Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

1

Friday, 11.09.2015, 22:47

Sümerler..


KİMDİR SÜMERLER?
Sümerler,Sümerliler diye biliriz gerçek Sümerlilerdir. Sümerliler buluntukları yere Sümer demişlerdir.Kendilerine ise KENGER
Tarihin ilk büyük uygarlığını kuran Sümerler İ.Ö.4000 ortaya çıkıp 3200 lerde de yazıya başlamışlardır.Yaşam alanlarıda Mezopotamyadır. (Irak'ın güneyi Dicle ve Fırat nehrinin birleşip nehire aktıkları yere yakın olan kısım )
Sümerlerin kökeni ,bilim adamları arasında tartışma konusu olmuştur.Bir kısmı Orta Asya'dan doğu dan geldiklerini ,dillerinin Ural-altay dillerine benzediğini söylemişlerdir .Bazıları ise nereden geldiklerinin belli olmadığını, dillerininde ne yaşayan nede ölü hiçbir dile benzemediğini iddia etmişlerdir.Son çalışmalar ilk tezi doğrulayacak şekilde dillerinin Türk diline benzediğini daha cok kanıt olması için çalısmalarının devam ettiği yönündedir.Dil yeterli degildir dil ile birlikte diğer kültürleri ,arkeolojiside önemlidir.
Avrupalılar Sümerlerin nereden geldıgı ve hatta dilleri kullanılmayan bir dil diye varsayımlarda bulunmuşlardır .Çünkü onlara göre başlangıç tarihi Yunan yeniden değiştirmeleri gerekiyor Yani değiştirmek istemiyorlar.
Sümerler İ.Ö.4000 yılında başladılar.İlk bin yıl ile ilgili herhangi bir kaynak yazı yoktur.1750 lerle Hamburabi geliyor ve Sümerler kayboluyor.Sümerler ilk zamanlar şehir beylikleri halindeydi.Hepsinın bir sur' u tanrı'sı bey 'i var(kral).Birbirleri ile münakaşa halinde olup bazen bir şehir diğerinde hakimiyet kurabilirken bazen üç şehir birleşebiliyordu.Bütün krallık kuruluyordu bu durumda üç krallık oluşuyor .(üç ur)Din ve tanrıları isim değişikliği olsada aynıydı.
Çok tanrıları olmasına rağmen dört önemli tanrıları vardır.(Yer tanrısı,Gök tanrısı ,Su tanrısı,Hava tanrısı) herşeyi idare edendi.Muazzam bir din teşkilatına sahiptiler.
Tüm tanrılar kayboldu ama Gök tanrısı inanna kaybolmadı .Aşk ve savaş devam ettiği sürece ad değissede devam ettiler en sonda Meryem Ana ya bagladılar.
Mezopotamya'daki Sümerler ve Türkmenistan'daki Türkler arasında birçok ortak noktalar bulunmaktadır. Sümerlerin anayurdu olan Türkmenistan'ın Aşkabat şehri yakınlarında bulunan tarihi eserler Mezopotamya'daki Sümer medeniyeti eserlerine benzemesi bu iki taraf arasındaki ortak noktaların ne kadar yakın olduğunu göstermektedir. Araştırmacılar Türklerin Orhun abidesine dönerek, Sümerlerin ve Türklerin aynı dilden geldiğini belirterek, Sümerlerin Asyalı olduklarını belirtmişlerdir.Bütün yazılar Asya'da doğmuştur.
Etimolojik Araştırmacıların yaptığı ilginç bir araştırma Dravitçe (Hindistan.2nın eski dili)Ural-Altay,Japon,Kore ,Ant(DURAJAN)aynı kök diiller toplanmış ve bir tane dil bulmuş aynı kökden müşterek olan.Herşeyi bulup yanyana koyuyorlar Asya'da tarımın olduğunu fakat matematığin olmadığını görüyorlar. Matematiğin ve Astronominin Sümerler ile başladıgını söylediler.(yedibin yıl önce yapılan araştırmalara göre)Fakat Sümerler'de sıfır yoktur.Sıfırı Hintliler bulmuştur.Sıfır kullanılmadan herşey altı(6)üzerine yapılmıştır.(6-60-3600-36000)Günümüze kadar gelmiştir.Ondalık sistemi kullanmışlar.Sümer yazısı Mısır yazısının icat edilmesine de Önderlik etmiştir.
Sümerler kendilerine KENGER diyorlardI.KENGER=Türk tarihinde boy, yer ve devlet olarak en çok adı geçen kelime “KENGER”dir.Tevrat’da ŞINAR, Akadça’da ŞUMER, eski Mısır Yazıtlarında “SNGR”, Hititçe’de ŞANHAR olarak geçer. Bu farklı ifadelerden en itibar gören kaynak olan Akad yazıtlarındaki ŞUMER ifadesi tercih edilerek onlara S(Ş)ümerler denmiştir.
Basra Körfezi’nin eski adı Kenger Denizi’dir.
Harzem, Harezm diye geçen ülke ve krallığın özgün adı KENGER’dir. Antik dönemlerden Moğol istilasına kadar varlığını sürdürmüştür.
Çankırı’nın 1925’ten önceki adı KENGERÜ’dür.
KENGERİS ve KENGÜ Orhun Yazıtları’nda geçen yer adlarıdır.
KANGAL köpeği Anadolu’ya KENGER (KANGAR)’den gelmiştir.
KENGER adı, Manas ve Oğuz destanlarında geçer.
KENGER, Manisa-Kula’nın bir köyüdür.
KENGER içinden süt çıkan, sakızı ve yemeği yapılan bir bitkidir.
KENGER, en eski Türk boylarından biri olup Selçuklular, Azeriler KENGER kökenlidir.
Farabi, KENGER’in antik kenti olan Otar’da doğmuştur.
KENGER kelimesi, büyük olasılıkla Sumerce (!) Kİ (yer, ülke) ve ENGUR (Sümer kozmogoni evreni aoguran Kozmik deniz/rahim, Yaradan) kelimelerinden oluşur; (kir, çır, yir, şir, jer, şer, hir, çer) değişik Türk dillerinde “yer, yurt” anlamındadır ve TANRI YURDU demektir.
Nitekim tarihin ilk yasalarını yapan Kenger Kaanı UR-ENGUR’un adı “Tanrı eri, Allanın askeri” demektir.
Bazı Sümerologlar KENGER’i (Ki en gir) “Yüce Krallar Yurdu” olarak yorumlarlar.
Sümerlerin Mezopotamya'da ilk kurduğu şehirlerden biri Keş'dir .Orta Asya'da Mogalistan'da Sümer(sömer) “Suber/Sumer”adında dağ vardır.Anlam olarak yüksek dağ zirvesı anlamını taşımaktadır.
Zaten ifade ederken Sümerliler diyoruz yerlerini ifade ediyoruz.Kendi isimleri Kenger.
Sümerlilerin bulunan şehirler Nippur,Lağaş,Ur,Urup(Ur ve Urup Türkçe kelimelerdir)Türklerde bir adet varmış biryerden başka yere taşındığı zaman geldiği yerin adını yerleştiği yere koyuyorlarmıs.Bu çok açık Sümerlerde görülür.Sümerlerin Mezopotamya’da ilk kurdukları şehir de Kiş. Aynı adlı yerleri Anadolu’da da buluyoruz. Örneğin, Bitlis’in Hizan ilçesinde Kiş köyü. Malatya’nın Kablı ilçesinde Kişli Köyü, Urfa’nın Bozova İlçesinde Kişkan Köyü, Sümerlerin Ur/Uri şehri çok önemli. Üç kez burada Sümer Sümer krallığı kurulup dağılmıştır. “Ur” (etrafı surlarla çevrili şehir) ile yapmış yer adlarını hem Asya’da hem Anadolu’da buluyoruz. Adıyaman’da Urgöç, Hilvan’da Urgez, Ardahan’da Ur köyü önümüze çıkıyor. Ardahan’ın Kura nehri yanındaki Ur köyünün Uygur Türklerinin Urtigin soyundan gelenler tarafından kurulduğunu öğrendim. Bunlar çok önemli.. Uygur beylerine ‘ur’ deniyormuş.
Sümerce Akadca üzerinden çözüldüğü için Akadca ya önem verilmiştir
Sümerlerin en büyük özelliği dillerine göre bir yazı icat etmeler,bu yazıyı kil üzerine yazmışlar ve yazdıklarını saklamışlar arşivler,kütüphaneler yaparak.Okullar açarak dil ve kültürlerinin devamını sağlamışlardır.Ayrıca yazıyı geliştirmişler başka milletlerde o yazıdan faydalanmışlardır.Şayet Sümerliler bu yazı tekniğini diğer milletlere vermeseydı bugün Orta Asya tarihi karanlık kalacaktı.
Din,bilim,folklor ver her yönden kök Sümerlilere inmiştir.Akadlar olarak bildiğimiz sami bir ırk orada var olduğu ve kendilerine ait dillerinin olduğu ayrıca Sümerlerin dilini kullanmışlar .Sümerler buna ses çıkarmamış kendileride onların dilini öğrenmiş.İlerleyen dönemler de Sümerler parçalanıyor şehirler oluşturuyor .Dışarıdan gelen güçler bu Akadlarla birleşerek Sümerlerin yıkılışına zemin hazırlayacaklardır.Sümerlerin silinmelerinde büyük rol oynayacaklardır.
Sümerler yaşamlarını tarımla sağlamışlardır.Kanallar açarak kurak toprakları sulayıp bataklıkları kurutmuslar ayrıca suları toplama havuzları yapmışlardır.Buğday ,arpa sebze,meyve yetiştirmişler .Buğday dan ekmek ,arpadan bira yapmışlar Su yerine bira içmişler.
Bunu nasıl anlıyoruz?Büyük bira fabrikalarından
Bu fabrikaların sahibleri kadınlardı.Ancak kadınlar işletebiliyorlardı.Kadından kızına geçıyordu.Bütün içkilerin koruyucusu tanrıça idi(Ninkasi )
Artan tahıllarını başka devletlere ihraç etmişlerdir.Hayvanların her türlü istifade etmilerdir.Elbise ,matara.yünlerden eğirip dokuma yapmışlar ve kumaş olarak kullanmışlar.
Hem bıtkısel hem hayvansal yağlar yapmıslardır.Susam yağını çıkarmışlar( sesam yagı-günümüze kadar gelmiştir)
İhrac ettikleri mallar karşısında değerli taş,gümüş,altın alıp işliyor ve tekrar dışarı satmışlardır.
DERLEME.AKCAN MİR
Kaynak;Dr.MUAZZEZ İLMIYE ÇIĞ -(Sümerolog)-Sümerlere Yolculuk

http://atmd.bunduri.com/2015/09/07/sumerler/

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

2

Friday, 11.09.2015, 22:54


Eski Sümer Çağı (Mesilim Çağı) (2600-2500 M. Ö.)
Cemdet – Nasr ile Akkad kültürü arasındaki dönemi kapsar.
Krallık ilk olarak 2600 ile 2350 arasında görülüyor. 1. Sülâle Ur’da (2500-2400) yaşamıştır. Kralların listesi çivi yazısı ile yazılmış levhalarda okunmuştur. Sümer kültürü ilk olarak bu tarihlerde görülüyor. Cemdet- Nasr kültüründe bütün sanat, doğanın ölümü ve dirilişi üzerine kurulmuştur. ‘Bu birbirine zıt iki kavram, ayrı ayrı sembollerle anlatılmıştır. Dinin esas figürü, Ana Tanrıça İnnin ve onun kocası Tammuz’dur. Bunların yanında sayısız denecek kadar çok evren tanrıları vardır. Mezopotamyalıya göre insan, büyük bir tanrının hizmetindedir. Ve bu tanrı, hayatı ve verimliliği temin eden evren tanrısıdır.

Keramik kaplar
Mezopotamya’nın ilk sanat hareketi, muhtemel olarak M.Ö. 4000 yıllarında bir keramik özelliğinde açık olarak görülür. Keramik kaplarda geometrik motiflere olan derin sevgi açıkça belirir. Bu çağın kaplarında değindiğimiz geometrik süsleme yanında, hayvan ve bitkilerin geometrik bir biçimle modle edilerek kap yüzeyinde düzenlendiğini görüyoruz. Bu kaplar ayrıca renkli olarak yapılmış ve bu renkli keramiklere “Tell-Halaf kültürü renkli keramiği” denmiştir. Yani bu keramikler bu adla sınıflandırılmıştır. Bu çeşit dekorasyonlu keramik, Samarra’da en olgun seviyesini bulur. Bitki motiflerinin stilize edilerek gayet açık ve katı formlar halinde, yüzey doldurucu bir karakterde, bilhassa dokuma motiflerinde görülmektedir. Samarra’daki motifler, buna karşılık, uzunluğuna, ip ya da band biçimindeki süslemelerdir. Bu çağın Susa’daki keramik motifleri de geometriktir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

3

Friday, 11.09.2015, 22:58

NUH VE TUFANI -SÜMER TUFAN EFSANESİ

Sir Leonard Wooley isimli amatör bir İngiliz arkeologun Mezopotamya'da yaptığı kazılar sırasında ki ele geçen bulgular, o güne kadar bir efsane gözüyle bakılan Nuh Tufanıyla bağlantılıydı. Batı insanı çok haklı sebeplerden dolayı Kitab-ı Mukaddes'i güvenilir bir kitap olarak saymadığı için bu kitapta anlatılan Tufan olayını da mitolojik bir hikâye olarak değerlendirmekteydi. Ama Wooley'in araştırması bu inancın yanlışlığını ortaya koyuyordu. Özellikle sevinenler Hıristiyan ve Yahudi din adamları oldular. Derhal heyetler oluşturulup çalışmalara başlanıldı.Bu arada dünyanın her tarafında yapılan araştırmalar, Tufanın hemen bütün toplumların efsanelerinde yer aldığını gösterdi. Asya'da 13, Avrupa'da 4, Amerika'da 37, Avustralya ve Okyanusya adalarında ise 9 adet Tufan tespit edilmişti. Bunların en şaşırtıcısı da Hopi kızılderililerine ait olanıydı. Denizden çok uzakta, Kuzey Amerika'nın güney batısında yaşayan Hopilerin destanlarında kabaran suların ülkelerini baştanbaşa kapladığı, dağların tepelerine kadar yükseldiği ve yeryüzündeki canlıları yok ettiği anlatılıyordu. Amerika'nın eski sahiplerinden olan Azteklerin destanlarından ise Tufanın süresi bile veriliyordu. Bütün bunlar, insanlık tarihinin hemen hemen başlarında meydana geldiğini gösterir…
İngiliz arkeolog Sir Leonard Wooley, 1922-1929 yılları arasında, Mezopotamya'nın antik şehirlerinden Ur'da uzun kazılar yaptı. Wooley ve ekibi, büyük başarılar göstererek MÖ. 4. bin yılından kalma kral mezarlarını ortaya çıkardılar. Mezopotamya tarihinin öğrenilmesinde dönüm noktası olan bu çalışmalar sırasında arkeolojik değeri çok yüksek kap, kaçak, miğfer, silah vs. yanında Tufandan önceki kralların listesini ihtiva eden kil tabletler de bulundu. O zamana kadar kral listeleri mitolojik olarak görülüyordu. Tabletlerin bulunmasından sonra, Wooley, vakit kaybetmeden aynı yerde kazılara devam etti. Ne var ki 12 metre daha derine inildiğinde izler tamamen kesilmişti. Tarihi hiç bir bulguya rastlanmıyordu. Bu arada toprağın yapısı incelendiğinde tuhaf bir şeyle karşılaşıldı. Zemin tamamen balçıkla kaplıydı, fakat bu kadar derinlikte saf balçığın ne işi vardı? Üstelik kazı çukurunun dibi, denizden çok uzakta ve nehir seviyesinden de bir kaç metre daha yukarıdaydı. Hiçbir arkeolog tatmin edici cevabı bulamamıştı. Wooley kazıyı devam ettirdi ve daha aşağılara indi. Derken 3 metreden fazla derinlik tutan balçık tabakası birden bire kesildi. Şimdi normal toprak tabakalarına gelindiği düşünülebilirdi ama hayır, zımpara taşlarına ve kap kaçak gibi eşyalara rastlanılmıştı yeniden. Demek oluyordu ki bu çok eski medeniyetin üzerini 3 metrelik balçık tabakası örtmüş, en üstte de Ur medeniyeti yeşermişti.
Balçığın sebebi ve kapladığı sahayı öğrenebilmek için civar bölgelerde bir dizi kazı daha yapıldı. İlk çukurdan 300 metre uzakta açılan ikinci çukurda da aynı sonuç elde edildi. Wooley, bu sefer de yüksekçe bir tepeyi kazdırdı. Sonuç değişmemişti, Böylece, balçık yığılmasının, ancak çok kuvvetli bir su baskını, yani Tufanın eseri olabileceğine dair rapor hazırlandı ve bütün dünyada heyecanlı yankılar doğdu. Bu arada bazı çevreler su baskınının dar bir çevrede yaşandığını ileri sürmüşlerdi ama yeni kazılar, onların iddiasını iflas ettirdi. Şuruppak kralı Ubartutu zamanında bölgenin bütünüyle korkunç bir felakete uğradığı ve kültür izlerinin tamamıyla gömüldüğü açıkça anlaşılıyordu. Tufanla ilgili olarak Mezopotamya dışında etraflıca bir çalışma yapılmadığından, su baskınının nerelere kadar uzandığını tam olarak bilemiyoruz. Tahmin edilen mıntıka, Basra körfezinin kuzeybatısında, 400 mil uzunluğunda ve 100 mil genişliğinde bir sahadır. Olayın tarihi, MÖ. 4 binden çok önceki yüzyıllardır. Bu tufan bildiğimiz Nuh tufanı değildi elbette. Ama bu bile, geniş çaplı bir su baskınının neler yapabileceğini göstermesi bakımından önemlidir. Öte yandan yapılan jeolojik araştırmalar, mahiyeti bilinemeyen sebeplerden dolayı dünyamızın yer yer bir kaç defa suya gömüldüğünü gösteriyor. Miami Üniversitesinden jeokimyacı Jerry Stip'e göre, dünyanın yaşadığı en müthiş su baskını, günümüzden yaklaşık 11.600 sene önce olmuştur. Ancak bütün bu bulgular Nuh aleyhisselam zamanındaki tufana ait midir bilinememektedir. Mezopotamya dışında yapılacak kazıların bizi sonuca daha fazla yaklaştıracağı muhakkaktır. Özellikle Hazret-i Nuh'un inşa ettiği geminin kalıntıları ortaya çıkarılabilirse tufanın ne zaman meydana geldiğini öğrenmemiz mümkün olacaktır...
1-Nuh aleyhisselamdan, Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şeriflerde çokça bahsedilmiştir. Çeşitli vesilelerle Kur'ân-ı Kerîm'de 43 yerde ismi geçer. Zamanında meydana gelen Tufan sebebiyle "İkinci Âdem" diye de anıla gelmiştir. Asıl isminin Yesker olduğu, fakat kavminin kurtuluşu için çok ağladığından, ağlamak manasına gelen "nevh" kökünden türemiş Nuh sıfatının asıl ismine dönüştüğü kayıtlıdır. Bu isim sami kökenlidir. Mezopotamya metinlerinden Gılgamış Destanında bu isim yerine Utnapiştim kullanılmıştır. Gerek Nuh'un ve gerekse Utnapiştim'in sözlük manaları bilinmemektedir. Sümerlerin Tufan kahramanına verdikleri isim ise Zî-ud-Sudra'dır. Zî; hayat/can/ruh, Ud; zaman, Sudda ise; uzun manasına gelmektedir. Bu üç kelimeden meydana gelen ismin anlamı; Uzun ömürlü demektir.Nuh aleyhisselamın kavmi içerisinde 950 sene kaldığı bildirilmektedir. Bugünkü yaş ortalamaları gözönüne getirildiğinde akıl almaz bir durumla karşılaşıyoruz. Kur'ân-ı Kerîm, Hazret-i Nuh'un dışındaki hiçbir peygamberin ömründen bahsetmez. Hemen ilave edelim ki; Mezopotamya'da bulunan tabletlerde anlatılan Tufan'dan kurtulan insanların önderi Ziussudra adını taşımaktadır ki; uzun ömür sahibi anlamına gelmektedir.
Arkeologların Mezopotamyada buldukları bütün kral listeleri birbirini doğrular mahiyettedir. Arkeoloji literatürüne göre tufandan önceki Sümer krallarına Er sülaleler 1 (ES-1) denilmektedir ki Tufan'a kadar 10 hükümdarın ismini içerir. 1932 yılında Irak'ın Horsabad şehri civarında, arkeologların WB-444 adını verdikleri 20.5 cm. kalınlığında bir tablet daha bulunmuştur. Bu tablete göre Tufan'dan önce tam 10 kral yönetici olmuştur. Bunlardan 7. nin adı Enok olarak verilmiştir ki, kayıtlardan İdris aleyhisselam olduğu tahmin edilmektedir. Eğer böyleyse İdris aleyhisselamdan 3 hükümdar sonra Nuh aleyhisselam göreve başlamış ve onuncu kral zamanında Tufan meydana gelmiştir.Kur'ân-ı Kerîm ve hadis-i şerifler başta olmak üzere diğer İslami kaynaklar tarandığında pek çok arkeolojik, antropolojik ve jeolojik bilmece kolaylıkla çözülecek gibi görülmektedir. Tabletlerdeki kayda göre Tufanın 10. Kral zamanında meydana geldiğini belirtmiştik. Bir hadîs-i şerîfte bunu teyid eden bir ifade vardır. Efendimiz, Eshab-ı kiramdan gelen bir soru üzerine; "Âdem aleyhisselam ile Hazret-i Nuh arasında 10 karn (kuşak, asır, dönem...) geçmiştir" buyurmuşlardır. İslam âlimlerinin nakillerine göre ilk peygamberler Âdem, Şit, İdris (a.s) hem peygamber, hem de o zamanki insanların yöneticisiydiler. Tabletlerde de buna benzer bazı ifadelere rastlanmaktadır. Tabletlere göre Tufandan önce gelen hükümdarlar, aynı zamanda birer din adamıdırlar. Maalesef tabletler İslami birikimden yoksun insanlar tarafından deşifre edildiklerinden, pek çok muğlâk ifadenin açıklanmasında zorluk çekilmektedir.Babilonya kayıtlarına göre gemi Nisir dağına, Tevrat'a göre Ararat dağları üzerine, Kur'ân-ı Kerîm'in buyurduğu şekliyle Cûdî dağına oturmuştur. Kurtuluş anlamına gelen Nisir, Asur topraklarının doğusunda bulunan bir bölgedir ki; Musul şehrinin kuzeyinde yer almaktadır. Yeni bulgularla, Babilonyalıların hangi dağa Nisir adı verdikleri tespit edilebilir. Hahamlarca tahrif edilmiş Tevrat'ta ise Ararat dağları kaydı vardır. Metinler üzerinde çok oynanmış olmasına rağmen bu isimlendirme doğrudur. Zira Ararat, Urartu kelimesinin İbranice transliterasyonudur ve MÖ. 1.000 yıllarında Van bölgesinde hâkim olan Asya menşeli Urartuların yaşadığı topraklar için kullanılmaktadır. Asurlular bu bölgeye Uruadri adını vermişlerdir ki; Ararat ve Urartu kelimelerinin değişik söylenişidir. Manası ise yüksek dağlar ülkesi veya yüksek ülkedir. Arkeolojik verilere ve tahrif edilmiş Tevrat'a göre gemi; Ağrı dağına değil "yüksek ülke"ye, yani Ararat-Uruadri-Urartu bölgesinde bir dağın üzerine oturmuştur. Yine aynı Tevrat'ta geminin, suların (Fırat-Dicle) doğduğu bölgeye yürüdükleri bildirilmektedir. Kısacası eldeki bütün belgeler bizi Ağrı dağından çok daha aşağılara götürmektedir.Cûdî adında iki dağ vardır. Birincisi Cizre yakınlarındaki Cûdî dağıdır. İslam tarihçilerine göre Cizre, Tufandan sonra kurulan ikinci şehirdir. Mu'cemul Buldan; Cûdî dağında Nuh’un (a.s.) mescidinin, Herevi ise evinin bulunduğunu yazmaktadır. Halen Cizre'de, Nuh’a (a.s.) nisbet edilen bir türbe vardır. Anadolu’nun en eski kavimlerinden olan Gutilere ait olan ve halen Londra'da bulunan tabletlerde de Nuh’un (a.s.) mezarının "Rayat" bölgesinde olduğu yazılıdır. Rayat, Dicle nehrinden itibaren, Cizre ovasının Silopi'ye kavuştuğu bölgenin adıdır ki, bu noktada Cûdî dağı bulunmaktadır. Daha eski bir kaynak olan ve MÖ. 250 yıllarında Babilli bir rahip olan Berossus'un yazdığı tufan kayıtlarına göre gemi, Cordiyan dağlarında durmaktadır ve yöre halkı, geminin dışını kaplayan katranı kazıyıp muska şeklinde kullanmaktadır. Berossus'un bahsettiği bölge Van gölünün güneyinde bulunmaktadır. 2 bin metrelik Cûdî, Mezopotamya ile Ararat arasındaki sınır dağdır. Bu dağ, Ağrı gibi kapsamlı bir şekilde araştırılmamıştır. Ancak bu dağda yürütülen araştırmalardan biri sırasında, geminin izlerine rastlandığı öne sürülmüşse de bu keşif ilmi açıdan kesin sonuca bağlanamamıştır. 1949 yılında batılı bir ekip tarafından yapılan araştırmanın sonuçları France Le Soir gazetesinin 31 Ağustos 1949 tarihli sayısında; "Nuh'un gemisini gördük fakat Ağrı'da değil" şeklinde sansasyonel bir başlıkla verilmiştir. Bu yazıya göre geminin boyu 150 metre, genişliği 24 metre, yüksekliği ise 15 metredir. 23 yıl önce de, Cûdî dağında bazı antik tahta parçaları bulunduğu iddia edilmiş, 6 Şubat 1972 tarihli bazı Türk gazeteleri bu keşfi; "Nuh'un gemisinin Cûdî dağında olduğu tespit edildi" başlığıyla vermişlerdir. Keşfi yapan, Alman Devletler Araştırma Enstitüsü ilim adamlarından Friedrich Bender'dir. Bender, Cûdî dağında bulduğu katrana benzer bir madde ile birbirine yapışmış kalın tahta parçalarını Almanya'ya götürerek analiz ettirmiştir. Sonuçta katranımsı maddenin 50 bin, tahta parçalarının ise; 6630 yıllık olduğu açıklanmıştır. İlim adamları bu tarihlemedeki hata payının 300 yılı geçmeyeceğini söylemişlerdir. Bender'in, çalışmaya başlamadan önce Kur'ân-ı Kerîm'i ve Tufanı anlatan Gılgamış destanını incelediği ve geminin Dicle ile Zap suyu arasında karaya oturduğu kanaatine vardığı da bildirilmiştir.Cûdî adını taşıyan ikinci yer ise, Doğu Beyazıt bölgesindeki Cûdî tepesidir. Halen bu tepede gemiye benzeyen bir kütle mevcuttur. Buradan alınan örneklerde, silisleşmiş ağaç kırıntıları ve saf demiroksitten ibaret parçacıklar bulunmuştur. Kütlenin yapısı, etrafındaki topraktan son derece farklıdır ve civarda yapılan jeolojik araştırmalar bu bölgede bir su baskınının meydana geldiğini doğrulamaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

4

Friday, 11.09.2015, 23:02

SUMERLİNİN DÜNYA GÖRÜŞÜ VE BABİL EDEBİYATINA TOPLU BİR BAKIŞ

Babil edebiyat ı ndan ufak örnekler halinde verdi ğimiz parçalar ı n dahaiyi anlaşı lması için Sumerler ve Sumerlilerin dünya görü şleri üzerindedurmay ı faydal ı bulduk.Sumerler M. ö. 3500 y ı llar ı na kadar izlerini buldu ğumuz, GüneyMezopotamya'ya do ğudan gelip yerleş en bir kavimdir. Sumerliler dinlerineçok sad ı k insanlard ı . Fakat bu bağl ı lı k bir korku mahsulüdünyan ı n müşahedesine daimi§ bir ş ahs ı n dindarl ığı dı r. Sumer heykelleribunu daha iyi ispat edebilir ve tap ı naklar ı n almış oldukları E. KUR "dağevi„ E. SANG. ILA "başı göğe yükselen ev„ E. ANNA„ "gök evi„ gibiadlar da bunu desteklemektedir. Sumerliler kozmos telakkileriyletapı nakları nda sarhoş olmuşlar ve tanr ı larla insanlar aras ı na girmiş bazımefhumları n içine gömülüp dalmışlard ı r. Bunlar MU "isim„, ME"nizam„gibi mefhumlard ı r. Tapı naklarda nas ı l her şey bir nizam dahilindehareket ediyorsa, cihan da böyle bir nizam dahilinde hareket ediyor.İşte bu bir Sumerlinin dü şüncesidir. Bunları n yan ı nda bir de NAM"Mukadderat„ mefhumu vard ı r ki bu, her ferde hayata girdi ği ilk andanitibaren verilen ve onun mukadderat ı n ı tayin eden bir kudret demektir.Her canl ı nı n MU da ismi NAM da da bütün ömrü boyunca ta şı d ığımukadderat kay ı tl ı dı r. Büyük kütt merkezlerinden biri olan Nippurş ehrinin her yeni y ı l bayramı nda, o y ı l ı n NAM'ı tayin edilmi ştir.Sumerlilerin diğer büyüklükleri de her tap ı nakta yaratt ı klar ı ayr ıayrı hususiyetlerdir. Sonradan mahalli tanr ı lar ı n vası fları n ı da büyüktanr ı lar şahı sları nda toplamışlard ı r. Panteonlar ı Yunan'lı ları nkiyle mukayeseedilebilir. Panteonlar ı ndaki şah ı slar yaln ı z mücerret olarak kalmam ış,ayn ı zamanda antropomorfist bir karakter ta şımış tır.Onlar sönük ve cans ı z bir gök alemi tasavvur etmemi ş, kâinat ı nher safhas ı na bütün kudretleriyle nüfus etme ğe çalışmışlard ı r.Kültleri bilhassa bayramlariyle, tanr ı ları n mahiyetleri ne kadarkozmik bir karakter ta şıyorsa yeryüzü hayat ı nda da tanr ı lar o derecekökleşmiş tir. Söylediğimiz gibi tap ı nak kozmosun yeryüzündeki birmümessili idi ve hattâ tanr ıları n rahibeler aras ı nda zevceleri vard ı .Sumer'lerin say ı sı z bayramlar ı ve bu bayramlar ı idare eden bir çokrahipleri vard ı r. Kült zenginliği de Sumerlerin hususiyetlerindendir.Kültleri aras ı nda temizlik kültü önemli yer alm ış ve bu hayat telâkkilerineilâve edilmiştir. Bir Sumer şehrinin her köşesine ve hayatı n her safhas ı na giren bu telâkki tabiatiyle her ş eye bir kudsiyet atmosferilave etmiştir. Bu kutsiyetin esas ı deruni temizliktir. Ve her nevitemizleme ridleri bu kozmik ve mitik alemin merkezini te şkil ediyordu.Temizlikle meydana gelen kutsiyet mefhumunu dünyaya ilk defa Sumerlergetirmişlerdir.Sumerli gördüğünü, yaşadığı n ı yükseltmi ş ve ona k ı ymet vermi ştir.Bütün bunlar ı n yan ı nda müzikte yer almış ve durmadan devam edegelmekteolan kozmik hadiselerin izleri, bir hayat felsefesi meydanagetirip sanat ve edebiyatta tesirlerini göstermi ştir.Şimdilik dünyada ilk defa yaz ı y ı bulan ve yayan, yaşayış tarzlar ı nagöre kanun yapan Sumerler M. ö. 2000 y ı lları ndan itibaren art ı ktarih sahnesinden çekildikleri halde, dünya görü şleri ve dilleri Babilokulları nda Isa'n ı n doğumuna kadar okutulmu ş, Babil tap ı naklar ı ndaSumer dal-Illeri terennüm edilmi ştir. Babil yaz ı s ı n ı n tan ı nmasiyle Sumerdil ve edebiyat ı batı ya kadar yay ı lmış, Adadolu'da Eti devletinin ba şşehri olan Hattu şaş okullar ı nda Sumerce çal ışı lmış , aynı edebi motifleriş lenmiş ve bunlar daha sonralar ı Mı s ı r'a kadar da uzanm ışlard ı r.Hiç şüphe yokki Sumerler edebi kuvvet ve kudretlerini tabiattanalmış olup, üstün durumlar ı n ı da o devirde diğer k avimlerinyükselemedikleri bir kültür seviyesine eri şmi ş olmalar ı na borçludurlar.İ yi teş kilâtland ı r ı lmış bir memur devleti olmas ı , Panteonlar ı nda ki nizam veSumerlinin derin zekas ı ile kütt ve mitte canl ı , kuvvetli tipler yaratmas ı ,lirik mahiyette edebi nevileri yapmas ı , didaktik örneklerin ilk numunelerinivermeleri onlar ı n hususiyetlerindendir.Sumerlilerin siyasi hakimiyetlerinin nihayetlenmesinden sonra basitleşmişve kabalaş mış olan Sumerlilik son ş ekliyle bile o kadar kuvvetliidi ki Babil kültürünü fas ı las ı z tesiri alt ı nda bı rakmış ve Babillilik ilekaynaşarak diğer dünya kültürlerine müessir olmu ştur.Sumer klasik ve muahhar edebiyat ı hakkı nda, yeni buluntularlamalümat ı mı z bir hamle yaparak son derece artm ışt ı r. Fakat biz üçsebepten dolay ı numunelerimizi Babil edebiyat ı ndan seçerek bu tercü-meye soktuk :I. Sumer edebiyat ı ne kadar zenginse de, Babil edebiyat ı nda bunlarnesil nesil tadil edilerek nihayet en son tekâmül şeklini almış tı r.Il. Babil edebiyat ı na aid baz ı tabletler daha iyi muhafaza edilmi ştir.Baz ı eksikler mevcutsa. da bu, parçalar ı n insicamı nı bozmaz.III. Bütün çal ışmalara rağmen Sumer dili hem gramer, hem deIfigat bak ımı ndan Babil dili kadar tatmin edici bir derecede henüzanlaşı lmamış t ı r. Aynı zamanda Sumer dilinin bünyesi o kadar hususidirki malümat ve ara ştı rmalar ne kadar artsa bu anlay ış belki mahdutkalacakt ı r.M. ö. 2250-2050 y ı llar ı na tesadüf eden devir Sumerlilerin klasikçağı dı r. Bu çağı n başı nda Lagaş ensisi " sehir beyi „ GUDEA bulunur.
GUDEA zamanı nda Sumerce, ifade zenginli ği ve kudreti bak ımı ndançok üstündür. GUDEA'n ı n kendi tanr ı sı için yapt ı rdığı tapı nağı n inşasıve Sumer dü şünüşüne göre dünya nizamı demek olan tap ı nak nizamları nı hymnik ve epik bir üslüp ile tantanal ı şekilde terennüm edensilindir kitabesi en önemli eserlerdendir.Her ne kadar bu devir Sumer edebiyat ı nı n klasik çağı olarak kabuledilirse de okullarda okutulan edebiyat kült gayelerinden ayr ı lmış biredebiyat de ğildir. Ancak bu tarihten ikiyüz y ı l sonra, güney Mezopotamya'daIsin devletinin kuruldu ğu M. ö. 2050-1850 tarihlerinde Sumerce'ninkonuşma dili olmaktan ç ı kt ığı ve Nippur şehri bilginlerinin bu dili tekrarcanland ı rmağa ba şladı kları çağlarda Sumer edebiyat ı tam manasiyleteşekkül etmi ştir. Bu devirlerde art ı k tamamen yaz ı haline gelen Sumeredebiyat ı n ı n en önemlilerine bakal ı m :I. bitkiler :Bu ilâhiler daha ziyade aliniarı e ş iirle dir. ENLİL'in ilk defa kullandığısaban ve çapa, tap ı nak inşaası , onun tahribi, bir tanr ı nı n ölümü vetekrar canlanmas ı , hayat ı n idamesi, bir insan ı n mesut olup refaha eri ş -mesine dair ş iirler yaz ı lmış , bunları n içinde Sumerlilerin neşe ve iztiraplariyleberaber inki ş aflar ı da terennüm edilmiştir.II. Didaktik ŞiirlerDidaktik şiirlerin bir kı smı nı babalar ı n oğullar ı na toprak hakk ı ndaverdikleri öğütler te ş kil eder.1. GEORGIKA NEVI:Toprağa ait iş manas ı na gelen bu isim Virjil'in şiirlerine benzedi ğiiçin verilmiştir. Bu şiirlerde baba o ğluna tarlan ı n işletilmesi hakk ı ndamalümat vermektedir.2. GİŞ. AL"kazma destan ı ”Çiftliğin kurucusu olan ENL İL taraf ı ndan kullan ı lan ve Nippur şehrindeki ENLİL tapı nağı nda saklanan senbolik kazma için yaz ı lmışdestan.3. LUGAL. E UD ME. LAM. Bi NER. GAL destanı :"Dehşetinin ışı kları bir dev gibi muhteşem olan hükümdar„ manasını alan destan NİNURTA'NIN kahramanl ı kları n ı ihtiva eder.4. E. DUB. BA"tablet evi„ serisi :E. DUB. BAserisinde gayet canl ı bir ş ekilde okul hayatı gösterilmiştir.Okullu çocuk sokakta giderken birine rastlar ve nereye gitti ğisoruluı . O da "okula„ diye cevap verir.Bundan sonra orada ne yapt ı kları sı rasiyle say ı lmış ve sonunda daata sözleri ilave edilmi ştir. Didaktik şiirlerin tercümesi bugün hala güçtür. Muahhar Babil edebiyatında bu nevi devam etmemiştir. Ancak M. ö. 1750 de yaz ı lmış olduğusöylenen Yarad ı lış destan ı nda bu şiirlerin devamı nı görmek mümkünolmuştur.III. Lirik şiirler :En çok yay ı lmış olan lirik nevi ile, tabiat kuvvetleri ve güzelliklerikarşı sı nda duyulan hayranl ı k, aşk, bahar bayramı ndan doğan neşe,hayat güçlüklerinin verdi ği iztirap durmadan akisler yapm ış ve bütünbunları n ilk örnekleri bu güne kadar gelmi ştir.IV. Epik şiirler :Konuları bakımı ndan epik hikayeleri bölümlere ay ı rabiliriz :1. Tarihi devirlerin ün salmış hükümdarları için yazı lan eserler.2. hah ve yar ı Mı kahramanlar ı n maceralar ı na ait yaz ı lar.a) LUGAL BANDA destan ıb) GILGAMEŞ destanıc) LUGAL. E destanıd) AN. Dİ M. Dİ M. MAdestan ı .Bu destanlar yan ı nda tanr ı NINURTA - ASAKU ve f ı rtana kuşu ZUile Nİ NURTA - LUGAL, BANDA mücadeleleri de yer al ı r.Ancak isimlerini verdi ğimiz Sumer destanlar ı nı n Babil edebiyatı ndakirollerini daha canl ı bir tarzda görmek için umumi olarak Babildestanlar ı nı görelim. Esasen Babilliler Önasya'da destan tekni ğini geliş-tiren yegane kavimdir. Bu istisnai san'at kudretini gösterebilmeleri,yine kendilerine miras kalan fikri iyi kullanmış olmalar ı ndand ı r.a) GILGAMEŞ destan ı :GILGAMEŞ Babil'lilerin milli destan ı dı r. Bu ebedi hayat ı arayanUruk k ı ralları ndan birinin hikâyesidir. Fakat bu kahraman k ı ral macerapeşinde koş an alelade bir şahı s değildir. Destan ı n özü arkada şlığı n vedostluğun ebedi oluşu etrafı nda toplanmıştı r. İ çinde derin bir hayatfelsefesi olan destan, Sumerliler devrinde yaz ı lmış olup mükemmel birsanat eseri haline muahhar devirlerde ya ş ayan SİN - LEKKE - UNNINItarafı ndan sokulmuştur. Destan ayr ı ayrı üç devirde yaz ı lmış ve bunuüç saf hada görmek mümkün olmu ştur.a) M. ö. 2000 lerdeki as ı l Sumerce telif :Bu telifte henüz bir birlik yoktur. Menkibeler ayr ı ayrısı ralanmıştı r.b) M. ö. 1700 lerin Eski Babil lehçesiyle yaz ı lan telifi.Bu telif sokaklarda şarkı söyleyen ş airlerin uslubuna sokulmuş vemotifler, simalar ı n taşıd ı kları hususiyet çok daha ba şka şekil almıştı r.
c) M. ö. 1300 lerdeki Yeni Babilce telif :Yarı filozofik bir karakter ta şı rnakta ve bir hayat probleminin halliyleuğraşı lmaktad ı r.b) ADAPA destan ı :ADAPA destan ı nda da işlenen motif bir insan ı n ebedi hayat ıaramas ı ve ona kavuş amamas ı dı r.Destan ı n k ı saca özeti şudur : EA'n ı n çok dindar rahibi olanADAPA'nı n biricik günah ı EA'ya kurban vermek için bir bal ı k avlamasıolmuş tur. Kuzey rüzgar ı ADAPA'n ı n bal ı k ağı nı daima başkatarafa atm ış ve ADAPAda kı z ı p kuzey rüzgar ı nı n kanatlar ı nı kırmış.ADAPA'nı n bu günahı için tanr ı lar toplanmış lar, tek bir suçu olanADAPA'y ı affedip ebedi hayata kavu şması için hayat yemeğini yemesine,suyunu içrnesine izin vermi şler. Fakat EA, ADAPA'n ı n işini bozmak için tanr ı ları kand ı rı p akı l vermiş ve bir hileyle de ADAPA'n ı nsuyu içmesine mani olmu ş .e) ETENA destan ı :Bu ufac ı k destanda da ayn ı motif işlenmiş, hayatı n sı rrı çö-zülememi şt ı r.ETANA insanlarla hayvanlar ı n müş tereken yaş adı kları devrink ı ral ı dı r. Bu destan bir masalla efsanenin kar ışması ndan meydana gelmiştir.Mesele şudur : Kartal bir gün y ı lan ı aldatmış ve y ı lan da intikamalmak için kartal' aldat ı p bir mağaraya hapsetmi ş. ETANA bukartal" besliyerek kuvvetlendirmi ş . ETANA'n ı n çocuğu olmadığı içinhayat otunu arama ğa karar vermi ş ve kartali kaç ı rarak s ı rt ı na binipgöğe yükselmiş. Gökte ba şı dönen ETANA kartal ı n sı rtı ndan düşmüş ,fakat topra ğa varmadan kartal O'nu yakalam ış . Lâkin bütün gayretlererağmen ETANA hayat otunu bulamamış .d) ATAR HASİ S destan ı :Babil Nuh'nun bir ismidir. "Zekas ı fevkalade olan adam„ manas ı nagelir. ATRA HASİ S cennet denilen adada ebedi hayata kavu şmuştufan hikâyesinin yegane insan ı dı r. Ölmeyen insan ı n tipi o zamanmeydaca gelmi ş ve bütün dünyaya tesir etmi ştir.e) Yarad ı lış Destan ı :Bu destanla bir ikilik mefhumu meydana gelmi ş tir. Sumerlilerin butelâkkisi Babil okullar ı nda tamamen yeni bir şekle girmiş ve sistemleştirlmiştir.Destan ı n özünüa. mütecanis bir men ş eib. derüni ve felsefi bir muhtevas ıc. ikilik mefhumu, şer ve hay ı rıteşkil etmektedir.Birçok k ı rallar ve tanr ı lar için yaz ı lmış yarı tarihi efsaneler de
bulunmuştur. Bunlarda ahlaki tarih yaz ı cı l ığı karakteri vard ı r ve hattâTevrat ı n tarih yaz ı c ı lığı bu esas üzerine kurulmu ştur.V. Sihir Şiirleri :Büyü ve fal Sümerlilerle Babillilerde büyük bir rol oynam ış veedebiyatta akisleri görülmü ştür. İ S İ N devleti zaman ı nda büyünün tesirve şekilleri tesbit edilmi ş, KASİTLER devrinde ise ilim haline sokulmuştur. Hiçbir kavim sihir ve istiazeyi Babilliler kadar sistemle ştirememişlerdir.Şikâyetnameler de edebiyat içinde en büyük k ı smı teşkil eder.Tapı nağı n harab olmas ı , insanlar ı n günah ı ndan müteessir olarak yeriniterk eden bir k ı ral ve dağa çekilen bir tanr ı n ı n vaveylâs ı ...Nihayet M. Ö. 2000 lerde Nippur şehrinde tahrir edilmekte olanSumer edebiyat, gittikçe inki ş af ederek Akkadçaya tercüme edilme ğebaşlanmış ve hattâ Kasitler (1600 - 1170 T) devri Rönesans harekat ıdamgas ı n ı almış t ı r.Isa'dan önce 1350 lerden itibaren de hem edebiyat hem ilim sabitbir ş ekil almış yani "Canonisation„ a tabi tutulmu ştur. Bu tarz Yunandevrine kadar okullarda tedris edilmi ş , son devirlerde de di ğer eserlerinfihrist ve ş erhleri yap ı lmış t ı r. Buna mukabil hymnik eserlerin büyükbir k ı smı kaybolmuştur.Seçtiğimiz parçalar ı n tercümeleri (2 ncisi müstesna) Theo Bawer,taraf ı ndan Akadische Übungsbuch içinde toplanm ış olan çivi yaz ı s ıkopyalar ı na göre yap ı lmış t ı r. 2 ncisi için biz Von Soden ve F. W. Geerstaraf ı ndan Zeitschrift für Assyriologie, Neue Folge VIII, S. 221 de ne şredilentranskripsionu kulland ı k. 1 incisi Theo Bawer'in kitab ı nda eksikolduğu için metnin tam ne ş rini yapmış olan C. D. Gray'in The ŞamaşReligions Texts'ni esas olarak ald ı k ve 5 inci için de Gerhar Meier'inDie Assyrische Beshwörungs Sammlung Maqlü adl ı transkripsion halindeneşredilen kitab ı ndan faydaland ı k

http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1233/14087.pdf

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

5

Friday, 11.09.2015, 23:07

Sümerler Sanatı

III.Ur (Yeni Sümer) Sanatı- (M.Ö. 2050? – 1950?)


Bir İran halkı olan Guti’ler Mezopotamya’dan atıldıktan sonra, Akkad çağından önceki Sümer geleneklerinin canlanmağa. başladığı görülür. Yeni Sümer çağında halk aslında Akkadlaşmış durumdadır. Dilleri de Akkadça’dır. Sümerce yalnız bilginlerin ve din adamlarının kullandıkları bir dil olmuştur. Guti’lerin zamanında Lağaş’ta din adamı ayni zamanda kral olan Gudea. Bu kralın yaptırdığı tapınaklar hakkında ayrıntılı bilgilere sahibiz. Ur’un 3. Sülâle kralları, tanrılaştırılmış kişilerdir.
Bütün Mezopotamya’da bir inşaat sevgisi başlamıştır. Krallar, barışçı ve tapınak yaptırıcısı olarak belirirler. Askeri hareketleri hakkında bilgimiz yoktur. Çalışmalar yaratıcı değildir. Bütün çalışmalar, Eski Sümer ve Akkad kültürünün buluşlarına dayanır. Yaratıcı fikir kıtlığına rağmen, bugüne dek kalan birçok yazılar hep bu Yeni Sümer Çağı’ndandır.
Akkad egemenliğinin sona erişi, aynen Cemdet-Nasr’ın sonuna benzemektedir. İmparatorluğa bağlı halkların daimi isyanlarıyla zayıflayan Akkadlar, aynı zamanda birçok savaşlarla askeri güçten düşmüşler ve barbar bir dağ halkı olan Guti’lerin saldırısına uğramışlardır. Cemdet Nasr, Mezopotamya’ya gelen Sümer kavimlerinin istilalarıyla ortadan kalkmıştır. Guti’ler geldikleri zaman Mezopotamya’da Sümer ve Akkad kültürü kuvvetli olduğundan hiçbir kültürel varlık gösterememişlerdir. Yalnız bu devirden kalma beceriksizce yapılmış mühürlerin, Guti’lere ait olabileceği düşünülmektedir. Bu mühürlerdeki tasvirler kaba ve primitiftir.
Guti’lerin ülkeden sürülüşünden sonra, Sümerlerin Mezopotamya’ya egemen olduklarını ve dolayısıyla onlara ait kültürlerin özelliklerini görüyoruz. Bu çağda Sümer sanatı belirli bir mükemmelliğe ulaşıyor. Sümerli ait olan özellikler: ciddi, cepheden anlatım, elbisenin kitle halindeki vücut duruşunu, verişi, blok biçimlendiriliş (bilhassa belden aşağı kısımlar), sakin duruş, ifadesiz yüz, ve hiçbir saldırgan ifadenin heykellerde görülmeyişidir.
Rölyeflerde derinlik belli edilmemiştir. Ancak figürlerde üç buutlu heykel özellikleri vardır. Sakallar blok görünüşlü olup aşağı doğru uzamaktadır. Rölyef konuları da Akkad çağına oranla değişmektedir. Savaş ve zafer sahneleri, hemen hemen tamamen ortadan kalkmıştır. Egemen konu, eski bir Sümer motifi olan, “oturan tanrı” tipidir. Lagaş’da bulunmuş bir dikili taş üzerinde, Eski Sümer rölyeflerinde tanıdığımız, büyük bir harp (müzik aleti) çalan adam motifi görülmektedir. Elinde vazo tutan tanrıçalar da rölyeflerde konu olur.
Mühürlerde de Yeni Sümer çağına kadar çok sevilmiş olan kuvvetli insan ve boğuşan hayvan motifleri ortadan kalkar. Kahraman insan motifi benimsenmediğinden, çıplak vücut anatomisi ile uzuvların ayrıntısına inen parçalı görünüşü önemini kaybeder ve elbisenin blok formu ortaya çıkar. Elbise, vücudu boyuna kadar örter. Ve yalnız bir kol ile bir omuz açıkta kalır. Tanrılarda ve tanrıçalarda, gene eski bir Sümer geleneği olan hayvan postu, elbise ya da manto görülür. Plastik heykel anlatımı, kişisel karakter, heykellerde görülmez ve elbisenin altından vücut kendini göstermez. Eteklerde, aynen Mısır heykellerinde olduğu gibi yazı motifleri önem kazanır. Süslü ve dekoratif anlatım, Eski Sümer Çağında (Ur’da) görülmüştü. Yeni Sümer Çağı’nda da ayni değerler kullanılır. Mimari çalışmalar hızlanır. Heykellerde normal figür ölçüleri araştırılır. Kralları mimar olarak gösteren heykeller ortaya çıkar. Gudea iki kez mimar olarak gösterilmiştir.
Yapılan binaların duvarlarına, tesisin yapılışını gösteren rölyef plaklar yerleştirilmesi gelenek halini alır. İmar, hükümdarlara yakışan bir görev olarak kabul edilir. Yazıt plaklarında görülen figürlerin önündeki, üzeri yazılı çiviler, binaların temel atılışı ile ilgili olarak kabul edilmektedir. Bu çivilerin başları çeşitli motifler halinde gösterilmektedir. Örneğin, çivinin başı, bazı eserlerde iki kolu yukarda, başının üzerinde bir çanak taşıyan kızlar haline sokulmuş ve kızın etekleri aşağı doğru bu çivinin bünyesi ile kaynaştırılmıştır. Tanrılar, bu çiviyi önlerinde tutmaktadırlar.
Dekoratif bir anlayış ile yılanlar, canavarlar ve köpek başları işlenmiştir. Bütün bu özellikler, Sümer sanatının yeniden doğuşunu gösterir. Fakat biz Yeni Sümer Çağı’nda bazı yeni anlayışların da önem kazandığını görüyoruz. Arkaik duruş, bütün blok ifadesi ve sakin tavırların heykellerde aynen kalmasına karşılık, tüm figürün yapılışında yeni bir atılım yapılır. Bu, vücut oranlarında esas ölçülere olan önem veriştir. Bu özellik, aslında Akkad çağının gözleme dayanan buluşudur. Normal vücut ölçüsü görüşünü göz önünde tutarsak, Gudea’nın ayakta ve oturan heykellerinin Eski Sümer Sanatı anlayışı içinde yapıldıklarını kabul etmemiz gerekmektedir. Gudea’nın heykellerindeki kitle ve blok, tamamen bu heykel anlayışını yansıtır.
Fakat normal oran ve ölçülerde heykeller de yapılmıştır. Naramsin zamanında yapılmış olan heykeller arasında Urnungirsu’nun heykeli, ellerin ve ayakların işlenişi bakımından, modelin iyice incelendiğini göstermektedir.
Gudea ve oğlu sakalsız şekillendirilmiştir. Saçları da kıvırcıktır. Bu devirde saçlar tamamen kazınmakta ve başa peruka takılmakta idi. Gudea’ nın başı enerjik bir anlatım içindedir. Kaşlar stilize olmakla beraber, heykel genel havası içinde gözleme dayanan bir canlılık gösterir. Saçların süs durumuna ve bazı stilize unsurlara rağmen sert anlatım farkedilmektedir. Gudea’nın birkaç başı, bilhassa güzel şekillendirilmiştir. Gözlerin biçimlendirilişi, bombeli göz kapakları, ileri çıkıntılı ve güzelce taranmış kaşlar, etli şişkin dudaklar dikkati çekmektedir. Genel duruşu içinde hiçbir iç ifadesi görülmeyen başın üstünde, yuvarlak bir başlık vardır. Yüz cildi yumuşak bir anlatım içindedir. Bu yumuşak anlatım Akkad sanatının özelliğidir. Yeni Sümer Sanatının başındaki sert anlatım ile sonraki yumuşak anlatım dikkate alınınca, Yeni Sümer Çağında hem sert, hem de yumuşak heykel anlatımının ifade olanağı olarak değerlendirildiğini görürüz. Fakat bu genel gelişi üzerinde, kaba kitle anla tımından ince form anlatımına gidiş, ya da cansız ve ruhsuz kaba anlatımdan organik ayrıntıları veren optik görüntülü bir anlatıma gidildiği görülmez.
“Gudea’nın başı”nda da saç tuvaleti ayni olup, yuvarlak formdan köşeliliğe, organik madde anlatımından kübik-blok anlatımına yönelmiştir. Rölyeflerde Naram-sin sanatının etkisi görülüyor. Figürlerin fazla çıkıntı yapılmadan anlatımı, kukla duruşunda oluşları ve öne doğru uzanan sakallar, Sümer sanatının özelliklerini koruyor. Daha sonraları Babilon-Asur sanatında büyük rol oynayarak heykel kaidelerinin önünde şekillendirilen aslanlar, bu devirde yapılan tanrı heykellerinde de görülmektedir. Susa’da bulunmuş olan Tanrıça “İnnin’in Oturan Heykeli”nde Sümer-Akkad birleşimi bir hayvan motifi dikkati çekiyor. Bu hayvanların, bundan önceki devirlerde gördüğümüz gibi, koruyucu bir anlamları vardır ve düşmanın üzerine atlamağa hazır bir duruştadırlar.

Dünya Sanat Tarihi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

6

Friday, 11.09.2015, 23:12

EĞİTİM, SÜMERLER YAZIYI BULUNCA BAŞLADI

Yazının Keşfinden Sonra Eğitim Şekil DeğiştirdiYazının keşfinden önce, erkek çocuklar avlanma, yiyecek toplama vesaldırganlardan korunmayı, kızlar ise ev işlerini öğrenirdi. Yaşlılar,çocuklara efsaneler, ilahi, şiir ve bilmeceler ezberletip pratik bilgileröğretirdi. Sümerler M.Ö. 3200’de yazıyı keşfedince, krallar tahıl ve canlıhayvanların kayıtlarını daha iyi tutmaya başladı. Krallar yasa ve önemlikararlarını da yazıya döktü. Rahipler dini bilgileri yazılı hale getirdi. Krallariçin yeterli sayıda katip yoktu. Dini kurallar, dua ve ilahiler ile törenlerindüzenini kayda geçirmek için mabetlerde de katiplere ihtiyaç doğdu.Sümerler katip yetiştirmek amacıyla dünyanın ilk okullarını kurdu.Sümerler’in ardından Mısırlılar ve Hititler de devletin önemli yazılarınıyazdırmak için mabetlerin yakınında veya bitişiğinde katip okulları açtı

Sümer döneminde bir katip
(M.Ö. 2400)Sümer döneminde bir katip (M.Ö. 2400)
Sümer, Mısır ve Hitit Okulları’nda EğitimSümerler’e ait okullarda sıradan ailelerin çocukları okutulmazdı. Asil veyazengin aile çocukları ile babası katip veya bürokrat olanlar okuyup katipolurdu. Öğrenciler çoğunlukla erkekti, kız sayısı yok denecek kadar azdı.
Katipler, kralların devlet sırrı sayılan mektuplarını yazıp envanter tutacağıiçin onların güvenilir ailelerin çocuğu olması istenirdi. M.Ö. 2000’den kalanbir kil tablette 500 katibin adı ve baba meslekleri tespit edildi. Tümününbabası zengin kişilerdi. Krallar okuma yazma bilmezdi, bu nedenle krallarınmektuplarını okuyan ve yazan katiplerin bazen küçük hileler yaptığıbiliniyor. Katipler bazen, kralın mektubunun altına mektubun gönderildiğikralın katibi için gizli mesaj yazardı. Örneğin bir kral mektubunda, katibinkarşı taraftaki katibe “bana koyun yollayacaktın ama hala gelmedi” yazdığıbiliniyor. Okuldaki hocalar genellikle rahipler ve katiplerden oluşurdu.Öğrencilere okuma yazma dışında matematik de öğretilirdi. Sümer veHititler’de sayı sistemi 60 tabanına göreydi, ağırlık birimi de “şekel”di (1şekel=12.8 gram). Bir “mina” da 60 şekele eşitti. Sarayda fal bakmak vehastalık tedavi etmek için eğitimli kişiler vardı. Okullar sarayın bulunduğubaşkentteki mabetlerin yakınında olurdu. Hititler’in Hattuşaş dışında dakatip okulları açtığını açıklayan bilim adamları var.
Kral Berrakip ve katip (Geç Hitit dönemi M.Ö. 750)
ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi (replika)Kral Berrakip ve katip (Geç Hitit dönemi M.Ö. 750) ODTÜ Bilim ve Teknoloji Müzesi (replika)
Sümer Okullarında Okuma Yazma ÖğretimiSümer okullarında, öğretmen ve kıdemli öğrenciler yeni öğrencileri eğitirdi.Kıdemli öğrenci veya öğretmen ıslak bir kil tabletin sol tarafına harf, heceveya basit kelimeler yazar ve öğrenciler bunları kilin sağ tarafına kopyalardı.
Kil ıslak olduğu için hataları silip düzeltmek kolaydı. Öğrenciler tecrübekazandıkça kopyaladıkları metinler zorlaşırdı. Son aşamada öğrencilerekitaplar kopyalatılırdı. Öğretmene saygı göstermeyen veya ödevleriniyapmayanlara sopayla vurularak ceza verilirdi. Bazı velilerin, öğretmenerüşvet vererek çocuklarını okulda rahat ettirdiği biliniyor. S. N. Kramer’intercüme ettiği Sümer tabletinde “...Baba çocuğun dediklerini önemsedi veöğretmeni eve getirip başköşeye oturttu... çocuk babasına okuldaöğrendiklerini anlattı... ziyefetten sonra... baba öğretmeni giysilerle donattıhediye verdi parmağına yüzük taktı...” yazmaktadır. Tablet öğretmeninçocuğa dua etmesiyle biter. Başka bir kil tablette “..öğretmen başıma vurduve bilgiler kafama girdi.” diye yazar. Bir Sümer bilmecesi: “O ev ki cennetgibi... Gözü kapalı biri oraya girdi, gözü açılmış olarak çıktı” cevap: “okul”.Sümer okullarında velilerin ne kadar ücret ödediği bilinmiyor. Hititler, okulagönderilen her öğrenci için öğretmene 6 şekel ücret öderdi.
Eğitimin Yaygınlaşması ve Eğitim Alma Hakkının KazanılmasıSümer, Hitit ve Mısır’ın ardından Hindistan ve Çin’de okullar açıldı. Çin’deerkeklere yazı yazma, matematik, ok atma, savaş arabası sürme ve müzik,kızlara ise ipek dokumacılığı öğretilirdi. Atina’da M.Ö. 450’de eğitimparalıydı ve öğrencilere müzik, edebiyat ve tarih öğretilirdi. Isparta’da erkekçocuklar, 7 yaşında aileden alınır ve askerlik sanatı öğretilirdi. Halk okumayazma bilmezdi. Avrupa’da eğitim M.S. 600’lerde kiliselerde başladı. İlküniversiteler M.S. 1000’de Avrupa’da ortaya çıktı. Orta Doğu bölgesindeM.S. 850’de eğitim önem kazandı. Abbasi halifeleri döneminde dünyaçapında bilim insanları yetişti. Osmanlı döneminde medreseler başarılıydı,ancak başarıları uzun ömürlü olmadı. Saray için bürokrat yetiştiren, II.Murat’ın kurduğu Enderun’da değerli yöneticiler yetişti. Kağıt ve matbaanınkeşfi eğitimin yaygınlaşmasını hızlandırdı. Atatürk, cumhuriyeti kurduktansonra, ülkemiz modern ilk, orta ve yüksek eğitim sistemine kavuştu.Avrupa’da eğitim alma hakkı ilk kez 1952’de Avrupa İnsan HaklarıToplantısı’nda benimsendi. Dünyadaki her insanın eğitim alma hakkı1966’da Birleşmiş Milletler Toplantısı’nda alındı.
Tüm insanlara eğitim alma hakkı, Sümerler yazıyı bulduktan 5 bin yıl sonraverildi. Dünyada refah ve barış, eğitim düzeyi arttıkça kalıcı olacaktır.
Prof. Dr. Ural AkbulutODTÜ Kimya Bölümü

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

7

Friday, 11.09.2015, 23:16


Sümerlerde Kutsal Evlilik
Bu evlenmeye ait birbirinden değişik şiirler var. Bunlar ya çeşitli ozanlar tarafından ya da çeşitli çağlarda yaratılan şiirler. Bunlardan birine göre, İnanna ile çiftçi, çoban, balıkçı ve kuş avcısı evlenmek istiyor. İnanna, evlenmeye hazır olunca onları çağırıyor. Çiftçi gelirken henüz biçilmiş arpa, çoban taze süt ve kaymak, avcı çeşitli kuşlar, balıkçı da sazan balığı getiriyor. Tanrıça, bunların içinden Çoban Tanrısı Dumuzi’yi seçiyor. Başka bir şiire göre, İnanna’nın kardeşi Güneş Tanrısı Utu, kardeşine Dumuzi’yle evlenmesini öneriyor. Tanrıça, önce çiftçi Enkimdu ile evlenmek istiyor, sonradan Dumuzi’yi seçiyor. Dumuzi sevgilisinin kapısında kapının açılmasını beklerken, İnanna, annesi Tanrıça Ningal’e ne yapması gerektiğini soruyor. O da kızma, bu adamın iyi bir koca olabileceğini, giyinip süslenip kapıyı açmasını söylüyor. Tanrıça söyleneni yapıp kapıyı açıyor. Dumuzi kapıda onu ay gibi parlak görünce sarılıp öpüyor ve övgü dolu sözler söylüyor. Tanrıça da kadınlık organını gök teknesine, yeni doğan aya, sürülmemiş tarlaya ben­zetiyor ve sürülmemiş bu tarlayı kimin süreceğini soruyor. Du­muzi kendisinin süreceğini söylüyor.
Bundan sonra düğün hazırlıkları başlıyor. Bir şiire göre Tanrıça için taze hurma top­lanıyor. İnanna, kraliçelik hazinesine sokuluyor. Kendisine yaraşacak çeşitli mücevherler seçiyor. Giyinip süsleniyor. Her tarafına güzel kokular sürüyor. Gözlerini kömürle boyuyor. Diğer taraftan lacivert taşlarla süslü, beyaz çarşaflı bir yatak hazırlanıyor. Yatağın etrafına sedir kokuları serpiliyor. İnanna kraliçelik yatağına davet ediliyor. O yatağı açıyor ve sevgilisini, “yatak hazır, yatak seni bekliyor” diyerek yatağa çağırıyor. Du­muzi, bir elini İnanna’nın kalbine koyarak “El ele uyumak tatlıdır, kalp kalbe uyumak daha tatlıdır” diyor. İnanna, Dumuzi’nin kendisine yaptıklarını anlatıyor: Sevimli eliyle kalçalarını, saçlarını okşuyor. Elini kadınlık organına koyuyor. Kara teknesini kremle doldurarak onu seviyor. Daha sonra İnanna “Birlikte olmaktan zevk duyduk, o benimle neşelendi, benim tatlı sevgilim kalbime yaslanarak dil oyunlarıyla elli defa yaptı” diyor. Büyük bir aşk ve zevkle başlayan bu evlilik ne yazık ki, İnanna’nın yeraltı dünyasına gitmesi ile acı bir duruma dönüşüyor. İnanna, Yeraltı Tanrıçası olan kız kardeşi Ereşkigal’i görmeye gider. Ereşkigal, İnanna’nın yeraltı dünyasına sahip olmak istediğini düşünerek yeraltı kuralına göre onu bir cesede dönüştürür. Diğer taraftan kardeşinin kocası Dumuzi’yi baştan çıkarsın diye, yeryüzüne bir kız gönderir. Tanrıça, veziri Ninşubur’un yalvarmasıyla Bilgelik Tanrısı Enki tarafından kurtarılırsa da, yerine birini bırakması gerekmektedir. İnanna, yanında cinlerle, yerine birini bulmak üzere şehir şehir dolaşmaya başlar. Gittikleri yerlerdeki Tanrılar, İnanna’nın ye­raltında kalmasının üzüntüsüyle çuval elbiseler giymiş, tozlar içine bulanmışlardır. Tanrıça kıyamaz hiçbirini vermeye. Nihayet Uruk şehrine geldiklerinde, kocasını en iyi giysiler içinde, başında tacı ve kucağında bir kızla tahtında kurulmuş olarak gören Tanrıça, birdenbire çok kızarak “Alın götürün bunu!” der. Cinler, Dumuzi’yi yakalar; döverek, hırpalayarak, sürükleyerek yeraltına götürürler. Kızı da Tanrıça öldürtür. Dumuzi, orada Güneş Tanrısı Utu’ya kendisini kurtarması için yakarır. O da Dumuzi’nin elini ayağını yılana çevirerek kaçmasını sağlar. Fakat, cinler arkasını bırakmazlar. Kardeşinin evine saklanır, orada tanı yakalanacağı zaman kırlara kaçar. Kardeşine onun yerini söylemesi için işkence yaparlarsa da, söylemez. Dumuzi, kırda uyurken bir rüya görür. Rüyasını, rüya yorumlayıcısı olan kardeşi Tanrıça Geştinanna’ya anlatır. O da büyük bir üzüntüyle onun yine yakalanacağını söyler. Gerçekten de yakalanıp yeraltına götürülür. Yaptığına çok pişman olan, fakat kocasının cezasız kalmasını istemeyen İnanna’nın yardımıyla Geştinanna, Tanrılar meclisinden kardeşi yerine yarım yıl yeraltında kalmayı isteyerek, yarım yıl kardeşinin yeryüzüne çıkmasını sağlar. Dumuzi, yeryüzüne bahar zamanı çıkarak karısıyla birleşir. İşte bu birleşme sunucu yeryüzünde bütün bit­kiler yerden fışkıracak, hayvanlar yavrulayarak, yumurtlayarak çoğalacak, her tarafa bereket gelecek diye düşünmüş Sümer din­cileri ve o günü yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul etmişler. Bu birleşmeyi, ülkenin kralıyla yüksek düzeydeki bir rahibeyi her yeni yılda büyük şenliklerle evlendirerek sembolize etmiş­lerdir. Törenlerde Tanrıça yerine geçen rahibe, Tanrı yerine geçen kralın birbirlerine söyleyecekleri sevgi, aşk, tutku dolu şiirler yazılmış, bunlar çeşitli çalgılar eşliğinde çalınmış, söylenmiştir. Bu şiirler, Tevrat üzerinde çalışan bilginleri yüzyıllar boyu büyük bir meraka düşüren bir konunun aydınlığa çıkmasını sağlamıştır. Tevrat’ta “Süleyman’ın Şarkılar Şarkısı” bölümünde çok sayıda açık saçık aşk şiiri vardır. “Bunlar tarih değil, dinle de ilgili görülmüyor, neden bu din kitabında bulunuyor?” sorusu araştırmacıları devamlı düşündürmüştür. Kilise papazları İsa’yı seven, kiliseyi sevilen, İbraniler ise Yahve’yi seven, İsrail’i se­vilen olarak yorumlamışlardır. 19. yüzyılda ise, bunun, Filistin düğünlerinde yapılan törenlerle ilgili olduğu söylenmiştir. Kutsal evlenme şiirleri, özellikle bu yüzyılın ikinci yarısından sonra okunup çözüldükçe, bunların “Süleyman’ın Şarkılar Şarkısı” bölümündeki şiirlere çok benzediği görülmüştür. Bu bölümün Tevrat’ın en son elden geçişinde bile çıkarılmaması, İsrail’de be­reket kültü etkisinin henüz tamamıyla silinmediğini gösteriyor. Öykünün izleri Ugarit, Finike, Kenan ve Yunan efsanelerinde de bulunmaktadır. İsrail’e Mezopotamya’dan doğrudan doğruya ve Suriye yoluyla geçmiştir bu kült. Kutsal evlenme törenleri İslam dünyasında da iz bırakmıştır. Hıristiyanlar arasında İsa’nın yeryüzüne çıkması, bereket getirmesi inancına dayanan ve yumurtalarla kutlanan, Al­manya’da Ostern, İngiltere’de Easter yortusuyla, halkımız arasında Hızır ile İlyas Peygamber’in birleştiği düşünülen hıdrellez şenlikleri bu kutsal evlenme töreninin bir uzantısı sayılabilir. Takvimimizde yer alan Temmuz ayının adı da Dumuzi’den gelmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

8

Friday, 11.09.2015, 23:18

SÜMER’DE KUTSAL EVLENME AŞK TANRIÇASI İNANNA İLE ÇOBAN TANRISI DUMUZİ’NİN
EVLİLİK ÖYKÜSÜ
BÎRİNCİ PERDE
Bir Sümer tapınağının içi. iki tarafta renkli mozaiklerle süslenmiş yuvarlak sütunlar, ikisinin arasında, biraz arkada bir niş içinde Tanrıça İnanna’nın heykeli. Önünde bir sunak bulunuyor. Sütunların ön kısmında, bir tarafta Sıımerli kıyafetleri giymiş kadın ve erkeklerden oluşan koro, diğer ta­rafta arp, lir, flüt ve def çalan çalgıcılar var. Ayrıca birkaç çeşit davul ve davulcu. Koro şarkısını söylerken içeriye kadın kılığına girmiş, boyunlarına renkli eşarplar bağlamış er­kekler, erkek kılığına girmiş kadınlar, başları örtülü ve açık rahibeler, kırmızı giysileri içinde günah çıkaran rahipler, el­lerinde iki yüzlü balta, kılıçlar, mızraklar tutan rahipler (ellerindekileri kaldırıp indirirler), çember taşıyan, renkli iplerle ip atlayan kadınlar ve erkekler yavaş yavaş içeri girer. Onlar girerken davul sesleri gittikçe belirginleşir.


Koro:
Gökte görülen o kutsala selam deriz!
Göğün kutsal rahibesine selam deriz!
Göğün yüce hanımı İnanna’ya selam deriz! Ay Tanrısı’nın ilk kızı İnanna’ya selam deriz! Göğün kutsal fahişesine selam deriz! Saygın danışman,
Göğün süsü,
Uyku sona erince
Gün ışığı olursun.
Sümer halkı önünden geçer
Sana selam deriz!
Ayın yedinci gününde,
Ay hilal olunca
Kutsal su ile yıkanıp kraliçelik elbisesini giyinince
Davullar vurulur önünde
Sümer halkı önünden geçer.
Göğün yüce hanımına selam deriz!
Erkek olan kadınlar,
Kadın olan erkekler,
Önünden geçer, sana selam deriz!
Kadın fahişeler,
Erkek fahişeler önünden geçer, sana selam deriz!
Sümer halkı önünden geçer, sana selam deriz!
Tanrıça İnanna, başında boynuzlu başlığı, yarıomuzu çıplak uzun bir elbiseyle içeri girer. Herkes olduğu yerde kalır. İnanna:
Tanrıların baş tacı İnanna’yım ben
Babam bana göğü verdi,
Yeri verdi.
Krallığı verdi bana,
Savaşta koşmayı,
Saldırmayı verdi bana.
Seli, tayfunu verdi bana.
Göğü taç yaptı başıma,
Yeri sandal yaptı ayağıma.
Kutsal elbiseyi giydirdi üstüme,
Kutsal asayı verdi elime
Tanrılar serçe, ben şahinim,
Enlil Baba’nın yaban ineğiyim ben!
Koro:
Ey dağları deviren,
Fırtına kanatlarını kullan!
Sen uçarak gelince,
Ülkeler eğiliyor önünde.
İnanna:
Savaşın önünde durursam,
Ülkenin öncüsüyüm.
Savaşın dışında durursam,
Elde hazır okluğum.
Savaşın ortasında durursam,
Savaşın kalbi,
Savaşçıların koluyum.
Savaşın sonunda,
Korkunç bir tufanım.
Savaşı izlerken askerlere;
İlerle, yaklaş, derim düşmana.
Koro:
Yer Tanrılarının mağrur kraliçesi,
Gök Tanrılarının baş tacı,
Göğü titretir, yeri titretirsin.
Yükseklerde çakar,
Yere ateş atarsın.
Güney rüzgârı gibi sağırlatıcı emrin
Islık çalarak dağlara yayılır,
Uğuldayan fırtınan ile
Boşaltırsın ülkeye yağmuru.
Fırtına gibi saldırır,
Kasırga gibi kudurursun.
Sahneye İnanna’nın erkek kardeşi Güneş Tanrısı Utu girer ve gayet müşfik bir sesle:
İnanna:
Anneciğim, çoban Dumuzi aşıkmış bana.
Gönlüm çiftçide dedim,
Aşağıladım, kızdım ona.
Yine de “gel evlenelim” dedi.
Ondan hoşlanmaya başladım,
Sen ne dersin buna?
Ningal:
Oluşumuzu, koyunu, kuzusu,
Sütü, peyniri ile besleyen
Seni bu kadar seven,
Sana tapan bu adamı reddetme!
Kızım, bu genç adam baban gibi olacak,
Bu genç adam annen gibi olacak,
Her derdini seninle paylaşacak.
O sırada kapı çalınır, dışarıdan:
Dumuzi:
Aç kapıyı sevgilim
Aç kapıyı bana,
Ben Dumuzi, geleceğim yanına.
Ningal:
Git çabuk, giyin süslen, Tak takıştır, kapıyı aç ona.
Annesi ile İnanna dışarı çıkarlar.
Koro:
Ey şarkıcı! Fırtınadan sesli davul ile
Tatlı sesli lir ile
İnsanın ruhunu okşayan arp ile,
Kalbi neşelendiren şarkıları söyleyelim!
Şimdi kapıyı açacak İnanna
Ay ışığı gibi görünecek Dumuzî’ye.
Biraz, sonra İnanna, beyaz elbiseler giymiş, boynuna la­civert taşlı gerdanlığını takmış, saçının buklelerini alnına, Ya­naklarına dökmüş olarak içeri girer ve kapıyı Dıımuzi’ye açar. Kapı açılır açılmaz Dumuzi hemen İnanna’ya sarılır, büyük bir sevgiyle öper. Dumuzi:
Sevgilim, seni kölelik için istemiyorum.
Masan bolluk masası olacak.
Ey benim gelinim!
Bana elbise dokumayacaksın.
Dumuzi:
Ey yüce hanımım!
Ey benim şahane İnanna’m!
Ey benim kutsal mücevherim!
Ben süreceğim senin tarlanı,
Kral Dumuzi sürecek tarlanı,
Ben süreceğim nemli toprağını.
İnanna:
Sür tarlamı bal adam!
Beni tatlılandıran bal adamım.
Beyim, Tanrıların bal adamı,
Elleri bal, ayakları bal,
Beni hep ballandıran adam.
Bu arada ilk sahnedeki kalabalık halk içeriye girmeye başlar.

İKİNCİ PERDE
Yine tapınak salonu,
Koro:
Kraliçemiz yeraltına gidiyor.
İnanna yeri bırakıp,
Göğü bırakıp,
Yeraltına gidiyor. :
Uruk Tapınağı’nı,
Nippur Tapınağı’nı bırakıp,
Yeraltına gidiyor.
İnanna, başına tacını koymuş, siyah buklelerini alnına, ya­naklarına düşürmüş. Boynunda lâpis lâzuli gerdanlık Göğsüne kadar inmiş iki sıra boncuk. Göğsünde “Adam gel gel” adlı bir plaka, kolunda kalın bir altın halka.Elinde lâpis lâzuli amblem olarak veziri(hanım) Ninşubur ile içeri girerler. İnanna, Ninşubur’a:
Benim dayanağım,
Benim sadık vezirim!
Ben yeraltına iniyorum.
Eğer dönmezsem,
Dilenci gibi giyin.
Yıkıntılarda asla!
Tanrılara yalvar!
Beni kurtarsınlar.
Git, söylediklerimi unutma!
Sahne değişir. İnanna yeraltı kapısı önünde emreden bir sesle:
İnanna:
Kapıcı kapıyı aç!
Neti kapıyı aç!
İçeri gireceğim.
Kapıcı Neti:
Kimsin sen?
İnanna:
Ben İnanna.
Göğün kraliçesi.
Neti:
Göğün kraliçesi İnanna isen
Neden bu dönülmez ülkeye geldin?
İnanna:
Kız kardeşimi
Görmek için geldim.
Neti:
Bekle!
Kraliçeme sorayım.
Sahne: Yeraltı Tanrıçası Ereşkigal tahtında oturmaktadır. Neti içeri girer.

Neti:
Kraliçem,
Gök kadar uzun,
Yer kadar geniş,
Kale duvarı gibi sağlam,
Bir kız geldi
(Veya:
Kraliçem
Gök ve yerin kraliçesi
İnanna imiş gelen
Kapıda bekliyor.)
Tanrıça bunu duyunca, çok kızmış olarak, kalçalarına vurup dudaklarını ısırır. Ereşkigal:
Kapıcı Neti!
Dinle beni!
İnanna’yı kapılardan,
İçeri sokarken,
Üstündekileri çıkar.
Göğün kutsal rahibesi,
Bel bükerek gelsin önüme.
Sahne: 7 kapı görünecek. Neti ilk kapıyı açar.
Neti:
Gir içeri İnanna.
İlk kapıdan girince kapıcı başındaki tacı alır.
İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
İkinci kapıdan girince gerdanlığını çıkarır kapıcı.
İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
Üçüncü kapıdan geçerken iki dizi boncuk çıkarılır boy-nundan. İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
Dördüncü kapıdan geçerken göğsündeki plaka alınır.
İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
Beşinci kapıdan geçerken kolundan altın halka alınır.
İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
Altıncı kapıdan geçerken elindeki amblem alınır.
İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
Yedinci kapıdan geçerken üzerindeki elbise çıkarılır.
İnanna:
Ne oluyor?
Neti:
Sakin ol İnanna!
Yeraltının kuralı bu.
İnanna, yedinci kapıdan çıplak ve eğilmiş bir durumda taht odasına girer. Ereşkigal tahttan ayağa kalkar, İnanna tahta doğru yürür. Ereşkigal İnanna’ya büyük bir kızgınlıkla bakar ve suçlar bir tonla: Ereşkigal:
Neden geldin buraya? Gökle yere sahipsin. Yetmiyor mu bu sana?
İnanna:
Kocan ölmüş,
Başsağlığı dilemekti amacım.
Ereşkigal:
Olamaz!
Yeraltına göz diktin,
Bırakmam onu sana.
Buranın kuralına uyacak,
Çıkamayacaksın yukarıya.
diye çok kızgın olarak Tanrıça’ya bakar ve İnanna cansız ola­rak yere düşer. Ereşkigal:
Nintu’yu getirin bana!
Birisi dışarı koşar, genç bir kızı getirir.
Ereşkigal:
Bak kız giyin kuşan,
Sür sürüştür,
Git hemen yeryüzüne Dumuzi’yi bul!
Ona candan arkadaş ol!
Baştan çıkar onu!
Karısını arattırma!
Göreyim seni!
Kız, dışarı çıkar. Sahne değişir. Inanna’nın veziri Ninşubur üzerine bir çuval giymiş yeraltı kapısı önünde dövünerek, yüzünü gözünü yolarak;
Kaynak: Muazzez İlmiye Çığ

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

9

Friday, 11.09.2015, 23:27

TANRI TAMMUZ, TANRIÇA İNANNA VE KUTSAL EVLİLİK VE KUTSAL AĞAÇ
Bütün tanrı ve tanrıçalar içinde Tammuz (Dumuzi) ve İnanna, bizim açımızdan çok önemlidir. Bu tanrı-tanrıça çiftinin değişik versiyonları ve değişik adları kafa karıştırıcı gibi görünecektir; ancak bugün birçok şeyin özünde bu ikisi yatar. Örneğin Tanrı Tammuz, Sümer ülkesinde bile küçükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde, büyükbaş hayvancılığın yapıldığı şehirlerde ve tarımla geçinen şehirlerde farklı anlaşılmış, farklı anlatılmıştır.Tarımla geçinen toplumlarda, bitkinin ve ağacın içindeki enerji olarak Damu görüntüsüyle karşımıza çıkan Tammuz, küçükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde karşımıza koyunun, keçinin vs. içindeki yaratıcı güç olarak karşımıza çıkar. Bu bölgelerde ayrıca Tammuz’un ölümüne dair metinlere ve rölyeflere rastlanır. Hayvanlar yavruladıktan ve sütten kesildikten sonra, yani içlerindeki yaratma güçleri sona erdiği mevsimde, Tanrı Tammuz ölmüş olur. Bu, bizim bildiğimiz manada bir ölüm değildir; bazı metinlere göre Tammuz derin bir uykuya yatmıştır veya Yer Altı Dünyası’na inmiştir veya bir mağaraya saklanmıştır. Fakat Tammuz geri gelecektir, hayvanlar tekrar yavrulayacak ve süt vereceklerdir.
Büyükbaş hayvancılıkla geçinen bölgelerde ise Tammuz, göğe çıkmış vahşi bir boğadır (Bu dönem, artık yaratıcı tabiat güçlerinin Tanrısallaştığı ve göğe çıkarıldığı M.Ö. 2500’lere rastlar). Bu dönemde Tammuz, Boğa burcunu simgeler. Güneşin ilkbaharda Boğa burcuna girmesi, Vahşi Boğa’nın güneş olarak 12 burcu geçerek sürmesi ve bir yılı meydana getirmesi demekti. Gök gürültüsü bu boğanın kükremesi, şimşek ise bu boğanın tanrısal hiddetidir.
M.Ö. 2500ler önemlidir, çünkü Sami ırktan Araplar, Sümer bölgesine yerleşmeye başlar. Akad Kralı I. Sargon bölgeyi işgal eder ve Akad Krallığı’nı kurar. Akadlar bölgeyi işgal ettiklerinde muazzam bir medeniyetle karşılaştılar. Bu döneme kadar Sümerliler, gökbiliminde hayli ilerlemişlerdi. Akadların da etkisiyle bu gökbilimi ilerledi ve Tanrılar gökte konumlandırıldı. Hatta yeryüzünde, Eridu kentinde olduğuna inanılan cennet (yani Dilmun Ülkesi) bile gökyüzüne taşınmıştır. Cennetin Kralı Tanrı Enki’dir.
Tanrı Enki, Tammuz’un babasıdır, yer altı sularının ve kaynakların tanrısıdır. Zaten Tammuz, ilk olarak bu Dilmun ülkesindeki haliyle tasvir edilmiştir; Tammuz için metinlerde şöyle denir: “Bir yığın Haşur Ormanlarının arasında sen pırıl pırıl parlayan bir selvi ağacıydın ve senin bulunduğun yere sadece güneş gelebilirdi”. Bu nedenledir ki, Sümer tapınaklarında bunun sembolü olarak selvi ağacı dikilirdi. Tammuz, Sular Tanrısı Enki’nin oğlu olduğu için, tapınaklarda aynı zamanda havuz, su kuyusu veya çeşme de olurdu. Bugün mezarlıklarda selvi ağaçlarının olmasının nedeni, selvi ağacının “ebedi hayat”ı simgelemesidir, çünkü Tammuz gerçek anlamda hiçbir zaman ölmez (Temmuz ayı Tammuz’dan gelir, Domuz kelimesinin de Tammuz’un diğer adı olan Dumuzi’den geldiği düşünülüyor. Çünkü Tammuz’u ve daha sonraları dönüştüğü tanrı olan Adonis’i de öldüren domuzdur. Domuzun İslamiyet’te ve Yahudilik’te haram olmasının altında yatan nedenin bilinçaltında, domuzun tanrı katili olması yatar. Ayrıca ekonomik açıdan, domuzun küçükbaş hayvanlar gibi göç edememesi ve dönemin şartlarınca yaz aylarında etinin sıcağa dayanamayarak çabuk bozulması da nedenler arasındadır).
Tammuz, her yıl ilkbaharda Aşk ve Bereket Tanrıçası İnanna ile evlenirdi. Tammuz ve İnanna’nın birleşmeleriyle dünyaya bolluk, bereket ve yeşillik gelirdi, hayvanlar yavrulardı (günümüzdeki Nevruz, Hıdırellez ve Paskalya düşüncesi). Bu birleşme, insanlar tarafından şenliklerle ve ziyafetlerle kutlanırdı. Tammuz ve İnanna’nın birleşmesini temsilen, Sümer Kralı ve İnanna Tapınağının Baş Rahibesi, tıpkı tanrı-tanrıça çifti gibi kutsal birleşmeyi gerçekleştirirlerdi.
İnanışa göre, kutsal evlilik öncesinde Tanrıça İnanna yıkanır, annesi ile konuşarak ondan tavsiyeler alır, kapı arasından hediyelerin gelişini gözler. Daha sonra gelin odası hazırlanır ve çeyizler ziyaretçilere gösterilir. Ancak tüm bu hazırlıklar tamamsa Tammuz’un içeri girmesine izin verilir. 6000 yıldır bu evlilik töreni, o bölgede, bölge çevresinde ve Anadolu’da bu şekilde devam etmektedir.
Kutsal Evlilik törenlerini anlatan metinlerde hep neşeli şeylerden söz edilir. İnanna genç ve güzel bir kızdır, Tammuz ise genç ve yakışıklı bir delikanlı. Evlilikten önce gençler gizlice bahçelerde buluşurlar (çünkü annelerinden korkmaktadırlar, bu gizliliği Tammuz’un kız kardeşi Tanrıça Gestinanna’nın arabuluculuğuyla sağlarlar), aşıklar sabahlara kadar gezip dans ederler. Bu hikaye şeklindeki şiirlerin terminolojisine bir yerde daha rastlanır: Tevrat’taki Süleyman’ın Şarkıları bölümünde. Kullanılan terminolojideki benzerlikler inanılmaz boyuttadır; Neşideler Neşidesi’nde resmen Tanrıça İnanna anlatılır. Sümerlilerin tapınaklarında Tanrı ve Tanrıçaların tahtadan yapılmış putları bulunurdu ve bunlar değerli taşlarla süslenirdi. İnanna putunun aynısını, Hz. Süleyman’ın Neşidesi’nde görürüz (gözlerin yahut olması, gözlerin akikten süslerle dolu olması vs). Bu açıdan, kutsal bir kitapta bir putun övülüyor olması son derece ilginçtir.
Tammuz’un bitki ve ağaçla ilişkilendirilmesine ek olarak, hayvancılıkla uğraşan bölgelerde Çoban Tanrı ünvanı da verilmiştir. Bu çobanın hastalıkları iyileştirme ve öldükten sonra dirilme gibi özellikleri vardır. Tammuz’un ölümden dönerek bir anlamda dirilmesi 25 Aralık’a rastlar, tıpkı “iyi çoban” İsa gibi (Noel). Bugün Hıristiyanlık inanışında (hatta artık Müslüman bir ülke olan Türkiye’de de) Noel’de Noel ağacı süslenir. Süsler, her türden meyveyi ve bereketi simgeler, ağaç ise Tammuz’u. Çünkü o ağaç, Dilmun Ülkesindeki (yani cennetteki) ağaçtır ve güneşin zaferidir (tıpkı Tammuz’a sadece güneşin ulaşabilmesi gibi). Sol Invictus’un zaferi!
Bu ağacın çok kutsal olması, bu ağacın bir parçası olan dalın da erk’in simgesi olmasını doğurur. Bu nedenledir ki, Sümerden beri krallar, peygamberler vs. bu erkin simgesi olarak ağaç dallarından asa kullanmışlardır. Bunlardan en meşhuru, şüphesiz Musa’nın asasıydı. Musa, asasını eline aldığında dal yeşillenirdi (çünkü Tammuz’un bereketi var).
Musa’dan söz etmişken, Musa’nın 10 Emir ile dağdan indiği sırada halkının altın bir buzağı heykeli yapıp tapmakta olmaları üzerine sinirlenip tabletleri parçalamasını hatırlayalım. Bu put, gökyüzündeki Boğa Burcunu simgeliyordu ve altından olmasının nedeni de burca yansıyan güneş ışığı gibi sarı olmasıydı. Musa’nın gerçekten kızdığı şuydu: artık boğa çağı bitmiş koç çağı başlamıştı ve insanlar yanlış puta tapıyorlardı.Üç tek tanrılı dinin babası olarak kabul edilen Hz. İbrahim’in babası bir Sümer rahibidir. Sümerlilerde tapınaklar aynı zamanda bir çeşit observatuardı. Burada gökyüzü sürekli olarak izlenir, yıldızların konumuna göre Tanrılar ve Tanrıçalar yorumlanırdı. Gökyüzü biliminde Mısırlıların ve hatta Yunanlıların ileri olduğu sanılır. Ancak yazılı metinler incelendiğinde, Sümerlilere ait kayıtların yüzlerce hatta binlerce yıl önce yazıldığı anlaşılmaktadır. İbrahim de, bir Sümer kenti olan Ur şehrinde doğmuştur ve gökyüzüne dair bu bilgilerin hepsinden haberdardır. Ur kentini terk ettiğinde bir ağacın altında uyuyakalır, rüyasında bir meleğin gökyüzünden bir merdivenle indiğini görür. Bunun üzerine, uyanınca oraya bir kuyu açar. Yine karşımıza ağaç ve su kuyusu temalı bir görüntü çıkar. Aynı temalar, Hz. Süleyman’ın tapınağında da bol bol mevcuttur.
Tammuz’un bir çok yönü olması gibi, İnanna’nın da farklı yönleri vardı. İnanna, sabah yıldızı olarak Savaş Tanrıçası, akşam yıldızı olarak da Aşk Tanrıçası idi. Aşk Tanrıçası olmasının bir yönü de Kutsal Fahişe olmasıdır. Tevrat’ta ona “Ey Babil’in Kızı!” diye hitap edilmiştir. Sümer’de, Babil’de (ve hatta erken Anadolu dönemlerinde bile) her genç kız evlenmeden önce tapınağa gider ve orada bir kere olmak üzere yabancı bir erkekle para karşılığı beraber olurdu. Bu parayı tapınağa bağışladıktan sonra tapınaktan ayrılabilir ve artık evlenebilirdi. Bu tür bir cinsel birleşme son derece kutsal sayılırdı (tıpkı Tammuz-İnanna veya Kral-Baş Rahibe birleşmesinde olduğu gibi). Bunu yapmadan genç kız evlenemezdi. Asilzadeler bile kızlarını kendi elleriyle bu tapınaklara getirmişlerdir. Çirkin kızların kötü bir kaderi vardı; bazen kendileriyle beraber olacak bir erkek çıkması için yıllarca tapınaklarda beklerlerdi. Bunun dışında tapınak rahibeleri, bu kutsal fahişeliği sürekli olarak yaparlar ve tapınağa gelir sağlarlardı (ancak belirttiğim gibi, bu utanç verici bir iş değil son derece kutsal bir görevdi, onlara sokak fahişesi muamelesi yapılmazdı). Bu kadınların diğer kadınlardan ayrılması için, başlarının bir şalla örtülmesi zorunluydu. Bu baş örtme mevzusu, dindar kadın motifiyle her 3 tek tanrılı dine de geçmiştir. İnanna’nın kutsallık ve fahişelik gibi iki yüzünün olması (ki dönemim tüm tanrılarının farklı farklı yüzleri vardır; iyi-kötü, güzel-çirkin, müşfik-gaddar gibi) Hıristiyanlıkta da karşımıza çıkar. İsa’nın annesi Meryem kutsal, Magdalalı Meryem (Maria Magdalena) ise fahişedir, burada iki ayrı kadın olarak karşımıza çıkar. Ayrıca, İsa’nın annesi Meryem Lady Madonna’dır, “bizim hanımefendimiz”dir, tıpkı Babil’in Baştanrısı Marduk’un eşi Belti’nin ünvanının “bizim hanımefendimiz, bizim annemiz” olması gibi. Marduk ve Belti de bahar gelişinde kutsal evlenmeyle birleşirlerdi, bereketi getirirlerdi. Bu birleşmelerde Belti bakire kalırdı, tıpkı Meryem’in İsa’yı bakire olarak doğurması gibi.
Prof. Dr. Gönül Tekin

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

10

Saturday, 12.09.2015, 19:52


Ludingirra'nın Yaşamöyküsü*



Bu Öyküleri Neden Yazıyorum?


Ben bir Sumerli öğretmen, şair ve yazarım. Yaşım yetmiş beşi bulduğundan öğretmenliği bıraktım çoktan ; fakat şairlik ve yazarlığım ölünceye kadar sürecek herhalde.

Bu yaşamöykümü daha çok gelecek kuşaklar için yazmaya başladım. Bizim ulusumuz, dilimiz, geleneklerimiz, sosyal yaşantımız, sanatımız unutuluyor artık.


Bu güzel ve uygar ülkemize her taraftan göz diktiler. Göklere uzanan basamaklı kulelerimizin görkemli tapınaklarımızın, arı gibi işleyen çarşılarımızın, her tarafa ulaşan kervanlarımızın, dümdüz uzanan yollarımızın, bol ürün veren tarlalarımızın, nehirlerimizde ve açtığımız kanallarda salına salına yüzen teknelerimizin, dolup taşan iskelelerimizin, her tür bilgiyi veren okullarımızın ünü uzak ülkelere kadar yayıldığından; ilkel olan bu ülkelerin halkı kıskandı bizi.

Fırsat buldukça üzerimize saldırdılar. Kentlerimizi yakıp yıktılar. Biz yaptık, onlar yıktılar, biz yaptık, onlar yaktılar.

Halkımız, hatta krallarımız tutsak oldu. Ailelerimiz dağıldı. Tarlalarımız, bahçelerimiz bakımsızlıktan kurudu ; hayvanlarımız açlıktan öldü ve böylece kökü binlerce yıl önceye dayanan ulusumuz yoruldu, dayanamayacak hale geldi ve içimize yavaş yavaş sızıp bizi yiyen yabancıların kucağına bırakıverdi kendini.

Onlar yönetiyor bizi şimdi. Topraklarımıza ilkel geldiler; sayemizde uygar olmaya başladılar.

Ne yazıdan, ne tarımdan, ne sanattan, ne dinden, ne okuldan, ne attan, ne arabadan, ne aydan, ne yıldan haberleri vardı. Hepsini bizden öğrendiler.

Sonra da "biz yaptık, biz bulduk" diye övünmeye başladılar.

Hep korkuyorum, bir gün gelecek, adımız da uygarlığımız da unutulacak. Biz ne yaptık, ne başardıysak hepsini onlar üstlenecekler.

Bu durum beni yıllardan beri üzüyordu. Ben küçük bir adamım, bunu önlemek elimden gelmez diye yakınıyordum. Bir gün birdenbire aklıma geldi. Ben bir yazar olduğuma göre; ulusumuzun bulduklarını, başardıklarını, geçmişimizi, geleneklerimizi, ne kadar uygar olduğumuzu, gerek Sümerliliklerini unutmaya başlayan gençlerimize, gerek daha gelecek kuşaklara neden yazılarımla bildirmeyeyim dedim ve yaşamöykümü yazmaya karar verdim.

Böylece her tarafa, herkese her çağda ulaşacağımı umut ediyorum.

Çocukluğumdan bugüne tüm yaşantımı anımsamanın, ulusumuzun binlerce yıllık geçmişini çıkarıp hepsini bir araya toplamanın pek kolay olmayacağını tahmin edersiniz herhalde. Fakat ben bu yaşa kadar birçok olaya tanık oldum. Arşiv ve kitaplıklarda araştırma yaptım. Büyüklerimden, çevremden bilgiler topladım. Şimdi bu biriken bilgilerin ışığı altındai yaşama ait hatırlayabildiğim anılarımla birlikte ulusumuzun başından geçen acı tatlı olayları, gelenek ve göreneklerimizi, inançlarımızı, Tanrılarımızı size tanıtmaya çalışacağım. Şiirlerimizden,destanlarımızdan, masallarımızdan örnekler vereceğim. Bunları, sizi sıkmadan okutabilirsem ne mutlu bana!

Bizim uygarlığımı belki binlerce yıl sonra yaşayan insanlara da geçecek. Bizim attığımız temeller üzerine yenilerini koyacaklardır. Ah! Onlar da bizi hatırlayıp bıraktığımız kültür mirasları için teşekkür edebilseler!...





Muazzez İlmiye Çığ
Ludingirra'nın Yaşamöyküsü


_______________________





*Bu hikayenin yazıldığı tablet Sultantepe'de yapılan bir kazıda MÖ.8.yüzyılda yaşamış bir rahibin arşivinde bulundu. 1000 yıl sonra bu hikayenin devam ettiğini, edebi eser olarak okunduğunu görüyoruz.




Sultantepe Höyüğü, Şanlıurfa ili'nin Harran İlçesi, Kötüçay ile Kömürcü Dere arasında, Sultantepe Köyü'nün hemen yanında yer alan bir höyüktür. Tepenin tabanda çapı 550 metre olup Urfa Ovası'nın en büyük höyüğüdür. İskit ok uçları da çıkmıştır.


Anadolu’da Bozkır Kökenli Toplumlar: Kimmerler ve İskitler
syf:145 - PDF



Sultantepe

Şanlıurfa’nın güneydoğusunda yer alan Sultantepe Höyüğünde, 1951-1953 yılları arasında Nuri Gökçe ve Seton Lloyd tarafından yapılan kazıların üst tabakalarında, Helenistik ve Roma kalıntılarına rastlanılmış; alt tabakalarda bulunan Asurca tabletler bu höyüğün Yeni Asur Krallığı (M.Ö. 8-7 yy.) döneminde büyük bir kütüphaneye sahip olduğunu göstermiştir.

Bu kütüphanede, başta destanlar olmak üzere, (Enuma-eliş: I.Tablet (No.1), II. Tablet (No.2), IV. Tablet (No.3-8b), VI. Tablet (No.9), VII. Tablet (No.10-11), Gılgameş: VII. Tablet (No.14), VIII. Tablet (No.15), Irra/ Nergal: I. Tablet (No16), II. Tablet (No.17-18b) , Zu: II. Tablet (No. 19), III. Tablet ( No. 23), çeşitli edebî metinler, medikal metinler, kurgusal tarihleme ile ilgili metinler, eponim listeleri, büyü ve kehânet metinleri, tanrılar adına düzenlenmiş ilâhî metinleri yer almaktadır.


Bu kütüphanenin içeriği göz önüne alındığında, Asurbanipal’in Nineve’deki kütüphanesi gibi bir kralî kütüphane olması muhtemeldir.

Yeni Asur döneminde önemli bir kent olduğu anlaşılan Sultantepe Höyüğü, metinlerde “Huzirina” olarak adlandırılmaktadır. Sultantepe’nin, Yeni Asurca tablet veren sınırlı sayıdaki höyüklerden biri olması itibariyle, hem çivi yazısı gelişimine hem de Anadolu arkeolojisi ve kültürüne katkısı yadsınamaz.

Sultantepe Höyüğü kazılarında elde edilen tablet ve steller, Ankara Anadolu Medeniyetleri Müzesinde ve Şanlıurfa Müzesinde teşhir edilmektedir



Nurgül YILDIRIM
Anadolu’da Bulunan Yeni Asurca Belgeler

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

11

Saturday, 12.09.2015, 19:55

Amurru (Martu) Göçleri

Yeni Sümer Devleti (MÖ. 2060–1960)
II. Ur Sülalesi’nin kurulmasıyla Mezopotamya’da yeni bir dönembaşlamıştır. Bu yeni dönemde Ur-Nammu ve halefleri, yabancı istilasınınhalk üzerinde oluşturduğu tepkiden yararlanmasını bilmişlerdir. Bu durumonların milli hislerini Sümer memleketinin siyasi birliğini sağlama yolundakanalize etmelerine neden olmuştur. Sümerliliği canlandırmak için negerekiyorsa, hepsini yapmaya çaba sarf etmişlerdir. Bu yüzden, III. UrSülalesi’nin kurduğu bu devlete “Yeni Sümer Devleti” denildiği gibi, sülalenin yaşadığı bir asırlık döneme de, Mezopotamya tarihinin “RönesansDevri” denilmiştir.Bu döneme ait vesikalar üzerinde çalışan E.O. Edzard24, III.UrSülalesi’nin çökmesini üç sebebe bağlamaktadır:
l) Partikülarizma
2) Amurru göçleri
3) Babil-Elam rekabeti
Bu sebeplere ek olarak, memuriyetlerin dağıtılmasında kayırmalar,memleket halkının tek bir kavimden ibaret olmaması gibi iç huzursuzluklarıda bunlara ilave etmek gerekir. Her şeyden önce Er Sülaleler Devri’nden beridevam eden bölgecilik zihniyeti, her şehrin yalnız kendini düşünmesi, millibirliğe zarar veriyordu. Akkadlar devrinden sonra bu rekabet, SümerlilikAkkadlılıkşeklini almıştı. Sonraları ise Sümer şehirlerine iş bulmak içingelen Amurrular da bu rekabete dahil olmuştu. 25III. Ur döneminde Amurrular Mezopotamya’ya hala yabancıydılar.Ancak geldikleri yer buraya çok uzak değildi. Bilakis bunların geldiği bölgeile Sümer şehirleri arasında direkt bir bağlantı vardır. AmurrularlaSümerler’in arasındaki ilişki zaman zaman barışçıl, zaman zaman düşmancaolmuştur. Ama her durumda sürekli bir ilişki vardır. Kaynaklardabahsedildiği kadarıyla kökenleriyle ilgili bir takım sonuçlara varılabilir.26Martular kavim adı olarak zikredilmekte ve bu kavimlerin şehirlerdeoturmadıkları, özellikle vurgulanmaktadır. Böylece, Sümerce Martu kelimesi“Batı” anlamına geldiği gibi, Martuların da Arabistan Yarımadası’ndançıkarak ilkin Filistin-Suriye şerit arazisini çölden ayıran dağlar üzerindenKuzey Suriye’ye geldikleri ve oradan Büyük Fırat Kervan Yolu’nu takipederek, Mari, Terga, Hana gibi başlıca kervan durak yerlerinden geçerekMezopotamya’ya ulaştıkları anlaşılmaktadır. Bu kabilelerin bir kısmıDicle’yi takip ederek, kuzeye Asur ile Kerkük arasındaki bölgeye devarmışlardı. Elbetteki, daha önce Diyala bölgesini de istila etmişler, hatta birkısmı Diyala'dan öteye yani İran ve Afganistan'a kadar yayıldıkları gibi,III.Ur Sülalesi’nin çökmesinden sonra bilhassa Larsa hakimiyetinden sonraDeniz-eli bölgesine de yerleşecekler ve burada II. Babil Sülalesi’ni(MÖ.1677-1308) kuracaklardır.27 Bunu destekleyen temel argümanlar şunlardır: Birincisi Amurrular’ın dili Batı Sami bir dildir.28 Bunlarıncoğrafya ve kabile isimlerinin batı temelli olması ve Mezopotamya’danbakıldığında Martu teriminin batı için kullanılmasıdır.29 Asi ve Fırat’laçevrilmiş olan kurak bölge yarı göçebe bir yaşam tarzı için gayet uygundu.Ve bundan dolayı Amurrular burada yaşıyordu. Bu yüzdendir ki, bubölgeden Dicle’nin kuzeyine geçmek kolay oldu ki, bu geçişin benzerleridaha sonraki dönemlerde de görülmüştür.30Ur'un yıkılışı o zamanki dünyada büyük yankılar uyandırmıştır. Çünkübirçok vesikada bu olay sene ismi olarak kullanılmıştır. Bu nedenleMezopotamya'da ilk kültür meşalesini yakan Sümerler, Ur'un yıkılmasındanve Yeni Sümer Devleti’nin çökmesinden sonra bir daha devlet kuramayacaklardı.Zaten ana dillerini kaybetmişlerdi.III. Ur Sülalesi’nin yıkılmasından, Elam'dan sonra en çok istifade edenkavimler, Amurrular olmuştu. Bu ana-baba günlerinde, gittikçe büyüyen birçığ gibi, çöl çocukları Mezopotamya şehirlerine doluşmuşlardır.31Yeni Sümer devletinin yıkılmasından sonra Babilonya’da Amurrular,edebiyatlarında Akkadça ve Sümerce kullanımı da dahil var olan kültürütamamen benimsediler. Hiçbir yerde Amurru dili resmi dil olarakkullanılmadı. Birçok yerde Akkadça konuşuluyor ve yazılıyordu.32 Bununyanında birçok şehirde Amurrular kendilerine has kültür oluşturmaya dabaşlamıştı.
Amurrular ve Amurrular Dönemine Ait Kaynaklar

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, MÖ. 3. Binyıl’ın sonları ile 2.Binyıl’ın başlarında Mezopotamya, ikinci bir Samî göç hareketine sahneolmuştur. Bu göç sonunda gelenlere Martular ya da Amurrulardenilmektedir. Yaygın kanaat, Amurru Samileri’nin MÖ. 3. Binyılortalarında ve daha sonra Arabistan’dan ve Kuzey Suriye’nin çölbölgelerinden34 barbarlar olarak çıktıkları yönündedir. Amurrumedeniyetinin Babil kadar eskilere gittiği ve Amurrular’ın Babil’igüçlendirdiği bilgileri, büyük ölçüde Sümerce ve Akkadça metinleredayanır.35 Amurrular, Babil kentini ele geçirip I. Babil Sülalesi’ni(MÖ.1850–1550) kurmuşlar ve kendilerinden önce Mezopotamya sitelerindevar olan Sümer kültürünü de büyük ölçüde benimsemişlerdir.36 Çöllerdegöçebe bir hayat yaşayan bu göçebe kabileler, MÖ. 3. Binyıl’ın sonlarındanitibaren Mezopotamya'nın bayındır şehirlerine girmeye başlamışlardı. Bunedenle nüfus artmış, üretici sınıf aynı kalırken, tüketici sınıf birden birekabarmıştı. Bu dönemde, Mezopotamya'ya hâkim olan III. Ur Sülalesi(MÖ.2060–1960) kralları, Sümer şehirlerine Amurrular'ın (Martular)girmesini önlemek için çeşitli tedbirler almışlardı. Örneğin, 4. Kral Şu-Sinzamanının en büyük olayı, "Martu duvarı" adı verilen ve Babilonya denilenOrta Mezopotamya'daki Abgal (Büyük Su) kanalından 26 saat mesafede birkale duvarının yapılmasıdır. III. Ur Devleti’nin üzerine çöken kara bulutlarınilk belirtisini, bu kalenin inşaasında görmek yanlış olmaz. Nitekim, III.Ursülalesinin son kralı İbbi-Sin'in İsin şehrindeki valisi İşbierra, İbbi-Sin'egöndermiş olduğu bir mesajda: "Düşman Martular'ın ovalara indiğiniduydum" diyerek, tehlikeyi haber veriyordu. İbbi-Sin, tahtta ancak 15 yılkalabilmiş (MÖ.1975-1960) ve devlet, başta Amurru göçleri olmak üzere,partikülarizma ve Babil-Elam rekabeti yüzünden yıkılıp gitmişti.37Yeni Sümer Devleti’nin çökmesindeki en önemli nedenlerinden biri de,Amurru göçleridir.38 Nitekim çağdaş bir Eşnunna vesikasında: “İbbi-Sin’intoprakları Martular tarafından çöl haline getirildi.” denilmektedir.Martular’ın ırki kimliklerini tespit edebilmek için, onların dillerini bilmekgerekmektedir. Halbuki Martular’ın dili ile yazılmış hiçbir vesika yoktur.Çünkü bu kavimler kültür memleketlerine girdikten sonra, o memleketindilini ve yazısını kullanıyorlardı. Ancak, vesikalarda geçen Martu tanrıisimleri ile teşkil edilmiş “Theophore” isimler, filolojik tetkikler için önemlimalzeme olarak kullanılmaktadır.39Sümerce vesikalarda, "Martu" kelimesi çoğu kez bir rüzgâr yöntemiolarak geçer. Er Sülaleler III devrine (MÖ.ca. 2550-2350) ait taşınmazmalların satış senetlerindeki yön ifadelerinden de Martu kelimesinin, "Batı"anlamına geldiğini daha önce belirtmiştik.40 Martu kelimesi hem bir coğrafiterimdir hem de daha sonraları kabile ismi olarak kullanılmıştır.41 Mesela İbbi-Sin’e ait bir sene isminde “Ur Kralı İbbi-Sin’in, eskidenberi şehir bilmeyen Martular’ı büyük bir kuvvetle yendiği sene” ibaresigeçmektedir. Burada Martular kavim adı olarak zikredilmekte ve bukavimlerin şehirlerde oturmadıklarına bilhassa işaret edilmektedir.42Fara’da bulunan ve muhtemelen MÖ. 2600-2500 yıllarına tarihlenen birtablette Sümerce ad taşıyan bir adam Martu diye tanımlanmıştır. Butanımlamanın bizim açımızdan önemi, çivi yazılı metinlerde Martu’nun enerken kullanılışını bize gösteriyor olmasıdır.43III. Ur sülalesinin son günlerine ait vesikalar ve Mari mektupları Martukabilelerine karşı yapılan amansız mücadeleyi aksettirirler. Meselâ, I. ŞamşiAdadTerqalı Amurrular’dan olduğu halde, Martu bedevileri ile savaştığıgibi, yerleşik Martu boyları arasında da savaşlar oluyordu. Aynı suretleAmurru asıllı I. Babil sülalesinin ünlü kralı Hammurabi, kendisi gibi yerleşikMartu asıllı Larsa Kralı Rim-Sin’le ve Mari Kralı Zimri-Lim’le savaşmıştı.Babiller ise Martular’a “Amurrum” diyorlardı. Örneğin, Akkadkrallarından Şarkali-Şarri bir vesikasında: “Başar dağlarındaki Amurrular’akarşı savaştığını” bildiriyordu. Bu dağların Palmir ile Fırat arasındaki CebelBişri (Bişri Dağları) olduğu zannediliyor.44Samîler ise Martular'a “Amurru” diyorlardı. Martular hakkındaki bütünbu kayıtlardan açıkça anlaşılıyor ki, bizim bugün bedevi, yani göçebedediğimiz çöllerde yaşayan kabilelere Sümerler, "Batıdan gelenler"anlamına Martular ismini vermişlerdi. Fakat vesikalardaki bu açıklığarağmen, Martular'ın vatanı olarak Yukarı Dicle ve Zağros Dağları arasındakiİamutbal memleketini gösterenler de vardır. Bunların iddiası aslen birMartulu olduğu halde Elamca isim almış olan Kudur-Mabuk'un unvanlarıarasında "Atta-KUR.MAR.TU" ve "Atta İamutbal" adlarının bulunmasınadayanır. Aslında bu ünvanlar, Kudur-Mabuk'un ataları tarafından dakullanılmış olmalıdır. Mezopotamya tarihinde daha sonraları böyle birçokMartu kabilesinin kuzeye, güneye ve doğuya yerleştiklerini görüyoruz.Örneğin, tarihi bir Sümer şehri olan Uruk'a Amanum kabileleri yerleşmişti.45Eğer insanlar topluca bir yerden bir yere gittilerse bunu gösteren birdelil vardır. Fetihlerden, işgallerden, kuşatmalardan bahseden bir delil yoksabizi bu konuda en iyi isimler aydınlatır. Eldeki Antik Arap medeniyetine dairunsurlara bakarsak, Amurrular’ın, Hititler’in ve Kassitler’in yaptığı gibi bumedeniyetin de insanların göç etmesi suretiyle geldiğini düşünmeliyiz. Bu durumda da Arap denilen toplumların hangi ölçüde bu topraklara taşındığınıaraştırmalıyız.Bu toprakların erken tarihine dair efsanelerde ve Babilonyametinlerinde bir kanıt aramak için şunu not etmeliyiz ki Kalde’nin tufansonrası krallığına ait efsanevi liste bu isimlerin Amurru olduğunu gösterir.Erken hanedan listeleri de aynısını gösterir. Adak metinlerinde, dinimetinlerde, kitabeler üzerinde ve tabletler üzerindeki mühürlerdekarakteristik olarak Arapça birşey aramak boşunadır, anlamsızdır. Diğeryandan tarihi en az Babilonya kadar eski olan Amurru etkisi en erken tarihkayıtlarında bile görünür.46Şunu belirtmek gerekir Ur’un son krallarıyla İsin’in ilk kralları arasındanet bir tarihi devamlılık ve örtüşme vardır. Özellikle belirtmek gerekir ki İsindöneminde birçok Amurru bu karşılaştırma sonucunda tespit edilebilmiştir.Ayrıca III. Ur Sülalesi ile I. İsin Sülalesi dönemindeki metinlerde hemen hiçfark yoktur. Hem dil hem de yapı aynıdır. III. Ur döneminden sonra Martuunvanını çok seyrek görürüz.Amurru terimi Amurrum’a işaret eder ki III. Ur dönemi metinlerindebiz bu kavramı Martu olarak görüyoruz.47Martu bedevileri acaba neden göçüyorlardı? Bu soruyu cevaplamakiçin, bugünün bedevileri üzerinde yapılan etnolojik tetkiklere bakmakgerekir. Bu kabileler Akkadça Abum (baba) denilen bir şeyhin idaresi altındayaşıyorlar ve besledikleri koyun, keçi ve develerini bir vahadan diğerineotlatarak dolaşıyorlardı. Bu vaha arama veya seçme işi mevsime ve yerleşikkentlerdeki Panayır zamanına ve günlerine göre ayarlanıyordu. Bedevilerihtiyaçları olan gem, çıngırak vb. her hangi bir aracı hayvanlarının ürünükarşılığında bu pazarlardan temin ediyorlardı. Onlar için şehir hayatıdayanılmaz bir esaretti. Orada herkes hayatını kazanmak için çalışmayamecburdu. Bu şartlar altında bedevilerin şehirlere dolmaları keyfiyeti, ancakbir açlık, kıtlık veya başka bir bedevi kabile tarafından vahadanuzaklaştırılma gibi bir zorunlulukla meydana geliyordu. Böylece bütünkabile göç ediyordu. Bazen de kabile reisi, bir şehir kralı ile anlaşıyor, bütünkabilesi ücretli asker olarak o şehir kralının emrine giriyorlardı. Bunun enyakın örneği, Birinci dünya savaşında Osmanlı İmparatorluğu ile İngilizİmparatorluğu mücadelesindeki Suriye savaşlarında görülür.İşte MÖ. 3. Binyıl’ın sonlarında meydana gelen Amurru (Martu) göçleriyakın zamanlarda da görülen çöl bedevilerinin hareketleri ile hemen hemenaynı idi. MÖ. 3. Binyıl’ın sonlarına doğru meydana gelen Amurru göçlerinekatılan kavimler hakkında bize en iyi bilgiyi Mari mektupları verir. Çünkü,Mari arşivi vesikalarında, Tevrat'ta da adı geçen Benyamin oğullarından"Maru İamina" yani "Güney oğulları" anlamına bahsedildiği gibi,İbraniler'den de Habirular olarak söz edilir. Ayrıca, Hanalılar denilen başkabir kabile daha vardı. Hanalılar, daha ziyade ücretli askerler olarakgörülürler.48 Akkadlı Sargon’un zamanında Amurru gruplarıMezopotamya’ya sızmaya başladılar. III. Ur döneminde ise bu sızmalarsavaşlar halini aldı ve I. Babil Hanedanlığının kurulmasından öncesine denkgelen büyük göçleri doğurdu.49 Ortaya ilk çıkışları III. Ur Hanedanınınsonundan itibarendir. Ancak isimleri üzerinde yapılan araştırmaya bakılacakolursa bunlar Babil’de küçük bir azınlık olarak kalmıştı. Ne var ki Mari’deçoğunluğu oluşturmuşlardı. Bunların orijinleri ya da kökenleri konusunagelince; Kupper50, göçebe olduklarını ve Suriye steplerinden çıktıklarınısöyler. Amurru isimleri bunlar hakkında genel isim olmuştur.51Mezopotamya tarihinde İbbi’sin’in iktidarının devrilmesiyle bir asırsüren karanlık bir çağ başlamıştır. Bu karanlık dönemde Amurrular; Larsa,Kis, Babil, Sippar, ve Uruk gibi şehirlerin kontrolünü kesin olarak elegeçirdiler ve halkın büyük çoğunluğu Amurru isimleri taşıyordu.52Bu şehir krallıkları iki yüzyıldan fazla bir zaman içinde birbirleriylesürekli savaşacaklar ve bu yüzden de büyük bir devlet kuramayacaklardı. Buşehir devletleri arasında gerek sürekli egemen olmaları gerekse bıraktıklarıvesikalarla III. Ur Sülalesi zamanındaki kültürü yaşatmaları bakımından İsinve Larsa şehirleri çok fazla varlık göstermişlerdir. Bunun için III. UrSülalesi’nin çökmesini takip eden iki asırlık zamana İsin-Larsa devridenilmiştir.53Amurru asıllı şehir beylerinin, MÖ.1960-1750 yılları arasına rastlayaniki asırlık dönemde birbirleriyle yaptıkları kıyasıya mücadeleden sonra, I.Babil Sülalesi’nin 6. Kralı Hammurabi, MÖ. 1750’lerde merkezi bir devletkurarak bu mücadeleye son vermiştir.54
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/1575/17086.pdf

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

12

Saturday, 12.09.2015, 20:12

Gılgamış Destanı


Gılgamış Destanı, Mezopotamya’da ortaya çıkan tarihteki ilk yazılı destandır. Ölümsüzlüğü arayan bir kralın öyküsüdür.
Destana konu olan kral Gılgamış gerçekten yaşamış ve M.Ö. 28.yüzyılda Mezopotamya’daki Uruk kentinde hüküm sürmüştür. Ölümsüzlüğün ve bilginin peşindeki insanı yücelterek anlatan Gılgamış Destanı, Gılgamış’ın ölümünden bin yıl kadar sonra yazılmıştır ve günümüze kadar gelebilmiştir.
Gılgamış Destanı, Akat ve Sümer mitolojilerinde geçer ve Akat dilinde yazılmış tabletlerden oluşur. Bunlardan günümüzde 12 tablet bulunabilmiştir. Ama bu tabletler eksik olduğu için destan metninin bütünü elde edilememiştir. Aslında bir tablet daha bulunmuştur ancak olayların sırasına uymamaktadır ve bu yüzden ayrı bir versiyon olduğu düşünülmektedir. 1855’te Ninova’da yapılan kazılarda, Asur Kralı Asurbanipal’in M.Ö. 7. yüzyılda derlettirdiği tabletler bulunmuş, daha sonra Türkiye-İran sınırında ve Irak’taki Nippur antik kenti kazılarında bulunan tabletler de eklenmiştir. Ayrıca Türkiye’de Sultan Tepe ve Boğazköy’de yapılan kazılarda da destanın izi bulunmuşsa da henüz tümü gün ışığına çıkarılmamıştır.
Tabletlerdeki metne göre destan, Gılgamış’ın özelliklerini övgüyle anlatarak başlar. Yarı insan, yarı tanrı olan Gılgamış karada ve denizde olan biten her şeyi bilen başarılı bir yapı ustası ve yenilmez bir savaşçıdır. Destanının, öbür bölümlerinde Gılgamış’ın başından geçen serüvenler anlatılır. Derinlemesine hikaye türünün en olağan üstü biçimde anlatıldığı Gılgamış akılların tamamen özgür ve doğaçlama melekesini gözler önüne sermektedir.


İlk serüven Gılgamış ile Gök tanrısı Anu arasında geçer. Halkına acımasız davrandığı için Gılgamış’a öfkelenen Anu, onu öldürmek için vahşi bir hayvan olan Enkidu’yu üzerine salar. Enkidu ile Gılgamış arasındaki savaşta Gılgamış üstün gelir. Daha sonra Enkidu Gılgamış’ın en yakın dostu ve yardımcısı olur.
Bunun ardından gelen serüven Gılgamış ile aşk tanrıçası İştar arasında yaşanır. İştar Gılgamış’a evlenme önerisinde bulunur. Gılgamış bunu red eder. Onuru kırılan İştar Gılgamış’ı öldürmek için yeryüzüne bir boğa gönderir. Gılgamış, Enkidu’nun da yardımıyla boğayı öldürür. Enkidu rüyasında, boğayı öldürdüğü için tanrılar tarafından ölüme mahkum edildiğini görür.
Destanın bundan sonraki bölümüyle ilgili tabletler bulunamamıştır. Ama, destanın devamının yer aldığı Gılgamış’ın Enkidu için yaktığı ağıtı, düzenlediği görkemli cenaze törenini, sonunda Enkidu’nun ölüler dünyasına göçtüğünü anlatan tabletler bulunabilmiştir.
Enkidu’nun ölümünü Tufan öyküsü izler. Tufan, yeryüzünün sularla dolup taşmasının öyküsüdür. Gılgamış destanında Tufan’ı tanrıça İştar ve Bel’in başlattığı anlatılır. Gılgamış, Tufan’dan kurtularak sağ kaldığını öğrendiği Utnapiştim’i bulmak üzere yola çıkar. Utnapiştim ölümsüzlüğün sırrını bilen bir bilgedir.
Utnapiştim’i bulan Gılgamış, onun verdiği ölümsüzlük otuyla gençliğine yeniden dönecek ve ölümsüzlüğe kavuşacaktır. Ama, destanının insanlar için en üzücü bölümü burada başlar. Çünkü Gılgamış ölümsüzlük otunu yemeye fırsat bulamadan onu bir yılana kaptırır ve Uruk’a eli boş döner. Bazı kaynaklar, Gılgamış’ın ölümsüzlük otunu halkıyla birlikte yemek istediğini belirtir. Destan, Gılgamış’ın ölüm karşısında yenilgisiyle biter.
Gılgamış destanı Nuh Tufanı’nın anlatıldığı ilk yazılı eserdir. Uruk kentinin kralı Gılgamış’ın yaşamını anlatan destan, kimilerine göre kutsal kitapların da kaynağıdır.
Çoğu tarihçi, tarihin, çivi yazısını bulan Sümerlilerle başladığını söyler. M.Ö. 4 bininci yılın ikinci yarısında Aşağı Mezopotomya’da yaşayan; Ur, Uruk, Kiş, Eridu, Lagaş ve Nippu gibi önemli kentler kuran Sümerlerden geriye, o dönemi yansıtan pek çok eser kalmıştır. Bunlardan belki de en önemlisi, içinde Nuh Tufanı’nın da anlatıldığı Gılgamış Destanı’dır. Sümer diliyle “Sha Nagba İmuru” yani “Her şeyi görmüş olan” Gılgamış, bugün Gaziantep’in Suriye’ye sınır ilçesi Karkamış’ın o dönemki adıyla, Uruk kentinin kralıdır.
İlk yazılış tarihi M.Ö. 2500-3000 yılları arasında olduğu tahmin edilen destan, Sümerce 12 tane kil tablete yazılmıştır. İlk yazılımın dışında destan, daha sonra Babil döneminde iki kez daha yazılmıştır. Toplam 2 bin 900 satır olduğu tahmin edilen destanın en önemli bölümleri eksiktir. Sadece yüzde 60’ı tam olarak bulunan şiir formatında yazılmış destanın bazı dizelerinin başı ve sonu yoktur. Destanın Sümerce yazımının anlaşılması oldukça zordur. M.Ö. 1800 yıllarında Babil kralı Hammurabi (M.Ö 1792-1750)zamanında tekrar yazılan Gılgamış Destanı’nın üç tableti bulunamamıştır. Destanın son yazılım tarihi tam olarak bilinemese de, son ozanının, Kassitler çağında yaşamış Sin Lekke Unnini adında bir sanatçı olduğu kabul edilmektedir.
Destanın kahramanı Uruk Kralı Gılgamış, dörtte üçü tanrı, dörtte biri insan olan bir varlıktır. Gılgamış halk tarafından çok sevilir ama, kral aynı zamanda sert, güçlü ve mağrurdur. Halk bu öfkeli kralın burnu biraz sürtülsün düşüncesiyle tanrılardan yardım ister. Dualar boşa gitmez ve tanrıça Aruru, yarı vahşi bir yaratık olan Enkidu’yu yeryüzüne gönderir. Enkidu destanın ikinci önemli karakteridir. Fakat Enkidu’nun kırlarda yaptığı kıyımlar Gılgamış’tan çok dilekte bulunan Uruk halkının başına bela olur. Gılgamış, Enkidu’yu yola getirmek için güzel bir fahişe (Şahmat) yollar ve ehlileşmesini sağlar. Kadının peşinden kente gelen Enkidu krallar gibi ağırlanır, güzel kokularla yıkanır, kentlilere özgün elbiseler giyer, oturup kalkma dersleri alır. Tanrının isteğinin aksine Gılgamış’la Enkidu çok iyi arkadaş olurlar.
Güçlerini sınamak için yola koyulan ikili, kendilerine hasım olarak, korkunç sesiyle bile insanları öldürebilen Sedir ormanının korucusu dev Huvava’yı seçer. Ancak devin gürleyişi karşısında Enkidu korkudan dona kalır. Gılgamış ise etkilenmez ve devi öldürür. Bunu gören tanrıça İştar, Gılgamış’a aşık olur. Fakat Gılgamış tanrıça İştar’ı, fahişe gibi davranıp her önüne gelenle hatta hayvanlarla bile birlikte olduğu için aşağılar ve reddeder. Tanrıçanın intikam almak için Uruk kentine yaptığı saldırılar ise iki kahraman tarafından bertaraf edilir.

Günün birinde Enkidu ölüme yenik düşer. Dostunu yitirdiği için çılgına dönen Gılgamış, kendisinin de bir gün öleceği gerçeği ile karşılaştığından paniğe kapılır. Ölümsüzlüğün sırrını öğrenmek için “tufan”ı yaşamış ve ölümsüzlüğe ermiş olan Utnapiştim’i görmeye gider. Utnapiştim, binbir zorlukla Mutlular Adası’ndaki evine gelen Gılgamış’ı geri çevirmez ve ona tufanı anlatır. Tanrılar bir tufan ile insanları yok etme kararı alırlar. Ancak Utnapiştim, tanrı Ea’nın uyarısı üzerine ailesini, çeşitli zenaat erbabını, hayvan ve bitki türlerini içine alacak yedi bölümden oluşan bir gemi inşa eder. Yedi gün, yedi gece süren ve yeryüzünün sularla kaplandığı tufan sonunda Utnapiştim’in gemisi Nisir Dağı’nın tepesinde karaya oturur.
Utnapiştim, Gılgamış’tan, genç kalmanın sırrının, denizin diplerinde bulunan bir bitkide olduğunu saklamaz. Kral sevinçle denizin diplerine dalar ve otu bulur. Ancak Gılgamış’ın yorgunluktan uykuya dalmasından yararlanan bir yılan, otu yutuverir. Destan, yılanların her bahar deri değiştirmesini bu olaya bağlamıştır. Ebediyen varolma şansını yitiren Gılgamış deliye döner. Çaresiz bir biçimde geldiği Uruk’ta artık Enkidu’nun ruhuyla kurduğu ilişkiden başka avuntusu kalmamıştır. Gılgamış, Enkidu’ya ölümden sonraki hayata dair yönelttiği sorularla biraz olsun teselli bulurken bilgeliğin dünyanın nimetlerinden yararlanmak anlamına geldiğini kavrar ve destan da sona erer
Destan, tarihte bilinen en eski medeniyetlerden olan Sümerlerin yaşayışları hakkında bilgi verir ve kendisi de ilk yazılı destan olma özelliğini taşır.
Gılgamış Destanı’nın en önemli özelliklerinden biri de, anlattığı “Tufan” öyküsü , üç büyük dinin Kutsal Kitapları’da yer almasıdır. “Ölümsüzlük Otu” öyküsü, Türk-İslam dünyasının “Lokman Hekim” söylemine benzer.
[/b]

13

Saturday, 12.09.2015, 20:57

Emin olun büyük bir keyifle okudum..Tarihin sır dolu pencerelerinden adeta bir ışık hüzmesi kaydı..Son derece açık bir dille yazılmış olan tarih bilgilerini okumayı herkese şiddetle tavsiye ediyorum..Mükemmel olmuş.... :1alkis: :1alkis: :1alkis: :1alkis: :1alkis:





not: Kraliçe ile alakalı bölüm gözümden kaçmadı :thumbsup:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

14

Saturday, 12.09.2015, 22:19

Tarihin sır dolu pencerelerinden adeta bir ışık hüzmesi kaydı..Son derece açık bir dille yazılmış olan tarih bilgilerini okumayı herkese şiddetle tavsiye ediyorum.



Sayın 'KRALİÇE SULTAN 'Tarihi seven kendisini kültüre daha yakın hisseder.Dinlemek,okumak ,araştırmak ayrıca olgunlaştırır.Beğeniniz beni ziyadesi ile mutlu ediyor İlgi ve alakanız için sonsuz Teşekkür ediyor sevgi ve saygılarımı sunuyorum

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

15

Saturday, 12.09.2015, 22:53

İŞTAR’IN YERALTI DÜNYASINA İNİŞİ

Mezopotamya’nın en önemli mitlerinden birisi Tanrıça İštar’ın ölüler diyarına inmesini anlatmaktadır. Tanrıçanın ölüler diyarına inmesinden önce Tanrı Tammuz (Sümerce Dummuzi) ile evlenmesi vardır. Tammuz’un İštar’ı elde etmesi iki biçimde anlatılmıştır. Bunlardan birinde çiftçi tanrı Enkimdu Tammuz’un rakibidir, diğerinde ise Tammuz tek taliptir. Öyküye göre, Tammuz tanrıçanın evinin önüne gelir ve içeri girmek için yaygara koparır. Tanrıça annesinin onayını aldıktan sonra banyo yapar, yağlar sürünür, kraliçelik giysilerini giyer, değerli mücevherler takınır ve damat adayına kapıyı açar. Tammuz, böylesine tutkuyla istediği evliliğin kendisinin cehennemin dibine atılmasına sebep olacağını bilmemektedir. Gökyüzünün hanımı olan İštar, cehennemde de hüküm sürmek arzusundadır. Bundan dolayı ölüler diyarına inmeye karar verir.Mezopotamya’nın İštar ve Tammuz ikilisi Yunanlar’a Aphrodite ve Adonis olarak geçmiştir.
Sümer versiyonunda olduğu gibi mitosun Babilonyalı biçiminde de, İştar’ın ölüler dünyasına inişinin nedeni verilmemiştir; ama, şiirin sonunda, İştar salıverildikten sonra, Tammuz’un yer altı dünyasında hangi nedenle bulunduğu hakkında hiçbir açıklama verilmeden, onun İştar’ın erkek kardeşi veya aşığı olarak sunulmuştur. İştar’ın dönüşü olmayan ülkeye inişi mitosunun Babilonya versiyonunda cinsel verimliliğin, üretkenliğin, Tanrıçanın yeryüzünde bulunmayışı yüzünden yok oluşunun bir betimlemesi vardır. Tanrıçanın yer altına inişinin betimi, ana çizgilerinde, mitosun Sümerli biçimini izlemektedir; fakat içinde ilginç farklılıklarda bulunmaktadır. İştar yeraltı dünyasının kapısını çaldığında, içeriye alınmazsa kapıyı yıkma ve yer altı dünyasındaki ölüleri serbest bırakma tehdidinde bulunur. Şiirin bu pasajı bu sahneyi canlı bir biçimde anlatmaktadır.
Ey kapı bekçisi, kapını aç,
Kapını aç da girebileyim
Eğer açmazsan kapıyı
Böylece giremezsem içeri
Kapıyı kesin parçalayacağım
Sürgüsünü kopartacağım kesin
Kapı direğini parçalayacağım
Kapı kanatlarını söküp atacağım bilesin
Ölüleri kaldırıp ayaklandıracağım
Dirileri yesinler diye bırakacağım
Taki ölüler sayıca dirileri geçecek
Mitosun bu versiyonunda Tanrıça İştar, Sümerli versiyonunda olduğundan çok daha düşmanca ve tehditçi bir kişiliktir. Aynı zamanda, İştar’ıon ölüleri diriler üzerine salıvermesi tehdidinde, Babilonyalıların, dinlerinin oldukça belirgin bir özelliğini oluşturan ve pek çok afsunda karşılaşılan korkularını, ölülerin hayaletlerinden korkmaları olgusunu yansıtmaktadır. İştar, yedi kapıdan geçerken, Sümer versiyonunda olduğu gibi, her bir kapıda giysilerinin bir parçasını çıkarmaktadır. Babilonya versiyonunda, Tanrıçanın “ölümün gözlerinin” uğursuz bakışıyla, cesede dönüşmesini anlatan acıklı betimleme verilmemekle birlikte, geri dönmediği bildirilmekte ve bunu Pepsukkal’ın büyün tanrılara başvurması izlemektedir. Ea hadım Aşuşunamir’i yaratıp, Ereşkigal’i yaşamsuyu tulumunu kendisine vermesine razı etmesi için aşağıya yollar. Aşuşunamir afsunuyla Ereşkigal’i buna razı etmeyi başarır ve Ereşkigal’i veziri Namtar’a, isteksizce, İştar’ın üzerine yaşamsuyu serpilmesini buyurur. İştar salıverilir ve geri dönüş yolculuğu sırasında, daha önce her bir kapıyı geçerken bıraktığı süs eşyalarını ve giysilerini geri alarak gider. Ancak bir fidye ödemesi gerektiği yolunda bir değinmede bulunur. Ereşkigal veziri Namtar’a “Eğer tanrıça sana fidye belini vermezse, onu geri getir” der. Fidyenin neyin karşılığı olarak istendiği belirtilmemiştir, ama mitosun sonunda Tammuz’un sözünün edilmesi, oraya nasıl geldiğini açıklayan herhangi bir ipucu verilmemişse de Tammuz’un yer altı dünyasından geri dönüşünün fidyesi olduğu yolunda bi işaret gibi görünmektedir. Enlil’in yer altı dünyasına sürgün edilmesi ve İnanna’nın kendisiyle birlikte gelmesi hakkında bir Sümer mitosu bulunmaktadır. Dinsel törenlerde “Tammuz ile Eniri” sözleri aynı tanrının farklı adları olarak geçmiştir. Bu durumda mitosun gelişme sürecinde, Tammuz’un yer altı dünyasına artan bir önem kazanmaya başlamış olduğu ve bitkiler dünyasının ölüp yeniden doğmasıyla ilişkilendirilir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

16

Saturday, 12.09.2015, 23:03

SÜMERLER VE TEMMUZ
Ay tanrısına tapanlar temmuz için ağlarlar.Buğdayı harmanladıkları ve taş da döndürdükleri vakit Temmuz ölüyor,öldüğü için ona ağıtlar yakarlar adı DAVUZ dur .Davuz için ağlarlar.Aynı ağlama yahudilerde Kudüs'ün duvarlarında Temmuz için ağlarlar çünkü Tanrı ölür.tanrı öteki dünya 'ya yer altına iner,gelmek üzere iner tabiki .Buğday ekmek haline getirildiği için temmuzdur.Ölen temmuzun eti yenmiş oluyor .Ekmek kutsal yere düştüğü vakit öpüp anlımıza koyuyoruz.islamiyetle alakası olmadığı halde islamiyet 'in içine girmiştirHayatidir çünkü besindir.Enerjidir ve güçtür o enerjiye insanlar ebediyen taparlar onu bölmek yok etmem mümkün değidir insan hayatı ile ilgilidir.Tıpkı İsa'nın eti'nin yenemesi gibi .Şarap içiliyor İsa'nın kan'ı gibi .Temmuz bir bitki ve ağaç tanrısıdır.Küçükbaş hayvanlarının yetiştirildiği toplumlarda da o canlılara can verendir.Üreme tanrısıdır.Büyük baş hayvanlarının yetiştirildiği toplumlarda da Temmuz öküzdür.Bakldığı zaman bütün dinlerin kökeni Sümerlere bağlanıyor Çünkü yakın doğu bir bütündür.Bu mitolojik unsurlar Sümer 'de başlayıp önce Fenike ye dogru Akdeniz e gelir.Fenikeliler alır.Neden alır? M.Ö. 2500 yılların da birden bire sami ırk dan olan Araplar,Sümerler'in bulunduğu yerlere doğru yerleşmeye başlarlar .Oraları işgal ederek Akad kralı Sargon I.Akad krallığını kurar ve işte o zamana kadar Sümerler yıldızları gözlemişlerdir ,onların hareketlerine göre kendilerini , hayatlarını, takvimlerini herseylerini buna göre ayarlamışlardır.2500 yıl sonra bu yıldız bilimi önem kazanmıştır ve yeryüzünde olan bütün tanrılar gökyüzüne yerleştirilmiştir .CENNET 'DE GÖKYÜZÜNE ÇIKARILMIŞTIR.Tabiat güçleri nin hepsi gökyüzüne çıkmıştır.O zaman'a kadar Cennet bile yeryüzündedir.Bunu İbn-i Kesir de görürüz.Der ki;"çok eski zamanlarda cennet'in yeryüzünde olduğunu görürsünüz.Dınnun adlı cennet Eruda adlı sümer şehrin'de iki nehrin birleştiği yerde (Basra körfezi nin sularının aktığı yerde Eruda şehri)Cennet'in olduğu söylenir.Basra'da bir ada'da olduğu da söylenir)Esas Cennet Enki'nin(Temmuz'un) babası yer altı suları tanrısı Erudu şehri ona aittir.İşte orada bir cennet vardır.İlk hakiki Temmuz oradadır.Derki ;"Bir yığın Haşur ormanları nın arasın da sen pırıl pırıl bir parlayan bir servi ağacıydın.Senin bulunduğun yere sadece güneş girebilirdi"
Tapınaklar da onun sembolü olan servi ağaçları dikilmiştir.Tanrı Enki'nin oğlu olduğu için de her tapınakta bir havuz vardır.Çeşme vardır.(Ebedi hayat temsili)Çünkü Temmuz hiç ölmez hep geri gelir,yeraltın dan çıkar.Koyunların üreme zamanının bitişi Temmuz un ölümüdür.
"Tammuz ölür,süt kapları yerlere serilir,koyunlar mahvolmuştur,Temmuz ortada yoktur,Sevgilisi inanna onu arar ağlayarak"metinlerde yer alır.
Büyükbaş hayvanların yetiştirildiği bölgelerde Temmuz vahşi Öküzdür.M.Ö.2500 yılında gökyüzüne çıktığı vakit öküz burcu ile birleşmiştir.Güneş in ilkbahar da öküz burcuna girmesi demek vahşi öküz'ün güneş olarak gökyüzü tanrısını ve oniki yıldızı geçerek bir yılı meydana getirmesi demektir.Vakşi öküz gökyüzün de fırtına tanrısı olarak büyük bir ses cıkartır.Korku verici bir sesdir.Annesi ise vahşi bir inektir.M.Ö.4000 yılında olan bu durum M.Ö.2500 ' de Fenike'ye geçiyor.Başka bir özellikte Sami ırk Akas devleti Ni kurunce müthiş bir Sümer medeniyeti ile karşılaşıyor.Bu medeniyet'in etkisi altında kalıyor.O'nun tanrılarını kendi tanrıları ile birleştiriyor.Aynileştirmek istiyor. Böylelikle Temmuz bitki ve ağaç tanrısı iken birden Güneş tanrısı oluyor çünkü sami ırk 'ın en büyük tanrısı Güneş'dir.(Sümerlele ilgili belgelere dayalı araştırma yapan bilim adamı Zecharia Sitchin'in görüşü vardır ve o görüşü ispatlamak istemektedir.Bu görüş Sümer medeniyeti'nin başka bir dünya'dan geldiğidir.O'na göre yeryüzünde ki tanrılar gökyüzüne çıktığı vakit Temmuz 'un yeri müsteri yıldızında dır.Temmuz gökyüzünde başka yerlerde de yer alıyor.Orion yıldızı olark da(Orion (Avcı Takımyıldızı), Gökyüzünde hem güney hem de kuzey yarıküresinde bulunan ve bu sayede tüm dünyadan görülebilinen, oldukça parlak yıldızlardan oluşan dolayısıyla da kolay bulunabilinen takım yıldız.)
Orion

Çünkü Orion yıldızı ilkbahar da gündüz semasın da görünmeye başlar.Güneş'in ışınını direkt olarak alır.Dolayısıyla güneş ile gözleşmiş olur.Orion yunan efsanesi ne göre kör olmuştur .Büyük bey 'in kızını istemiştir,o'da ona vermemiştir ve gözlerini kör etmişlerdir.Gözünün iyileşmesi için güneş'e doğru yürüyecek ,güneş'in doğduğu yerde kendisini tedavi edecek olan ilacı bulacaktır.Demir tanrısı Hephaistos(Hephaistos, Yunan mitolojisinde Zeus ile Hera'nın oğlu, Afrodit'in eşi. Tanrılar ve kahramanlar için demircilik zanaatıyla uğraşarak silahlar ve zırhlar üreten ateşler tanrısı.)ona yol göstermesi için klavuz vermiştir.
O klavuz küçük bir cücedir.Orion 'un omuzlarındadır ve bütün gece yürür.Sabah 'a karşı güneşe gelir o küçük cüce Sirius dur.(Sirius ya da Akyıldız , Büyük Köpek Takımyıldızı’nda yer alan bir çift yıldız. Bu çift yıldızdan Türkçe’de Akyıldız, Osmanlıca'da Şi’ra-i Yemaniye ismiyle bilinen Sirius-A bileşeni (α CMa / α Canis Majoris/ Büyük Köpek Takımyıldızı’nın alpha yıldızı), görünür kadiri bakımından gökyüzündeki en parlak yıldız olup -1.47 görünür kadir derecesiyle, kendisine görünür kadiri bakımından en yakın olan Canopus’a oranla onun iki katı kadar parlaktır ve geceleyin görülen gökyüzünde bu görsel görünüş önemiyle baş rolde bulunmaktadır.)Sirius ve Orion gökyüzüne aynı uzaklıktadır.Sümer devrin de ilkbahar'da Öküz burcun da olur.İlkbahar'ın başlamasıdır.Ülker yıldızı dediğimiz Pleiades (Ülker veya Süreyya (M45, Yedi Kız Kardeş, Peren veya Pervin olarak da anılır, ing. The Pleiades) bir açık yıldız kümesidir. Boğa takımyıldızında (Taurus) bulunur (Yahudilerce kutsal olduğu kabul edilir). Dünya'ya en yakın açık yıldız kümelerinden ve büyük ihtimalle de en ünlü ve çıplak göze en güzel gözükenlerdendir.)Öküz burcu'nun boynuzlarının arasında yer almıştır.Sanki orion olnları kovalamaktadır(güvercını )Doğu'ya doğru gitmektedir.Çünkü gözleri açılacaktır.Gündüz gittiği için güneş ile özdeşleşip Temmuz 'u temsil eder.(Temmuz yıldızı)Başka bir yerde de Kartal dır.Gökyüzünde Kartal da bir güneş sembolüdür.(Kartal sembol olarak birçok eski medeniyetlerın bayraklarında devleti simgelemiştir bunun sebebi budur.)
Sol Invictus dur.(fethedilmemiş Güneş,batmayan Güneş)Bu zamanla Roma imp.Germen imp, vs.kullanmıştır.
Hz.Zekeriya ise Mardu un bu müşteri yıldızında ki şeklini kabul etmez.o nu beşinci bir seyyare olarak gökyüzünde dışardan geşmiş birtakım güçlerin kullanıldığı bir istasyon olarak kabul eder.O istasyondan aşağı inmiştir bu tanrılar.Böyle birşey metinlerde yoktur .Bu konunun uzmanlarında bu görüş bulunmaz.(Henri Frankfort -Arkeolog Bütün muhürleri anlatan bir kitabı vardır ve eserlerinde beşinci istasyon yoktur)Bunlar bir görüştür Görüşler tarihi ilgilendirmez bize tarih görüşleri degil verileri gereklidir.
NEDEN KONULAR SEMBOLLERLE ANLATILIR?
İnsanoglu son derece somut bir dünya istiyor.Bu somut sonradan düşünceye dönüyor yani soyutlaşıyor.Dinlerin meydana gelirken (Ağac mesela )soyutlaşarak meydana gelmiştir.Önce somut,sonra soyut.
DİN ve SÜMER MİTOLOJİSİ
Adem ile Havva'nın cennet'de olmasına dair taktuk diye eksik bir metin vardır.Bu eksik metin'den anlaşıldığıne göre Tanrı'nın yarattığı cennet'de bır insan var.Tek başına yaşıyor ve ona bir eş arıyor Tanrı bu kadar kısa bir metın.Bu insan'ın Adem (A:S ) olabıleceği ileri sürülüyor.Tanrı Enki'nın bulunduğu Erudu şehrin de birçok kadınla birleşmesinden meydana gelen maceraları da vardır
DERLEME ;Akcan MİR
KAYNAK;Prof. Dr. Gönül TEKİN

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

17

Saturday, 12.09.2015, 23:10

SÜMER MEDENİYETİ'NİN YAYILIŞI
Temmuz'un ölümüyle lgili siirler yoktur gelişi ,evliliği ile ilgilidir hep.Meyve bahçeleri'nin bulunduğu yerde Damu(kusursuz genç)adını aldığı yerde Temmuz'un adı "oğul"dur. (çocuk).
Ön planda Anne ve kızkardeş ve Temmuz vardır.İşte bu siirler de Temmuz un ölümü anlatılır.Temmuz'u aşk'ı evliliği, kutsal törenler ,ziyafetler hepsı bahcelik bir yerde mutlaka muzıki ile ceng aletlerini olduğu çeng'in ve flüt'ün (Flüt Tanrılan müzik aletidir,Çeng'de tanrıçaların)çalındığı inanna ile evliliğini anlatan ziyafetler den sonra gelin (inanna )hazırlanıp gelin odasına gidilir.inanna'nın yardımcısı ninşubur gelir.Bundan sonra bereket vereceksin krala ve bu toprağa diye hediyelerle birlikte öğütler verir.M.Ö.2500 .yılında inanna'nın yeri Venüs yıldızıdır.inannaAy tanrısı'nın kızıdır.Her şehirde bir baş tanrı vardır.O baş tanrı bereket tanrısıdır.
Asıl gökyüzü tanrısı Anu dur.Anu 'nun oğlu atmosfer tanrısı Enlil İ yaratır.Enlil yeryüzüne ınerken Annesini de kendisi ile birlikte yeryüzüne sürükler.Annesi aynı zamanda kendisinin sevgilisi ve kızkardeşi olur.Çünkü ,Anu'nun kızıdır.M.Ö.2500 yılın'da Tanrılarla beraber Tanrıçalar da gökyüzüne cıkıyor.(Temmuz ile inanna da aynı şekilde hem sevgılı hem kızkardeştır)Zühre olarak terini alır.Sembolleri kaplan,aslan olur Çünkü savaş tanrıçasıdır aynı zamanda.Çok yönlü ve çok sembollü bir tanrıçadır.
Sargon devrin'den itibaren batı ya doğru genişlemesiyle imparatorluk haline gelmesi ile bu etkiler yavaş yabaş Sümerler den batı ya doğru gelir.Fenike ye yerleşir. Fenike, Lübnan , Filistin e inerek etkilerini göstermeye başlar.Onların tanrıları ile özdeşleşmeye başlar.inanna'nın adı bu kez İştar haline gelir.Fenike de adı Astarte dir.Lübnan dağlarında lek İbrahim(ozamanlar Adonis)nehrinin büyük yanlardan aktığı yerde bir tapınak vardır .O tapınak Astarte nin tapınagıdır.Astarte ilk defa Adonis(güneş tanrısı) ile o tapınak'da karşılaşır ve aşık olur ve Adonis o tapınağın bahçesin de ölür.Tapınak o kadar yüksek ki aşagı baktığın zaman kartalların yuva yaptığı ağacların tepesini görebilirsiniz.Adonis nehri ilkbahar da bulanık akar (topragı kırmızı)ve o nedenle Adonıs'ın kanı ile aktığı söylenir.Yamaçlarda da laleler vardır.Lale Adonis'in sembolüdür.İstar'ın elinde de gül vardır (bir rölyef de).Astarte çalılık güllerin bulunduğu bir yerde kosar ve güllerin dikenleri o nun elını ve ayaklarını yırtar işte onun kanı ile bütün güller kırmızı olur.O nedenle kırmızı gül aşk sembolüdür.(Adonis i bir domuz öldürmüş,Temmuz u bir bizon öldürmüştür.Bunun sebebi güneşin yakıcı sıcakları geldiği zaman tanrı ölür.Bu sıcak yaz güneşi nin sembolu Yunan mitolojisinde Mars bizim mitolojimizde Merih olan tanrıdır.Savaş ölüm tanrısıdırHem yaz sıcagını hem kış soğuğunu temsıl eder)
Fenikeller denizci bir milletti.Gemileri ile Mısır ve Kıprıs a kadar gittiler.Kıprıs da yerleştiler .Oaraya kendi geleneklerini götürdülerHer Fenike kralının adı Kinyras dır.Bu Kinyrasların oğlu olarak Adonis gösterilir.Astarte aslında Afrodit in aslıdır.Kıprıs Yunanlıların elıne geçınce Tanrılar yavaş yavaş bir insan gibi görünerek tarih sahnesinde yerini alıyor.Önce hükümdar olarak görünüyorlar.Hükümdarlarla kraliçelerin arasında ki maceralar olarak anlatılmaya başlanıyor.Mesela;Astarte orada Kıprıslı bir kraliçedir ve Tamaza adlı bir geç'e aşık oluyor.O genç için Lübnan a kaçmıştır.Evli olduğu için kocası arkasından gelır.Temmuzu(tamaza) öldürür.Astate de tamaza'nın cesedi (temmuz) üzerinde ölür.Bu hikaye Roma da Tişpe ve Priamus aşkı olarak görülür.(Tişpe ve Priamus komşudurlar) Mirha (Myrrha)diye Kinyras ın kızı vardır.ve babasına aşıktır.Babası ile birlikte olmak için annesinin yokluğunu gözler .Din merasimlerinde annesi olmadığı zaman karanlıkta babasının odasına girerek onu aldatırve hamiler kalır.Babası kızını öldürmek ister ve kızı kacar Mirha (Myrrha)ağaca dönüşür(mür ağacı)Kızını öldürmek steyen baba mür ağacına vurunca gövdesinden akan sıvı sakız gıbıdır Adonis doğar.
Hızır ile ilyas
Hızır Temmuzdur.İlkbaharda birki tanrısı ve güneş tanrısı bir arada düşünülmüştür.Akad devrinden sonra ayrılmamış özdeşlerşmişlerdir.M.ö.4000 yıllatında güneş boga ile girerken M.Ö.2400 yıllarında koç burcu ile girmeye başlar.Güneş her 2160 sene de bir burca girer.Sümerler gokyüzüne daha yakındırlar (güney e dogru gittikce sema aydınlanır)Zühre iki çeşit görünür.Sabah Savaş tanrısı Gece ask tanrısı.leyli Gece ye aittir(leyla oradan gelır).İnanna'nın ialhisi ile Zühre duası aynıdır.Anlatılanlar hep insanoğlu nun yasamı ile ilgilidr.Bitkinin yeşermesi,hayat ın geri dönmesi.Yaşamın her yıl yeniden düzenlenmesi İnsanoğlu nun kendısıyle ilgilidir.Temmuz'un ölümü ,öbür dünya ya gidişi 25 Aralık da yeniden dünya ya dönüsü(İsa'nın doğum tarihi)Kilise aamları bunun önünü alamamışlardır o nedenle İsa'nın doğumunu o güne getirmişlerdir.Takvim yapmışlardır.Servi agaçları kesılıp eve konması sulenmesı Temmuzun meyvesı gıbı (noel ağacı aslında Temmuzun uzerınde tum meyveleri barındırdığı cennet ağacı)Sol Invictus (güneş in zaferi)dir
Hz Meryem (Madonna) aynen Marduk un(mazda) (Babil sehri nin tanrısıkarısı Zarpanit ya da Zarbanit'ti.Elinde asa vardır.Sadece ağac tanrı olarak gösterilmez ağacın bir dalıda aynı tanrı gücünde dir.Peygamberlerin asası bunu simgeler.(H.Z.Musa nın asası gibi. Gökyüzünden indirilmiştir o asa Musa nın elinde iken hep yeşildir ve gittiği yerlerde hep yeşil olurYani tanrı Temmuz un dallarından gelmiştir.)Eski dönemlerde hükümdar aynı zamanda rahip dir .Medeniyet geliştıkce bu ayrılmıştır.Tapınakta bulunan agac ve yanında havuz vardır .Hükümdar o ağacı kendi sular.AğaçTanrısı nın bir sembolü yılandır .Ağaca sarılmış iki yılan (tıp sembolü Temmuz un iyileştirici vasfı)
Fenike taraflarında güneş tanrısı Eşmundur.O'nun sembolü de Yunandır.
Ninurta, Mezopotamya mitolojisindeki, avcılık ve savaş,bereket tanrısıdır. Ninurta'ya ağırlıklı olarak Babil, Asur ve Lagaş şehirlerinde tapınılmıştır. Tarihteki bazı kaynaklarda güneş tanrısı olarak tasvir edilmiştir. Ninurta'nın bir takım tarihçiler tarafından Asur kralı Tukulti-Ninurta olduğu söylenmiştir. Nikurta'nın babası Enlil, annesi Ninlildir.

Marduk zamanla Ninurta'nın yerini alır.Ninurta nın sembolü ceylandır.(leyla ile mecnundaki ceylan o dur.Mecnun kucagında bir ceylan ile ölür.Ölümü sonbahardır.Mecnun ilkbaharda başlar beyıtler söylenir herşey çok gzüel gelişirken Mecnun yaz'a dogru bır agaç görür ,geleceği görür,ağacın altında oturur.Ağacın başında bir karga vardır,gece rengindedir ona geleceği haber verir Çünkü karga uğursuzdur.Leyla ile mecnun da önce mecnun ölürken daha sonraları bu anlamsız gelıyor Çünkü manasız gelıyor ve yazılanlar tam tersi oluyor Leyla önce mecnun sonra ölüyor.Tıpkı Romeo ve Juliet gibi (roma)Fakat konu Roma 'da değil Babilde geçiyor.(inanna Temmuz hikayelerinin aynısı)Babilde yaşayan iki komsu var ,birisini Piremus adlı oğlu diğerinin Tişba adlı kızları var ve bunlar birbirni severken aileler buna karşı cıkıyor evlerınin aralarına bir duvar çekiliyor yinede bu iki sevgili duvarda acık kalan delikten görüşmeye devam ediyor .Bir gece diyorlar ki; Ninus un(ninurta nın bir seklidir.Ninova şehri zamanla sehirlerin adları hükümdarların adlarını almaya başlıyor .Bugün Nemrut dağındaki nemrut aslında Ninurta dır)) yaptırdığı tapınağın altındaki dut ağacının altında buluşalım.Tişbe önce gidiyor.Avından dönen aslan ağacın yanındaki sudan su içmek istiyor .Tişbu bundan korkuyor ve bir mağaraya kaçıyor.Fakat eşarbını orada düşürüyor .Piremus arkadan gelıyorve aslanı eşarpla uğraşırken görüyor ,ağzındaki kanlar o eşarba bulaşmıştır.Piremus aslanın onu öldürdüğünü düşünüyor.(o aslansa aslında derilemesine düşünürsek sıcakların sonbahara döndüğü aslan burcu ölümler hep sonbaharda oluyor çünkü)Piremus kendisini öldürüyor Tişbu bunu görüyor oda kendıni öldürüyor bunların kanından beyaz dutlar kırmızı dut halıne cevriliyor.

Tanrıların daima iki yüzü vardır.Cömert,bereketli (cemal tarafı)Felaket tarafı (celal tarafı)vardır.Sümer halkı tanrılara yalvarır.
Sümer ile Mısır çağdaştır.İkiside gökyüzünü incelemesine rağmen Babil'in bilgisi daha fazladır.Mısır'ın birçok eseri Yunanlılar geldikten sonra yazılmıştır.Mısır 'ın Mezopotamya ile çok ilgisi olmasına rağmen iklim değişiktir.Nil nehrinin yaptığı ile Dicle ve Fırat nehrinin yaptığı çok farklı.Çünkü Nil taşıyor(farkı),geri çekildiğinde bereketlı bir toprak bırakıyor.Mezopotamya insanı tabiatla daha çok uğrasıyor.Aslında Mısır daha rahat.İşte güneş onlar için çok önemlı kralları,Tanrıları da Güneş.Mezopotamya da ise Güneş Tanrı değildir.Hükumdardır ve Tanrıyı temsil eder (sümer)Hükümdar Tanrı nın ağaç sembolünü alır.Seçilendir Tanrının temsilcisidir.(iştar ,İnanna ile evlenmiştir seçildiği için)Kutsal damat adın ı alır .Bu hristiyanlıkta kilisedir Hz İsa kilise ile evlenmiştir.Kutsal gelın Kilise kutdal damat İsa dır.Yıkanma su ile vaftiz edilmesi dir.(özellikle doğu kilisesi)
Marduk Babil in önceleri bitki tanrısı daha sonra güneş tanrısıdır.Enki medeniyeti getiren tanrıdır,aynı zamanda büyü ve sihir tanrısıdır.(medeniyeti getirmesi ile İdris peygamber ile özleşır.Terzilik giyinme medeniyet gösterisidir)
Marduk'Un yaratılış destanında Enuma Eliş (Yükseklerdeyken)adı verilen kendisini ilk yaratılan Kao(U)s olan büyük canavar taymat ile savaşmayı kabul eden sadece Marduk tur.Silahları Ateş,rüzgar(en önemlisi)Taymat ağzını açtığı vakit rüzgar ile üfürür .Öyle güçlü üfürürki Taymat nefes alamaz ölür.
Bizde son zamanlara kadar güneş sanki koç burcunda giriuor gibi görünür halbuki öyle degildir.2160 sene içerisinde Güneş başka bir burca girer.On iki burcu bu şekilde tamamlayıp kartal olarak yani bizim bildigimiz Simurg diğer adıyla Zümrüd-ü Anka kuşuna dönüşüp gelebilmesi için tam yirmialtı bin kusur sene geçmesi gerekiyor.Bunu hesaplıyorlar.
Sümer medeniyeti Akadların gelmesi ile bitmiştir.
ASLINDA HZ İBRAHİM SÜMER DE YAŞAYAN BİRİSİDİR.UR ŞEHRİNDE YAŞAMIŞTIR.BİR TAPINAK DA RAHİP OLAN BİR KİŞİ NİN OĞLUDUR.O RAHİP BÜTÜN GÖKYÜZÜNÜ BİLİR.ÇOK BİLGİLİ BİR ADAMIN OĞLUDUR.BABASI İLE BİRLİKTE UR ŞEHRİNDEN URFA YA GÖÇ ETMİŞTİR.ARTIK TEK TANRILI DİN E DOĞRU GİTMİŞTİR.HZ İBRAHİÖ URFA YA GÖÇ EDERKEN BİR AĞACIN ALTINDA UYUDUGU VE RÜYASINDA GÖKYÜZÜNDEN BİR MELEĞİN MERDİVENLE İNDİĞİ RÜYASI VARDIR VE ORAYA BİR KUYU ACMISTIR O KUYU HALA DURMAKTADIR.
Ağaç ,su her tapınak da vardır .Hz Süleyman da yapmıştır.Domuzun kötü bilinmesi hem İslam hem yahudilerde iki anlamdadır .Birincisi çok sıcak günlerde domuz etinin dayanamaması ,diğger sebebi ekonomiktir göç ederken domuz yürüyemez.Koyun keçi yürür göçebe milletler domuzu götüremez.Nergal ın timsali dını anlamda domuzdur(o sıralarda arallu'yu tek başına yöneten ereşkigal tanrıların katıldığı bir şölene davet edilmiş, fakat kendisi gitmeyip yerine bir temsilci göndermiştir. nergal dışında tüm tanrılar bu temsilciyi ayağa kalkıp selamlamışlardır. bunu duyan ereşkigal küplere binmiş, nergal'i yakalatıp cehenneme getirmiştir. nergal de sinirlerine hakim olamayıp cehennemin altını üstüne getirmiş ve ereşkigal'in buradaki hakimiyetine son vermiştir. daha sonra ereşkigal'in çaresizliğinden yararlanarak onunla evlenmiş ve krallığını pekiştirmiştir.)
Hz. Cercis Şam civarlarında ve Filistin’de yaşadığı ve Hz. İsa’dan (a.s.) sonra geldiği için, onun dininin hükümlerini devam ettirdiği ve Musul şehri Kralı Dâdiyan tarafından şehit edildiği rivayet edilmiştir. (bk. Tarih-i Taberî, 2/186)
Sümerler de oniki (12) sayısının önemi
Gün 24 saat olarak deil 12 saat olarak hesap edilir (2 saat)Gılgamış'ın karanlık dünyadan geçip kuzey e yönelip kuzzey kutbunda ki en yüksek yere çıkıp ,oradan doğuya doğru gidip,doğuda güneş'e kavuşmuş olması 12 saattır.Bizim saatimizde ise 24 sattir.
İsa'nın 12 havarisi ,(isa güneşşe eger 12 burc havarileridir ) onunİslam da 12 imam Buların gökyüzündeki 12 burç ile ilgisi vardır.Eskiden her burç da bir tanrı oturmaktaydı.(Tanrılar yeryüzünden gökyüzüne cıkmıştı)
Yahudilikte yedi şamdan hem ağacı yemsil eder hem yedi seyyareyi temsil eder.
sümerlerde bir anlayış vardır.Yeyüzünde bulunan herşeyin gökyüzünde bir yansıması vardır.Yada tam tersı
Temmuz ve Tanrıça her devirde farklı şekilde karşımıza çıkar ,yakın doğuda karşımıza çıkıyor.En son şekli ile Nebatilerde,(Nabatean)İslamiyete girmeden hemen önce M.Ö 1 yy ile M.S. 4 yy arasında bir devirde devlet kurmus olan Nebatilerin son derece karışık İran ,Babil ve Roma karışımı bir din anlayışı var(ÜRDÜN-PETRA)Orada Dushares adlı bir tanrı var.(Petra’da bugüne dek ayakta kalabilmiş birkaç binadan biri de, nedense Qasr al-bint Firaun (Firavun’un Kızının Kalesi) olarak bilinen duvarcılık sanatı kullanılarak yapılmış devasa yapı; Dushares Tapınağı’dır. Büyük ölçüde yenilenmiş bu sarı kumtaşından tapınak yükseltiliş bir platformun üstünde durmaktadır ve yaklaşık 23 metre yüksekliğinde duvarları vardır. MS 30 ile 40 yılları arasında yapılmış olan tapınak, Nabateanların ana tanrısı Dhushares’e adanmıştır.)
Dushares aslında asma ve şarap tanrısı olarak görülür.Dionysos yunan mitolojisinde onun karşıtıdır.Tanrıça Al-lat(El-lat) da Dushares'in karşısındadır.Bu tanrıça İştar,İannna'nın,Ester'in (Esther),Astarte'nin başka görünümü olarak karşımıza çıkar.Bu tanrıça'nın bir baska adıda Keabdır(Kabe)Siyah bir taşdır.Sembolü siyah bir taşdır.(Hacer el-Esved gibi)Kabe'nin içinde ki altından yapılmış ceylan heykelleri ,Güneş'in sembolüdür.
Ceylan aslında bereket tanrısının sembolüdür.En eski şekli ile Ninurta'nın sembolü olarak (ceylan veya aynı aileden keçi)Remedilmiş rölyefler vardır.Ninurta gökyüzüne çıktığı vakit hem güneş hemde fırtına ,yağmur tanrısı olarak çıktığında Orion 'da birleşmiştir.Zeus Ninurta'nın Yunanistandaki şeklidir.Yunanlılar ayırmıştır.Apollo güneş tanrısı olarak Zeus fırtına ve şimşek tanrısı olarak kalmıştır.
Olimpos bir dağın tepesidir.Tapınaklar daima dağların başındadır tanrı'ya yakındır ve hatta Yunan Mitolojisinde Güneş Tanrısı Helios bile tepededir.Senede bir defa ilkbaharda ,yağmur tanrısı ile Güneş tanrısı Helios(ilyos) biraraya gelır bereket tanrısı dır (Hızır-İlyas)
Bazı bilim adamları Sümerler'in Ural-Altay diline sahip olduğunu söyler.Sümerlerin tam olarak yaşadığı yer Basra körfezine iki nehrin döküldüğü yerde Erudu şehri onun biraz kuzeyinde Uruk şehri onun Biraz kuzeyinde Babil onun yanında Nipur (Bağdat'ın Babil'in bulunduğu yer)

DERLEME ;Akcan MİR
KAYNAK;Prof. Dr. Gönül TEKİN

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

18

Saturday, 12.09.2015, 23:14

Kybele ve Attis


Kybele toprak tanrıçasıdır.Adonis ile Astarte'nin maceralarının Anadolu da ki şeklidir.Attis ana tanrıça'nın sevgilisidir.Ana tanrıçaya olan vefasını göstermek için Erkeklik uzvunu keser.Attis 'de aynı Adonis gibi bir ağacın altında domuz tarafından öldürülür.Attis'in çiçeği menekşedir.(bazı efsaneler çam agacı oldugunu söylüyor)
1)Tanrıçanın kutsal ağacı; şimşir ve çamdır. Tanrıçanın bayramlarında çalınan flütler; şimşir ağacından yapılırmış. Çamın kutsallığı ise, Attis’in, tanrıça tarafından bu ağaca dönüştürülmüş olmasından ileri geliyor.
Kybele; yontularında (heykellerinde) yapılı bir kadın biçimi temsil edilmektedir. Yapılı oluşu: onun doğurganlığını simgeler. Ana tanrıça, her zaman, doğuma hazır, büyük karınlı bir kadın biçiminde gösterilmiştir. Bazı heykellerinde ise, başında kule biçiminde bir taç görülür. Bu kulelerin sayılarına göre, tanrıçanın korumasında bulunan kent sayısı temsil ediliyormuş. Zaman zaman da, elinde bir anahtarlıkla görülür. Bu, onun bağrında sakladığı hazinelerin anahtarıdır. O, yazın, bu hazineyi açarak, bol bol verirdi bağrından.
Anadolu’lu tanrıça Kybele’ye ait en ünlü öykü: onun, Attis’le olan aşkıdır. Attis, çok güzel bir delikanlıdır. Kybele, kendi tapınağının bakımını, bu Frigya’lı genç Attis’e emanet eder. Ama bir koşulu vardır. Attis, tanrıçaya, bakir kalma sözü verir ve bu sözünden asla dönmeyecektir.
Zamanla; Attis, bir ölümlüye aşık olur ve çabuk unutur verdiği sözü. Düğün töreni sırasında, Kybele’de gelen konukların arasına karışır. Ama, Attis, tanrıçayı görür ve verdiği sözü hatırlayarak, derin bir vicdan azabı ve bunalım sonucu erkeklik organını keser. Toprağa akan kanlardan, menekşeler biter. Attis, bununla de yetinmez, kendini asmak ve ölmek ister. Ama, tanrıça Attis’in eski sevgilisine acır ve onu bir çam ağacına dönüştürür.
2)Phrygia sınırında Agdos adlı bir kayaya ana tanrıça adına tapınılırmış, Zeus aşık olmuş tanrıçaya birleşmeyi başaramayınca da tohumunu kayaya dökmüş. Bundan Agdistis doğmuş çift cinsiyetli olan bu yaratığı Dionysos sarhoş edip erkekliğinden etmiş. Uzvundan bir badem ağacı türemiş Sangarios’un kızı bir badem koparmış ve bundan gebe kalmış, Attis’i doğurmuş ve Sangarios’un isteği ile dağa bırakmış. Burada bir tekenin sütü ile beslenmiş . Agdistis ve Kybele ikisi birden aşık olmuşlar delikanlıya ama Midas onu kızına almak istemiş. Agdistis Attes’i çıldırtmış delikanlı bir çam ağacı dibinde erkekliğini keserek can vermiş. Kybele onu gömmüş, akan kanından biten menekşeler çepeçevre sarmışlar ağacı.
H.z Musa dag'a çıktığı vakit Halkın taptığı boga aslında günes tanrısıdır......(güneş boga burcunda)
Mezopotamya'da gökyüzünü 3'e bölmüşlerdir.En yukarıda kuzey gökyüzü vardır ve her gökyüzünün bir hakimi vardır.Kuzey gökyüzünün hakimi Enlil yada Anu dur.Tanrı kelimesi Sümer'den gelmiştir Dengir, Dingir.Kuzey kutbun'da yıldızlar var bu kuzey kutbuna giren yıldızlar bizim buğun astronomide bildiğimiz el-tahir müselsel Yunan mitolojisinde boetes .Boetes bir çiftçidir onun önünde yere diz çökmüş herakles onun altında el -tahir (kartal)onun yanında Kuğu kuşu o da bir tanrıça sembolüdür.Bu yıldızlar hep kuzey gökyüzüne aittir.
Harran Şmes-i adı verilen guneşin yolunu nun tam ortasında Marduk vardır.Yani Marduk'un yoludur
Güney de de Orion takım yıldızı ve diğerleri akrep burcu nun bulunduğu yer Erudanuz adı verilen büyük nehir dir bu bilgiler İskender'ın Babil i feth ettiği zaman yunan dili ile Babilli Besarus'un yazdığı eser vardır.Bu eserde dünya'nın ilk nasıl meydana geldiği (sümerler gözün dendaha doğrusu Babil ve Asur gözünden )Kozmik olayların nasıl olduğunu anlatan Babillilerin yazdıkları eserler vardır.M.Ö.2500'den sonra büyük tespitler yapmıslardır (mesela hükümdar'ın öldüğü yıl yıldız konumu incelenip bir sonraki yıl yine aynı durumda ise hükümdar'ın öleceğini düşünürler)
İştar'ın bie adı da Dilbet'dir ve aynı zamanda Dilbet yıldızında da bulunur.Dilbet yıldızı aşk tanrıçası'nın sembolü olduğu için ve gökyüzünde Orion ile beraber bulunduğundan ikisi aşık olarak tasavvur edılır.Dilbet gökyüzunde her zaman bulunmaz.Periyodik olarak gelir.Öyle tespit edilmiştir ki Dilbet'in bulumadığı zamanlarda Sirius, Dilbet'in yerine geçer.(aşk macerası olarak düşünülür)
Sümerin en önemli olayı yazılı metin bırakmasıdır.(taş uzerıne yazılmıstır,Kerpiçlere sivri uçlu çivilerle yazılıyor ve fırınlarda kurutuluyor)
Ninovada ki Asurbanıbal'ın kütüphanesi bu yazılmış olan tuğlalarla doludur.
Tanrıça inanna hem akşam yıldızı olarak aş tanrı hem sabah yıldızı olarak savaş tanrısıdır. aynı zamanda bir fahişsedir.Tevrat'da ona "Ey babil'in kızı "diye hitap ederken bir fahişe den bahsederler .Bu benzerlik hristiyanlıkta Hz Meryem ile Mecdelli Meryem veya Magdalalı Meryem (Batılı dillerde: Maria veya Mary Magdalene/Magdalena)bunun tasviridir.
Mezopotamya da (Ermeni geleneklerinde de vardır)Her genç kız evlenmeden evvel kiliseye (İstar'ın tapınağı)giderek bır erkekle beraber olur ve o kazandığı parayı İstar'a bağışlar.Bunu yapmadan evlenemez.Hatta bu gelenek M.S.Tralles kenti.(Aydın da)Aurelia Aemilia Tapınakta fahişelik yapıyor.
Roma İmparatorluk Dönemi’nde bu kültle ilgili bayramlar sırasında uygulanan bir tören vardı,(Magie 1950, 129, dn. 28 ) buna göre bir kadın, tanrı ile mistik bir şekilde birleşmekteydi. Olasılıkla yukarıdaki yazıtta adları geçen kutsal fahişeler -Aurelia Aemilia ve kızı A. Sekoundos Seaias- bu mistik birleşme ile ilişkiliolarak görev yapmış olmalıdır. Tralleis yazıtları arasında Zeus’un “Larasios” epithetiyle anıldığı bir diğer yazıtın konusu ise İS. 2. yüzyılın sonu ile 3. yüzyılın başlarında rahip Flavius Kleitasthenes’e yaşam boyu Zeus Larasios rahipliği verilmesidir.(Yazıt, yazı karakteri bakımından İS. 2. yüzyılın sonu ile 3. yüzyılın başlarınatarihlendirilmektedir. Bkz. Sterrett 1882/83, 110-111, no. XI-Tarih Okulu Dergisi (TOD)
Roma imparatoru Pompei bu yüzden Astarte tapınağını yıktırmıştırYerine kilise yaptırmıştır. Justinian'da bunların hepsini yok etmiştir.
Tanrı öldü diye Babil'in sokaklarında fısıltı ile konuşurlar.Halk kalabalıklar halınde sokaklara çıkar .Marduk ölmüştür.Marduk'un oğlu Nabu babasını kurtarmak için gelir.Fırat nehri'nin karşısına geçilir sallarla Tanrı getirilir.(Esagila ve tepesinde bir Marduk tapınağına)Birden bire Tanrı'nın dirildiği görülür.Gökyüzünde ki yıldızla anlaşılır.Bu kez kutsal evlilik töreni başlar.Enuva eriş Tiamat'ı nasıl öldürdü.Tiamat öldüğü vakit dünya yı yaratmıştır.Tiamat ikiye ayrılmıştır.yarısından gökyüzünü kalan yarısından yeryüzünü yaratmıştır.Damarlarından nehirler ,kemiklerinden dağlar meydana gelmiştir.Yani bizim bildiğimiz somut dünya yoktu Marduk Tiamat'ı öldürerek yapmıştır.Böyle bir kozmografya vardır.En büyük güç kazanan şehrin tanrısı en buyuk tanrı oluyordu.(Babil ve marduk gibi,Asur büyük güç kazandığı zamanda Tanrı asur buyuk güçtür.)Bütün tarılar Marduku tebrik ederler ve kendılerındeki bütün güçleri teker teker Maruk'a verirler.Marduk'a 50 tane güç verilir.(Allah'ın 99 adı gibi)Bütün güçler tek tanrı da birleşince yahudiler tek tanrı düşüncesi o zaman gelişmeye başlar.Buna yardım edende Tanrı Asurdur.Asur Ağaç seklinde dünya ya tecelli etmiş ve dünya yı yaratmıştır.O zaman .arur'un tecellisidir dünya.İşte o zaman Kabala başlar.(Kabbala (İbranice: קַבָּלָה , kelime manası: "alma"), değişmeyen, ebedi ve gizemli Ein Sof (Ebedî, her şeyden önce olan-Tanrı ) ile ölümlü ve sonlu evren (ve onun yaratılışı) arasındaki ilişkiyi açıklamayı amaçlayan ezoterik Yahudi öğretileridir.)
Utnapiştim
Utnapiştim, Babil'deki Gılgamış Destanı'na göre Sümer şehir devleti Şuruppak'ın kralı. Efsaneye göre karısıyla birlikte, ki karısının ismi destanda yer almaz, tanrı Enlil tarafından gönderilen ve tüm canlıları yok etmeyi amaçlayan büyük Tufan'dan kurtulmuştur. Utnapiştim'in hikâyesinden Gılgamış Destanı'nın XI. tabletinde bahsedilir.Utnapiştim ve karısı Tufan'dan sağ çıkıp dünyadaki hayvan ve bitki yaşamını da Utnapiştim'im yaptığı gemi ile kurtarmayı başarınca, tanrı Enlil tarafından kendilerine tanrılık bahşedilir.[2] Gılgamış, Utnapiştim'den ölümsüzlüğün sırrını ister. Utnapiştim Gılgamış'ı bir bitkiyi bulmaya gönderir. Bu bitki ile gençleşmeyi ümit etmektedir. Gılgamış bitkiyi bulmasına rağmen bir yılan elinden alır ve sonuçta memleketine eli boş döner.[2](Britannica.com)
Utnapiştim'in Sümerlerdeki karşılığı Ziusudra, İbrahimi dinlerdeki karşılığı Nuh'tur.
Ninurta'nın kusu Tavus Tek tanrılı dinlerde artık şeytan olmuştur.(yezıdiler şeytan a taparlar)İran 'da Akamenidler'in aslında Asur hükümdarı olduğu onları idare edenin asurlular olduğu söylenir.Dahhak'ın yenilmesi Asur'un geri çekilmesi,Ferudun'un başa geçmiştir.
Sümerler'in mirasına konan ırk semitik ırklardır.Sümerler semitik ırkların arasında eridiler.
Sümerler de en büyük Tanrı'nın rakamı Enli 60 'dır.Marduk'un 40 Ay tanrısı nın rakamı 30'dur(simurg-Zümrüdü Anka)Ay 30 günde bir Degişimini ifade etmişdir.İlah kelimesi bugün ebced hesabına göre 36 dır.Güneş Harran semsi de iken(güneş yolu)Ay'da onunla birlikte dolandığı için Her ikisinin güneş'in ışınına ay'ın menzıllerı yakın olan burçlar 12 tanedır (36 tane yıldız derken 1 yıldız demek kume halindedir birisi dogar ıken, bırısı yukselır ,diğeri batar. 3x12=36 )
İslamiyet'e ay tanrısı olarak geçmiş ve rakamı 36 dır

DERLEME ;Akcan MİR
KAYNAK;Prof. Dr. Gönül TEKİN

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

19

Sunday, 13.09.2015, 00:55




Karadut ve yaprağı efsanesi

Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe, delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yan yana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı aşk beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı.
İki evin arasında gizli bir çatlak vardı, aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burada buluşur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar
verdiler. Tispe ağaca Piremus'dan önce varmıştı. Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarpını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı.
Kocaman aslanağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe'nin eşarbını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe'yi öldürerek yediğiydi. Tispesiz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına
kıymaktı.

Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus'un cansız vücudu yerdeydi ve elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarbını tutuyordu. İlk önce genç kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir şeyi anlayamamıştı. Ama eşarbı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı. Bir an mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmişti. Ve onun öldüğünü düşünen Piremus aşkı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünmeden hançeri aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ve ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna
ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremus'un bendeninin üstüne yığıldı.

O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına
adadılar. Piremusun kanını bu ağacın meyvelerine, Tispenin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına verdiler.O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini,(Piremusun kan lekesini), dut ağacının yaprakları,
(Tispenin gözyaşları) temizler..Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini göreceksiniz)


Derleme.Akcan Mir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

20

Sunday, 13.09.2015, 01:17




Sümer tableti idari
Ur Ibbi-Sin, geç üçüncü binyılın saltanatının yıl 3 tarihli Mezopotamya.

Benzer konular