Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

1

Monday, 14.09.2015, 20:13

Göktürkler


Orhun Yazıtları Göktürk (Köktürk) imparatorluğunun ünlü hükümdarı Bilge Kağan döneminden kalan yazılı taşlardır. Bu taşlar, hem maddî hem de manevi bakımdan Türk dili, kültürü ve tarihinin en değerli anıtlarıdır. "Türk" kelimesi, Türk milletinin adı olarak ilk defa bu bengü taşlarda geçmektedir. Bunlar, Türk edebiyatının ilk şaheseri, Türk hitabet sanatının muhteşem örneği, Türk yazı dilinin ilk belgeleridir. Şüphesiz daha önceki dönemlerden kalma Türkçe metinler ve kitabeler de vardır.

Orhun Yazıtları (Orkun Bengü Taşları, Orkun Kitabeleri, Orkun Abideleri şeklinde de adlandırılır) bilinen ilk Türkçe yazılardır. Göktürkler'in dil ve edebiyatları konusunda Türkçe bilgi veren tek kaynak, Moğolistan'da, Orkun Irmağı yakınında Koşo Tsaydam bölgesinde bulunan bu azıtlarıdır. Kül Tigin Yazıtı 732 yılında, Bilge Kağan Yazıtı 735 yılında, Bilge Tonyukuk Yazıtları (iki tane yazıtı vardır) 720'li yıllarda (tam tarihi bilinmiyor) dikilmiştir.

Orkun Yazıtları bir çeşit siyasi hatırat, tarih ve beyanname niteliği taşımaktadır. Orkun Yazıtlarında ve Orkun-Yenisey bölgelerindeki çeşitli çağlara ait diğer yazılı belgelerde işlek bir nesir dili göze çarpar. Bu durum, Türkler arasında, Gök Türkler'den önce de bir okuma-yazma durumu olduğunu gösterir. Orkun yazıtları hitâbet üslubu ile yazılmıştır. Bilge Kağan'ın yeğeni Yollığ Tigin'in yazdığı Kül Tigin ve Bilge Kağan yazıtlarında, Bilge Kağan, atalarının nasıl devlet kurduklarını, tahta geçtiği sırada devletin ne durumda olduğunu, kendisinin ne gibi önemli faaliyetlerde bulunduğunu, bir dereceye kadar milletine hesap verir gibi, zaman zaman gururlu bir anlatımla ortaya koymuştur. Kül Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarının önemli bir kısmı aynıdır. (Kül Tigin Yazıtı güney yüzü Bilge Kağan Yazıtı kuzey yüzü, Kül Tigin Yazıtı doğu yüzü Bilge Kağan Yazıtı doğu yüzü)... Kül Tigin Yazıtının diğer bölümlerinde yine Bilge Kağan, Kül Tigin'in başarılı hizmetlerinden söz etmektedir. Kül Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarında adı geçmeyen Bilge Tonyukuk, kendi yazıtında Bilge Kağan'ın askeri başarılarında büyük rol oynadığını, yönetimde de yapıcı faaliyetlerde bulunduğunu anlatmaktadır...

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

2

Monday, 14.09.2015, 20:20


GÖKTÜRK DEVLETİ

Türk sözünü ilk defa resmî devlet adı olarak kabul edenler Göktürklerdir. Böylece devleti ifade etmesi bakımından siyasî bir anlamı olan Türk kelimesi bu sayede bütün bir milletin adı olmuştur.

Göktürkler'in tarih sahnesine çıktıkları sıralarda Orta Asya Moğol asıllı Juan-Juanların hâkimiyetinde idi. Göktürkler de Altay dağları civarında, önemli bir siyasî güç hâlinde onlara bağlı olarak yaşıyorlardı. Bu esnada geleneksel sanatları demircilikle uğraşan Göktürkler, Juan Juanların silâhlarını imal etmekteydiler. Göktürkler, daha 534 yıllarında Çin ile diplomatik ilişkiler kuracak güce erişmişlerdi. Bu sıralarda başlarında Bumın bulunuyordu. Bumın, bir Türk boyu olan Töleslerin isyanını bastırması karşılığında Juan Juan Kağan'ının kızı ile evlenmek istedi. Ancak bu isteğinin kabaca geri çevrilmesi üzerine Bumın, üst üste vurduğu darbelerle onların bütün topraklarını ele geçirmiş ve kağanlarını da öldürmüştür. 552 yılında meydana gelen bu olayla Göktürk devleti de kurulmuş oluyordu.

İl-Kağan ûnvanını alan Bumın, devletinin merkezî olarak da, Büyük Hun devletinin merkezinin bulunduğu Ötügen'i (Orhun ırmağının hemen batısı) seçti. Türk devlet geleneğine göre devlet doğu ve batı olmak üzere iki kanat hâlinde teşkilâtlanmaktaydı. Devletin batı kanadı doğunun yüksek hâkimiyetini tanımak durumundaydı. Bumın doğuda kağan olduğu zaman, küçük kardeşi İstemi de Yabgu unvanıyla devletin batı kanadının başına geçti. (552-576).

Bumın Kağan'ın devleti kurduğu yıl içerisinde ölmesi üzerine yerine oğlu Ko-lo (Kara) kağan olmuştur. Ancak O'nun da erken ölümü ile kısa süren kağanlığının ardından, Bumın' ın diğer oğlu Mukan Kağan'ı (553-572), devletin doğu kanadının başında görüyoruz. Onun zamanında İstemi Yabgu batı kanadını yönetmeye devam etmiştir. Mukan Kağan, devleti daha da güçlendirerek, hâkimiyetini genişletmiş ve Çin üzerinde baskı kurmuştur.

Devletin batı kanadını idare eden İstemi Yabgu, kısa zamanda, Altayların batısını Isık göl ve Tanrı dağlarına kadar hâkimiyeti altına aldı. batıdaki faaliyetleri sonucunda, Orta Çağ'ın en büyük iki devleti Sasani ve Bizans imparatorlukları ile ilişkiler kuruldu. İpek Yolu'nu ellerinde tutan Akhun (Aftalit) devleti, Sasanilerle iş birliği yapılarak ortadan kaldırıldı . Toprakları Ceyhun nehri (Amuderya) sınır olmak üzere iki devlet arasında paylaşıldı (557). Böylece Göktürkler egemenliklerini Kuzey Hindistan'daki Keşmir bölgesine kadar uzatacaklardır. Göktürkler'le Sasaniler'in arası İpek Yolu meselesinden dolayı bozuldu. Sasanilere karşı Bizans ile iş birliğine yönelen İstemi, İstanbul'a bir elçilik heyeti gönderdi. İmparator II. Justinos tarafından kabul edilen bu heyet, aynı zamanda Orta Asya'dan Doğu Roma'ya giden ilk resmî heyetti (568 ). Bizans da ipek ticaretinde Sasaniler'in aracılığından memnun değildi. Bu sebeple Göktürklere karşı bir elçilik heyeti göndererek iki devlet arasında ittifak yapıldı (571). Bu ittifak neticesinde 571 yılında 19 yıl sürecek olan Sasani-Bizans savaşları başlamıştır. Bu savaşlar her iki devleti de sarsmış ve İslâmiyet'in İran'da yayılıp yerleşmesinde büyük rol oynamıştır.

Dünya tarihinde çok önemli gelişmelere yol açan bu duruma, İstemi'nin batı siyasetinin katkısı büyüktür. Mukan Kağan'ın 572 yılında ölmesi üzerine Göktürk tahtına kardeşi Ta-po geçti. Ağabeyinden sağlam bir devlet düzeni devralan Ta-po, daha çok kültür meseleleri ile uğraşmıştır. O'nun zamanında, Çin edebiyat ve fikir eserleri Türkçeye tercüme edilmiştir. Ta-po devri Göktürk kağanlığının en parlak devri olmakla birlikte çöküşün de başladığı devirdir.

O kağanlığın kendi idaresinde bulunan doğu kanadını ikiye ayırarak doğu tarafındaki kısma kardeşi Ko-lo'nun oğlu İşbara'yı, batıdaki kısma küçük kardeşi Jo-tan'ı tayin etti. Ayrıca Türk töresi ile çelişen Budizm'i benimsemiş olması hata olarak kabul edilmektedir. Çünkü büyük sürülere sahip olan atlı ve savaşçı Türklerle, et yemeyen, hayvanları bile öldürmeyen Budistler'in temel inançlarının uyuşmasının hiç imkânı yoktu. Göktürk Kağanlığının doğu kanadında bu zayıflama belirtilerinin görüldüğü bir sırada batı kanadının başında bulunan İstemi Yabgu öldü (576).

İstemi'nin yerine kağanlığın batı kanadının başına oğlu Tardu geçti (576- 603). Kağanlığın doğu kanadında ise Ta-po Kağan'ın 581 yılında ölmesi üzerine yerine kardeşinin oğlu İşbara kağan oldu. İşbara'nın kağanlığı devrinde, batı kanadında görev yapan Tardu, ihtirası yüzünden doğunun üstünlüğünü tanımaması üzerine devlet 582 yılında resmen ikiye ayrılmış oldu.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

3

Monday, 14.09.2015, 20:23

Göktürkler’in Kökeni


Göktürklerin menşei kaynaklarda efsanelerle karışık anlatıldığı için kesin bir neticeye varmak zordur. Ancak, yine de efsanevi metinlerin içinden bazı noktalar tespit etmek mümkündür. Arkeolojik ve bazı kesin tarihi bilgiler buna ilave edildiği zaman ortaya çıkan sonuç, Göktürklerin 542 yılı öncesinde Altay Dağlarının güney eteklerinde yaşıyor olmaları ve Hunların kuzey boylarından gelmeleridir.
Genel olarak menşei ile ilgili bilgilere baktığımızda Hunlardan geldikleri ifadesi dikkat çekerken mevki olarak Turfan'ın kuzeybatısı, Altayların güney etekleri kayıtları bulunmaktadır. Diğer taraftan atalarının ilk çıktıkları yer olarak Ötüken'in yaklaşık 250 km. batısının gösterilmesi dikkat çekmektedir.
Netice olarak, Hunların bir kolu olan Göktürkler, önce Altay Dağlarının kuzeyinde bulunuyorlardı. Sonradan adı geçen dağların güney eteklerinde yerleştiler. Yerleştikleri bölgenin doğu sınırı Turfan ve Etsin Göl Bataklıklarıdır. Bir başka ifade ile Yenisey Nehri'nin doğduğu kaynakların havzası Göktürklerin ilk yurdu idi.
Kaynak metinlerinde Göktürklerin menşei hakkında iki efsane kaydedilmiştir. Gerçek dışı olaylarla bezenmiş olsalar dahi söz konusu metinler büyük tarihi önem taşımaktadır. Birincisi kurttan türeme, ikincisi Hunların kuzeyindeki Suo ülkesinden çıkma hadisesidir.
Göktürklerin menşeine dair başka bir rivayet de Büyük Hun İmparatorluğu'nun yıkılışından sonra Çin'in kuzeyine giden Hunların kurduğu devletlerden biri olan Kuzey Liang Devleti'yle ilgilidir. Buna göre, 439 yılında Tabgaç Hükümdarı T'ai-wu tarafından yıkılan adı geçen devletin reisi A-shih-na beş yüz aile ile Juan-juanlara sığınmıştı. Daha sonra bu beş yüz aile Altay Dağlarında oturarak Göktürkleri meydana getirdiler.
Göktüklerin tarih sahnesine çıktığı sırada onların da vassal olarak bağlı bulundukları Moğol asıllı Juan-juanlar, Moğolistan coğrafyası başta olmak üzere Orta Asya'nın doğusuna hakimdiler. Çin'de ise 386 yılında Türk asıllı boylar tarafından kurulan Tabgaç Devleti, zamanla Budizm'in etkisiyle Çinlileşip Wei adını alarak varlığını devam ettirdi. Nihayet, 534 yılında Doğu ve Batı Wei olmak üzere ikiye ayrıldı. Doğu Wei Devleti 550 yılında yıkılıp yerini Kuzey Ch'i hanedanına bıraktı. Batı Wei Devleti ise 557 yılında Chou, hanedanına dönüştü. Batı Türkistan'da ise 350'li yıllarda Juan-juanlardan bağımsızlığını kazanarak Maveraünnehir ve Semerkand merkezli devlet kuran Akhunlar, İran ve Afganistan'a kadar genişleyen büyük bir devlet kurmuşlardır. İran'da ise Sasani Devleti vardı. Yukarıda menşeileriyle ilgili bilgilerinden bahsettiğimiz Göktürklerin tarih sahnesinde kesin bir şekilde çıkmaları 542 yılındadır. Bu tarihle ilgili verilen bilgiye göre senelerdir kışın Wei nehrinin buzlarla kaplanmasından istifade eden Göktürkler Çin'in Suei-yüan eyaletini yağmalıyorlardı. Yü Wen-tse adlı generali gönderen Batı Wei Devleti, Göktürklere geldiğinde ateşler yakarak, büyük ordu görüntüsü verdi. Neticede Göktürkler geri çekildiler.
Bu kayıt bize 542 yılında onların Çin'e sefer yapacak kadar güçlü olduklarını göstermektedir. Nitekim, daha sonra kuzey Çin pazarlarında ipek ticaretine başlayacaktır. Artık, askeri gücünün arttığı, hüfusunun kalabalıklaştığı anlaşılmaktadır. Dolayısıyla reisleri Bumın resmi dış ilişki yolunda faaliyetlerine girişti. Bir başka ifade ile bağımsızlık yolunda önemli bir adım atmak istiyordu. Bunun için harekete geçtiğinde Çin'deki Batı Wei Devleti'nden hemen cevap geldi. Adı geçen devletin başbakanı Türkleri yakından tanıyan bir Soğdluyu Göktürklere elçi olarak gönderdi (545). Çinli başbakan ülkesinin geleceğine yatırım yapmış, kendisi 557'de tahtı ele geçirip Chou hanedanını kurunca Göktürklerden çok yardım alarak karşılığını görmüştür. İlk defa bir devlet tarafından resmi bir elçinin kendilerine gönderilmesine çok memnun olan Göktürkler olayı sevinçle karşılayıp adeta bayram yapmışlardı. Ertesi yıl (546) karşı elçi gönderen Bumın, Batı Wei'e kendi ülkesinde yetişen ürünlerden sunmuş, milletler arası münasebetlerde önemli adımlar atmıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

4

Monday, 14.09.2015, 20:29




Kuruluş Mitolojisi
Çin yazılı kaynaklarına göre (550-557 yılın tarih kronikileri), Göktürklerin kökleri Orta Asya Hunlar'dan gelir. Göktürklerde hükümdar soyunun adı yazılı Çin kaynaklarına ve Türk sözlü geleneğine göre Asen (Asena veya Zena)'dir. Bu kaynaklarda Göktürk Kağanlığını kuran Asena veya Zena ailesi, kendi tanımlamada dişi bir kurdun soyundan geldiği anlatılmaktadır. Asena (Aşina, Zena, Aşına) ailesinin, yalnız bir erkek çocuk hayatta kalmak üzere, katliama uğramış olduğu söylencesinde Göktürklerin erken tarihinde bir soyun topluca kıyımının toplumsal bilinci etkilediği bilinmemektedir.[2]

Gök-Türkler, Çin kaynaklarının açıkça belirttikleri üzere, Asya Hunlarından iniyorlardı Başbuğ ailesi olan Aşına soyunun bir dişi kurttan türediğine dair o çağda pek yaygın olduğu anlaşılan rivayetler, Gök-Türklerin erken tarihini efsanelerle karıştırmaktadır Ancak kurttan-türeme geleneğinin, Asya Hunları arasında da mevcut olması ve kurt ata'nın Türkleri dar, geçilmez yollardan selamete ulaştırdığı (Mo-tun'un mensup olduğu ünlü T'u-ko (Tu-ku) ailesinden gelmesi kuvvetle muhtemeldir Kurt ata inancı dolayısıyla Gök-Türk hakanlık belgesi, altından kurt başlı sancak (tuğ) olmuştur.[4]

Göktürklerin "Kurttan Türeyiş"lerine dair Çin kaynaklarında da geçen üç efsane vardır. Aslında bu efsanelerin hemen hemen aynısı M.Ö. 119'da Hunlar tarafından büyük bir yenilgiye uğratılan Wu-sunlar için söylenir.

Efsaneye göre Hunlar bir taarruz neticesinde Wu-sun kralını öldürmüş, onun oğlu Kun-mo küçük olduğu için Hun hükümdarı ona kıyamamış ve çöle atılmasını emretmiş. Küçük Kun-mo dişi bir kurt tarafından emzirilmiş ve bu olayı uzaktan seyreden Hun hükümdarı, çocuğun kutsal biri olduğuna inanarak, büyüdüğünde onu Wu-sunların kralı yapmış, içinden Göktürkleri de çıkaran, Çinlilerin Kao-çı (Yüksek Tekerlekli Arabalılar) ve T'ieh-li (Tölös) dedikleri, Orhun nehrinden Volga kıyılarına kadar geniş bir alana yayılan bu güçlü Türk kavimler topluluğu için de "kurttan türeyiş" efsanesi aynı motifi işler. Çin'deki Toba sülalesi devri kaynaklarında efsane özetle şöyle anlatılır:

"Kao-çı kağanının çok akıllı iki kızı varmış. Öyle iyi kalpli ve akıllılarmış ki, babaları onların ancak tanrı ile evlenebileceklerini düşünerek, kızlarını bir tepeye götürmüş. Ancak tepeye ne tanrı gelmiş ne de onlarla evlenmiş. Kızlar burada beklerken ihtiyar bir erkek kurt tepede dolaşmaya başlamış. Küçük kız, kardeşine bu kurdun tanrının kendisi olduğunu söyleyerek tepeden inmiş ve kurtla evlenmiş. Bu suretle Kao-çı halkı bu kız ve kurttan türemiş.".

Bu efsanelerin tekamül etmiş şekli, tarihî realiteye de uygun olarak, Göktürk menşe efsanelerinde ve Ergenekon Destanı'nda görülür. M.S.570'te ortaya çıkan Çin'deki Sui Sülâlesi devrinde Göktürklerle yakın münasebet kuran Çinliler, Türklerden öğrendikleri efsaneyi tarih yıllıklarında not etmişlerdir. Efsane şöyledir:

"... (Göktürklerin) ilk ataları Hsi-Hai, yani Batı Denizi'nin kıyılarında oturuyorlardı. Lin adlı bir memleket tarafından, onların kadınları, erkekleri, büyüklü-küçüklü hepsi birden yok edilmişlerdi. Yalnızca bir çocuğa acımışlar ve onu öldürmekten vazgeçmişlerdi. Bununla beraber onun da kol ve bacaklarını kendisini Büyük Bataklığın içindeki otlar arasına atmışlardı. Bu sırada dişi bir kurt peyda olmuş ve ona her gün et ve yiyecek getirmişti. Çocuk da bunları yemek suretiyle kendine gelmiş ve ölmemişti. (az zaman sonra) çocukla kurt, karı koca hayatı yaşamaya başlamışlar ve kurt da çocuktan gebe kalmıştı. (Türklerin eski düşmanı Lin devleti, çocuğun hâlâ yaşadığını duyunca) hemen kendi adamlarını göndererek, hem çocuğu hem de kurdu öldürmelerini emretmişti. Askerler kurdu öldürmek için geldikleri zaman, kurt onların gelişinden daha önce haberdar olmuş ve kaçmıştı. Çünkü kurdun kutsal ruhlarla ilgisi vardı. Buradan kaçan kurt, Batı Denizi'nin doğusundaki bir dağa gitmişti. Bu dağ, Kao-ch'ang (Turfan)'ın kuzey-batısında bulunuyordu. Bu dağın altında da çok derin bir mağara vardı. (Kurt) hemen bu mağaranın içine girmişti. Bu mağaranın ortasında büyük bir ova vardı. Bu ova, baştan başa ot ve çayırlıklarla kaplı idi. Ovanın çevresi de 200 milden fazla idi. Kurt, burada on tane erkek çocuk doğurdu. (Göktürk Devleti'ni kuran) A-şi-na ailesi, bu çocuklardan birinin soyundan geliyordu."

Efsanede Türklerin yaşadığı ve göç ettiği yer olarak gösterilen Batı denizi, kimi tarihçilere göre Turfan'ın kuzey batısında yer alan Balkaş gölü veya Aral, hatta Hazar iken kimi tarihçilere göre de Isık göldür. Isık göl ve civarı, Kırgızların millî destan kahramanı olan Manas'ın da yaşadığı bir bölgedir. Ancak burada önemli olan menşe efsanesinin, Göktürklerin "Ergenekon Destanı"nın ilk şekli olmasıdır. Bütün Türk boylarında derin izler bırakan bu destan, içinde tarihî olayları barındırması bakımından da dikkate değerdir. Destan özetle şöyledir:

"Türk illerinde Göktürk oku ötmeyen, Göktürk kolu yetmeyen bir yer yoktu. Bütün kavimler birleşerek Göktürklerden öç almaya yürüdüler. Türkler çadırlarını, sürülerinin bir yere topladılar. Çevresine hendek kazdılar, beklediler. Düşman geldi. Vuruş başladı. On gün vuruştular, Göktürkler üstün geldi."

Düşman, Türkleri er meydanında yenemeyeceklerini anladığından hileye başvurur ve Göktürkleri gafil avlayıp, çadırlarını basar. Büyük bir katliam gerçekleşir. İl Han'ın küçük oğlu Kayan (Kıyan) ve yeğeni Tukuz (Negüz) kadınlarıyla birlikte düşmanın elinden kaçar ve onların bulamayacağı bir yere "Ergenekon"'a (Sarp Dağ Beli) gelirler. Burası geçit vermez, sarp dağlarla çevrili orta yeri düz, verimli bir ovadır. Burada bir müddet sonra nüfusları gittikçe çoğaldığında, birbirine akraba, ayrı ayrı "oba"lar oluşturdular. Nihayet dört yüz yıl sonra kendileri ve sürüleri Ergenekon'a sığamaz oldu. Kurultay toplayıp, Ergenekon'dan çıkma kararına vardılar. Çıkış için tek bir geçit vardı fakat burası da demirdendi. Bir demirci ustasının fikriyle demir dağ büyük bir ateş yakılıp, devasa körüklerle harlandırılarak eritildi. Nihayet, Börteçene (Bozkurt) adlı bir başbuğun liderliğinde, Türkler Ergenekon'dan çıkıp bütün dünyaya yayıldılar.

Özetlenen bu destan, İlhanlı tarihçisi Reşideddin tarafından nakledilirken, araya Moğollar da serpiştirilerek, büyük ölçüde tahrif edilmiştir. Ancak destanda geçen motifler ve çağrıştırdıkları olaylar, destanın Göktürklere ait menşe efsanelerinin tekamül etmiş hâli olduğunu açıkça göstermektedir. Nitekim Börteçene, Göktürklerin soylarını dayandırdıkları Asena gibi mübarek ve yol gösteren bir kurttur. Hun birliği dağıldıktan sonra, destanın girişinde belirtildiği gibi, Türkler Altay dağları civarına çekilmişler ve bir müddet Juan-Juanlar'ın hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Demircilikte ileri giden Göktürkler, Juan-Juan hükümdarının "Sizler demircilikle uğraşan kölelerimsiniz" diye aşağılanmalarını hazmedemeyerek, onlara savaş açmışlar ve yaklaşık dört yüz yıl süren suskunluktan sonra, 545 yılında büyük bir zafer kazanarak istiklâllerinin temelini atmışlardır. Reşideddin'in de Camiü't-Tevarih'te yazdığı üzere, Ergenekon'dan çıkış, bir bayram olarak kutlanmış, önce Türk kağanı, ardından beyler, bir parça demiri ateşe salıp kızdırdıktan sonra, örs üstünde çekiçleyerek, Ergenekon'u Türk an'anesinde canlı tutmuşlardır.

Göktürk hükümdarlık ailesi Aşına soyundan gelmekteydi. Yukarıda ifade ettiğimiz efsanelere göre Aşına soyu dişi bir kurttan türemişti ve bu inanış sebebiyle de Göktürk Devleti alâmeti, altından kurt başlı sancak olmuştur. Ergenekon efsanesi, Hun devletinin yıkılmasından sonra, Türklerin yaşadığı zorlukları anlatmaktadır. Dolayısıyla, tarihen yaşanmış olaylar, Göktürklerin, Hun devletinin bir devamı olarak ortaya çıktıklarının bir delilidir. Nitekim devlet yapılanmasının Hunlarla aynı olması da bu fikri kuvvetlendirir.[6]

[1] Yeni Rehber Ansiklopedisi, "Göktürkler (Köktürkler)" maddesi, Türkiye Gazetesi Yay. İstanbul 1994, 89-s. -92.
[2] "Göktürk Kağanlığı", tr.wikipedia.org/wiki/Göktürk_Kağanlığı
[3] www.bilgilik.com/tarih/medeniyetler-tarihi/gokturkler.html
[4] izmirturks.com/turk-tarihi/gokturkler-31275/
[5] L Bazin, "Les Calendriers", s 661, 667
[6] ttp.cankaya.edu.tr/index_dosyalar/page0001.htm

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

5

Tuesday, 15.09.2015, 14:38

Göktürk Alfabesi



Türklerin siyasal varlık olarak tarih sahnesine çıkmaları, Milattan önceki yüzyıllara, Hiung-nu`lar dönemine kadar geriye gitmektedir. Hunlar döneminde yazının kullanıldığına ilişkin bazı kayıtlar olmakla birlikte, bu yazının niteliği hakkında açık bilgilere sahip değiliz. Bu yüzden Türklerin kullandıkları kesin olarak bilinen ilk alfabe Göktürkler döneminde yaygınlık kazanan Göktürk alfabesidir. Son yıllarda Issık-Göl yakınındaki bir kurganda bulunan iki satırdan oluşan yazı, Göktürk alfabesi karaterinde olup, M.Ö. V.-IV. yüzyıllara tarihlenmektedir. Bu yüzden de Göktürklere bağlanan ilk Türk yazısının Göktürk Kağanlığı`nın kuruluşundan yüzyıllarca önce bulunduğunu kabul etmek gerekmektedir.
İlk Türk alfabesinden günümüze kalan en büyük kalınıtılar Göktürkler döneminde dikilen yazıtlarda karşımıza çıkmaktadır. Çözülüp değerlendirilmeleri ancak XIX. yüzyıl sonunda mümkün olmuştur. Bunlardan ilk bulunanları Yenisey Irmağı boyundaki yazıtlar olmuştu. 1889’da da Orhon yazıtları diye anılan iki büyük yazıt daha ortaya çıkarılmıştı. Öteki yazıtlardan farklı olarak bunların arka yüzlerinde Çince metinler de vardı. Yani Ankara`daki Augustus Tapınağı`nda olduğu gibi iki ayrı dilde yazılmışlardı. Danimarkalı Türkolog Wilhelm Thomsen, 1893`te bu yazıtları çözmüş, böylece bunların Kültigin ve Bilge Kağan tarafından diktirildikleri, yazının Türklere özgü bir alfabe, dilin de eski Türkçe olduğu meydana çıkarılmıştı.
Anıtların öneminden ötürü Orhon alfabesi diye de anılan Göktürk alfabesinin kökenine gelince, bu konuda çok farklı görüş ve iddialar bulunmaktadır. Bu alfabede kullanılan işaretler, Runik diye adlandırılan eski Iskandinav yazısındaki işaretlere benzediğı için Runik karakterli sayılmış ve o alfabeyle ilişkilli olabileceği öne sürülmüştür.Yazıyı çözen Thomsen, bu Türk alfabesinin Arani alfabesinden türemiş olabilece görüşünü savunmuştu. Buna karsın Aristov gibi Rus bilginleri, bu yazıdaki işaretlerin eski Türk damgalarından alınmış olabileceğine dikkatleri çekmiştir. A. Cevat Emre ise, Göktürk yazısının Sümer yazısı ile aynı kökten gediğini varsaymıştır. Bütün bu değişik, hatta çelişik savlar arasinda söylenebilecek şey, bilim çevrelerinde en çok Thomsen’ın görüşünün tutunduğudur.
Göktürkler çağında yaygınlaşan bu ilk Türk alfabesi, yazıtlar dışında yazma eserlerde de kullanılmıştır. Doğu Türkistan Yazmaları diye adlandırılan eserler bunu kanıtlamaktadır. Bu alfabenin Göktürkler`den sonra gelen Uygurlar döneminde de bir süre kullanıldığı görülmektedir. 759-760 yıllarında dikilen Şine-Usu yazıtı ile son yıllarda bulunan Taryat Yazıtı bunu göstermektedir. Bunun dışında Göktürk alfabesi, bazı değişikliklerle Bulgarlar,Hazarlar, Peçenekler ve Sekeller tarafından da kullanılmış ve böylece Orta Asya`dan Avrupa içlerine kadar yayılmıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

6

Wednesday, 16.09.2015, 20:16



Yedinci yüzyılda yaşamış Çin sarayına yaptığı baskın ve ölümü ile efsanelere konu olmuş bir Türk (Göktürk, Tu jue) prensi, (? – 639) Asıl adı Şu Tigin’dir. Kürşat adını amcası (ve son kağan) Kara Kağan vermiştir. Kür eski Türkçede ok anlamına gelir.(İsmin aslı şad ünvanıyla yazıldığından, Kürşad’tır. Fakat ses uyum kurallarıyla, Kürşat haline gelmiştir.) Çin kaynaklarında 阿史那結社率 Ashina Jiesheshuai olarak, Rus ve Kiril alfabesini kullanan Türki devletlerin kaynaklarında ise Кюрчат ya da Куршат olarak geçer.

YAŞAMI Kürşat ınYaşamı hakkında bilinenler çok kısıtlıdır. Babası 619-621 yılları arasında Doğu Türk kağanı olmuş olan Çuluk Han’dır. Kürşat üvey annesi olan Çin asıllı Yi Çink Hatun’un babasını zehirleyerek öldürdüğünden kuşkulanıyordu. Bu sebepten, babasının yerine kağan olan amcasının eski bir Türk geleneği gereği, Yi Çink ile evlenmesi aile içinde kırgınlığa sebep oldu.[1] (Bu bilgiler net olmasa bile Bozkurt veya Asena ailesinden bir asil olduğu kesin olarak bilinmektedir, bu konudaki en iyi kaynak olan Çin yıllıklarında bunlar açıkça anlatılmaktadır.) Kağanlık 629 (veya 630) yılında yıkıldı. Kağanlık toprakları fiilen Çin yönetimine geçti. Kağanlığın soyluları da göz altında bulundurulmak için, o dönemdeki Çin başkenti Şangan’a sürüldü. ( Bugünkü adı Sian olan Şangan günümüzdeki Çin başkenti Pekin’in kuşuçuşu 910 km kadar güneybatısındadır.)

Kürşat’ın çok güçlü ve etkileyici biri olduğu,çok usta bir cengaver ve silahşör olduğu,insanlarda hayranlık uyandırdığı,ve bu yüzden çin imparatoru Tai Zong’un bile gözünü korkuttuğu, çin imparatorunun Kürşat’ın varlığından hal ve hareketlerinden rahatsız olduğu.Kürşatın çin sarayı veya başkentinde bulunmasının çok tehlikeli olacağını düşündüğü ve bu konuyu Gök Türk kağanına ve Tiginlere bildirdiği çin kaynaklarında ayrıntılı olarak yazılıdır.

İMPARATORU KAÇIRMA PLANI Kürşat’ı üne kavuşturan olay 639 Ağustos’unda gerçekleşti. Kürşat 40 kişi olduğu söylenen bir grup arkadaşıyla, imparatoru tutsak etmeyi denedi. İmparator Tai Sung’un bazı geceler başkent sokaklarında yanında sadece bir danışman alarak, göze çarpmayacak şekilde (tebdil’i kıyafet) korumasız olarak dolaştığı biliniyordu. Çünkü saray muhafız kıtasında görevli Göktürk askerleri vardı. Kürşat ve arkadaşları imparatoru tutsak ederek, imparatorun yaşamı karşılığında, Çin’in elindeki Türk tutsakların özgürlüğünü sağlamayı tasarlamışlardı. (Ancak bunun bir intihar görevi olduğu ortadadır. Çin imparatorlarına karşı daha önce böyle bir şey yapılmamış, hatta yapılmaya da denenmemiştir.) Şayet başarılsaydı, Türk kağanlığı yeniden kurulacaktı. Bununla birlikte, Kürşat kağan olmaya talip değildi. Sarayda tutuklu olan Kürşat’in yiğeni Urku Tiğin kurtarılarak, kağanlığa getirilecekti.

Baskın ve İhtilal girişimi Baskın planlanan sabah büyük fırtına vardı ve imparator sarayından dışarı çıkmadı.Ancak vazgeçmeyi sakıncalı bulan Kürşat ve arkadaşları saraya saldırdılar. Uzun süren çarpışmalarda Kürşat arkadaşlarının büyük bölümünü kaybetti ve saraydan çekilmek zorunda kaldı. Kent dışında da mücadelesine devam eden Kürşat bir köprü başında öldürüldü. (Diğer kaynaklar ise Kürşat ve arkadaşlarının saray baskını sırasında,kiminin çarpışırken kiminin ise sarayı yakarak tahrip ederken öldüğü ve cesetlerin saygıyla Göktürkler’e iade edildiği yazar.) O dönem çin yıllıklarının bazı İngilizce tercümelerinde baskınla ancak dışarıdan gelen takviye askerlerle başedildiği yazar.Kimilerinde ise takviye askerlerle imparatorun hemen kurtarıldığını ve baskının önlendği yazar. Ancak şu bir gerçektir ki her dönemde Çin sarayları ve imparatorları kalabalık muhafız kıtaları tarafından korunmuştur;eğer dışarıdan takviye gelmesi gerekmişse, bu önemli bir olaydır. Ayrıca Tang hanedanının bu kitaplara romanlara ve filmlere konu olmuş ünlü imparatoru Tai Sung’un baskından canını zor kurtarması(baskın sırasında kaçan imparatorun üzüntüden ağladığı söylenir) sarayda ve halk arasında şoka ve tedirginliğe sebep olmuş.Tang hanedanının en ufak bir hata yapmasını kollayan rakipleri için de hanedanı yıkmak için fırsat doğduğu inancını doğurmuş Tang hanedanı bu baskın yüzünden en zor günlerini yaşamıştır. Atatürk döneminde yazılmış kimi Türk tarihi kitaplarında baskın için “Tarihin en hayret uyandıran ihtilal girişimlerinden biri” diye söz edilir.[4]

GİRİŞİMİN ÖNEMİ Kürşat’ın girişimi sıradan bir baskın olarak düşünülmemelidir. Çin sarayının yabancılar tarafından basılması bir ilktir. Çin imparatoru Taizong bu olaydan dolayı çok sarsılmış ve tahtının sarsılan itibarını toparlayabilmek ve olayın şokunu atlatabilmek için acil önlemler almış, Doğu Göktürk kağanlığını bağımsız olarak tanımış ve Çin kaynaklarında Kilibi khan olarak geçen Göktürk prensini de kagan ilan edip kendilerinin eski topraklarına gitme hakkını tanımış ve teşvik etmiştir. Aslında niyeti sarsılan otoritesini sağlamak olarak yorumlanabilir.[5]

Olay ağızdan ağza yayılmış, efsanelere konu olmuş ve tutsak olan Türk (Doğu Göktürk) halkı arasında milli bilinci uyarıcı bir etki yapmıştır. (Kağanlık bu olaydan 41 yıl sonra bağımsızlık kazandı.)

Kürşat İhtilalinden sonra olanlar Bu olayın etkisini atlatmak amacıyla imparator taizong hemen etkili önlemler ve barışçı bir siyaset izlemek için harekete geçti Kilibi han ünvanı ile Göktürk soylusunu Göktürk kağanı ilan ederek eski Göktürk topraklarında iskanı teşvik etti(özellikle huing-nu bölgesi). Hemen yeni heyetler toplanarak Türk ileri gelenleri ile görüştürülmüş Türk halkına iyilik ve dostluk mesajları verilmiş ve yeni kurulan veya kurdurulan kağanlığa kesinlikle savaş için silahlanılmaması ve hiç bir yere akın yapılmaması en öncelikli şart olarak belirtilmiştir. Bu ve buna benzer gelişmeler Türk tarihi açısından adeta dönüm noktalarından birisi ve Türk milletinin var oluşunda önemli olaylardan birisi olmuştur.[6]

Kürşad, 621 senesinde Çinli eşi İ-çing Katun tarafından zehirlenerek öldürülen Doğu Göktürk Devleti kağanı Çuluk Kağan’ın küçük oğludur. Çuluk Kağan’ın ölümünden sonra kardeşi Bağatur Şad, Kara Kağan adını alarak hükümdar oldu ve ağabeyinin Çinli eşi ile evlenerek Ötüken’deki Türkler arasında huzursuzluğa yol açtı… Bir tarafta Çinliler, diğer yanda da Sırtarduş Bayurku, Dokuz Oğuz, Uygur gibi Türk boylarının Göktürklere başkaldırıp savaşmaları ve ayrıca İ-çing Katun’un Ötüken’de esir durumda yaşayan Çinli azınlığa destek çıkarak bunların zenginleşmesini sağlaması sayesinde giderek zayıflayan ve kıtlık tehlikesiyle karşı karşıya kalan Türkler, 629 senesinde Çinlilerle yaptıkları savaşta tuzağa düşerek yenilince Doğu Göktürk Devleti yıkıldı. Başta Kara Kağan ve Kürşad olmak üzere binlerce Göktürk Çinlilere esir düşerek Çin’in başkenti Siganfu’ya götürüldüler ve orada kendilerine tahsis edilen bölgede yaşamaya mecbur edildiler. Türkleri asimile edebilmek amacıyla Göktürk soylularını hassa ordusunda subay olarak görevlendiren Çinlilerin bu taktiği bir işe yaramamış, Türkler bağımsızlıklarına kavuşup yeniden devlet kurmak amacıyla fırsat kollamaya başlamışlardır. Kürşad da Çin hükümdarının ordusunda subay durumundadır fakat kılıcını milletinin özgürlüğü için çekeceği günü beklemektedir. Esaretin beşinci yılında Kara Kağan kahrından ölür. Esaretin onuncu yılında, yani 639 senesinde, Bozkurt soyunun en büyüğü konumundaki Kürşad durumun iyice kötüye gittiğini görerek kırk çerisi ile birlikte ihtilal yapmaya karar verir. Geceleri kılık değiştirerek Siganfu sokaklarında tek başına dolaşma adeti olan Çin hükümdarı Tay-tsung’u yakalayarak rehin almaya ve bu sayede Çin sarayına girerek orada bulunan Kürşad’ın ağabeyinin oğlu Urku Tigin’i kurtarıp, toplayabildikleri kadar Türk ile birlikte Ötüken’e giderek tekrar devlet kurmaya, Urku Tigin’i de kağan ilan etmeye karar verirler. Bu uğraşta başarılı olurlarsa budun kurtulacak, başaramazlarsa da dökülecek kanları geride kalanlara ödevlerini hatırlatacaktır. Fakat ihtilal için harekete geçtikleri gece sağanak halinde yağan yağmur yüzünden Çin hükümdarı sarayından dışarı çıkmaz. İhtilali ertelemenin sakıncalı olacağını düşünen Kürşad, kırk çerisiyle birlikte Çin sarayına yürür, amacı sarayı basarak hükümdarı esir almaktır. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun altında yüce dileğe doğru yürüyen kırkbir Türk yiğidi sarayın kapısına vardıkları anda cenk başlar. Yüzlerce Çinli askeri öldürürler ama binlercesi üzerlerine saldırmaya devam eder. Göktürklerin bir kısmı sarayın içinde savaşırken şehit olur, sağ kalanlar ise Kür Şad’ın önderliğinde saraydan çıkarak Vey ırmağına doğru ilerlerler, niyetleri ırmağı geçerek Ötüken’e doğru at koşturmaktır. Ama sağanak halinde yağan yağmur yüzünden yükselen sular köprüyü sürükleyip götürdüğü için karşıya geçemezler ve peşlerinden gelen Çin ordusu ile son kez cenke tutuşurlar. Binlerce Çinli askere karşı savaşan bir avuç Türk yiğidi peş peşe uçmağa varırlar. Sadece Kürşad sağ kalmıştır, tek başına Çin hükümdarlığına karşı savaşmaktadır. En sonunda O da şehit olur fakat elinde kılıcıyla atının üzerinde durmaktadır, öldüğü halde yere düşmemiştir… Kürşad ölmüş fakat yenilmemiştir…

Kürşad ve kırk çerisinin yaptıkları ihtilalden sonra korkuya kapılan Çinliler, Siganfu’daki bütün esir Göktürkleri mecburen serbest bırakırlar. Göktürkler kırküç yıl boyunca dağınık bir şekilde yaşarlar, bazı Göktürk soyluları yeniden devlet kurma girişiminde bulunsalar dahi başarılı olamazlar… Fakat 682 senesinde Bozkurt başlı sancak tekrar kaldırılır ve Kutluk Şad (İlteriş Kağan) ile Bilge Tonyukuk İkinci Göktürk Devleti’ni kurarlar…

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

7

Tuesday, 22.09.2015, 12:50

Kül Tigin Abidesi




Kül Tigin Abidesi, Kagan olmasında ve devletin kuvvetlenmesinde birinci derecede rol
oynamış bulunan kahraman kardeşine karşı Bilge Kagan'ın duyduğu minnet duygularının
ve kendisini sanatkârane bir vecd ve coşkunluğun içine atan müthiş teessürünün ebedî bir
ifadesidir. Bilge Kagan bu ruh hâli ile abide inşaatının başında oturup, eserin
hazırlanmasına bizzat nezaret etmiştir. Abidedeki ulvî ve mübarek hitabe onun ağzından
yazılmıştır, abidede o konuşmaktadır, müellif odur. Abidenin civarında türbe enkazı, pek
çok heykel parçaları ve abideye çıkan iki tarafı heykeller, taşlarla dizili 4,5 kilometrelik
bir yol bulunmuştur. Bu heykel parçaları arasında son zamanlarda Kül Tigin'in başı ile
karısının gövdesi ve yüzünün bir kısmı da bulunmuştur. Abidenin ve türbenin inşasında
Türk ve Çin sanatkârları beraber çalışmışlardır. Abidedeki kitabeleri Bilge Kagan ve Kül
Tigin'in yeğeni Yollug Tigin yazmıştır.



Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

8

Tuesday, 22.09.2015, 12:52

Bilge Kagan Abidesi


Bilge Kagan Abidesi, aynı yerde Kül Tigin abidesinin bir kilometre uzağındadır. Şekli,
tertibi ve yapısı tamamıyla birincisine benzemektedir. Yalnız bu bir kaç santim daha
yüksektir. Bu yüzden doğu cephesinde 41 ve dar cephelerinde de 15'er satır vardır. Bunun
da batı cephesinde asıl Çince kitabe vardır, Çince kitabenin üstünde ayrıca Türkçe kitabe
devam etmektedir. Çince kitabe hemen hemen tamamıyla silinmiştir. Bilge Kagan Abidesi
kendisinin 734'te ölümünden sonra 735'te oğlu tarafından dikilmiştir. Bu abidede de Bilge
Kagan konuşmaktadır. Esasen abidenin kuzey cephesinin ilk 8 satırı Kül Tigin abidesinin
güney cephesinin, doğu cephesinin 2-24 satırları ise Kül Tigin abidesinin doğu cephesinin
mukabil satırlarına benzemektedir. Bu abidede ayrıca Kül Tigin'in ölümünden sonraki
vakaların ilâve edildiği görülür. Bilge Kagan abidesi hem devrilmiş, hem de
parçalanmıştır. Onun için tahribat ve silinti bunda çok fazladır. Bu abideyi de yeğeni
Yollug Tigin yazmıştır. Her iki abide de Bilge Kagan'ın sözlerinin dışında Yollug Tigin'in
kitabe kayıtlan ve ilaveleri yer almaktadır. Bu abidenin etrafında da yine türbe enkazı ve
daha az olmak üzere heykeller, balballar ve taşlar vardı.

Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

9

Tuesday, 22.09.2015, 12:54

Tonyukuk Abidesi


Tonyukuk Abidesi, diğer iki abidenin biraz daha doğusunda bulunmaktadır. Devrilmiş,
dikili dört cepheli iki taş halindedir. Birinci ve daha büyük olan taşta 35, ikinci taşta 27
satır vardır, ikinci taşta yanlar daha itinasızdır. Ve aşınma da daha çoktur. Bu abidenin
yazıları Kül Tigin ve Bilge Kagan'ınki kadar düzgün değildir. Bu abidede de yazı
yukarıdan aşağı yazılmıştır. Fakat diğer ikisinin aksine satırlar soldan sağa doğru istif
edilmiştir. Tezyinatı da diğer kitabelerdeki kadar sanatkârane değildir. Tonyukuk
abidesinin yanında da büyük bir türbe kalıntısı, heykeller, balballar ve taşlar vardır.
Tonyukuk abidesini, İlteriş Kagan'ın isyanına iştirak eden ve o günden Bilge Kagan
devrine kadar devlet idaresinin başyardımcısı olarak kalan büyük Türk devlet adamı ve
başkumandanı Tonyukuk, ihtiyarlık devrinde bizzat diktirmiştir. Bu abidede Tonyukuk
konuşmaktadır, bu abidenin müellifi odur. Kül Tigin ve Bilge Kagan Abideleri günümüz
Moğolistan Cumhuriyeti sınırları içerisinde, Baykal gölünün güneyinde Orhun nehri
vadisinde Koşo Tsaydam gölü civarında bulunmaktadır, Ötüken ormanın da buradaki
Hangay sıradağlarının bir parçası olduğu anlaşılmaktadır. Tonyukuk Abidesi ise biraz
daha doğuda Tola Nehri’nin yukarı mecrasında Bayn Çokto denilen yerin yakınındadır.
Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

10

Tuesday, 22.09.2015, 12:55

Çin Kaynakları
Göktürklerin en yakın münasebet kurdukları millet Çin olduğundan Çin kaynaklarında
Göktürklerle ilgili geniş malumat vardır. Çinliler şimal komşularını biraz da merakla takip
ettikleri için topladıkları bilgileri yıllıklarında kaydetmişlerdir. VI. yüzyıldan itibaren Çin
yıllıklarında Göktürklerden bahseden bir hayli kitap vardır. Bunlardan ilk dördü en önemlisi
olmak üzere 7 kaynak bizce ehemmiyetlidir. V. ve VI. asırlardaki vekayiin kroniği Beğ-ci-Şu
tarihidir. Bu Göktürklerin kuruluş ve parlak devirlerine tesadüf eden kıymetli bir resmi
vakayinamedir. Cov sülalesinin resmi kroniği -550-577- Cov-Şu, ilk faal devrini ihtiva eder.
Diğer önemli kaynak 618-907 yılları arasında hüküm süren Tang sülalesi tarihinde de kısmen
orijinal bilgi vardır. Bu arada bizim için mühim bir seyahatname Hüen Çang
Seyahatnamesi’dir. Çin’den Türk Devletine seyahat eden bu seyyahın notları toplumun iç
durumunu belirtmek bakımından önemlidir.
Bütün bu Çince kaynaklar dillerinde neşredildiği gibi mühim olanları Batı dillerine de
tercüme edilmiştir. Batı’nın ikiyüz yıldan beri bunlar hakkında çalıştıklarını, biz ancak son
dönemde çalışıyoruz. Bilindiği gibi Çin yıllıklarındaki malumattan ilk olarak Deguignes
istifade etmiş maruf umumi tarihinde yazmıştır. Ülkemizde de bu kaynaklar üzerine
çalışanların başında Ahmet Taşağıl gelmektedir


Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

11

Tuesday, 22.09.2015, 12:57

Bizans Kaynakları
Göktürkler vasıtasıyla Orta Asya ile ilk defa siyasi münasebet kuran Bizans’ın tarihi
kaynaklarında çeşitli bilgiler vardır. Bizans kaynakları özel isimlerin kaydedilmesi
bakımından Çin kaynaklarından çok daha iyi bir haldedir. Zaten biz çok kere isimlerin
okunuşunu Bizans kayıtlarındaki şekliyle kontrol edebilmekteyiz. Bizanslılar sadece Batı
Göktürkleri ile ilgilendiklerinden ancak onlarla ilgili bilgi vermektedir.
Bizans kaynakları arasında Türklerden ilk defa Türk diye bahseden müellif Aghatias’tır.
582’de ölen müellifin eseri ancak fragmentleri vasıtasıyla bilinmekte olup müellif Avarlar
dolayısıyla Türk adıyla Türklerden bahsetmektedir. VI. asrın sonlarında yaşamış bir müellif
olan Theophanes Byzantios 566-581 arası vekayii ihtiva eden eserinde Göktürklere elçi
gönderilmesini tafsilatı ile anlatır. Bizans İmparatorluğu’nda yüksek mevki sahibi olan
Menandros, İmparator Maurikios (582-602) zamanında yaşamıştır. Tanınmış bir edip olan
müelllifin eseri ancak fragmentler halinde bize intikal edebilmiş olup Göktürkler hakkında en
fazla bilgiyi verir. Göktürklerden gelen elçilerden Zemerkos’tan tekrar gelen Göktürk
elçisinden ve Orta Asya’dan “Türkiye” diye bahsetmektedir. Eser çeşitli dillere tercüme
edilmiştir. Ayrıca bu eserde Bizanslılarla münasebet kuran diğer Türklerden de
bahsedilmektedir. Diğer mühim bir Bizans kaynağı da Theopylactos Simokkattes, İmparator
Heraclios devrinin büyük tarihçisidir. 8 kitaptan mürekkep olan eseri daha ziyade bir Grek
tarihidir. Göktürk Hakanı’nın İmparator Maurikios’a gönderdiği Türk elçisinden ve
mektubundan bahsetmektedir. Simokattes Göktürk Kaganının bu mektubunda büyük bir
zaferini kaydettiğini söylüyor ki ileride bu zaferin ne olabileceğini göreceğiz. Bu eser de
basılmış ve çeşitli dillere çevrilmiştir.
VI. asırdan sonra çoğalan Bizans kaynakları arasında Euagrios’unki orijinal malumatı ihtiva
etmektedir. Göktürklerden bahseden diğer bir müellifin adı Maurikios olup harp şekilleri,
muharebe usulleri hakkındaki eserinin adı “Tactica”dır. Diğer yazmadaki adı ise
“Strategikon” olup bu da bilindiği gibi sevkulceyş manasındadır. Aslında bu iki ad birbirinden
az çok farklıdır. Biri tâbiye, diğeri ise orduların sevk, yol, cihet ilmi olan sevkulceyştir. Bu
eserin yazıldığı tarih İmparator Maurikios’un zamanına tesadüf etmekte olduğundan eser uzun
zaman ona mal edilmiş ise de son zamanlarda bu iddia zayıflamıştır. Eser aynı devirde
yaşayan aynı adlı başka bir müellife ait olmalıdır. Bu eser Türklerden, Göktürklerden onların
Kırım Seferi’nden bahsetmekte ise de asıl mevzuu devrinde bilinen muharebe usulleridir.
Roma, Frank, Galyalı savaş usulleri anlatılmakta nihayet Türk muharebe sistemi hakkında
bilgiler verilmektedir. Biz Göktürk savaş sistemini muharebe usulünü bu kaynaktan anlıyoruz.
Birkaç Bizans imparatorunun böyle “Tactica”ları olup en fazla Türk savaş usulüne ehemmiyet
verişler Bizans ordusuna Türk askeri sistemini tavsiye etmişlerdir. İlk olarak ok atmaya
alıştırmak istemişler fakat Bizans askerleri bir türlü Türk yaylarını çekememişlerdir.
Buralarda bahsi geçen Türk muharebe usulü –Turan Taktiği- devirler boyunca Türk ordusuna
sayısız zaferler kazandırmıştır. Malazgirt, Niğbolu, Mohaç ve nihayet Dumlupınar
bunlardandır.
Diğer bir Tactica da Bizans İmparatoru Leon Philo-Sophos’undur.- 886-912- Bu imparator
ilim irfanı himaye eden, kitap yazan, yani bilgin, bilge bir zattır. Devrinde Bizans idaresi
temelli reformlar yapmıştır. Tactica mevzuuna çok önceleri merak sarmış, daha genç iken
Maurikios “Tacticas”sının sualli cevaplı bir özetini çıkarmıştır. Kendisinin de Maurikios’tan
çok istifade etmekle beraber müstakil bir Tactica’sı vardır. Bu eserinde kendi zamanındaki
savaş taktikleri arasında Türk dünyası muhabere tarzından ve bu arada Göktürklerden de
bahseder. Bir fasıl doğrudan doğruya harp usullerinden Türklerinkine ayrılmıştır.
Zamanındaki yani X. asır başındaki başka Türk boylarından da bahseder. Diğer bir mütefekkir
Bizans İmparatoru da Konstantinos Porfirogenetos (ölümü 959) Bunun iki büyük eserinden
birisi saray teşrifatına aittir. Bizim bakımımızdan asıl mühim olan diğer eseri de “De
Administrando İmperio”, yani İmparatorluk idaresi hakkındaki eseridir. Bu sonuncu eser X.
asır Türk tarihi hakkında ana kaynaktır. Bu idare meyanında komşularla münasebetlerinden
kendi devri Türk kavimlerinden tafsilatlı olarak bahseder. Aynı eserde savaş usullerinden ve
mevzuumuz olan Göktürklerden bahseden kısımlar olmakla beraber harp sanatına ait bilgiler
çoğunlukla Maurikios’tan nakledilmiştir. Sonraki Bizans kaynaklarının hemen yarısı
Göktürklerden bahseder. Ancak bunlar ikinci derecede kaynak olup yukarıda
saydıklarımızdan nakledilmiştir.
Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

12

Tuesday, 22.09.2015, 12:58

İslam Kaynakları
Hemen bütün İslam kaynakları hem İslamlıktan önceki hem de İslamiyet’in dışındaki
kavimlerle fazla uğraşmadığından bunlar mevzuumuz bakımından enteresan değildir. Göktürk
tarihinin en parlak çağı İslamiyet’ten önce olup İslamiyet’in zuhurunda devletin birinci
safhası geçmek üzere idi. 552’de kurulan Göktürk Devletinin şaşaalı devrinde Peygamberimiz
doğmamıştı ve Devletin gelişmesi Peygamberimizin çocukluğuna tesadüf etmektedir. Ancak
680’den sonraki Göktürk Devleti’nin ikinci safhasına dair İslam kaynaklarında geniş bilgi
vardır. Bilindiği gibi İslam kaynakları Hicret öncesi tarihi, efsane halinde hülasa etmişlerdir.
Esasen bu kısımlar Hz. Âdem’den başlayıp İran, İsrail ve Roma‘dan bahsederler. Karışık bir
şekilde Hicret’e gelirler; ancak Hicret’ten sonrası kat’idir.
İslam kaynaklarında Göktürklerle ilgili malumatı toplamak güçtür. Üstelik bu kayıtlar az ve
tahkiki müşkül olduğundan anlamak ve Hicret öncesi vukuatı hakkında kat’i bilgi almak
müşküldür. Ancak bütün bu karışıklık içinde dahi bazı bilgilere tesadüf edilir. Göktürklerden
bahseden İslam kaynaklarından ilki Taberȋ’dir. Tarih ül-Ümem ve’l-Mülûk eserinde İslam
öncesi devrini yazdığı Peygamberler Tarihi kısmında Göktürklerle ilgili bilgi vardır. Mesela
Batı Göktürk Kaganı’nın adı Taberȋ’de vardır. Diğer bir İslam kaynağı meşhur coğrafyacı İbn
Hurdadbih’in Kitab ül-Mesâlik vel-Memalik’idir. X. asrın ilk yarısında ölen müellif
münevver bir zat olup coğrafyasında eski Türklerle ilgili kıymetli malumat vardır. X. asrın ilk
çeyreğinin adamı olan İbn ül-Fakih el-Hemedânȋ, Ahbar ül –Büldan adlı eserinde Göktürklere
elçi gönderdiğini söylemektedir ki bu malumat başka kaynaklarda yoktur. Kültürlü, tarih ve
coğrafyayı çok iyi bilen bir zat olan Mes’udi Müruc Uz-Zehep eserinde Tevrat ve İran
rivayetlerini de birleştirmiştir. Belâmi, Taberani’nin Farsça tercümesi ve adeta ayrı bir telif
olan eserinde Orta Asya ile alakalı bilgiler çoğalmıştır. El Birûnȋ -öl.1051- Orta Çağlarda
şarkın ve garbın en yüksek seviyeli bir ilim adamıdır. Batıda layıkıyla tanınmayan bu Türk
âlimi fizik, kimya, tarih, coğrafya vs. ile meşgul olmuş; hangi sahaya el atmışsa alnının akıyla
çıkmıştır. Hind’in etnografyasına dair yazdığı eserin üstüne bin seneden beri başka bir eser
konamamıştır. Gazneliler devrinde yaşayan büyük İslam tarihçisi Gerdizȋ, Zeyd ül- Ahbar
eserinde Türklerle ilgili bilgi vermiştir. Gazneli Sultan Mahmud’un 1025’te Karahanlı
hükümdarı Yusuf’la mülakatında hazır bulunmuş, Gazneli ordusunun geçit resmini
görmüştür. Müşahedelerine dayanan bu bilgilerden başka Farsça yazdığı eserinde İslam
öncesi Türklerle alakalı malumat vermiştir. Bu kısım daha 1900’de Barthold tarafından
neşredilmiştir. Gerdizȋ’deki bilgilerin diğer kaynaklarla mukayeseli bir neşrini de 1901-1904’
G.Kuun yapmıştır. Batılı ilim adamalarından çoğu Gerdizȋ’yi yakından tanımış ve
değerlendirmiştir. Muahhar İslam kaynaklarında saydığımız bu kaynaklardan alınan bilgiler
vardır
Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

13

Tuesday, 22.09.2015, 13:00

Süryani Kaynakları
Önemli Süryani kaynağı Ebul Ferec’de mufassal bilgi yoktur. Enteresan bir iki kayıt
mevcuttur. Süryani edebiyatının en büyük siması olan bu zatın eseri İngilizceye ve oradan da
Türkçeye çevrilmiştir. Süryani Mihael-Michel ile diğer Süryani kaynaklarında halifeye
manevi bakımdan bağlı olan İslam kaynaklarında ifşası mümkün olmayan bazı şeyleri
açıklamaları vardır. Onun için İslam kaynakları ekseriye Süryani müellifleri ile
karşılaştırılmışlardır. Bilhassa Mihael Türklerin menşeinden bazı Türk örf ve adetlerinden
bahseder. Ancak İslam öncesi Türk âlemi hakkında İslam kaynaklarının görüşleri Süryani
tarihlerine de geçmiştir. Bunlar Türk’ü insana benzemeyen acayip mahlûklar tasavvur
ederlerdi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

14

Friday, 25.09.2015, 23:19



GÖKTÜRKLERİN MENŞEİ

Göktürk tarihinin daha iyi anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından, yakından irtibatlı
oldukları ve hem kökenleri hem de Çin coğrafyası ile alakaları bakımından Göktürklerin
siyasi hayatından önce Hunlar
Asya Hunları
Asya Hun hükümdarlarının ünvanı Çince kaydedilişine göre Tan-hu, diğer okunuşları Tan-yu,
Şan-yü, Şen-yü idiki, Tanrı kelimesinden bozulduğu rivayet edilir. Hunların taht mücadeleleri
Çin’le olan münasebetlerinde kendilerini zayıflatmıştı. M.Ö. 58’de beş kardeş birden Tanhu’luklarını
ilan ederek birbirlerinde girdiler. Bu mücadelede iki kardeş kendisini
göstermiştir. Bunlar Çİ-çi ve Ho-han-ye’dir. Çi-çi batıya yönelerek Talas yöresinde bir devlet
kurdu. Bu devlet M.Ö. 36’da yıkıldı ve Hunlar kuzeye, Batı Sibirya’ya çekildiler. Oradan da
Avrupa’ya giderek, Batı Hunlarını teşkil ettiler. Biz Göktürkler açısından Çin’de kalan diğer
kardeş Ho-han-ye’yi takip edeceğiz:
Eski Hun yurdunda kalan kısım, Ho-han-ye ve oğulları zamanında sükûnet içerisinde
yaşadılar. Çi-çi sert yaradılışlı, diğer kardeşi ise sakin tabiatlı bir şahıstı. Uzun zaman (58-31)
Tan-hu olarak kaldı. Ölünce Hunlara sıra ile altı oğlu Tan-hu’luk yaptılar. Bu durumda yani
yarı müstakil bir halde 75-80 yıl kadar hayatlarını devam ettirdiler. Tan-hu’lar öz adları
sonuna bazı Çince ibareler koymaya mecburlardı. Memleketlerine dair mühim kararları Çin
İmparatoru’nun muvafakati ile alırlardı. Bununla beraber zaman zaman bu Tan-hu’lar da Çin
idaresine karşı direnmeler görüldü. Aralarında ihtilaf çıktığı vakit Çin topraklarını
yağmalamakta idiler. Şüphesiz Çin idaresinde zor altında kalıyorlardı. Nihayet bu çatışmalar,
Çin İmparatoru’nun Hun topraklarını on beş kısma bölüp, her birinin başına bir Tan-hu
koyarak çöktürmek istemesiyle şiddetlendi. Bu teşebbüse karşı mukavemet görüldü. Tanhu’lardan
bazıları buna açıktan açığa itiraz ederek taksime engel olmak istediler. Diğer
taraftan da Çin’deki Han Sülalesi içinde de ihtilaflar çıktığı cihetle, ondan istifade yoluna
gittiler. Tan-hu’lardan biri, 18-46 yıllarında Han sülalesi münazaralarından faydalanarak,
Çin’le olan bağlarını kırıp müstakil oldu. Kudretli idi, bununla yetinmeyip Çin tahtına hak
iddia eden bir prensi kendi himayesine aldı. Onunla birlikte Çin’den eski ata topraklarının
mühim bir kısmını geri aldı. Yeni ve kudretli bir devlet doğmak üzere idi. Bu Tan-hu’nun
46’da ölümü vaziyeti tekrar Türkler aleyhine çevirdi. Yine taht kavgaları başladı, herkes Tanhu
olmak istedi. Bunda eski Türk hükümdarlık telakkilerine göre haklı idiler. Hun Devleti
zayıfladı, Hunlardan bir kısmı daha güneye, Çin topraklarına göç ederek Çin İmparatoru’nun
muvafakatiyle Şan-si bölgesine yerleştiler.
Böylece Hunlar yeniden Kuzey ve Güney olmak üzere ikiye ayrıldılar. Kuzeyde kalanlar
istiklallerini korudular ve Tan-hu Hien, fütuhata da geçti. Türkistan’a doğru seferler tertip
edip, Fergana’ya kadar olan bölgeyi zaptetti. Bu kısım Türk-Çin münasebetlerinde büyük
ehemmiyet taşıyan İpek Yolu’na hâkimdi. Bu kısmı elinde tutanlar, Çin’in ipek ticaretini de
elinde tutmaktaydı. İpek Yolu’nun elden gitmesi Çinlileri canlandırdı. Mukabil hücuma
geçerek, uzun mücadeleler sonunda İpek Yolu’nu üçüncü defa ellerine geçirdiler. Kaşgar’a
kadar olan yerlerde daimi garnizonlar tesis ettiler. Türklerin bu şekilde kuzeye atılması onları
iktisaden zaafa düşürdü. Bu ticari siteler Çin hücumuna uğradığı zaman Türkler onlara yardım
edemediler, bu suretle oralara Çinliler hâkim oldular; daha sonra Hun kudretini yıkmak için
Hun topraklarına taarruza geçtiler. Gerçi Çin’de dâhili ihtilaflar devam ediyordu. Fakat Hun
meselesinin Çin için hayati önemi haizdi. Hun kudretini kırmak için bir müttefik buldular:
Siyen-pi’ler. Bu kavim aslen Moğol olup, Kore’nin kuzeyi ile Baykal civarında sakindi.
Aralarında bir savaş vukua geldi ve Tan-hu savaş meydanında öldü. Siyen-pi-Hun mücadelesi
sonraları da çok şiddetlenerek devam etti. Hunlar parçalanıp bölünmüşlerdi. Öyle ki Tanhu’lar
hep savaş meydanında ölüyorlardı. Devamlı mücadele sonunda Hunlar azaldılar,
zayıfladılar; I.asır nihayetinde kudretlerini kaybettiler. Güney Hunları bu mücadeleler
sırasında hiçbir zaman Kuzey Hunları lehine müdahale etmediler. Sıra kendilerine gelmesine
rağmen ayrılık devam etti. Kuzey Hunları böylece sahneden çekilince, Siyen-pi kralı Tan-çehui,
Güney hunlarını da ezdi ve eski Hun topraklarında bir Siyen-pi İmparatorluğu kuruldu.
Bu imparatorluğun tam kurulduğu ve tabiatıyla Kuzey Çin’deki Türk hâkimiyetinin son
bulduğu tarihtir: M.S. 155.
Bir ara artık Asya Hunları tarihe karışmış gibidir. Ancak Çin’de tekrar dirildiler. 220’ye
doğru Han sülalesi mensupları arasındaki mücadeleler şiddetlenmişti. Bu mücadeleler
sırasında Han sülalesi yıkıldı ve Hunlar istiklallerini kazandılar. Eski arazilerini de bu arada
tekrar ellerine geçirdiler. Buraları da eski Türk sanat eserlerinin bulunduğu Ordos, Şansi ve
Şensi bölgeleriydi. Bu yeni devletin başındaki sülale Li-u idi. Bununla beraber küçük devlet
idi. Çin baskısı ne kadar fazla olursa olsun, Hunlar ilk fırsatta istiklallerini kazanıyor veya
mücadeleye girişiyorlardı. Bu sülaleden biri Li-u Çang, büyük bir kudret göstererek 311
senesinde Çin payitahtı Lo Yang’ı zaptetti. Çin İmparatoru’nu esir almasıyla Çin merkezi
güneye nakledildi. Bu suretle biri kuzeyde Hun himayesinde, diğeri güneyde olmak üzere Çin
ikiye bölündü. Bu kudretli Hun hükümdarı 318 de ölünce yine karışıklık çıktı. 329’da bir
Türk generali tarafından yeni bir krallık kuruldu. Bu da ancak 20 yıl, 349’a kadar devam etti.
Bu devirde Türkler arasında Budizm yayılmaya başladı. Çin’deki Türkleri zayıflatan bu din
bilhassa IV. asırda kendini göstermiştir. Budizm Türk telakkisine uygun düşmeyen bir dindir.
Asya Türklüğü, daha doğrusu Çin sahasındaki Türklük için Budizm problemi büyük
ehemmiyeti haizdir. Bu din Türk cengâverliğini, mücadele ruhunu, savaş severliğini yok
edecek bir espriye sahiptir. Zira bu dine göre hiçbir canlı öldürülmez. Hâlbuki Çin
sahasındaki Türklük için mücadele etmek, savaşmak yaşaması için elzem olan şeylerdir.
Türkler Çin baskısında ezilirken, birde Budizm’in telkinleri aksi tesir uyandırıyordu. Kısacası
Budizm, Türkün mücadele hayatına uymuyordu. Neticede siyasi olarak Hun varlığı sona
ermiş oldu.
Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

15

Friday, 25.09.2015, 23:22

GÖKTÜRKLERİN MENŞEİ


Göktürk tarihinin daha iyi anlaşılması ve değerlendirilmesi açısından, yakından irtibatlı
oldukları ve hem kökenleri hem de Çin coğrafyası ile alakaları bakımından Göktürklerin
siyasi hayatından önce
Tabgaçlar
Kuzey Çin sahasında yer alan Hun-Türk krallıkları bulunduğu sırada etrafta başka siyasi
teşekküller kendini göstermiştir. Bunlardan birisi bizim Tabgaç dediğimiz, Çin yıllıklarında
ise T’o-ba diye geçen devlettir. Bunlar daha çok kuzey-batı Çin sahasında görünüyorlardı.
Çin’deki Türk hâkimiyeti hemen hemen Kuzey Çin’dedir; Güney Çin Türk hayat tarzına
uygun değildir. Daha kuzeyde Juan-Juan kavmi olup, bunlar Avar denilen kavimdir (Batıdaki
Türk Avarlarla karıştırılmalara sebep olmuştur). Çinliler yerli yabancı bütün sülalelere,
kendileri birer ad veriyorlardı. Çin yıllıklarındaki bu güçlükten başka, çeşitli okunuşlar da
durumu zorlaştırmaktadır. Bunlar Kuzey Çin sahasında teşekkül edip gelişirken, Çin’de son
Hun sülalesi rol oynuyordu. 397-439 arası hüküm süren, Çinlilerin Pei-liang adını verdikleri
son Hun-Türk ailesini ortadan kaldırıp, Hun hâkimiyetine fiilen nihayet veren Tabgaç
hükümdarı Tao’dur. Şu halde M.Ö. IV. yüzyıldan M.S. V.asır ortalarına kadar hüküm süren
Asya’daki Hun–Türk hâkimiyeti Türkler tarafından sona erdirilmiştir. Yedi yüz yıllık bu
hâkimiyeti takip eden Tabgaçlar, Hunlarla Göktürkler arasında bir geçiş dönemidir.
Tabgaçlardan sonra Göktürkler teessüs edecektir.
Tabgaçlar uzun müddet soy bakımından münakaşa mevzuu olmuştur. Birçok Çin tarihi
mütehassısı, keza Moğolca ihtisası olanlar tarafından Moğol addedilmişlerdir. Daha sonraki
etnoğrafik tetkiklerden, Tabgaçları vücuda getiren oymakların mühim kısmının Moğol olduğu
anlaşılmıştır. Bu konuda en iyi tetkikler, vaktiyle Ankara Üniversitesi’nde de bulunan W.
Eberhard tarafından yapılmıştır. Bu zat Tabgaçlar devletini vücuda getiren oymakları birer
birer tetkik ederek, %60’ına yakın kısmının Moğol menşeili olduğunu ortaya koymuştur. Çin
yıllıklarına dayanılarak ortaya konan bu hükümden, Tabgaç Devletinin bir Moğol devleti
olduğu ortaya çıkmaz. Zira bu bir imparatorluktur. İçinde Moğol, Çinli, Koreli vs olabilir.
Fakat hâkim unsur Türk olup devletin kurucusu Türk idi ve Türkçe konuşuluyordu. Bundan
başka Çin yıllıkları Tabgaç hükümdar ailesini Asya Hunlarına bağlarlar. Bunlar Asya
Hunlarına bağlı, federatif idareye sahip bir Türk zümresiydi. Türkler kalabalık bir
kavimdirler. Sadece Oğuzlar 8-10 devlet kurmuşlardı. Ancak yabancı diyarlardaki
imparatorluklarda sayıca daima üstün değillerdi. Buna rağmen imparatorluk kurmalarında;
kahramanlıkları, devlet kurma ve nihayet hukuk nizamı koymak hususundaki kabiliyetleri
belli başlı sebeplerdendir. Böylece Tabgaçların %60 Moğol oluşu, devletin mahiyeti hakkında
şüphe uyandırmamalıdır. Çinliler bu yeni Türk siyasi teşekkülüne T’o-ba demişlerdir. Bu
kelimenin Çince ile ilgisi şüphelidir. Moğolca da değildir. Türkçe Tabgaç kelimesinden
gelmiş olmalıdır. Tabgaç Türkçede “tapmak”tan, asil, muhterem, saygıdeğer mânâsındadır.
Kaşgari XI. asırda “Tabgaç, Çin ve Türklerin bir kısmıdır” diyor. Yani Tabgaçların oturduğu
sahaya da aynı adı veriyor. Bu ufak bir değişiklikle Bizans kaynaklarında Taugast diye geçer.
Taugast’tan haber deyince, Tabgaç hâkimiyetindeki sahalar kastedilmektedir. Tabgaç şekli
Türklerde aynı mânâda kullanılmıştır. Karahanlılarda Tamgaç, Tavgaç ve Tafgaç diye bir
unvan, tabir vardır. Bu unvanda görülen ses değişmesi de kaideye uygundur.
Bütün bunlar bu devletin Türk olduğunda şüphe bırakmıyor. Zaten bugünün umumi kanaati
de öyledir. Bu büyük Türk devleti IV. asır sonlarına doğru Kouei adında bir Türk başbuğu
tarafından 386 yılında kurulmuştur. Önceleri küçük oymaklar halinde kendi reislerine tabi
yaşayan Türkleri bu hükümdar derleyip toplamış, tek idareye almıştır. Devletin merkezi
Kuzey Çin’de Tai bölgesidir. Kouei daha sonra Türkler için ideal bir hayat sahası, bozkır olan
Ordos bölgesine yönelmiş ve burasını Çin hâkimiyetinden zorla koparmıştır. Sonra doğu
istikametine ilerleyerek Pekin yakınlarına kadar olan toprakları devletine katmıştır. Böylece
Tabgaç Devleti’nin yükselme devri 470’e kadar devam etmiştir. Tabgaç Devleti güney ve
doğuda genişlerken, kuzeylerinde de Juan-Juanlar gelişiyordu. Bu iki kuvvet arasında
ihtilaflar çıkacağı, aralarında çatışmalar olacağı tabii idi. Nitekim aralarında çatışmalar
başlamıştır.
Tabgaç hükümdarları arasında Sseu diye geçen Kouei’nin halefi bilhassa Çin üzerinde büyük
baskı yapmış, Çin İmparatorluğu’nun başkenti Lo-yang’ı zaptetmiştir. 423’te ölünce yerine
oğlu şöhretli Tao geçmiştir. Tao, Tabgaçların en büyük hükümdarı olmuştur. Bu, önce JuanJuanları
hezimete uğratıp kuzeyden gelen baskıyı hafifletmiş, onları durdurmuştur. Civarda
bulunan küçük Hun devletlerini birer birer kendine bağlamıştır. Kansu’daki son Hun krallığını
da 439 yılında ortadan kaldırarak Tabgaç hâkimiyetine sokmuştur. Tao uzun hükümdarlığı
zamanında büyük bir kudret halinde ortaya çıkmış, Kuzey Çin’e hâkim olmuştur. Bununla da
iktifa etmeyerek, Çin için hayati önemi haiz İpek Yolu’na el attı. İç Asya’daki şehir
krallıklarını kendisine bağlamaya başladı ve bunu 448’de tamamladı. Bu suretle İpek
Yolu’nun muazzam varidatı Türklere intikal etti. Bu şehir devletlerine muhafızlar tayin
ederek, muntazam yıllık vergi almakla yetindi.
Tao bilhassa süvarilere ehemmiyet vermiş, Türk ordusunun teşkilat ve ruh bakımından
bozulmamasına şuurlu olarak itina etmiştir. Türklerin rakibi ancak Çin’dir. Çin’in de kuvveti
kalabalığıdır. Tao eski Türk nizamını devam ettirmiştir. Tao’ya göre “Türk süvarileri kurt,
kaplan, Çinliler tay, düve gibidir”. Bunlar bir iş yapamaz hâkimiyet bizde kalır demektedir.
“Çin bizce bir devlet olarak problem değildir, ancak bu pozisyonun muhafaza edilmesi
lazımdır” diye tavsiye ediyordu. Bundan dolayı devletin asıl sıklet merkezini bozkırda tutmuş,
güneydeki Çin şehirlerine yaklaşmamış devletin merkezini güneye taşıması hakkında yapılan
tavsiyelere katiyen yanaşmamıştır. Bu sebeple birinci sınıf bir Budizm düşmanıdır. Budizm’in
Türk cemiyetinde yaptığı tahribatı yakinen bilmiştir. Her yerde Budist rahiplerini takip
ettirerek dünya işleriyle ilgilerini kesmiştir. Görülüyor ki laiklik fikri Türklerde hayli, eskidir.
Budistlerin mukavemetinde herhangi bir budistin mabetleri dışında faaliyet gösterirse takibata
uğrayacağını ilan etmiştir. İşte bu devir Tabgaçların en parlak zamanıdır.
Ancak bu böyle devam etmemiş halefleri devrinde iş tersine dönerek bunlar Budizm’i himaye
eder olmuşlardır. Tao’nun torunu Siun zamanında 452-465 Budizm itibar kazanmıştır.
Tao’nun aldığı önleyici tedbirler kaldırıldıktan başka Budizm’i himaye eder kanunlar
çıkarılmaya başlandı. Eski Türk adet ve ananeleri ihmal edildi. Budizm süratle yayılmış,
Budist sanatı da büyük hamle yapmıştır. Budist sanatının parlak devri Türk himayesine
tesadüf eden devirdir. En güzel Budist sanat eserleri Çinlilerin Wei adını verdikleri bu sülale
devrinde yapılmıştır. Sanat tarihinde Wei sanatı aslı hususi devir bu Türk himayesi devridir.
Budizm çiçeklenirken Türkler muvaffakiyetler de elde ediyorlardı. Juan-Juanlar yenilmiş,
Çinliler başkaldıramaz olmuşlardı. Bazı Çin şehir ve bölgeleri de zaptedilmiştir. Lakin artık
Türk kuvvetinin çökme alametleri de görülmeye başlamıştı. 470’de Tabgaç hükümdarı Budist
mabedine rahip olmak için hükümdarlığı terk etti. Yerine geçen oğlu Hong uzun zaman
hükümdarlık yapmış 471-499, icraat olarak bütün kuvvetiyle Budizm’i himaye etmiştir. Hong
devrinde Budizm büsbütün yayılarak Tao’nun düşündüğü tahribat gerçekleşmiştir. Budizm
sanatının en nefis yadigârları daha ziyade bu devirden kalmıştır. Ancak bütün bunlar Tabgaç
Türk idaresinin aleyhinde olmuştur. Tabgaç Türkleri yavaş yavaş Budizm yoluyla dindarlık
gayretiyle Çinlileşmişlerdi. Çince öğrendiler. Çinlilerle akraba oldular, bu suretle Çinlileştiler.
İmparator Hong bütün bunları elinden geldiği kadar destekliyordu. Nihayet Hong devlet
merkezini Çin’in tam ortasındaki Lo-yang’a nakletti. Bütün bunların üstüne Türk dilini de
yasak etti, resmî yazışmalardan Türkçe ibareleri çıkarttı. Eski Türk örf, âdet ve ananelerini,
yani Türklükle ilgili bütün hatıraları resmen yasaklayan bir emrini 495’de ilan etti. Artık bu
tarihten sonra biz Tabgaçları Türk tarihi açısından ele almıyoruz. Zira bu devlet Türklükten
çıkmıştır. 495’den sonraki Çinlileşmiş Tabgaç Devleti Budizm’in bir numaralı hamisi
kesilmiştir. Tabgaçlar VI. asrın I. yarısında doğu ve batı Wei’ler olmak üzere ikiye ayrıldılar,
zayıfladılar. Yer yer Juan-Juanlarla da mücadeleye giriştiler. Çin hâkimiyetine girerek yok
olmaya yüz tuttular.
Bu suretle Asya Türk tarihinde Hunlardan sonra ikinci bir toplanmayı temsil eden
Göktürklere doğru geçilmektedir.
Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

16

Sunday, 27.09.2015, 17:15

DEVLETİN TEŞEKKÜLÜ VE GÜÇLENMESİ



Göktürk Devleti’nin kuruluşu hakkında Çin kaynaklarında hayli tafsilatlı malumata
sahip bulunuyoruz. Çinliler tarihte Türk adını resmi devlet ismi olarak alan bu Türk
Devleti’nin büyük kumandanlarının hal tercümelerini dahi nakletmişlerdir. Bilhassa Doğu
Göktürkleri hakkında pek fazla tafsilat vermektedirler. Bu Türk devletini diğer sayısız Türk
devletlerinden ayırmak için Göktürkler veya Köktürkler diyoruz. Çünkü Türk Devleti’nin
idarecileri de kendilerine bazen Göktürk diyorlardı.
Devletin Kuruluş Aşaması
Tarihte Türk adıyla ortaya çıkan ve bizim Göktürk dediğimiz devletin kurucusu
Bumin veya Çin kaynaklarındaki şekline göre T’ou-men dir. Bumin, devleti kurarken yalnız
değildi. İstemi adında bir kardeşi vardı. Bir rivayete göre bunlar Tu-wu adlı bir zatın çocukları
idiler. Bir başka rivayete göre ise Tu-wu babaları değil onların atasıydı.
Göktürkler hakkında ilk mühim haberleri biz Chou-shu adlı Çin yıllığından alıyoruz.
Göktürkler kurulduktan sonra kuzey Çin’de bu adı taşıyan bir hanedan hâkim olmuştur ve bu
eser onların tarihidir. Devlet haline gelen Göktürkler hakkında ilk bilgiyi bu eser verir. Buna
göre Bumin ile İstemi‘nin atası Tu-wu bir de unvan taşıyordu. Ye-hu diye geçen bu unvan Taye-hu
diye anılıyordu. Ye-hu Türkçe Yabgu demektir. Yabgu, Türk teşkilatında yüksek
derece bir unvandır ve hakandan sonra gelir. Önce Hakan vardır. Bundan sonraki ikinci unvan
ise Yabgu’dur. Yabgular umumiyetle devletin bir kesimine hâkim idiler. Yabgu, Oğuzlar
zamanında doğrudan doğruya hükümdar anlamına geliyordu. Aynı unvan Türkler Müslüman
olduktan sonra da devam etmiştir. Selçuk’un oğlu da Yabgu unvanı taşıyordu (Arslan Yabgu).
Chu-shu’daki Ye-hu kaydına göre Bumin ve İstemi’nin atası aslında müstakil bir
topluluğun başında bulunuyordu. Anlaşılıyor ki daha sonra Göktürk Devleti’nin başına
geçecek olan aile han veya bey sülalesi idi. Bu kayıt bize eski bilgilerin pek doğru olmadığını
da göstermiştir. Güya Göktürkler Juan-Juan’lara tabi demirci basit bir kavimdi ve daha sonra
istiklal mücadelesi yaparak bağımsızlığını elde etmişti. Ta-ye-hu diye karşımıza çıkan tabir
ise Büyük Yabgu demektir. Herhalde Bumin ve İstemi’den çok daha önceleri bu Türkler
Altay Dağlarının yayla kısmında Yabgular idaresinde yarı müstakil yaşıyorlardı. Hanedan da
aslında çok eskiden beri devam edegelen bir yabgu sülalesi idi.
Bumin emrindeki Türkler tarihi olarak ilk defa 534’te Kuzey Çin’de görülmüşlerdir.
Bu senede Kuzey Çin’de hâkim olan ve Türk aslından Wei’ler yani Tabgaçlar ikiye
bölünmüşlerdi. Türklerin de bu tarihten itibaren kuvvetleri tedricen artmıştır. Çünkü bu
yıllarda görülen Türklerin Çin İmparatorluğu ile temasa geçerek arada ticari münasebet
kurulması için çalıştıkları, bilhassa İpek ve ipekli kumaş almak istedikleri anlaşılmıştır. Türk-
Çin münasebetleri çok kere ticari münasebetler olarak karşımıza çıkar. Yayla kavmi olan
Türklerin hayvan ürünleri ile yerleşik Çinlilerin ipek-tarla mahsulleri değiş tokuş ediliyordu.
İşte 534’e ait kayıtta da İpek ticareti bahis konusu edilmiştir. Bu münasebetlerin
gelişmesinden anlaşılıyor ki, Tükler Çin ile doğrudan doğruya temas kurabilecek duruma
gelmiş idiler. Göktürklerin artık büyük ve teşkilatlı bir cemiyet olduğu anlaşılmıştır.
542’lerde Çin kaynakları çok daha açık bilgi vermeye başlamıştır. Bu senede Türk
akıncıları Şen-si ve Sarı Irmak dolaylarında görünmüşlerdi. Bu hareket herhalde Çin’i bir
anlaşmaya zorlamak içindi. Çin-Göktürk münasebetleri artık sarihleşmiş ve doğrudan doğruya
diplomatik sahaya dökülmüştür. 545 yılında Çinliler bir elçi göndermişler ve Göktürkler de
bundan çok memnun kalmışlardı. Anlaşıldığına göre Göktürkler bir devlet halinde
teşkilatlanmışlardır. Çin’in elçi göndermesine çok memnun olan Bumin, Wei İmparatoru’na
bir mektup gönderip şöyle demiştir: ”Büyük imparatorluktan bugün nezdimize bir heyet
gönderilmiştir. Devletimiz bundan gurur duyar”. Dikkatle tahlil edilmesi gereken bu resmi
tahrirattaki devletimiz tabiri çok mühimdir. Artık Türklerin kendilerini devlet saydıkları
anlaşılmaktadır. Zaten Bumin’in atasının “Büyük Yabgu” unvanı da bu düşünceyi
desteklemektedir. Ayrıca bu yakınlarda Ötüken yöresinde yapılan kazılarda eski ve daha
muntazam kitabeler bulunmuştur. Umumi intibaa göre Göktürk Devleti sanıldığından çok
daha eskidir. Çin’e 546’da elçi gönderilerek karşılıklı münasebetler takviye edilmiştir
Yine bu senelerde Kuzey Çin’e komşu devlet Juan-Juanlar arasında da bazı hareketler
görülmüştür. Juan-Juanlara karşı olan hareketin başında Töles adındaki Türk boyları vardı.
Çin kaynaklarının içinde 20-30 boy saydığı bu Tölösler, şimdilik Göktürklere bağlı olmayıp
Altay-Orhun ve Aral arasında çok geniş sahaya yayılmışlardı. Gayet kalabalık olan Tölesler
108.000 atlı çıkarabiliyorlardı. İşte bu kalabalık kavim Juan-Juanlara karşı harekete geçmişti.
Ancak bunu Juan-Juan hükümdarı A-na-kouei’den önce haber alan ve siyasi bir manevra ile
bundan istifade etmek isteyen Bumin önce davranıp Tölesleri bir baskınla darmadağın etti,
50.000 aileyi kendi tebaasına geçirdi. Bu hareket Bumin’in itibarını arttırdı ve dolayısıyla
Juan-Juanlar bundan çok memnun kaldılar.
Kendisini hayli kuvvetli hisseden Bumin gönderdiği bir elçilik heyeti ile Juan-Juan
hükümdarının kızını istedi. Juan-Juan hükümdarı bunu kabul ederse Göktürk başbuğunu
kendi seviyesinde bir hükümdar olarak tanımış olacaktı. Ama Juan-Juan hükümdarı bu siyasi
manevraya kapılmadı. Cevap olarak şöyle dedi: “Sen benim emrimde çalışan bir demircisin,
nasıl böyle bir talepte bulunabilirsin?”
Göktürklerin Altaylar bölgesinde demircilik yaptığını biliyoruz Şu veya bu şekilde Çin
dışındaki Juan-juan hâkimiyetinin Göktürklere şamil olduğu kabul ediliyor. Bumin, Juan-Juan
hükümdarının ret kararı üzerine onunla bütün münasebetlerini kesti. Bumin Juan-jualara karşı
Batı Weiler ile anlaştı. Hatta Batı Wei İmparatoru’nun kızı ile evlendi. 550-551 lerde cereyan
eden bu olaylar sırasında münasebetlerin sıklaştığını, zaman zaman Kuzey Çin imparatoruna
hediye olarak atlar gönderildiğini biliyoruz. Bumin böylece kendisine siyasi vasat
hazırladıktan sonra bütün kuvvetiyle Juan-Juanların üzerine yürüdü.
Savaşta Bumin’i bizzat Juan-Juan İmparatoru A-na-kuei karşıladı. Yapılan
muhaberede Juan-Juan ordusu perişan oldu. Kuvvetinin feci hezimetini gören mağrur JuanJuan
İmparatoru intihar etti. Böylece Orta ve Doğu Asya’da büyük bir kuvvet olan Juan-Juan
hâkimiyeti çöktü (552). Bir kısım Juan-Juanlar kaçtılar ve daha kuzeyde bir Çin hanedanı olan
Tsi’lere sığındılar. Burada Juan-Juan hanedanından bir delikanlıyı kendilerine hükümdar
seçtiler. Juan-Juanlar bir kere daha Göktürkler tarafından mağlup edilip tamamen yok
edildiler. 555’te cereyan eden bu olaydan sonra Juan-Juanlar ikiye ayrıldılar: Bir kısmı Çin’e,
bir kısmı da batıya gittiler.
Juan-Juan Devleti’nin perişan edilmesi Göktürklere muazzam arazi temin etti. Altaylar
ile Baykal Gölü arasındaki geniş mıntıka Göktürklerin eline geçti. Bumin 552 yılındaki bu
büyük muvaffakiyetinden sonra karargâhının bulunduğu yere döndü ve büyük şenlikler
yapıldı. Daha sonra orada büyük bir kurultay toplandı. Bundan sonra yapılacak işleri
görüşmek için toplanan kurultaya hükümdar ailesi, kumandanlar ve diğerleri katıldı. Önünde
Kurt Başlı Bayrağın (Sancağın) dalgalandığı Bumin’in otağındaki bu kurultayda Bumin, İl
Hakan (Kagan) unvanı verilerek hükümdar ilan edildi. Bumin’in Kagan olduğu bu merasimle
asıl Göktürk Devleti kurulmuş oldu (552).
Bumin’e verilen Hakan unvanı daha evvel imparator anlamında pek kullanılmıyordu.
Onun yerine Türklerde Tan-hu, Şan-yu tabirleri vardı. Şimdi aynı mefhumu Hakan karşılıyor.
Hakan tabiri Asya Hunlarında da vardı ki basit bir oymak beyi manasındaydı. Sonradan Jujular
kullanmaya başlamışlardır. Aynı kurultayda Bumin’in zevcesine de Hatun unvanı
verildi. Göktürk Devleti’nin kurucusu olarak Bumin en büyük devlet adamlarımızdan biridir.
Göktürk Devleti’nin kurulduğu saha Çin kaynaklarında Tu-kin diye geçer. Bu ad Göktürk
kitabelerinde Ötüken diye gösterilir. Ötüken umumiyetle bugünkü Baykal Gölü’nün
güneyinde Orkun-Selenga nehirlerine kadar olan sahadır. Aslında bu mıntıka Asya Hun
İmparatorluğunun da merkezidir. Tu-kin kelimesi üzerinde durulmuş, bunun Türkçede dua
edilen yer manasına geldiği anlaşılmıştır. Eski Türkçede Ötürmek ise dua, niyaz etmek,
yalvarmak manasına gelmektedir.
Bumin Hakan bahsettiğimiz kurultayda Göktürk Devletini tanzim etmiş, onu
teşkilatlandırmıştır. Bumin’in tanzimden sonra Göktürk Devletinde 28 makam veya rütbe
karşımıza çıkmaktadır. Bu teşkilatlanma ile Göktürkler kendilerinden sonraki Türk devlet
teşkilatının da esaslarını kurmuşlardı. Bu hususta şüphesiz en fazla Bumin’in zekâsının ve
önceki Türk adetlerinin büyük tesiri olmuştur. Göktürklerin sonraki Türk devletlerine de
geçecek olan mezkûr 28 makamı Çinliler tarafından hayli değişik olarak kaydedilmiştir. Bu
makamlar bir kabilenin idari rütbeleri değil cihanşümul bir imparatorluğunun teşkilat
kademeleridir.
Unvanların içinde Yabgu hükümdardan sonra gelen ikinci makamın adıdır ve bu
unvan memleketin batı kısmının başına geçen İstemi’ye verilmiştir. Diğer bir makam da
Tegin veya Tigindir. Tegin prens demektir ve hanedanın erkek üyelerine verilen unvandır.
Teginler bazen ordunun başında sefere çıkabiliyorlardı. Fiilen bir orduya kumanda eden
Teginlere Şad unvanı verilirdi. Bumin devrinden sonra Şad, umumi vali manasına da
gelecektir. Göktürk Devlet teşkilatı böylelikle ana hatlarıyla belirmiştir. Göktürkler bütün
fütuhatlarını bahsedilen teşkilatla yapmışlardır.
552’de yani Göktürklerin tanziminden az sonra Bumin Hakan öldü. Yerine Çin
kaynaklarının umumiyetle K’o-lo diye yazdıkları oğlu geçti. Babasının yolunda yürüyen K’olo
imparatorluğu geliştirmiştir. Bumin’in ölümünden dolayı en çok Juan-Juanlar
sevinmişlerdi. K’o-lo ordusunu toplayarak Juan-Juanların üzerine yürüdü ve 553’te onları ağır
bir yenilgiye uğrattı. Mağlup olan Juan-Juanlar ümitlerini kestiler. K’o-lo Kuzey Çin’deki
Batı Weiler ile onların aleyhinde münasebetler kurdu. Bu vesile ile gönderdiği heyet hediye
olarak hayli mübalağalı olarak 50.000 at götürmüştü. Bütün bu başarılarına rağmen sıhhati
bozuk olan K’o-lo çok geçmeden aynı sene içinde öldü.

Kaynak;
Yard. Doç. Dr. ALİ AHMETBEYOĞLU
[/b]

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

17

Monday, 28.09.2015, 01:58



İLK GÖK-TÜRK KAĞANLIĞI KAĞANLARI

Bumin Kağan / İllig Kağan 534-552
İssik Kağan 552-553 Bumin Kağan’ın oğlu
Mukan Kağan 553-572 Bumin Kağan’ın oğlu
Taspar Kağan 572-581 Bumin Kağan’ın oğlu
Tanhan Kağan 581
İşbara Kağan 581-587 Taspar Kağan’ın oğlu
Baga Kağan / Yabgu Kağan 587-588 İssik Kağan’ın oğlu
Tulan Kağan 588-589 İşbara Kağan’ın oğlu

Göktürk Kağanlığı Batı Kanadı Kağanları
Yabbu Kağan 552 -575 Bumin Kağan’ın küçük kardeşi
Tarduş Kağan 575 – 602 İstemi’nin oğlu

Göktürk Kağanlığı Apa Sülalesi Kağanları
Apa Kağan 581 – 587 Mukan Kağan’ın oğlu
Niri Kağan 587 – 601 Yangsu Tigin’in oğlu / Tarduş Kağan’ın torunu

Doğu Göktürk Kağanlığı Kağanları
Yami Kağan 599 – 609 İşbara Kağan’ın oğlu
Şipi Kağan 609 – 619 Yami Kağan’ın oğlu
Chula Kağan 619 – 620 Yami Kağan’ın oğlu
İllig Kağan 620 – 630 Yami Kağan’ın oğlu

Tang Hanedanı’nın Jimi sistemi altındaki Doğu Göktürk Kağanlığı Kağanları
Qilibi Kağan 639 – 644 Tuğruk Şad’ın oğlu
Çebi Kağan 646 – 649
Nizük Beg 679 – 680
Funian / Fu-nien 680 – 681 İllig Kağan’ın akrabası

Batı Göktürk Kağanlığı Kağanları
Hesana Kağan 604—611 Niri Kağan’ın oğlu
Şekuei Kağan 610—617 Tuğluk Yabgu’nun oğlu / Tarduş Kağan’ın torunu Tuluk Yabgu
Kağan 617—630 Tuğluk Yabgu’nun oğlu / Tarduş Kağan’ın torunu Bağatur
Kağan 630 Tuğluk Yabgu’nun oğlu / Tarduş Kağan’ın torunu
Si Yabgu Kağan 630—632 Tuluk Yabgu Kağan’ın oğlu
Tuğluk Kağan 632—634 Bağatur Kağan’ın oğlu
İşbara Teriş Kağan 634—639 Bağatur Kağan’ın oğlu
İl Beg Tuğluk Kağan 638—653 Tuğluk Yabgu’nun torunu
İl Kutluğ İllig Beg Kağan 639—640 İşbara Teriş Kağan’ın oğlu
İl Beg İşbara Yabgu Kağan 639—641 Genna Şad’ın oğlu
İl Beg Şekuei Kağan 642—653 İllig Kül Bilge Kağan’ın oğlu / Apa Kağan’ın torunu İşbara
Kağan 650—658 Böri Şad’ın oğlu / Tuğluk Yabgu’nun torunu

“Xingxiwang” Kağanları
Mishe 657-662
. 671-679
. 685-692 Mişe’nin oğlu
. 693-694 Yüan-ch’ing’in oğlu
. 708-717 Son of Ashina Yuanqing
. 735-736 Hsien’ın oğlu

“Jiwangjue” Kağanları
. 657-667
. 685-703 Po-chen’in oğlu
. 704-708 Hu-se-lo’nun oğlu
. 740-742 Huai-tao’nun oğlu

İkinci Doğu Göktürk Kağanlığı Kağanları
İlteriş Kağan 682—694 İllig Kağan’ın akrabası
Kapgan Kağan 694—716 İlteriş Kağan’ın küçük kardeşi
Inel Kağan 716 Kapgan Kağan’ın oğlu
Bilge Kağan 716—734 İlteriş Kağan’ın oğlu
Yiran Kağan 734 İlteriş Kağan’ın oğlu
Tengri Kağan 734—741 İlteriş Kağan’ın oğlu
Kutluk Yabgu Kağan 741—742 İlteriş Kağan’ın oğlu
İlteriş Kağan 742—744 Basmilin reisi
Ozmiş Kağan 742—744 Pan Kül Tigin’in oğlu
. 744—745 Pan Kül Tigin’in oğlu

Mete Biricik
İstanbul, 2013

Dipnotlar:
1.Kuzey Chou’nun çöküşünden sonra Sui’den Yang soyadını aldı ve Sui’nin Prenses Ta-i olarak atandı.
Sui Kitabı Cilt 84
Eski Tang Kitabı Cilt 194-I
Eski Tang Kitabı Cilt 194-II
Yeni Tang Kitabı Cilt 215-I
Yeni Tang Kitabı Cilt 215-II

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

18

Monday, 28.09.2015, 17:54


Göktürk Boylarının Oynadığı Tarihi Roller Hakkında

Bilindiği gibi tarihte Türk adıyla anılan ilk devleti kuran Gök-Türkler, tarihimizde bu özelliğinden dolayı seçkin bir yere sahiptir. Yaklaşık iki yüz yıl süren bağımsız tarihleri boyunca Gök-Türk devletinin dayandığı boy sisteminin iyi incelendiğinde daha sonraki asırlarda devam ederek, günümüz Türk Dünyasına ulaşan bir köprü olduğu anlaşılır.

Gök-Türk tarihinde zaman içerisinde değişik isimler ve organizasyonlara bürünen bir boylar kompozisyonu söz konusudur. Bu kompozisyon başka bir deyişle boyların dağılımı ve hareketlenmesi Gök-Türk devletinin 744‘te yıkılışından sonra da devam etmiş, hatta göçlerde başrol oynamış, nihayet günümüze ulaşmıştır.

Gök-Türk devletini kuran kabilenin adı A-shih-na (Türkçe okunuşu Aşına) idi (1) Devlet bağımsızlığını kazanıp kurulduktan sonra 941 yılında tarih sahnesinden silinene kadar bu kabileden çıkan beyler tarafından yönetilmiştir.(Hsin Wu-tai-shih, 74,s.913; Taşağıl 2004a:62).

Bu arada ünlü vezir Tonyukuk‘un da mensubu olduğu bir A-shih-te kabilesi vardır. 620‘lerde tarih sahnesinde görülen adı geçen kabile II. Gök-Türk devletinin kuruluşunda büyük katkı sağlamıştır. Ancak, Tonyukuk‘tan sonra (725 dolayları) kendilerinden haber alınamamaktadır. Dolayısıyla A-shih-na boyu yönetici olarak tektir. Zaten kökenleriyle ilgili rivayette de karizmatik olarak anlatılmakta ve başkanlığı bu ailenin hakkıyla aldıklarına işaret edilmektedir (Chou Shu 50, s. 909, 910).

İşte bu halde 542 yılında tarih sahnesinde kesin olarak görünen ve 545 yılında Çin‘deki Batı Wei devleti tarafından resmen tanınan Gök-Türkler, bağımsızlıklarını kazanabilecek güce ancak, Töles boylarını bağladıktan sonra kavuşabilmiştir. Çünkü bundan önce doğudaki Hsien-pi asıllı Juan-juanlara vassal olarak bağlı yaşıyorlardı ve Altay dağlarının güney eteklerinden demir çıkarıyorlardı. Töleslerin Juan-juanlara saldırısını önleyen Gök-Türkler, onların 50 bin ailesini (bazı kaynaklarda 50 bin kişi veya 50 bin aile) bağladıktan sonra güçleri artmış; arkasından bağımsızlığa giden süreç başlamıştır.



Bu Töles ya da Töles Boyları kimdir?

Kaynaklarda Tölesler için ilk cümle “Bütün boyların genel adı” şeklindedir. (2) Biraz daha eskilere gidersek, Büyük Hun İmparatorluğu zamanındaki Ting-ling’lerin onların sonrasında Kao-ch’e’ların (MS.3.yy) devamının Tölesler olduğu anlaşılmaktadır. Kısacası Büyük Hun İmparatorluğu zamanında geniş Orta Asya bozkırlarında yaşayan boyların genel adı Ting-ling iken, bu ad Juan-juan-Tabgaç devirlerinde Kao-ch’e (Kanglı)’ya dönüşmüş, Gök-Türkler ortaya çıktığında ise Töles haline gelmiştir. Aslında Tölesleri anlatan Suei Shu ve Pei Shih’daki bölümler bu konuda en aydınlatıcı bilgiye sahiptir. Buralarda Töleslerin durumu ve oynadıkları tarihi roller hakkında bilgi verilmiştir. (Taşağıl 2004b:41-48 )

Coğrafi dağılımlarına bakılarak Töles boyları altı farklı bölgede değerlendirilmiştir.

Birinci bölge olarak Tola Irmağının kuzeyine işaret edilmekte ve burada P’u-ku (Bugu/Bugut), Tongra (T’ung-lo), Wei-ho, Bayırku (Pa-ye-ku), Fu-lo boylarının yaşadığı bildirilmektedir. Bu beş boy bir erkinde birleşmişlerdi. Dolayısıyla sayıları kalabalık idi. Yine aynı bölgede Meng-ch‘en, T‘u-jo-ho, Ssu-chie (İzgil), Hun, Hu-hsie gibi küçük boylar da vardı. Toplam yirmi bin yetişmiş asker çıkarabiliyorlardı.

İkinci bölge olarak Hami‘nin(İ-wu) batısı, Karaşar (Yen-ch‘i) kuzeyi Akdağ (Pai-shan)‘ın etekleri gösterilmektedir. Burada Ch‘i-pi, P‘u-lo-chihi İ-shih, Su-p‘o, Na-ho, Wu-kuan, Ye-shih, Yü-ni-huan ve diğer küçük kabileler oturuyorlardı. Bunlar da yirmi bin iyi yetişmiş askere sahiptiler. Bu boylardan bazıları meyve sebze yetiştiriciliği ve benzeri işlerlerle uğraşıyordu. Dolayısıyla bu durum Türklerin tarıma başlaması konusunda bize bilgiler vermek suretiyle yeni ufuk açmaktadır (Taşağıl 1992:33 vd.).

Üçüncü bölge biraz daha kuzeyde Altay Dağlarının güney batısında idi. Sir Tarduş (Hsie-yen-t’uo), Shih-p’an, Ta-ch’i diğerlerinin on binden fazla askerleri vardı.

Dördüncü bölge Semerkand’ın daha doğrusu Maveraünnehrin kuzeyi Sır Derya ve onun bir kolu olan Arıs (A-te) Irmağı civarında idi. Ho-shih, Ho-chie, Po-hu, Pi-kan, Chü-hai, Ho-pi-hsi, Ho-ts’o-su, Pa-ye-wei ve Ho-ta gibi kabileler yaşıyordu. Bunların da otuz bin asker çıkarabilecek güçleri vardı.

Beşinci grup Töles boyları kütlesi Hazar Denizi (Te-i-Hai)nin doğusunda yaşıyordu. San-sue-yen, Mie-ts’u, Lung-hu gibi kabileler bulunuyor ise de bunların hepsini Töles saymak doğru olmasa gerektir. Çünkü buralarda bazı Oğur boyları yaşıyordu. (Czegledy 1999:57 vd)

Altıncı grup Töles boyları Bizans (Fu-lin)ın doğusunda muhtemelen Kafakaslarda En-chü, A-lan, Pei-ju-Chiou-li, Fu-wen-hun ve diğerleri bulunmaktaydı. Bunların sayısı yirmi bine yakındır. Hepsinin Türk olduğunu söylenememekle beraber (mesela İran asıllı Alanlar gibi) çoğunluğunun Sabar ve Hazarların temellerini oluşturan Türk boyları olduğu söylenebilir.

Yukarıda bahsettiğimiz dağılım görüldüğü gibi doğudan batı yönüne doğru yapılmıştır. En doğu bölge olarak Tola ırmağının doğusu Kerulen civarına işaret edilirken en batı uc Kafkasların kuzeyidir. Hatta Karadeniz’in kuzeyi de söz konusu edilebilir. Bu konuda Çinli tarihçilerin bilgisi yetmemiş olmalıdır. Güney Sibirya’da yaşayan Kırgızlar başta olmak üzere Kurıkan, Tu-po, To-lan-ko vesair boylardan bahsedilmemiş olması ilginçtir. Burada da kaynak eksikliğinin yanında Sibirya’nın her zaman farklı bölge olarak değerlendirildiğini göz önüne almak gerektir.

551’den önce Göktürklere bağlanan Töles boyları hakkında daha sonra malumat yoktur. Ancak 603 yılında Batı Gök-Türk devletinin kağanı Tardu’nun yenilip ortadan çekilmesi üzerine Töles boylarının dağıldığı kaydı vardır. (Suei Shu 84,s1876;Pei Shih 99,s:3300)

Bundan sonra Batı Gök-Türk kağanı Ch’u-lo’nun ağır vergilerle onların ellerinden mallarını topladığını, özellikle Sir Tarduşların isyan edeceğinden çekindiği için onların yüzden fazla reisini öldürttüğü bilinmektedir. Onun uyguladığı baskılara ve koyduğu fazla vergilere dayanamayan Ch’i-pi boyu ayaklanarak Ch’u-lo’yu ağır bir bozguna uğrattılar. Bunlara Sir Tarduşlar da katıldı. Böylece gelişen olaylar neticesinde bağımsızlığını kazanan Ch’i-pi’ler ve Sir Tarduşlar bu durumu uzun süre devam ettiremediler. She-kuei liderliğinde toparlanan Batı Gök-Türk devletine bağlandılar. Doğudaki Uygurların da aralarında bulunduğu altı boy ise Doğu Gök-Türk kağanı Shih-pi’ye bağlanmıştı. 621’den sonra ise batıdakilerin hepsi tamamen T’ung Tabgu’ya itaat etmişlerdi. (Hsin T’ang Shu 217B,s:6134)

627 yılında Doğu Gök-Türk devletinde önemli bir dönüm noktasıdır. Bu tarihte söz konusu devletin idaresi zayıfladığı için Sir Tarduşlar, Bayırku’lar, Uygurlar gibi boylar başta olmak üzere baş kaldırdılar. Bundan sonra bilinen tarihte Töles boyları kavramı kullanılmadı. Yukarıda adını saydığımız boylar aynı isimlerle ya da değişik müstakil anılmaya başladı. Töles adı ise Baykal Gölünün batısında yaşayan sadece küçük bir boyun adı olarak Moğollar zamanına kadar (Tooles) (Temir 1986:139,160), hatta Kırgızların arasında Dööles kabilesi adıyla ve Güney Sibirya’da günümüze kadar yaşadı. (Karatev 2003:63)

Sir Tarduşlar, 7.asrın ilk yarısında Töles boylarının gerçekten en kuvvetlisi olarak ömür sürdüler ve çok önemli tarihi roller oynadılar. (Ögel 1955:337; Mori 1966:32-40; Taşağıl 1999:32-39). Aslında Töles bölümündeki coğrafi dağılımda Altayların güneyinde 10 bin asker çıkarabilecek kadar güçlü oldukları vurgulanan Sir Tarduşlar, daha sonra sayılarını artırmışlar 70 bin çadırlık ahali haline gelmişlerdir. Doğu Gök-Türk devletinin zayıflaması üzerine biz onları birden bire söz konusu devletin doğu kanadının (Dokuz Oğuzların) lideri olarak görüyoruz.

628’den sonra bağımsız , tam bağımsız hareket etmeye çalışan Sir Tarduşlar, daha 603’te haksız yere vergiler toplayan ve birkaç yüz önde gelen reisini idam eden Batı Göktürk devleti kağanı Ch’u-lo’yu ağır bir yenilgiye uğratmışlardı. Bu yılda yani 628’de T’ung Yabgu Kagan idaresindeki Batı Göktürk devleti karışıklığa sürüklenince , liderleri İ-nan (603’te zafer kazanan reisleri İ-shih-po’nun torunu) 70 bin çadırlık halk kütlesiyle Doğu Gök-Türk hükümdarı İl Kagan (Chie-li/Hsie-li)’a bağlılığını bildirdi. Fakat çok geçmeden bu devlet de karışıklığa düştü.

Ortaya çıkan siyasi boşluğu Sir Tarduşlar lider olarak doldurdu. Aslında önce bütün Dokuz Oğuz boyları İ-nan’a hükümdar olması için ısrar etmişlerdi. Bunlara Doğu Gök-Türk devletine karşı siyasi avantaj elde etmek isteyen Çin’deki T’ang hanedanı da katılınca Sir Tarduşlar kendi kaganlıklarını ilan ettiler. Onların bağımsızlığı 641 yılına kadar sürdü. 630 yılında Doğu Göktürk devletinin yıkılması üzerine Çin’e giden Türklerin geri gönderilmesi faaliyetleri esnasında Sir Tarduşlar, hem Gök-Türklerle hem de Çinlilerle savaştılar. Önceleri savaş meydanlarında gayet başarılı olan Sir Tarduşların gücü hükümdarlarının ölümü üzerine sarsıldı. İki oğlu kendi aralarında anlaşamayınca Çin ordularına mağlup oldular. 646 yılında tamamen dağılarak tarih sahnesinden çekildiler.

Bugu, Tongra, tu-po, Bayırku, To-lan-ko, Hu-hsie, A-tie (Ediz), Ch’i-pi, Basmıl, Kurıkan, Kırgız, Hun, Karluklar, Uygurlar, 646-647 ve 648’li yıllarda Çin’deki T’ang hanedanı imparatorluğu ile temas kurdular. Kendilerine Çin unvanları verilip her birine askeri valilik unvanları sunuldu. Bundan sonra Orta Asya’da Çin hakimiyeti ağır bir şekilde kendini gösterdi.

Turgişler , Batı Gök-Türk ülkesinde 635 yılını takip eden yıllarda çeşitli siyasi olaylarda yeni boy teşkilatlanmaları sırasında tarih sahnesine çıkmış bir boydur. Daha sonraki gelişmelerden onların Batı Gök-Türk hanedanından geldiği anlaşılmaktadır. 634 yılında kağan olan Işbara ülkesini on boya bölmüş, her boya birer ok verilmiş, bundan sonra unvanları On Şad ve On Ok şeklinde söylenmeye başlamıştı.

Akabinde beş boya Beş Tuo-lu, diğer beşine ise Nu-shih-pi adları verilmişti. Beş Tuo-lu çorluklar halinde tesis edilmiş ve Tokmak (Suei-ye)‘nin doğusunda oturmaya başlamışlardı. Sağ grubu oluşturan Nu-shih-pi‘ler ise erkinlikler halinde teşkilatlandırılıp Tokmak‘ın batısında ikamet edeceklerdi. Bu teşkilatlanmadan sonra genel olarak ortaya çıkan boylar On Ok (On boy/kabile) adıyla anıldılar. Bu beş Tuo-lu boyu arasında Türgiş adı anılmaktadır ki, bu isim daha sonra bütün On Ok boylarının adı olarak genelleşmiştir. (Chiou T‘ang Shu 194B, 5182vd; Hsin T‘ang Shu 215B, 6058 vd.).

Tarih sahnesinde ilk göründükleri sırada Karluklar, Altay dağlarının batısında Pu-ku-chen Suyu kenarında idiler. Burası onların ilk yurdu olamayabilir. Ancak, bu kayıt 630 yılından önce Karlukların yaşadığı bölge konusunda bize fikir vermektedir. (Hsin T‘ang Shu 217B, s.6143; Salman 1981:170).



Bilindiği gibi 627 yılını takiben Doğu Göktürk ülkesinde büyük bir boy hareketi oldu. O sırada Batı Gök-Türk ülkesi hükümdarı T‘ung Yabgu‘ya bağlı olan Sir Tarduşlar en kuvvetli boy idi. T‘ung Yabgu ile anlaşamayan Sir Tarduşlar, Doğu Gök-Türk ülkesine göç ederek İl Kağan‘a tabi oldular. Böylece Tanrı dağlarının kuzeyi boşaldı. Belki bu yüzden daha kuzeyde altayların güney eteklerinde yaşayan Karluklar ortaya çıkan fırsatı değerlendirip kuvvetlendiler. (Wen-hsien T’ung-k’ao,2725b:Chavannes 1941:33,62)

Karluklar, Töles boyları listesinde gösterilmezler. Gök-Türk hanedanına yakın bir kabile oldukları vurgulanmıştır.

Karluklar da 627‘de bağlı oldukları Batı Gök-Türk devletinin hükümdarı T‘ung Yabgu‘ya isyan ettiler. Hatta parlak bir dönemini yaşayan Batı Gök-Türk devletinin sarsılıp yıkılmasına sebep oldular denilebilir.

Dokuz Oğuz kavramı 626 yılını takiben Doğu Gök-Türk Devletinin zayıflaması üzerine yukarıda açıklamaya çalıştığımız Töles boyları grubunun Tola Irmağı civarı ve Kerulen’e doğru yani Doğu Gök-Türk ülkesinin doğu kısmında yaşayanların kaynaklarda yazılış şeklidir. Genelde Dokuz Oğuz boyları şu isimleri taşıyordu: P’u-ku, Hun, Bayıku, Arek (T’ung-lo) Ssu-chie (İzgil), Ch’i-pi, A-pu-sse, Ku-lun-wu-ku, Ediz (A-tic). (Hamilton 1962:23-63; Mori 1996:32-40; İzgi 1987:13; Taşağıl 1999:41-47)

679 yılında Çin hâkimiyetine karşı başlayan Gök-Türk bağımsızlık hareketini Dokuz Oğuz boyları ile çarpışacağı tabii idi. Bu yüzden Orhun yazıtlarında sık sık bahsedilen Dokuz Oğuz-Gök-Türk mücadeleleri çok sıklıkla meydana gelmiştir.

Genel olarak bakıldığında Gök-Türk hâkimiyeti boyunca Töles, Sir Tarduş, Türgiş, Karluk, Kırgız, Dokuz Oğuz, Oğuz adı altında öne çıkan boy veya grupları tarih sahnesinde yer almışlardır. Hepsi de Türk tarihinde etkili roller oynamışlardır. Ancak, Töles boyları kavramının 603 yılından sonra ortadan kalkması ile birlikte çok sayıda küçük boylar söz konusudur. Gelişen savaş, siyasi ilişki, sosyal olayların oluşturduğu şartlarda boyların devletin en önemli dayanağı olduğu açıkça görülmektedir.

Zaten daha devletin kuruluş aşamasından önce kurucu Bumin, Töles boylarının 50 bin ailelik kısmını kendine bağladıktan sonra gücüne güvenerek, bağımsızlık yolunda önemli adımlar atmıştı. Devletin merkezi idaresinin çok güçlü olduğu anlarda önemli bir temel dayanak noktasını oluşturan boylar, siyasi çözülmelerden anında etkilenmiş, istikrarsızlıkların daha da büyümesine yol açmıştır. Özellikle taht kavgaları, vergilerin artırılması, haksız yere çıkarılan savaşlar boyların isyanına yol açıyordu. Diğer taraftan boyların sıklıkla Çin entrikalarına uyarak huzursuzluk çıkardıklarını gözlemliyoruz. Bazı dönemlerde devletin yıkılmasına dahi yol açmışlardır. Bilindiği gibi Gök-Türk devleti Uygur, Basmıl ve Karluk boylarının ortak hareketi neticesinde yıkılmıştır.

Töles adı sadece bir boyun adı değildi. Bu konu tarihçiliğimizde çok karıştırılmıştır. Kaynaklar tarafından açıkça ifade edildiği gibi bütün boyların genel adıydı. Genel ad kaydı bizi daha eskilere götürmektedir. Büyük Hun İmparatorluğu zamanında devlete bağlı Ting-ling, Ke-k‘un (Kırgız), Ho-chie gibi bazı boy isimlerinden bahis vardır. Bunların içerisinden geniş bozkır sahasında Altaylardan Urallara kadar uzanan bölgede yaşayan Ting-ling‘lerde çok sayıda alt boya ayrılan bir boy grubu idi.

M.S. II. asırdan sonra onların yerini Kao-ch‘e‘lar (Kanglılar) aldı. Kao-ch‘e‘lar da yani Yüksek Arabalılar da Ting-lingler gibi çok sayıda boyun adı idi. Kao-ch‘e ismi tarih sahnesinden çekilince yerini Tölesler aldı. Töles adı da 603 yılına kadar aynı fonksiyonu icra etti.

Daha doğrusu bu tarihlerde siyasi ve sosyal karışıklıklar sonucu Doğu ve Batı Gök-Türk devletleri sarsıntı geçiriyordu. Sarsıntı boylara da yansıdı. Artık boy grupları değil, teker teker boylar ön plana çıkmaya başladılar. Bunların ilk ve en önemlisi Sir Tarduşlardır. Batı Gök-Türk ülkesinde yani Kırgızistan ve Kazakistan topraklarında 634‘ten sonra On Ok organizasyonu ortaya çıktı. Bu organizasyon daha sonra Türgiş adını aldı ve Oğuzların alt yapısını oluşturdu. 766‘dan sonra ise Batı Oğuzları diye adlandırıldı. Selçuklu ve Osmanlı imparatorluklarını kuran Oğuz Türkleri işte bunlardır.

Karluklar, Gök-Türklerin ve Uygurların devletlerinin içinde yer aldıktan sonra bağımsız hareket etmeye başladılar. Nihayet en önemli tarihi rollerini Karahanlı devleti içinde oynadılar.

Günümüzde Fergana (Özbekistan ve Kırgızistan) vadisi ağırlıklı olmak üzere kuzey Afganistan‘da yaşamaktadırlar. Dokuz Oğuzlar, en doğuda oturduklarından Uygur devletinin esas kütlesini teşkil ettiler. 840‘da Büyük Uygur Kağanlığı yıkılınca bir kısmı Çin‘e gitti. Bir kısmı da Turfan civarına gelerek Karahanlı devletine katıldılar. Kırgızlar zaten eskiden beri Yenisey bölgesinde yaşıyorlardı. Bu durum 1700‘lü yıllara kadar devam etti. Sonra bugünkü yerlerine geldiler. Uygurlar, Töleslerin doğu grubundan idiler. Dokuz Oğuzların üzerine devletlerini kurdular. Devletleri yıkılınca bir kısmı Çin‘e bir kısmı Turfan‘a geldi.

Prof. Dr. Ahmet Taşağıl
Mimar Sinan Üniversitesi Rektör Yardımcısı
İstanbul,2009

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

19

Monday, 28.09.2015, 17:56

Kök Türklerde Müzik


Orta Asya’da kurulan Türk birlikleri içinde, “Türk” adıyla anılan ilk siyasi örgütlenmeyi kuranlar, Kök Türkler olmuştur. 552 yılından başlayarak Bumin Kağan önderliğinde, tüm Orta Asya’ya yayılan çok geniş bir imparatorluk kuran Kök Türk devleti, Türk tarihi için çok önemli bir konumdadır. Türk milletinin adı olarak, asırlardan beri kullandığımız Türk kelimesi, kendi kaynaklarımızda ilk defa, en eski yazılı metinlerimizden olan Kök Türk bengü taşlarında, taşa kazılmış olarak geçmiştir. Farklı anlamlar yüklenmekle birlikte, genel kabul edilen yargıya göre Türk/türük kelimesi, güçlü olan anlamına gelmektedir ve Çince Tü-jüe / Tü-küe (Türkler / Güçlüler) kelimesi de büyük bir olasılıkla bu sözcüğün çoğulu olarak telaffuz edilmiştir.[1]

Genellikle bu devletin adının Göktürk olarak telaffuz edilmesinde karşın, Gömeç (1999) gibi kimi bilim insanları, Göktürk kelimesinin aslında Köktürk olarak okunması gerektiğini ifade eder. Bu konu ilk kez W. Bang tarafından belirtilmiştir. Siyasi bir isimlendirme olan Kök Türk kavim adındaki Kök’ün manaları: mavi renk, gökyüzü, göğe ait, doğu, kök, kaynak, menşe gibi şekillerde açıklanmıştır.[2] Benzer şekilde değerli bilim insanı Emel Esin de Kök Türk kelimesini kullanmayı tercih etmiştir. Bu çalışmada da, bu görüşe uyarak Kök Türk kelimesi kullanılmıştır.

Kök Türk devrine ait maddi kültür miraslarının, Hun devrinde olduğu gibi büyük çoğunluğu mezar buluntularından ibaret değildir. Bu dönemin kalıntıları Hun dönemine göre daha değişik ve daha sağlam bir şekilde günümüze kadar gelebilmişlerdir. Kök Türklerin kendilerine ait bir yazı sistemiyle kendi dillerinde çeşitli materyaller üzerinde yazmaları, onlar hakkında daha fazla bilgi sahibi olunmasını sağlamıştır. Ayrıca İslamiyet’ten önce kurulan diğer Orta Asya Türk devletlerinde olduğu gibi, Çin kaynakları da Kök Türk tarihini aydınlatmaktadır.

Kurdukları düzenli devlet teşkilatı, hukuk sistemi, toplumsal yapı, kadına yönetimde ve toplum hayatında verdikleri önem, bir dünya mirası olan Orhun Kitabelerini meydana getirmeleri gibi pek çok özellikleri Kök Türkleri tarih sahnesinde çok önemli bir yere koyar. Maden dökümünden, ahşap işlemeciliğine; kaya tasvirlerinden heykel yapımına kadar sanat konusunda güzel örnekler ortaya koyan Kök Türklerin Türk müziğinin gelişiminde de önemli bir rolü vardır.

İslamiyet’ten önce kurulan Orta Asya Türk devletlerinde güzel sanatlara ilgi büyüktü. Dans ve müzik, toplu eğlencelerde sevilir ve aranırdı. Bunu hem Çin kaynaklarından hem de eski Türk destanlarından öğrenmekteyiz.[3] Bu eğlence ve festivallerin ayrılmaz bir parçası olan müzik, Kök Türklerin günlük hayatında çok önemli bir yere sahipti.

Kök Türklerde “toy” kelimesi “meclis-toplantı”, “devlet meclisi” anlamına gelmektedir. Kelimenin bir diğer ve yaygın anlamı ise bayram, ziyafet ve eğlenceli yemeklerdir. Diğer Orta Asya Türk devletlerinde olduğu gibi, Kök Türklerde de bu toplantılara büyük önem verilmekteydi. Yılın beşinci ayında ilkbaharda yapılan ve halkın da katıldığı toplantı, bunların en dikkat çekeniydi. Çin kaynaklarına göre bu toplantılar, bir bayram gibi kutlamalara sahne olur, yarışlar yapılır, şarkılar söylenir, bolca kımız içilirdi.[4] Nitekim Bizans elçileri de notlarında, Türk sosyal hayatını çok renkli şekilde anlatmışlardır.[5] Bayram ve festivallerde at ve ok yarışları yapılır, ayak topu oynanır, ayrı ayrı veya gruplar halinde neşeli şarkılar söylenirdi.[6]

Kök Türklerde toy merasimleri de devlet hayatında önemli bir yer tutmaktadır. Toylar; doğum, bey oğlunun ilk avı, tahta çıkma, bir felaketten kurtulma ve elçi kabulü gibi sebeplerden dolayı yapılıyordu. Bunlardan başka; düğün toyları, ölüm toyları, ölü aşları, ad verme toyları, çocuğu olmayanların yaptırdıkları dilek ve hacet toyları, yemin toyları ve uğurlama karşılama toyları da yapılmaktaydı.[7] Söz konusu toyların hemen hepsinde müzik önemli bir yer tutmaktaydı. Kök Türk hükümdarlarının düzenledikleri şenliklerden söz eden Hiuan-tsang ise Kök Türk eğlenceleriyle ilgili şöyle der: Şölenler esnasında gürültülü müzikler işitiliyordu. Bunlar yarı vahşi havalar olsalar bile kulağa hoş geliyordu ve kalbi neşelendiriyordu.[8] Burada Hiuan-tsang’ın yarı vahşi havalar olarak nitelediği, davullar eşliğinde çalınan eğlence müziği olmalıdır. Ona farklı gelen, Türklerin kullanmayı çok sevdikleri, vurmalı çalgıların çıkardığı kuvvetli ses olsa gerek. Ancak şüphesiz, Kök Türklerin icra ettikleri müzik türleri çok daha çeşitliydi.

Kök Türklerde dini müzik, Kam (Şaman) müziğidir. Bilindiği üzere, Kök Türkler, Gök Tanrıya inanıyorlardı ancak, bunun yanında Şamanist özelliklerini de barındırıyorlardı. Kamlar dini bir figür olmalarının yanı sıra, şair, şarkıcı, müzisyen, kâhin, hekim, halk gelenek ve menkıbelerinin yaşatıcıları olarak da kabul edilmiştir.[9] Kamlar tören sırasında sadece davul çalmaz, aynı zamanda ilahiler de söylerlerdi. Ruhlar âleminde karşılaştığı duruma göre, ilahi söylerken sesini yükseltip alçaltan kamlar,[10] müziklerini genellikle doğaçlama olarak yaparlardı.[11] Kamlar yeraltından gelen sesleri taklit ederken davulu kullanır, bunun için davulu yere vururlardı. Davuldan kimi zaman cızırtıya benzer cılız, kimi zamansa gök gürültüsüne benzeyen kuvvetli sesler çıkartan kamların zaman zaman çan ve zil kullandığı da bilinmektedir.[12] Kamın en önemli yardımcısı olan davul, Kök Türklerde, Türk mitolojisine ait çeşitli simgelerle süslenirdi.

Kamın kimi zaman kopuz kullandığı da görülür.[13] Kopuz, Kök Türkler döneminde büyük olasılıkla iki tellidir. Genellikle dut ağacından yapılan ve içinde gizemli bir atın ya da leyleğin ruhunun taşındığına inanılan kopuzun üzerine Kam tarafından çeşitli motifler işlenirdi.[14]

Kök Türklerin Kutlu dağ olarak kabul ettikleri dağın tepesinde gök ayini, dağın eteğinde bir koruda, daha sonraları ise ağaç dibinde yer ve su ayini yaptıkları bilinmektedir. Gök ayini, ancak Gök Tanrının temsilcisi olan en yüksek hükümdarların hakkıydı. Yer-su ayinini bazen hükümdarın kendisi, bazen eşi veya ikinci derecede bir bey tarafından yönetebiliyordu.[15] Kök Türklerin her türlü eğlence ve törenlerinde müzik yaptıkları Çin kaynaklarınca belirtilmiştir. Buna dayanarak gök ayini ve yer-su ayininde de müziğin yer almış olduğu düşünülebilir. Nitekim gök ayininde tuğ takımının yer aldığı bilinmektedir.

Kök Türklerde Kutlu Dağ, törenlerin yapıldığı yer olmanın yanı sıra, aynı zamanda hükümdarın makamı ve hükümdar ailesinin mezarlığı oluyordu. Dağda, toparlak bir havuzun üstündeki gök ve yerden oluşmuş mekân ile zamanın (gece-gündüz, mevsimler) simgelerini ifade eden dört yöne dönük, dokuz odalı Ming-t’ang tapınağı ve bunun astrolojik kulesi ile hükümdar köşkü yükselirdi. Emel Esin (2004) Hükümdarın mehterhanesinin de burada bulunduğunu ve gök ayininde ve başka merasimlerde çaldığını belirtmiştir. Burada mehterhaneden kasıt, o dönem Türk askeri müziğini icra eden tuğ takımı olmalıdır. Önemli siyasi anlamaları da içeren tuğ takımı bu dönemde küvürk (kös), tomruk (davul), ceng (zil) gibi sazlardan oluşmaktaydı.

Diğer Orta Asya Türk devletlerinde olduğu gibi Kök Türklerde de, yoğ / yuğ töreni büyük bir öneme sahipti. Bu törenlerde yer alan ağıtlar ve ağıtçılar çeşitli kaynaklarda dile getirilir. Örneğin Orhun kitabelerinde Bumin Kağan’ın ölümü ve cenaze merasiminde yogçı, sıgıtçı (yasçı ve ağlayıcı)ların geldiğinden söz edilir.[16] Bilindiği üzere Türklerde yoğ töreni düzenlendiğinde pek çok boy gelerek, bu törene iştirak ederlerdi.[17] Bu anlamda bu törenlerin siyasi ve toplumsal açıdan büyük önemi vardı.

Kök Türklere ait Birinci Altun Köl mezar kitabesinde kahraman Bars’ın ölümü anlatılmakta ve onun ardından yakılan ağıt yer almaktadır. Cenazeye katılanların şöyle dövündükleri belirtilir:

Altun Suna Yış keyiki, artgıl! Toggıl!
(Ey Altın Suna Dağı, Dağının geyiği yine çoğalasın, yine doğasın)[18]

Yukarıdaki ağıt, bir Kök Türk yuğ (cenaze) töreninde söylenen bir ağıttır. Bu ağıt büyük ihtimalle doğaçlamaya dayanan bir melodi ile birlikte söylenmiştir.

Kök Türklerde şarkılarla bölünen şiirler okunduğu, bunun saz şairleri aracılığıyla gelenek haline geldiği bilinmektedir. Giraud (1999) hükümdarın çadırının altında böyle parçaların yüksek sesle söyleme resitasyonları ve resitaliflerinin yapıldığını mümkün görmektedir.

Diğer Orta Asya Türk devletlerinde olduğu gibi, Kök Türklerde de halk şairlerine ozan derlerdi. Ozanlar yaylı (ıklığ) ya da telli kopuz kullanırlar, kök adı verilen besteler yaparlar, bunları er olarak adlandırılan güftelerle söylerlerdi.[19]

Kök Türk metinleri incelendiğinde de, müzikal nitelikli bir üslup dikkat çeker. Aliterasyonlar, simetrik cümlecikler gibi pek çok unsur, Tür düzyazı (nesir) üslubunun doğal olarak müzikal olmasını sağlamıştır.[20] Bu Kök Türklerin müziğe olan yatkınlıklarının edebi alana yansıması olarak düşünülebilecek bir durumdur.



Kök Türkler Döneminde Müziğin Yapısı

Kök Türk döneminde müzikte pentatonik yapı iyice belirginleşmiş, ses (perde) sayıları artarak ezgiler genişlemiştir. Ezgi içinde perdeler geniş aralıklarla kullanılmaya başlanmıştır.[21] Ezgilerin bu şekilde bir gelişme gösterdiğini, Hsüe-tzung-ceng’in Göktürk Tarihi adlı eserinde yer alan ve Kök Türklere ait rakamlı notayla yazılan iki ezgi de görülmektedir.

Bu dönemde adları ve yapıtları yazılı Çin kaynakları yoluyla günümüze kadar ulaşan Türk müzikçilerini görmekteyiz. Kök Türkler döneminin ilk evresinde yaşayan bir Türk müzikçiyle ilgili bilgilerden anlaşıldığına göre, 6. yüzyılın ikinci yarısının başlarına doğru Türkistan’da en azından yedi mod (çığır / makam) kullanılıyordu. 568’de Çin sarayına gelin giden bir Türk prensesinin düğün alayında yer alan Kuça’lı müzikçiler arasında bulunan ve Çin kaynaklarında adı Su-chi-po olarak belirtilen Türk müzisyen, doğu Türkistan modlarını Çin sarayına tanıtmış, bunların yedi tane olduğunu belirtmiştir. Sucup Akari olarak bilinen bu Türk müzisyenin, 12 perdeli Türk müziği ses sistemini ve kuramını da Çinli müzikçilere tanıttığı çeşitli kaynaklarda belirtilir. Yaptığı açıklamaların büyük takdir uyandırdığı yine Çin kaynaklarında yer alır.[22]

Kök Türkler döneminde, devletin resmi-askeri müzik topluluğu olan tuğ takımlarında, üflemeli çalgıların vurmalı çalgılara göre daha çok önem kazanmaya başladığı, dolayısıyla tuğ müziğinde ezgisel boyutun ön plana çıktığı tahmin edilmektedir.[23]



Kök Türklerde Çalgılar

Kök Türklerin resmi çalgısı “köbürge” adı verilen davul ve boru idi. Davul, diğer Türk devletlerinde olduğu gibi Kök Türklerde de hükümdarlık sembolü olarak büyük bir öneme sahipti. Çinlilerin Türklerin hakanlık ayinlerinde verilen bilgilere göre, hakan tanınırken ona davul ve bayrak verilirdi.[24] Davul, kam müziği dışında da Türkler için çok önemli bir yere sahiptir. Köbrüg ya da köwrüg de denilen davul, Orhun kitabelerinde de geçmektedir.[25] Davul Türkler için devletin simgesi niteliğindedir ve askeri müziğin de temel taşıdır. Kök Türkler döneminde davulun dışında kös, def ve ziller gibi vurmalı çalgıların kullanılmıştır.

Kök Türkler hem bir çeşit kemençe olan yaylı kopuzu hem de bağlamanın atası olan kopuzu çok sık kullanmışlardır. Yaylı (oklu) kopuz, “ıklığ” olarak adlandırılmıştır. Iklığ özellikle bu döneminde büyük gelişim göstermiştir.[26] Kopuz’da kullanılan teller genellikle at kılından yapılmıştır.[27] Bir çeşit uda benzeyen pipa da telli çalgılar arasında yer almıştır.

M.Ö. II. yüzyılda, görevli olarak Türk âlemine yollanan bir Çin generalinin dönüşünde, Türklerden alıp getirdiği çalgılarla sarayında bir müzik takımı kurdurup Türk melodileri çaldırdığı çeşitli kaynaklarda yer almaktadır. Bu sazlardan birinin “Hou Kya” adında, ileriden boynu dönük, üzerinde perde delikleri bulunan ve müthiş sesiyle ün yapmış bir üflemeli çalgı olduğu yine aynı kayıtlardan anlaşılmaktadır.[28] Bu Türk çalgısının Hunlar ve Kök Türkler döneminde kullanıldığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra devletin resmi çalgılarında olan boru, ayrıca sıbızgı, kaval ve flüt çeşitleri diğer üflemeli çalgılar arasında yer almıştır.

Kök Türkler döneminde Türk müziği biçimsel yönden gelişmeler göstermiştir. Ayrıca müzik çeşitliliği Hun dönemine göre daha net şekilde belirginleşmiştir. “Toy”larda, tören ve festivallerde, müziğe büyük önem veren Kök Türkler, kamlar aracılığıyla dini müziği, ozanlarla halk müziğini geliştirmiştir. Bu dönemde ağıtlarla ilgili örneklere de çeşitli kaynaklarda rastlanmıştır. Kervan yollarını ve önemli ticaret noktalarını ellerinde bulunduran Kök Türkler, çok geniş ülke sınırlarına sahiptiler. Bu durum, onların Çin’den İran’a, Hindistan’dan Bizans’a çok farklı kültürler etkileşim içinde bulunmalarını sağlamıştır. Kök Türklerin müziği de, onlarla birlikte farklı bölgelere yayılmış ve gelişmiştir.

Yrd. Doç. Dr. Feyzan GÖHER VURAL

Selçuk Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Güzel Sanatlar Eğitimi Bölümü
Müzik Eğitimi Anabilim Dalı öğretim üyesi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

20

Monday, 28.09.2015, 17:57


Göktürklerden Kalma Sikkeler
Orhun Yazıtlarının İsveçli subay Stralenberg tarafından bulunuşundan bu yana Türk Tarihi ile ilgili ikinci önemli buluntular 1500 yıllık Göktürk Sikkeleri oldu. Arkeologlar tarafından Kırgızistan, Özbekistan ve Tacikistan’da yapılan kazılarda ortaya çıkarılan toplam 104 sikke, ilk olarak geçen yıl Kırgızistan’da yapılan uluslararası bir konferansta kamuoyuna duyuruldu. Altıncı ve yedinci yüzyılda basıldığı tahmin edilen ay yıldız motifli sikkelerin, Türk tarihindeki en eski paralar olduğu bildirildi.

Bilindiği gibi, tarih bilimi için bir toplumun kullandığı paralar birinci dereceden önemi bulunan kaynaklardır. Bu nedenle yeni bulunan bu sikkeler, Türk Tarihini bir açıdan tamamlayacak nitelikte bulgulardır. Sikkeler incelendiğinde her sikkede üçer tane ay yıldızlı Türk Bayrağına yer verildiği görülüyor. Bu durum hem tarihimiz, hem bayrağımız açısından son derece önemli bir yeni bilgidir. Yeni bulunan bu sikkelerdeki ay-yıldız motifi, Türklerin ay yıldızı İslamiyet’ten önce de kullandığının en somut kanıtı olarak gösterilebilir. 9 Eylül Üniversitesi Öğretim Görevlisi Yardımcı Doçent Doktor Yavuz Daloğlu bu konuda şunları söylüyor: “Bunlar Türk tarihi açısından ilk paralar ve bu paraların bizim tarihimiz açısından çok önemli bir özelliği olduğu gibi bizim uygarlık tarihimiz açısından çok önemli özellikleri var. Nedeni de Türklerin gelişmiş bir uygarlıkları olduğunu, Türklerin devletlerinin her türlü gereklerini yerine getiren unsurları içerdiğini görüyoruz.

Daloğlu’nun yeni bulunan bu paraları, bir tarihçi bakış açısıyla özellikle uygarlık tarihimiz açısından önemli bulduğu görülüyor. Bir milletin tarihinin aydınlatılmasında ekonomik hayatının da önemli bir yeri vardır. Gelişmiş bir ekonomide en belirgin kullanım aracı paradır. Para kullanımı açısından bu sikkeler, hem bir belirsizliği ortadan kaldırıyor, hem de Türk yaşayışı ve özellikle ticari hayatı hakkında somut bir bilgi sunuyor. Eski Türk devletlerinde kağanlığın sembolü “tuğ” ve “sikke”dir. Sikke ekonomik, tuğ da siyasi bağımsızlığın göstergesidir. Daloğlu, sözlerini şöyle sürdürüyor: Göktürkler tuğ’u ve sikke’siyle, bir başka söyleyişle, bayrağı, marşı ve parası ile bağımsız, başı dik bir devlet kurmuş ve büyük bir uygarlık oluşturmuştur.

Daloğlu Göktürk sikkeleri ile karşılaşmasının öyküsünü şöyle özetliyor: Türk Uygarlığı Kongresi’nin ikinci akşamıydı. Otelde Özbek tarihçi Dr. Gaybullah Babayar ile sohbet ediyordum. Bu sırada Dr. Babayar çantasından bazı notlar ve fotoğraflar çıkarıp göstermeye başladı. O anda gözbebeklerimin büyüdüğünü hissettim. Fotoğraflarda Büyük Türk İmparatorluğu kurmuş Gök-Türklerin, Gök-Türk kağanlarının darp ettirdiği sikkeler vardı karşımda. Bizans, Selçuklu, Osmanlı sikkelerini biliyordum, ama Gök-Türk kağanlarının sikke darp ettirdiklerini o ana dek hiç duymamış ve hiçbir yerde de okumamıştım. Fotoğrafları tek tek ve hayranlıkla incelediğimde, sikkelerden birinin üstünde ortada kağan kabartması ve kenarlarda üç tane ay-yıldızı görünce o anda ne kerte önemli bir olayla karşılaştığımı, bunun ne kerte önemli toplumsal, tarihsel, iktisadi ve siyasi bir olay olduğunu düşündüm. Bu konuyu mutlaka Türkiye’ye taşımalıydım. Çünkü bu, tarihi altüst edecek önemde bir buluştu. Dr. Babayar’a o anda bütün bu fotoğraflardan bir kopya istediğimi ve konuyla ilgili bir yazı hazırlamasını rica ettim. Sağ olsun! Bu cin gibi genç, kanı kaynayan Özbek Türkü değerli tarihçi de seve seve bu ricamı yerine getirdi ve Gök-Türk sikkeleriyle ilgili yazısını bana ulaştırdı. (*)

Göktürk sikkelerinden 150-200 yıl sonra Türgişler tarafından basılan paraları bilim dünyası duymuştu. Ancak bu yeni bulunan paralar, hem 552 yılında kurulan I. Göktürk Devleti tarafından para basıldığını kanıtlıyor, hem ay ve yıldızlı bayrağımızın geçmişini gözler önüne seriyor, hem para basma tarihimizi iki yüzyıl önceye götürüyor, hem de sikkelerin birinin üzerinde “Han ve Hatun”u barındırıyordu. Bu dört yeni bilgiden ikisi çok önemli çıkarımlara yol açacaktır. Biri ay ve yıldızın İslami dönemden beş yüz yıl öncesine ait olmasıdır. Türklerin İslamiyet’i benimsemelerinden beş yüz yıl önce bayraklarını şekillendirdikleri gerçeğini ortaya koyduğu çıkarımına götürür bu bilgi bizi. Diğeri Dünya tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir gerçeği gözler önüne sermesidir ki bu da “KADIN”a verilen değerdir. Öyle ki bir sikkede hanla hatunun kabarmaları yan yanadır. Bu durum Türklerin kadına verdikleri değerin Orhun Yazıtları’ndaki bilgilerle örtüşmesi ve ikinci hatta öncelikli yansımasıdır. Türklerin barbarlığından, uygarsızlığından söz eden Batılı tarihçilerin zavallılığını gözler önüne seren sikkeler, Türkün dünyaya örnek olacak bir tarihi birikime ve dünya görüşüne sahip olduğunu da kanıtlamaktadır.

Evrenin özünün “hareket” olduğunu ta dillerini oluştururken sezen Türkler, daha Hz. Muhammed (SAV) beş yaşındayken tebliğ edeceği dinin sembolü olan “hilal”i hissetmiş gibi bayraklaştırmışlardır. Görüldüğü gibi atalarımızın kanı kirli değil, bütün insanlığa örnek olacak bir berraklıkta akmaktadır. Çocuklarımız bu bilgi ve bilinçle yetiştirilmelidir. Atatürk’ün dediği gibi ecdadımızı tanıdıkça daha büyük işler yapmak için ancak bu yolla kendilerinde kuvvet ve kudret bulacaklardır.

Yrd.Doç.Dr.Yavuz DALOĞLU
BİLİM VE ÜTOPYA DERGİSİ, Şubat 2005

Dr. Hüseyin Yeniçeri