant içmişlerdir. IV.İvan Kazanlıların bu davranışına kızarak harekete geçti. 40 günlük muhasaradan sonra 2 Ekim 1552 de iç kaleye girmeye muvaffak oldu. Kazan'ın düşmesini duyan Süyüm-Bike can evinden vurulmuşa döndü. Gözyaşları seller gibi aktı, yıkılan yurdu için günlerce yas tuttu. Bütün fedakarlık ve kahramanlıklarına rağmen her şeyden üstün tuttuğu Kazan şehrini kurtaramamış olan bu büyük fakat bahtsız kadın vatan ve oğlu Ötemiş Giray'ın hasretine dayanamayıp çok geçmeden ölmüştür. Fakat nerede ne zaman öldüğü kesin bilinmemektedir. l554 yılında Kasım şehrinde vefat ettiği tahmin edilmektedir. Ötemiş-Giray ise Moskova'ya gelir gelmez annesinden alınmış, zorla Hıristiyan yapılmış, kendisine vaftizlik töreni tertiplenmiş ve üstelik de adı Aleksandr olarak değiştirilmiştir. Kazan'ın bedbaht çocuk hükümdarı da bu işkencelere daha fazla dayanamamış ve 8 yaşında iken ölmüştür. Kazanlıların başkentini kurtarmak için gösterdikleri kahramanlık ve Süyüm-Bike'nin fedakarlığı, Türk milleti için birlik ve varolmak için yapılan mücadelede ders alınacak gerçek bir örnektir. Vatan müdafaasında canlarını seve seve veren Kazan Türklerinin ve Kahraman Türk kadını Nogay kızı Süyüm-Bike Hatun'un ruhları şad olsun.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

128

Friday, 16.10.2015, 14:07


Timur-Toktamış Savaşları
Cuci’nin oğullarından Tuga Timur’un soyundan gelen Tuy Hoca’nın oğludur. Ak Orda hükümdarı Urus Han (hükümdarlığı 1369-1379) babasını öldürtünce Semerkand’a giderek Timur’a sığındı (1375). Timur’dan sağladığı destekle 1375’ten başlayarak önce Ak Orda hükümdarı Timur Melik’i yenilgiye uğratarak Doğu Deşt-i Kıpçak’a egemen oldu (1377). Ertesi yıl da Kalka Savaşı’nda Batı Deşt-i Kıpçak hükümdarı Kıyat Mamay Han’ı yenilgiye uğratarak Altın Orda Devleti’nin egemenliğini ele geçirdi (1378 ) ve dağılan birliği yeniden kurdu. Böylece Cuci ulusunun Özbekler dışında Ak Ordu ve Altınordu kollarını kendi yönetimi altında yeniden birleştiren Toktamış; her biri bağımsızlık peşinde koşan emirleri denetimi altına aldı; 1382’de Moskova’yı işgal ederek Rus prenslerinin Altın Orda’ya karşı yükümlü oldukları vergiyi ödemelerini sağladı. Kendisine başkaldıran Rus prenslikleriyle Litvanya’yı ağır yenilgiye uğratarak egemenliğini kabul ettirdi (1382) Altınordu Hanlığı’nı eski güçlü durumuna getirerek Seyhun’dan Turla’ya (Dniestr), Signag ve Otrar’dan Kiev’e uzanan büyük bir devletin hükümdarı oldu. Bu konuma yükselince, Timur’un kendisine yapmış olduğu tüm yardımları unuttuğu gibi, onu bir bakıma küçümsemeye başladı. Bu başarılardan sonra Altın Orda Devleti’ni eski sınırlarına kavuşturmak amacıyla Timur’a bağlı bulunan Harezm’i geri istedi. Bu isteği Timur’la aralarının açılmasına neden oldu. Yağma amacıyla Timurlu devletinin egemenlik sınırları içindeki Azerbaycan’a girmekten çekinmedi (1387)ardından aynı yıl Timur’un çıktığı batı seferinden yararlanarak onun oğlu Ömer Şeyh’i yenip tüm Maveraünnehir’i acımasızca yağmaladı. Ancak, hazırlıklarını tamamlayıp üzerine yürüyen Timur’a Kunduzca Savaşı’nda (1391) yenilince bu kez kendi ülkesi düşman kuvvetlerince yağmalandı ve yıkıma uğradı. Bu yenilgiye karşın Deşt-i Kıpçak’taki gücünü koruyan Toktamış, Memluk sultanı Berkuk’a elçiler göndererek Timur’a karşı onunla ittifak kurdu. Öcünü almak için için Timur’un Mardin ve Diyarbakır bölgesinde bulunduğu bir sırada Derbend üzerinden Şirvan’a bir baskın yaparak tüm halkını kılıçtan geçirdi; kenti yağmaladıktan, yakıp yıktıktan (1394) sonra, kendisini kesin olarak ortadan kaldırmak amacıyla Altınordu seferine çıkan Timur’la yaptığı Terek Savaşı’nda (1395) tam bir bozguna uğrayınca, Kazan’a kaçıp canını güçlükle kurtardı. Altınordu’nun başkenti Saray Berke’yi işgal eden Timur, kaçan Toktamış’ın yerine kendisine bağlı emirlerden Timur Kutluk’u hanlığa getirerek ülkesine döndü.Timur çekilince Toktamış tahtını yeniden ele geçirdiyse de güçlü Nogay emirlerinden Edige Mirza’nın desteğini kazanan Timur Kutluk’a karşı yaptığı meydan savaşında yenilmesi üzerine tahtı rakibine bırakarak Litvanya prensi Vytautas’a sığınmak zorunda kaldı (1397). Buyruğuna verilen Litvanya ordusunun desteğinde Timur Kutluk ve Edige Mirza’ya karşı yaptığı ikinci savaşı da yitirince (1399) Deşt-i Kıpçak’a kaçtı. Batı Sibirya’da, dost bildiği bazı Kıpçak emirlerinin yanında bir sığıntı olarak ve hep gizlenerek yaşamaya başladı. Timur Kutluk öldükten sonra (1401) yeniden başına geçmeye hazırlandığı Altınordu Hanlığı’nın gerçek egemeni Edige Mirza tarafından Tümen yakınlarında yakalanarak öldürüldü. Bazı kaynaklar Karaton Nehri boyunca izlendiği sırada uçuruma yuvarlanarak öldüğünü yazar. Toktamış, tarihte Altınordu devletinin önce toparlanıp güçlenmesine olanak sağlayan, sonra ise Timur ile yaşadığı çekişme sonucu zayıflayıp çökmesine yol açan bir hükümdar olarak anılır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

129

Friday, 16.10.2015, 14:09


Nogaylar ve Edige Destanı
Bir fakir koyun çobanı kırda koyunlarını güderken, bunun önüne insan kafa tası rast geliyor. Koyun çobanı kafa tasını sopası ile çevirip bakıyor. Baksa: Başın alnına bir şeyler yazılmış. Koyun çobanı okuma yazma bilmiyor. Kafa tasını sopaya takıp, eve dönerek, köyde okuma yazma bilen birine gösteriyor. Okuyup baksalar: Ben ölmeden sayısı bin adam öldürmüşüm, öldükten sonra kırk adam öldürürüm diye yazılı imiş. Koyun çobanı buna şaşırıyor. Kafa tasını evinine getiriyor. İyice çekiçle kemiği eziyor. Sonra yumuşakça değirmende öğütüyor, bir beze bağlayıp, karısına saklatmaya veriyor. Karısına ne olduğunu, bu unun nerden çıktığını söylüyor. Koyun çobanı koyunlarını gütmeye gittiğinde, koyun çobanlarının kızı bezi çözüp bakıyor. Baksa: ak un. Kız diliyle yalayıp bakarak yutuyor. Tat mat yok olsa da o undan hamile kalıyor. Zamanı gelip kızdan bir oğlan doğuyor. O da tez büyüyüp erişkin oluyor. Bunu Barkaya diye adlandırıyorlar. Bu pek akıllı yetişkin çocuk oluyor. Böyle yaşayıp dururken, o yurdun hanı rüya görüyormuş. Han büyük erkek at ile giderken, bunu kırk köpek iki bölünüp, hanın sağ tarafından da sol tarafından da çekiştirip, attan yolup düşürüp, parçalayacak oluyorlarmış. Han bu rüyasını vezirlerine yorumlatmak istiyor. Vezirleri de bir şey söylemiyorlar. Sonunda han yurduna haber salıyor: Benim rüyamı düzgün yorumlayan adama neyi seviyorsa onu veririm diye. Bir kimse de yorumlayamıyor. Bu haber Barkaya ya da yetiyor. Çocuk geliyor han a rüyanı ben yorumlayım diye. Yorumla diyor han. Barkaya diyor ki han a: Senin kırk vezirin var. Bu kırk vezirin iki bölünüp, yirmişer olup, senin karın ile anlaşıp, karına seni öldürtüp, seni tahttan indirip, başka han koymak istiyorlar. Yirmi vezirin senin yatağına bir adam ı koymak istiyor. Diğer yirmisi başka adamı. İnanmasan gece nöbetçi koy. Gece geçe yarısı vakitte vezirlerin karına geldiğini görürsün diyor Barkaya. İnanmasa da han, nöbetçi koyuyor. Baksalar, kırk veziri de gece yarsı vakitte hanın karısına gelip, hanı nasıl öldüreceklerini, hem de kimi han yapacaklarını konuşuyorlar. Sonunda han kırk vezirini de darağacına asıp öldürüyor. İşte bu kırk vezir idi açıkça kafa tasının alnına öldükten sonra kırk adam öldürürüm diye yazılması. Han Barkaya yı kendisi ile kaldırıp vezir yapmak istiyor. İstese de Barkaya inanmayarak, Ana İdil Nehri boyuna gidip, avcılık, balıkçılık ile geçinip başlıyor. Barkaya büyüyüp, büyük adam oluyor. O çoğunlukla avcılık yapıp gezmiş. Bu nedenle halka pek karışmamış. Gece-gündüz ormanda, nehir boyunda gezdiğinden Barkaya nın tüm gövdesini tüy basmış, başına uzun saç bitmiş, sakalı tüm göğsünü örter olmuş. Kendisi zorlu, güçlü, kuvvetli olmuş. Barkaya ya halk Baba-Tüylü Saçlı Aziz diye ad takmış. Bir defasında Barkaya, sözde Baba Tüylü Saçlı Aziz, tatlı gölde, tan ağardığı zamanda olta ile balık tutup dururken, gölün kenarına dokuz ak-kuğu gelip konuyor. Konsa konsun, birden kanatların çırpıp bırakıyorlar da, ak-kuğu elbiselerini bırakıp, dokuzu da içtiği su damağından görünen, yüzük gibi kızlar oluyorlar. Barkaya bunları görüp, yavaşça kenara çıkıyor hem gizlenip bunlara yaklaşıyor. Bu dokuz kızın güzelliklerine hesap yok, ak kuğu elbiselerini gölün kenarına bırakıp, kendileri göle girip, Yüzmeye başlıyorlar. Barakaya kızların birine pek aşık oluyor hem yavaşça, bildirmeden bu kızın, ak-kuğu elbiselerini çalıyor. Kızlar yüzmeyi bitirip çıkıp giyinip başlasalar, bir kızın elbisesi yok. Ne yapsınlar, sekizi giyinip tekrar ak-kuğu olup, uçup gidiyorlar. Birisi ağlaya-ağlaya kalıyor. Sonunda kamışlığın içinden Barkaya çıkıyor. Barkaya diyor ki kıza: Ben sana aşık oldum. Sen gidersen, ben kaygıdan öleceğim. Senin elbiselerin bende. Ben sana elbiselerini vereyim, tek sen benim karım olursan. Kıza çare yok, kız diyor ki: Peki, ben senin karın olayım tek sen haftada bir kere elbiselerimi verip, öz ablalarıma, varıp gelmeye izin verirsin. İyi diyor Barkaya. Bunlar yaşayıp gidiyor. Barakaya balık tutuyor, geyik vuruyor. Karısı onları kurutuyor. Bir hayli zaman geçtik ten sonra, Kadın Hamile kalıyor. Bir defasında Barkaya balık avlayıp eve dönse, karısı yok. birikintinin içinde bir çocuk ağlıyor. Koşup varıp baksa yeni doğmuş erkek çocuk yatıyor. Barkaya karısını arıyor, çağırıyor yok. Sonra varıp ak kuğu elbiselerini gizlediği yerine varıp bakıyor. Baksa, ak kuğu elbisesi de yok. O zamanda Barkaya ak kuğu kızın tamamen gittiğini anlıyor. Çare yok, Barkaya çocuğu alıyor köye dönüyor. Çocuğa Kutlu Kaya diye ad veriyor. Kutlu Kaya küçüklükten başlayıp babası ile birlikte ava çıkıp başlıyor. Ava pek usta oluyor. Özellikle de avcı kuşlarına pek usta. Genç büyüdüğünde avcı kuş yavrularını eğitmeye başlıyor. Bunun yavru kuşları gibi alımlı kuş hiçbir yerden bulunmuyor. Bu Kutlu Kaya nın yaşadığı yurdun hanı Toktamış ta avcı kuşları pek seviyormuş. Toktamış ta Kutlu Kaya nın ustalığını duyup, onu kendine kuşçu olarak alıyor.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

130

Friday, 16.10.2015, 14:11


Kiril ve Metodius kardeşler 9. yüzyılda Selanik’te doğmuşlar. Slavlar arasında Hristiyanlığın yayılmasını sağlayan misyonerler. Kiril alfabesinin merkezini oluşturan Glagolitik alfabeyi geliştirmişler.Kiril ve Metodius kardeşler, Ortodoks dünyasında Hz. İsâ (as)’nın havarîleri ile aynı derecede kutsanmış kişilerdirler.

Kiril’in teoloji alanındaki yetkinliği ile birlikte Müslüman ve Yahudî dillerini (Arapça ve İbranîce) çok iyi konuşması, O’nu Bizans İmparatorluğu’nun dış ilişkilerinde “vazgeçilmez” kılmıştır. Abbasî Halifesi Mûtewekkîl huzurunda Arap dîn bilginleriyle beraber “Teslîs”i tartışmaya gidecek ve bu sayede halifelik ile imparatorluk arasındaki diplomatik ilişkilerde olumlu rol oynayacaktır. Kiril ayrıca Yahudîlik’le ilgili de yazılar yazmış, fakat daha çok aleyhte bir dil kullanmıştır. Yazılarındaki Yahudî karşıtlığı, Hazar Kağanlığı ziyaretinin sonucu olarak değerlendirilmektedir. (Bilindiği gibi Hazar Hanları, siyasî bir tercih yapmış ve ne Müslüman halifeliğinin ne de Hristiyan imparatorluğunun tabiyetine girmek istediklerinden, Yahudîlik’i “devlet dîni” olarak kabul etmişlerdir)

Kiril 860 yılında Bizans İmparatoru III. Mihail’in isteği üzerine Hazar Hanlığı’na gidecektir. Görevi, yayılmakta olan Yahudîlik’i engellemektir. Ancak bu görev başarısız olacak ve Hazar halklarının “resmî dîni” Yahudîlik olacaktır. Görevden İstanbul’a döndüğünde üniversitede öğretim üyesi olacak, kardeşi de bu süre zarfında Bizans bürokrasisinde yükselecektir.

862 yılında iki kardeş, onları Hristiyanlık tarihinde önemli bir yer almalarını sağlayacak görevle görevlendirilirler. Moravya Prensi Rastislav, İmparator III. Mihail ve patriğe mesaj göndererek, yönetimindeki Slav halklarını Hristiyanlık dînine geçirecek misyonerler isteyecektir. Bu isteğinin sebebinin dînî değil siyasî olduğu anlaşılmaktadır. Rastislav Franklar’ın sayesinde başa geçmiş ancak şimdi bağımsız hareket etmektedir. Roma’dan gelen misyonerleri ülkesinden kovmuş, onun yerine Bizans’tan misyoner istemiş, hem de siyasî destek talebinde bulunmuştur. Bu istek bölgede Bizans etkisinin genişlemesi için bir fırsat olarak değerlendirilecek ve göreve Kiril ve Metodius kardeşler gönderilecektir.

Kardeşler öncelikle bu devâsâ görevde kendilerine yardımcı olacak dîn adamlarını yetiştirirler. 863 yılında ise İncil’i Eski Slavca’ya çevirirler ve dînlerini yaymak için Slav halklarının arasına giderler. Görevlerinde başarıya ulaşacaklardır. Ülkede Franklar’ın Alman dîn adamlarını bulurlar. Bunlarla dînî anlamda çatışmalar yaşanacaktır. Görevlerini daha iyi yerine getirmek için Glagolitik Alfabe’yi geliştirirler ki, alfabe, Slav el yazmalarında kullanılan ilk alfabedir.

Kiril ve Metodius kardeşler, Glagolitik Alfabe’yi geliştirerek bundan yeni bir alfabe icâd etmişlerdir. Bu alfabe, Eski Slav dilinin yazılabilmesi için geliştirilen ilk alfabedir. Kiril Alfabesi bu alfabeyi esas alarak şekillenmiş ve günümüzde ağırlıklı olarak Slav dillerinde kullanılmaktadır.

Kiril ve Metodius kardeşler, Hristiyanlık için önemli metinleri de Slav diline çevirerek ilk Slav yasalarının oluşturulmasına öncülük etmişlerdir. Kardeşlerin İncil’in hangi kısımlarını Slav diline çevirdiklerini tam olarak bilinmemektedir. Ayrıca kaynak İncil olarak Roma mı yoksa Constantinople İncili’ni mi aldıkları bilinmemektedir.

867 yılında Papa I. Nicholas, kardeşleri Roma’ya çağırır. Slav halkları arasındaki misyonerlik faaliyeti bu sırada “Salzburg Başpiskoposu” ve “Passau Piskoposu” olan Teotmar’ı rahatsız edecektir. Teotmar bu bölgede Bizans etkisine karşıdır. Clement’e ait dînî değeri olan eserlerle Panonya (Blaton bölgesi) üzerinden 868 yılında Roma’ya ulaşırlar. Beraberlerindeki değerli eserler yüzünden çok sıcak karşılanırlar. Constantinople ile Roma arasındaki çekişme yüzünden gelişlerine kuşkuyla bakılan kardeşler, bilgileriyle de dikkat çekince Slav halkları arasında yaptıkları misyonerlik faaliyeti Roma tarafından desteklenir. İkilinin yardımcıları olan Formosus ve Gauderic de Roma’da bulundukları sırada kilise hiyerarşisinde yükselirler. Yolculuk sırasında yorgun düşen Kiril hastalanır. 14 Şubat 869 günü hayatını kaybeder.

Kiril ve Metodius kardeşler, misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde Slav halklarının kültürel gidişatını etkilemiş ve “Slavlar’ın Önderleri” ünvânına layık görülmüşlerdir. Ölümlerinden sonra, Slav halkları arasındaki çalışmalarını öğrencileri devam ettirmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

131

Friday, 16.10.2015, 14:13


Safiye Sultan yada Sofia Baffo, Sultan Üçüncü Mehmed’in annesidir, genç ve güzel Venedikli bir kızdır. Korfu valisi olan babasının yanına giderken Akdeniz’de bir çatışma sırası Türk denizcilerin eline geçer. İstanbul’a getirilerek saray haremine satılır. Osmanlı terbiyesine göre eğitilip öğretildikten sonra, Nurbanu Sultan tarafından oğlu Şehzade Murat’a sunulur. Adı Safiye olur.

Safiye Sultan, Kanuni’nin torunu ( Sultan İkinci Selimin oğlu) 3. Murad Hana hediye edilmek üzere
Manisaya getirilmişti. Acemi cariyeler dairesine alındı. Ama harem kurallarına riayet edilmemiş olundu.çünkü saraya daha çok küçük yaşlardaki kızlar alınır ve terbiye edilirdi. Fakat sinyorina hareme göre yaşca büyüktü. Böylece sinyorina girdiği her ortamda dikkatle gözlemler yapıyor ve geleceği için büyük hayaller kuruyordu. Artık safiye idi. Zekasına güveniyordu. Amacı Sultan Murad ile evlenmek hayallere sığmayan mertebelere çıkmak cihan devletinin birinci kadını olmaktı.Bu amaç için tüm hayatını harcadı.

26 Mayıs 1566 günü şehzade Mehmed’i doğurdu. Artık istikbale daha umutla bakıyordu (kendisinden 44 yıl önce Avrupa’nın bir köşesinde doğan bir papazın kızı olan hürrem sultanı kendisine örnek almaya başladı. Hürrem Sultanın Kanuni Sultan Süleyman üzerinde kazandığı nüfusu düşündükçe kendisinde aynı gücü buldu.) Mücadeleleri sonucu Safiye Sultan, Sultan Murad üzerinde etkili oldu kayın validesi Nur-banu valide ve görümcelerini bertaraf ederek Haremi Hümayunun tek hakimi oldu. 45 yaşında dul kalınca hayatının en büyük safhası kapanmış. Artık valide sultan ve imparatoriçe idi. Amacına ulaşmış yeryüzünün birinci kadını olmuştu. Artık bu makamı elinde tutmak için çalıştı. Torunlarından şehzade Mahmut’un boğulmasında önemli bir rol oynadı. Şehzade Ahmet ise babannesi bertaraf ederek

Topkapı Sarayından uzaklaştırdı. Safiye sultan 10 kasım 1605 te vefat etti.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

132

Friday, 16.10.2015, 14:15


Robin Hood, İngiliz halk hikâyelerinde -10. yy.'da ortaya çıktığı tahmin edilen- mevcut olan, belki gerçek olan bir hayduttur. Robin Hood hakkındaki birçok kaynak, O'nu en çok Fulk FitzWarin isimli bir Norman soylusunun Kral John'a karşı olup haydut olmasıyla bağdaştırır. İlk Robin Hood hikâyelerinde haydutun düşmanı şeriftir, ancak şerif bu role sadece görevi vesilesi ile katılmaktadır. Ancak daha sonraları şerif despot, görevini kötüye kullanan, topraklara saldıran, yüksek vergilendirmenin yanı sıra fakirlere kötü davranan biri olmuştur. Bazı hikâyelerde de Prens John'düşmanıdır ve bazen de yanlış olarak Aslan Yürekli Richard düşmanıdır. Robin Hood'un en eski hikâyelerinde; O bir çiftçidir. Daha sonraki hikâyelerinde de bir soylu olmuştur. Hatta bazı hikâyelerinde Haçlı Savaşlarına bile iştirak etmiştir, savaşlardan geri döndüğünde de şerif topraklarını alıkoymuştur. Hikayeler Robin Hood sayesinde İngiltere'nin en ünlü ormanlarından biri olan Sherwood Ormanı'da geçmektedir. Bu orman da Nottinghamshire'da bulunmaktadır.Robin Hood birçok film, kitap, çizgi dizi ve oyunlara konu olmuştur. Robin hood'un en iyi yardımcılarından biri Küçük John dur. Robin Hood zenginlerin mallarını çalıp fakirlere dağıtan bir kahramandırRobin Hood, İngiliz halk hikâyelerinde mevcut olan bir hayduttur. Robin Hood hakkındaki birçok kaynak, onu en çok Fulk Fitzwarin isimli bir Norman soylusunun Kral John'a karşı çıkarak haydut olmasıyla bağdaştırır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

133

Friday, 16.10.2015, 14:16


Topkapı Sarayındaki Çifte Kasırlar veya Veliahd Dairesi olarak bilinen yapı şehzadeler için kafes olarak kullanılmıştır
Kafes, Osmanlı İmparatorluğu haremi içinde tahta çıkması muhtemel şehzadelerin muhafızlar tarafından sürekli olarak ev hapsinde tutuldukları yerdir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

134

Friday, 16.10.2015, 14:21


CELALİ İSYANLARI 17’nci yüzyılın I. Ahmet ve IV. Murat dönemlerinde, ekonomik sebepler başta olmak üzere toplumsal ve siyasal alanda bozulmaların yaşanması sonucunda Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ayaklanmalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Anadolu’da çıkan bu isyanlara Celali İsyanları adı verilmiştir. Ekseriyetle halk tarafından çıkarılan celali isyanlarına, savaşlardan kaçan askerler, medrese öğrencileri ve başıboş kalan donanma askerleri katılmıştır. Meydana gelen bu isyanların en önemlileri Canbolatoğlu, Kalenderoğlu, Karayazıcı, Deli Hasan, Katırcıoğlu, Gürcü Nebi ve Tavil Ahmet isyanlarıdır. İsyanların bastırılmasında ve önlenmesinde Padişahların halkın ezilmemesi için Adalet nameler yayınlattığı bilinmektedir, fakat yapılan bu iyimser hareketler merkezi otoritenin zayıflığından dolayı istenen amaca ulaşamamıştır. Celali isyanlarının kısaca sebepleri şu şekilde özetlenebilir: 1. Osmanlı Devleti’nde tımar sisteminin bozulması ve iltizam sisteminin yaygınlaşması sonucunda isyanlar görülmeye başlamıştır. 2. Ekonomik durumu gittikçe kötüye giden halkın üzerinden daha fazla vergi alınmaya çalışılması sonucu bu isyanlar görülmüştür. 3. Kadıların ve Sancakbeylerinin adaletsiz davranışları ve haksız vergi alımlarına gitme teşebbüsleri halkın huzurunu iyice kaçırmıştır. 4. Osmanlı Devleti’nin 17‘nci yüzyılda yaptığı savaşlarda başarılı neticeler alamaması nedeniyle askerlikten kaçanlar eşkıyalık yapmaya başlamışlardır. 5. Avusturya ve İran ile yapılan savaşların uzun sürmesi halkı iyice yıpratmıştır. Celali İsyanlarının sonuçları ise kısaca şu şekilde özetlenebilir: 1. Halkın Osmanlı Devleti’ne olan güveni iyice azalmaya başlamıştır. 2. Anadolu’da Osmanlı Devleti’nin otoritesi sarsılmış, huzur ve asayiş muhafaza edilemeyecek duruma gelmiştir. 3. Vergilerin düzenli toplanamaması nedeni ile devlet gelirleri giderek azalmıştır. 4. Kırsal kesimlerde yaşayan halk şehirlere göç etmeye başlamıştır. Köyler yavaş yavaş boşalmaya başlamıştır 5. Köylerin boşalması neticesinde tarımsal faaliyetler azalmaya başlamış, ekonomik hayat durgunlaşmış ve şehirlerde işsizlik artmaya başlamıştır. 6. Osmanlı ve Avusturya arasında yapılan savaşlarda ekonomik sıkıntılar yaşanmaya başlamıştır. Bu durum savaşların seyrini değiştirmiştir. 7. Çıkan ayaklanmaların bastırılması için isyancıları şefleri konumundaki kişilerin bazıları öldürülmüş, bazılarına da devlete bağlılıklarını göstermeleri şartıyla rütbeler ve devlet görevleri verilmiştir. Bu durum benzer birçok isyanın çıkmasına sebep olmuştur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

135

Friday, 16.10.2015, 14:22


Budist Sigiriya Kalesi
KRAL KASPAYA EFSANESİ VE KALENİN HİKAYESİ Ne kadar gerçektir, ne kadar hayal ürünüdür bilinmez ama rivayet edilir ki evvel zaman içinde; Anuratapura Kralı Datusena’nın güzeller güzeli bir kızı ve yakışıklı iki oğlu varmış. Oğullarından biri eşinden, diğeri ise cariyesinden doğmuş. Cariyenin oğlu Kaspaya, babasına sürekli kendisini ikinci planda bıraktığı için kızıyor, ağabeyi Mugalan ya da Migara'ya tahtı tahtı kaptırmamak için de sürekli fırsat kolluyormuş... Anuratapura Kralı Datusena, kendi koltuğuna göz koyan oğullarını pek sevmese de kızını o kadar fazla seviyormuş. Gelinlik çağına gelen kızını hiç kimselere vermeye kıyamıyormuş ama gördüğü bir rüya üzerine Senpati adlı bir prens ile evlendirmeye razı olmuş. İki genç dillere destan olacak şekilde kırk gün kırk gece süren düğünle evlenmişler. Fakat dünya durdukça çözülemeyecek gibi görünen sorun onların da mutluluğuna gölge düşürmüş. Artık gelin mi fazla nazlı imiş, yoksa kayınvalidesi mi fazla gaddarmış bilemiyoruz fakat kısa sürede malum gelin – kaynana kavgalarları başlamış. Huzursuz olan gelin bir gün gözyaşları içinde babasına, kayınvalidesini şikayet ederek, kendisine neler yaptığını bir bir anlatmış. Datusena Anuratapura Kralı da olsa bir baba olduğundan hislerinin sesine kapılarak zalim kayınvalidenin öldürülmesine ferman vermiş... O bir baba olarak hislerine yenilir de damadı Senpati bir oğul olarak anne acısına katlanabilir mi? Efsane onun eşine ne dediği ya da ne yaptığı konusuna ipucu vermiyor ama annesinin öcünü almak için krala karşı bir isyan başlatığını görebiliyoruz. İsyan sırasında en büyük destekçisi de uzun yıllardır tahta göz koyan eniştesi Kasyapa'dır. Senpati'nin isyanına destek veren Kaspaya savaştan galip çıkar ve kral olabilmek için babasını canlı canlı bir duvarın içine gömdürür, Kardeşi Migara da hayalini kurduğu tahta çıkmak yerine aynı akıbete uğramamak için Hindistan’a kaçar. Migara intikam için ordu toplayıp, fırsat beklerken, onun intikam için geri döneceğini tahmin eden Kasyapa da hükümdarlığını korumak için çareler arar... Ve huzurlu yaşayabilmek için olağanüstü bir kale yapmaya koyulur. Efsaneye göre de, Milattan Sonra 477 –495 yılları arasında tarihlenen yaklaşık 20 yıllık kralığı sırasında bu kaleyi de bitirmeyi başarır. Muhteşem kale Sigiriya Kayası üzerindedir. Sigiriya Kalesi; yemyeşil bir vadinin ortasında adeta bir gemi güvertesi gibi çıkıveren 370 metre yüksekliğindeki volkanik kaya oluşumu üzerinde, Kral Kasyapa’nın yeni sarayı olur. Fakat, Prens Migara, yıllar sonra Hindistan’dan topladığı bir ordu ile geri döner ve beklenen savaş başlar. Ve kardeşinin ordularını darmadağın eder. Ağabeyinin ordularının önünde kendi ordularının darmadağın olduğubu göre Kral Kasyapa, durumu onuruna yediremeyerek harakiri yapar ve intihar eder.Her ne kadar Sigiriya kalesinin ondan sonra bir daha kullanılmadığı ididia edilse de burasının bir süre manastır olarak kullanıldığı anlaşılmaktadır....

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

136

Friday, 16.10.2015, 14:25


Ateşin Keşfedilmesi ( Iroquois Efsaneleri )
Mohawklar’da, günümüzde de eski zamanlardaki gibi, bir oğlan 14 yaşına girdiği zaman, uzaklarda dağlarda, kutsal bir yere gitmek için, babası eşliğinde uzun bir yolculuğa çıkması adettenmiş. Babasının talimatlarını dinledikten sonra, oğlan orada en az dört gün yalnız kalırmış. Bu süre içinde, genç Mohawk “Dream Fast” adı altında bilinen “düşlemek için oruç tutma” törenini yerine getirirmiş.

Bu ayin onun için çok önemliymiş.

Onu başarmak, artık bir çocuk değil, bir yetişkin olduğu anlamına gelirmiş. Oruç süresince, kılanının ruhu rüyasına girermiş ve hangi kuşun, hangi hayvanın veya hangi bitkinin hayatı boyunca onun koruyucusu olacağını açıklarmış. Oruçtan sonra, rüyasında beliren yaratığın bir şeyini koruyup sonsuza kadar onu hekim-çantasında saklamalıymış.

Mohawklar’da üç kılan varmış: Ayı Kılanı,Kaplumbağa Kılanı ve Kurt Kılanı. Eğer oruç tutan kişi Kaplumbağa Kılanı mensubuysa, Kaplumbağanın Ruhu bir rüyasında belirirmiş ve ona gelecekteki Koruyucusunu gösterirmiş. Eğer Kılanının Ruhu ona orucu sırasında belirmezse, onu her gün ziyaret eden babası onu kurtarır ve tam bir başarısızlık duygusu içinde onu eve götürürmüş. İkinci bir şansı olmazmış. Oruç tutan kişi oruç mekanını, yalnızca kısa bir süre için güneşin batışından sonra terk edebilirmiş. Susuzluğunu gidermek için su içebilirmiş, ancak yemek yemesi yasakmış.

Otsiera (Oh-gee-A-rah) Ayı Kılanının mensubuymuş ve meşhur bir şefin oğluymuş. Birçok yönden başarılıymış: koşuda en hızlıymış, oyunlarda hep birinciymiş ve ulusun en iyi çomak oyuncularından biriymiş; oklarını diğer bütün arkadaşlarından daha uzağa ve düzgün fırlatabilirmiş; ormanları ve nehirleri çok iyi bilirmiş ve avlanmadan elleri, daima ihtiyacı olanlar arasında paylaştırdığı, geyik etiyle dolu dönermiş. Halkının gururuymuş.

Tören zamanı gelmiş. Çilekler Ay’ı dönemiymiş. Otsiera gücünü ve dayanıklılığını sınamak için sabırsızlanıyormuş. Dağın çok yükseklerinde, kocaman bir kornişin üzerine genç ağaçlarla kulübesini kurmuş. Daha sonra onu yağmurdan korumak için üzerini belsem çamı ile kaplamış. Çarıkları ve iç donu hariç tüm giysilerini çıkarmış. Kılanının Ruhuna yalvarmış ve bu basit sığınağın içine girmiş. Ancak dört güneş sonrasında, hâlâ Kılanının Ruhu genç savaşçıya belirmemiş.

Beşinci güneş de doğmuştu ki babası belirmiş. Sığınağın dallarını sallamış ve Otsiera’dan dışarı çıkmasını istemiş.

Boğuk ve zayıf bir sesle babasından bir gün daha vermesini rica etmiş. Babası bir sonraki gün köye dönmesini gerektiğini söyleyerek oradan ayrılmış. O gece, Otsiera kulübesinden dağı seyrediyormuş. Uzaklardan şimşeğin boğuk gürlemesini duymuş. Bu gürlemeler gitgide şiddetlenmiş, yıldırımlar gökyüzünü aydınlatıyormuş...

“Büyük Yıldırım Adam Ratiweras (Rah-dee-way-rahs) bana yardım et, bana Kılanımın Ruhunu gönder” diye yalvarmış. Henüz konuşmasını bitirmemiş ki, kör edici bir yıldırım gökyüzünü aydınlatmış ve gök gürültüsü dağın zirvesini titretmiş. Otsiera bakmış ve Kılanın Ruhunu görmüş: Kulübesinde, yanı başında duran kocaman bir ayı...

Birden Ayı konuşmuş: “Bu gece Otsiera, yalnızca sana değil, bütün Onkwehonwe’lara (oon-gway-HOON-way) yardımcı olacak bir güç elde edeceksin. Kör edici bir yıldırım olmuş Otsiera görsel rüyasından çıkmış. Gözlerini ovuşturup Kılanının Ruhunu aramış... Ayı gitmiş. Oğlan kendi kendine koruyucusunun kim olacağını düşünmüş. Dışarıya bakmış. Fırtına henüz dinmemiş. Ve birdenbire dışardan gelen garip bir ses duymuş. Bu bir gıcırtıymış. Kendi kendine hangi hayvanın veya hangi kuşun bu kadar iğrenç bir gürültü çıkarabileceğini düşünmüş...

Ancak bu gürültü durmuş; ve neredeyse başının üzerinde, bu gürültüye neyin neden olduğunu görmüş: rüzgarla beraber iki çam ağacı, dallarını birbirininkine sürtüyormuş. Otsiera bakmış ve garip bir şey görmüş: dağa doğru esen, şiddetli rüzgar, ağaçları gitgide daha hızlı bir şekilde eğiyor ve sallıyormuş. İki ağacın birbirlerine sürtündükleri yerden ince bir duman şeridi belirmiş... ve ağaç ateş almış!

Otsiera önce çok korkmuş. Halkından hiç kimse ateşi bu kadar yakından görmemiş ve ondan korkulurmuş. Oğlan, Kılanının Ruhunu hatırlamış. “Büyük Ayı, hiç şüphesiz bundan söz ediyordu” diye düşünmüş. İşte o gün Otsiera iki kuru çam ağacı dalını eline almış; bir gece önce fırtınada gördüğü üzere, dalları birbirine sürtmeye başlamış. Çok çabuk yorulmuş ve tam dalları atmaya hazırlanırken, ince bir duman şeridi fark etmiş. Sedir ve kuru otla hemen büyük bir ateş yakmış.

Gün ortasında babası iki şefle beraber geldiğinde, mutlu bir Otsiera bulmuş. İleride halkından herkese yardım edecek güçlü bir Koruyucusu ve büyük bir gücü vardı.

Çok uzun zaman öncesinde, ateş Gerçek Halk olan Onkwehonwe’lara işte böyle gelmiş.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

137

Friday, 16.10.2015, 14:26


Bir Kızılderili Efsanesi: Dumanla haberleşme
uzaktan uzağa iletişim. mektup, telgraf, telefon, e-posta, v.s. şeklinde uzanırken yakın zamanımızda akraba çıkma heyecanı ile takip ettiğimiz kızılderililerin kullandığı çok ilkel (-ki yaşadıkları dönem bunu gerektiriyor) basit iletişim; dumanla haberleşme.bir adaya hapsolduğunuzu düşünün. en kısa yoldan kurtulma şekli ateş yakmak ve duman sayesinde o yakınlardan geçen gemilerin yaktığınız ateşi doğal olarak sizi fark edip kurtarması.

şu modern çağımızda, iletişim ağının öncüsü olarak algılayabiliriz bu bulguyu. en yüksek tepelerde ve dağlarda yakılır. bu sayede görüş daha basit hale getirilir ve daha kısa zamanda mesaj yerine ulaşır. duman işareti duman battaniyesi ile yapılıp, rüzgara bırakılır. bu oluşum karşıdakinin dikkatini çekene kadar sık sık ve uzun olarak yapılır. Çünkü onlar sık sık dikkat çekme yada haber iletmek için duman işareti veriyorlardı, bugün deşifre edilebilecek standart işaretleri yoktur. Her kabile kendine ait sadece alıcıların tercüme ettiği duman işaretleri vardır.

genellikle bir duman bulutu “uyarı” anlamına gelir.iki duman bulutu ise “sorun çözüldü” şeklinde yorumlanır.üç duman bulutu bırakıldığında ise; “gerçekten çok ciddi bir sorunla karşı karşıyayız.” yada ” büyük bir tehlike var” anlamını taşımaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

138

Friday, 16.10.2015, 14:29


Eski Türklerde Ödeme Araçları: Kâğıt Para Çav’ın Kullanımı
Tarihî devirlerden itibaren Türklerin ticaret hayatında kullandıkları ödeme araçları bölgeden bölgeye değişen ve çeşitlenen bir yapıya sahip olmuştur. Türk sosyal ve iktisadî tarihinin önemli kaynakları olan Uygur sivil belgelerinde, ticaretteki ödeme araçları ile ilgili zengin bilgiler bulunmaktadır. Belgelere göre, geçerli en yaygın uygulamalardan biri mal karşılığı mal veya hizmet karşılığı mal mübadelesi şeklindeki aynî ödemelerdir. Aynî ödemelerde kullanılan malların başında tarıg, ür ~ üyür, kepez gibi önemli tarımsal ürünler gelmekteydi. Bunun dışında Uygurlarda ticarette ödeme aracı olarak kumaş cinsinden materyallerden böz, kuanpo da önemli ölçüde kullanılmıştır. Yine madeni paralar ile yapılan ödemeler içinde altın, kümüş ve bakır para birimleri dikkati çekmektedir. Uygurlarda kullanılan bir diğer önemli ödeme aracı kâğıt paradır. İlk olarak 8. yüzyılın ortalarında Tang hanedanı döneminde başlayan kâğıt para sistemi, Yüan döneminde, özellikle Kubilay Han (1260-1295) döneminde zirveye çıkmıştır Çince kökenli çav (< ch’ao) kelimesiyle adlandırılan bu para birimi Yüan döneminde genellikle 2274gr. olan yastuk ile birimlendirilmiştir. Kubilay Han zamanından itibaren, Çin’de Yüan döneminde parlamaya başlayan çav para birimi en yaygın şekilde Uygur tüccarlar tarafından kullanılmıştır. Uygur sivil belgelerinde kâğıt para sadece çav ve Kubilay dönemine işaret eden çung-tung bav çav olarak geçmektedir. Kâğıt para sistemi Uygurlarla birlikte Türk-Moğol devletlerinin ticaret hayatına büyük kolaylıklar getirmiş ve canlandırmıştır. Bunun yanında Uygur tüccarlar kâğıt paranın uluslar arası yaygınlaştırılmasında da önemli görevler üstlenmişlerdir. A. Melek Özyetgin
Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

139

Friday, 16.10.2015, 14:30


Tanrılara Verdiği Sözde Durmayan Kral Laomedon
Kral Laomedon, verdiği sözde durmazlığın, dönekliğin ve güvenilmezliğin simgesidir. Bu tutumu hem kendisine, hem çocuklarına hem de kralı olduğu Troia’nın başına felaketler getirmiştir.

İlos ölüp de yerine oğlu Laomedon kral olduğunda, Troia (İlion) şehrinin çevresinde şehri koruyacak surlar yoktu.

Bunun üzerine Tanrıların tanrısı Zeus, kardeşi Poseidon’la Oğlu Apollon‘a karşılığını almak şartıyla Kral Laomedon’un hizmetinde çalışmayı buyurur.

Poseidon, şehrin etrafını sağlam, geniş surlarla çevirir. Apollon ise İda dağının ormanlık alanlarında Laomedon‘un sığırlarını güder. Böylece mevsimler geçer. Nihayet ücretlerin ödenme zamanı gelir. Gelgelelim Laomedon, tanrıların emeklerinin karşılığını vermeye yanaşmaz. Ücretlerini ödemek şöyle dursun, bir de küstahça çıkışarak onları aşağılar. Bununla da yetinmez, “şimdi sizin ellerinizi ayaklarınızı bağlar, tunç kılıcımla kulaklarınızı keser, uzak adalarda köle diye satarım” diyerek bir de gözdağı verir.

Laomedon, tanrılara böylesine kafa tutma cesaretini nereden almıştı bilinmiyor, ama vay sen misin böyle davranan! Tanrılara verilen sözü tutmamak, hele de onları aşağılamak ne demek!

Apollon, hedefini şaşmaz oklarıyla şehre veba yağdırır. Poseidon da denizden ejderha gönderir Troia‘ya. Ejderha, şehir halkına aman vermez. Tanrıların sözcüsü bu beladan kurtulmanın tek yolunun, Laomedon’un kızı Hesione’nin canavara sunulması olduğunu söyler. Kral çaresizlik içinde razı olur buna. Kızını bir kayaya bağlayıp gider.

Tam bu sırada yiğit Herakles de Troia kıyılarına ayak basar. Olanları öğrenince Laomedon‘a kızını kurtaracağını söyler. Ama kraldan bu hizmetine karşılık değerli atlarını vermesini ister.

Söz verip de caymak kanına işlemiştir Laomedon‘un;
Laomedon, Herakles‘in yardım önerisini kabul eder, atları vereceğine dair yemin de eder. Herakles atları dönüşte alacağını söyleyerek yoluna gider. Dönüşte, kralın yeminle söz verdiği atları alıp getirsin diye arkadaşı Telamon’u gönderir. Ne var ki, söz verip de caymak kanına işlemiştir Laomedon‘un. Atları vermek şöyle dursun, bir de üstelik Telamon’u zindana attırır.

Bu davranışı da onun sonunu getirir. Herakles şehri basar, altını üstüne getirir, hem Laomedon‘u hem de biri hariç bütün oğullarını öldürür.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

140

Friday, 16.10.2015, 14:32


Dünyanın İlk Güzellik Yarışması
Tanrılar, Deniz tanrısı Neraus’un kızı Thetis’in düğünü için Olympos’ta toplanırlar. Düğün aslında belli dengelerin bozulmamasını amaçlamaktadır. Thetis bir ölümsüz olmasına karşın, bir ölümlü ile Phthia kralı Peleus’la evlendirilmektedir.Bunu istememektedir ama karar Zeus’tan geldiği için sesini çıkaramaz. Düğünde bir tatsızlık çıkmaması için Kavga-Nifak tanrısı Eris törene çağrılmaz. Eris buna çok gücenir. Yiğit Heraklis’in “Akşam kızları” (Hesperides) nın bahçesinden çaldığı altın elmalardan biri Eris’in eline geçer. O da üstüne “En Güzele ” yazarak elmayı, şölen sofrasına atar.

Tanrılar ne edeceklerini şaşır. Zeus zor durumdadır. Elmayı kime verse bir sorun çıkacaktır. Karısı Hera elmayı kapar, Athena ile Aphrodite buna razı olmaz.

Zeus şöyle bir çözüm bulur: “En güzeli” İda çobanı Paris seçecektir. Hermes üç güzelle İda dağının yolunu tutar.

Zeus’un buyruğu Paris’i şaşırtır. Tanrıçaların üçü de birbirinden güzeldir. Üstelik her biri kendisini seçmesi için bir şey vadetmektedir. Hera “Elmayı bana verirsen Asya ve Avrupa krallığı senin olur.” Athena “Beni seçersen savaşta dünyanın en yararlı, en başarılı yiğidi olursun.İnsanüstü bir akıl bağışlarım sana” Aphrodite ise, gülümseyerek “Benden san en güzel kadının sevgisi” der.

Paris elmayı Aphrodite’e uzatır. Böylece ilk güzellik yarışması sonuçlanır. Paris Troya’ya geçer. Zamanla Kral Priamos’un oğlu olduğu anlaşılır. Ama ailesiyle geçinemez.Yaşantısı değişmiş, güzellik peşinde koşar olmuştur ve gemileriyle denize açılır.