Giriş yapmadınız.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

21

Thursday, 4.02.2016, 13:13


Bütün bozkırlarda belki binlerce seneden beri yaşayan bir töre vardır. Büyük Türk hükümdarlarının bizatihi kendileri, halkın sosyal yapısında yaşayan bu törelere tâbî olmuştur. Türk beyleri, devlet ve milletleri eskiden beri müteamil olan töreye tâbi kaldıkça, Türk cemiyetinin hayatı tam yolunda ve normal olarak cereyan ediyor demektir; hükümdardan istenen de ancak bu törenin geçerliliğini temin etmektir.

Töre üç kaynaktan oluşur. Bunlar halk, kurultay ve handır. Yani bir kısım töre doğrudan doğruya halk içerisinde zuhur eder. Bunlar gelenek şeklinde nesilden nesle intikal eder. İkincisi beylerin, kurultayda aldıkları kararlardır. Üçüncüsü ise bizatihi Hanın teşebbüsleri ile gelişir. Töre nesilden nesle intikal ederken, hakanlar ve beyler bunlara kendilerinden bazı şeyler ilâve etmişlerdir. Her büyük tarihî olaydan ve yeni bir sülâle tahta geçtikten sonra töre, kurultaylarda gözden geçirilmiş ve bazı hükümlerin münakaşası yapılmıştır. Ancak buradan Hanın tek başına istediği töreyi koyma selâhiyetinin olduğunu düşünmek hatalı olur. Nitekim, Bilge Kağanın Budizmin kabûlünü istemesine rağmen isteği reddedilmiştir.
İslâmla müşerref olmayı müteakip, töre-din çatışması bazı noktalarda görüldü ise de, hanlar ve beyler, aile ve askerlik işlerinde XV. asra kadar töreyi tatbikten vazgeçmediler. Uluğ Bey gibi islâm bilgini olan bir hükümdarın bir çok işlerde yasa, türeye ihtiyacımız vardır demesinin sebebi de budur.

Selçuklu ve Osmanlılar, dedelerinden kalma teamüllere Oğuz töresi derlerdi. Ancak töre, yalnız Oğuzların teamüllerinden ibaret değildir. Bütün Türklük âlemi için geçerlidir.

Töre günümüzde de yaşamaktadır. Nitekim Eröz, Yörük ve Türkmen oymakları ile yaptığı araştırmalarında, töre kelimesinin kullanıldığını tesbit etmiştir. Görüşülenlerin hemen hepsi kavramı El âdeti, Türkmen töresi olarak dile getirmişlerdir.

• İslamiyet öncesi Türk topluluklarında siyasal ve sosyal hayatı düzenleyen sözlü hukuk kurallarına töre adı verilmiştir.

• Törenin temeli gelenek ve göreneklerdir. Töre adı verilen hukuk sisteminin sözlü olması, yazılı kültürle geç tanışılmasındandır.

Törenin Kaynakları: Örf, Adet ve Gelenekler * Kurultayın Kararları * Hakanın Emirleri

• Töre değişen zamana göre yenilenebiliyordu. Ancak törenin değişmez birtakım hükümleri bulunmaktadır.

Törenin Değişmez Hükümleri: Adalet, Faydalık, Eşitlik, İnsanlık

• Töreye kağan da dâhil olmak üzere herkes uymak zorundadır. Devlete isyan, askerden kaçma, adam öldürme, hırsızlık, tecavüz gibi suçlar en ağır şekilde cezalandırılmıştır.

• Mahkemelerin başında bulunan kişilere yargan, kağanın başkanlık ettiği mahkemeye de yargu denilirdi.

• Uzun süreli hapis cezası uygulanmazdı. Bunun temel sebebi Türklerde göçebe bir yaşamın benimsenmiş olmasıdır.

• Törenin miras hukukuna göre topraklar en küçük oğula, taşınabilir mallar ise diğer oğullara verilmiştir.

• Türk hukuku ilk kez Uygurlar tarafından yazılı hâle getirilmiştir. Uygurlarda ticaretin gelişmesi sonucunda farklı devletlerle etkileşime geçilmiş bu durum da kişiler arası anlaşmazlıkları çözümleyecek kuralların yazılı hâle getirilmesi ihtiyacını doğurmuştur.
Hukuk devleti, vatandaşların hukuki güvenlik içinde bulundukları, devletin eylem ve işlemlerinin hukuk kurallarına bağlı olduğu, yönetilenlere hukuksal güvenceler sağlayan, yönetilenlerin temel hak ve özgürlüklerini güvence altına alan devlet demektir. Hukuk devletinin tarihi gelişimi, “mülk devlet” anlayışından “polis devleti” anlayışına, oradan da “hukuk devletine” doğru olmuştur. Hukuk devleti anlayışı, Türklerin kurdukları ilk devletlerden itibaren hep var olmuş, bu anlayışları İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra devam etmiş, günümüzde de hala devam etmektedir. Türkler, hukuka bağlı devlet, hukukun üstün veya egemen olduğu devlet olarak da tarif edilen hukuk devleti anlayışını, bulundukları dönemlerin özellikleri dolayısıyla, bazı gereklerinde eksiklikler bulunsa da tarihleri boyunca benimsemişlerdir. Bu anlayış, İslamiyet’ten önceki dönemde töre hukuku ile İslamiyet’ten sonraki dönemde şer’i ve örfi hukukla, Cumhuriyet döneminde ise çağdaş anayasaların temel hükümleri ile kendini göstermiştir.

Töre, Türk sosyal hayatını düzenleyen kaideler bütünüdür. Başka bir ifadeyle, kişiler ve zümreler arası münasebetleri düzenleyen; idarecilerle idare edilenler arasındaki işleri, hak ve vazifeleri belirten usullerdir. Yönetim sistemine baktığımızda ise hükümdarın yetkilerini meclisler (Kurultay ve Hükûmet meclisi) sınırlandırmakta, hem hükümdarın hem de meclislerin üzerinde ise Töre bulunmaktadır. Ne halk ne de yönetim sisteminin herhangi bir unsurunun, çevresini törenin çizmiş olduğu normlar bütününün dışına çıkması mümkündür. Bu noktadan hareketle, Türk devletini kanun devleti olarak nitelendirebiliriz. Çünkü devletlerinin nevi şahsına münhasır bir yönetim sistemine sahip oldukları görülmektedir. Ancak, mutlaka bir isim vermek gerekiyorsa, eski Türklerde yönetim sistemine Töre Sistemi demek yanlış olmayacaktır. Zira il gider, töre kalır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

22

Sunday, 21.02.2016, 23:42



Türk-Islam Devlerinde Sosyal Yapı

Türk bozkır kültürüyle İslam kültürünün kaynaşma süreci, Karahanlı Devleti Döneminde başladı. Karahanlılar Türk-İslam toplumunun oluşturulmasında köprü görevi gördü.
Büyük Selçuklu Devleti'nin merkezî ve güçlü bir devlet olarak kurulmasıyla toplum yapısı büyük ölçüde değişti. Selçuklular zamanında toplum, yönetenler (hanedan ve idareciler) ve yönetilenler (halk) olmak üzere iki bölümden oluşmaktaydı.

1. Yönetenler
· Hanedan üyeleri,
· asker,
· vali ve
· din adamları yönetici sınıfı oluşturmaktaydı.
Toplum yapısının en üstünde yer alan sultanın toplumsal konumu, idarecilere ve halka karşı sorumluluk ve görevlerini yerine getirmesine bağlıydı. Görevi ihmal, adaletten ayrılma ve toplum refahını sağlayamama iktidarı kaybetmek için önemli sebeplerdi.
İlk Müslüman Türk devletlerinde idareciler genelde Türk'tü. Halk ise farklı ırk ve boylardan meydana gelmekteydi.
· Karahanlı Devleti'nde toplum tamamen Türk'tü. Gaznelilerde Gurlular, Hindular gibi farklı unsurlar da yer almaktaydı.
· Büyük Selçuklu Devleti'nde devleti kuran Türklerin yanı sıra İranlı ve Arap unsurlar yer alırken
· Tolunoğulları, İhşidiler ve Memluklularda ise halkın büyük çoğunluğunu Arap, Rum, Berberi, Mısırlı vb. Türk olmayan unsurlar oluşturmaktaydı.


2. Yönetilenler (Halk)
Türk-İslam devletlerinde yönetilen halk;
ilk Türk devletlerinde olduğu gibi aile, ailelerin birleşmesiyle boy ve boyların birleşmesiyle bodun şeklinde teşkilatlanmaktaydı. Bu dönemde devlet, toplumu Müslüman ve gayrimüslim şeklinde kabul ederek hukuki düzenlemeleri bu çerçevede yapmaktaydı.
Türk-İslam toplumlarında halk yaşayış şekillerine göre; göçebeler, köylüler ve şehirliler olmak üzere üç grupta toplanmaktaydı.
Şehirliler
Tacirler, zanaatkârlar, devlet memurları, askerler şehir ve kasabalarda yaşarlardı. Türk şehirlerinin etrafını çeviren surların içerisinde saray, hükûmet konağı, kışla, cuma camisi, meydan, pazar yeri, ribat veya çarşı, medrese, hamam ve hastane bulunmaktaydı. Ayrıca sultanların yaptırdığı mimari eserler ve su kemerleri de şehirleri köylerden farklılaştırıyordu. Zaviye, imaret ve hanlar o dönemdeki şehirlerin en belirgin özelliğiydi.
XI. yüzyılda Türk şehirlerinde ve köylerinde nüfus çok farklı dinî ve etnik unsurlardan oluşuyordu.
# Büyük Selçukluların hâkim olduğu coğrafyada nüfusun belli başlı etnik unsurlarını Türk, Fars, Yahudi ve Araplar oluşturuyordu.
# Bu etnik yapı Mısır hariç diğer Müslüman Türk devletlerinde aynıdır.
# Hazar toplum yapısını Müslüman, Hristiyan, Yahudi ve Gök Tanrı inancına sahip çeşitli topluluklar oluşturmaktaydı.
# Türkiye Selçuklu Devleti'nde ise Türklerin yanı sıra Rum ve Ermeniler, toplumu oluşturan diğer unsurlardı.


b. Hoşgörü Toplumu
Türk şehirlerinde askerler ve din adamları çoğunluktaydı.
Şehirlerde Türkler tarafından çok sayıda medresenin kurulması birçok din âlimi ve sufinin yetişmesini sağlamıştı. Türkler arasında yayılma eğilimi gösteren sufilik aynı zamanda, bir meslek kuruluşu gibiydi. Sufilerin çok az bir kısmı tecrit hayatı yaşarken önemli bir kısmı esnaflık yapıyor ve teşkilatlı bir şekilde ticaret ile meşgul oluyordu. Bunların içinde ilk Türk mutasavvıfı olan Ahmet Yesevi'ye göre "Kemale erebilmek için inanmayanlar dâhil hiçbir insanı incitmemek gerekir." Yesevi'de kendini aşmak ve hoşgörü temel esastı. Mevlana ise insanlara hoşgörü, neşe ve umut telkin ediyordu. Onun fikir ve düşünceleri etrafında bilginler devlet adamları, halk ve gayrimüslimler toplanıyorlardı. Yunus Emre; bütün insanlar, hatta bütün canlı ve cansızlar, Tanrı'nın yaratığı ve mazharı oldukları için "Yaratılanı yaratandan ötürü hoş görme." felsefesi ile soy, din, millet, renk, mevki ve refah farkı gözetmeksizin insanları sevmek gerektiğini söylemekteydi.
Her üç mutasavvıfın ortak felsefesi; insanlar arasında hiçbir farkın gözetilmemesi, hoşgörü ve sevgidir. Bu mutasavvıflar, toplumun daha hızlı bir şekilde İslamlaşmasını sağlamışlardı.
Çeşitli ırk ve dinlerin bulunduğu Türk-İslam devletlerinde toplumsal ilişkilerin şekillenmesinde İslam hukuku belirleyiciydi. Fertlerin toplum içerisindeki tutum ve davranışları ile giyim ve kuşamları da bu çerçevede ele alınmaktaydı. Müslümanların giyimleri ve dış görünüşleri Hristiyan ve Musevilerden farklıydı. Türklerin, Arapların, Hinduların ve diğer etnik grupların giyim kuşamları da birbirlerinden kolaylıkla ayrılabilmekteydi. Ancak temelde Müslüman ve gayrimüslim kıyafetlerindeki farklılık en belirgin olandı.
Türk toplumu eski inancının etkisiyle farklı din ve mezheplere karşı olan hoşgörüsünü devam ettirmişti. Türk-İslam şehirlerinde gayrimüslimler kültürel ve dinî yönden her türlü özgürlüğe sahipti. Türkler hâkimiyetleri altında yaşayan çeşitli mezhep ve fırkalara ayrılan Müslümanlara da herhangi bir müdahalede bulunmamışlardı.
Türklerin İslamlaşma sürecinin başlangıç dönemlerinde âdet, anane ve dinî inançlarda eski Türk toplumunun izleri tamamen silinmemişti. Sonraki dönemlerde tarikatların kurulmasıyla hızla İslamlaşma görüldü. Türklerin hâkim olduğu coğrafyada doğup gelişen Kadirilik, Kübrevilik, Ekberilik ve Yesevilik en çok müridi olan tarikatlardı. Bu tarikatlar sayesinde Türkler adeta kendi sosyal yapılarına ve anlayışlarına uygun birdin düşüncesi geliştirmişlerdi.


c. Sosyal Yardımlaşma
Türk-İslam devletlerinde vakıflar aracılığı ile birçok sosyal yardımlaşma kurumu yapılmıştı.
Yolcuların özellikle tüccar kafilelerinin yolculukları emniyet içinde gerçekleştirebilmeleri için kervansaraylar kurulmuştu.
Selçuklular sağlık hizmetlerine büyük önem vermişler hemen her şehirde darüşşifa, darülâfiye ve bimaristan gibi adlarla hastaneler inşa etmişlerdi.
Vakıflarla idare edilen bu kuruluşlar Selçuklu yardım kuruluşları arasında önemli bir yere sahipti.
Selçuklular zamanında oluşturulan "Ahi" teşkilatları sosyal yardımlaşmada önemli bir yer tutmaktaydı.
Selçuklu hâkimiyetinde Türkler arasında yardımlaşma sosyal hayatın ayrılmaz bir unsuruydu. Köylerde gündelik hayat, genelde tarım faaliyetleri ile şekillenmişti. İmece sosyal hayatta hemen her alanda uygulanmaktaydı. Nüfusun önemli bir bölümünü oluşturan konargöçerlerin keçe dikme, çadır kurma ve sökme gibi pek çok faaliyette yardımlaştıkları görülmekteydi.
3. Toplumsal Yaşantı
Türkler Müslüman olduktan sonra da kendilerine has "Türkmen" kıyafetlerini kullanmaya devam etmişlerdi. Giysilerde kırmızı ve yeşil renkler tercih edilirken kumaş olarak da pamuk, yün, ipek ve kürk kullanılmaktaydı. Kadınlar geniş elbiseler giyerken takı olarak inci, gümüş ve altın küpeler ile gerdanlık, bilezik ve yüzük kullanıyordu. Erkekler ise vücuda yapışık dar kıyafetler giyiyorlar başlarına da çene altından bağlanan kırmızı bir börk takıyorlardı. Bu dönemde Türkler kemer, tokalı kemer, deri veya keçeden imal edilen çizme kullanıyorlardı. Oğuz erkekleri uzun saç, kâkül ve bıyık bırakmaktaydı.
Türk toplumunun eğlence hayatında müziğin de ayrı bir yeri vardı. "Kopuz" en sevilen çalgılardan birisi olarak artık daha geniş bir coğrafyada tanınıyordu. Halay, grup olarak oynanan, sevilen bir oyundu. Askerî orkestra (mızıka) da Türklerin önce Horasan ve daha sonra Orta Doğu'ya getirdikleri bir âdetti. Hun Türkleri, Kök Türkler ve Uygurlarda birçok çeşidi bulunan askerî mızıka, yeni kurulan Türk devletlerinde de varlığını devam ettirdi. Türk-İslam devletlerinde günde beş defa saray kapısının önünde nevbet vurulurdu.
Avcılık, çöğen eğme, kuş uçurma, top kapma en çok tercih edilen sportif etkinlikler arasındaydı. Bunların dışında Türkler arasında ok atma, yay çekme gibi talim yerine geçen yarışmalar da yapılıyordu. Cirit ve güreş ise bütün Türk dünyasının ortak oyunu olarak o zaman da biliniyordu.
Değişik bir çevreye göç etmelerine rağmen Türkler Orta Asya yemek kültürünü yaşatmışlardır. ..XI. yüzyıl Türk toplumunun millî yemeği olarak tabir edebileceğimiz "tutmaç" bugün Anadolu'da Ramazan aylarında özel olarak yapılan yemekler arasında önemli bir yer tutmaktadır. Meyve suyu ve İtil Bulgarlarının baldan imal ettikleri bir içecek olan "sücüv" gibi içecekler de Türkler tarafından tüketilmekteydi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

23

Friday, 18.03.2016, 16:05

İlk Müslüman Türk Devleti İtil Volga Bulgar Devletidir
Karahanlıların 940 yılında Satuk Buğra Han zamanında İslam Dinini kabulünden çok önce Müslüman olan ve Karahanlılardan 20 sene önce İslam’ı resmi Din ilan eden İtil-Bulgar Türk Devleti nedense , hem resmi hemde gayrı resmi tarihimiz ve tarihçilerimiz tarafından ihmal edilmektedir.Bu devletimiz hala ders kitaplarımızda İlk Müslüman Türk Devleti olarak hak ettiği ünvana kavuşamamıştır.
Bu durumda Türklüklerini inkar etmelerine rağmen artık bu konuda bilimsel olarak Türklüklerini reddedemeyen Bulgar Devleti ve toplumunun bu gerçekten ürkmeleri ve bizimkilerinde onları rahatsız etmeme istekleri ne derece etkilidir bilemeyiz ama Objektif tarih ve tarihçilik anlayışının bundan etkilenmemesi gerektiği inancındayız.
Şimdi bize oldukça ilginç bilgiler sunan Bulgar Tarihine kısaca göz atabiliriz.Böylece hem Bulgar Türklerinin kökenini hemde Hıristyanlaşma sürecini açıklamış olacağız.
Atilla dan sonra dağılma sürecine giren Hunlar hükümdarları İrnek zamanında Orta Avrupada tutunamayacaklarını anlayarak Ukrayna çevresine Atilla’nında doğduğu ve adını aldığı topraklara İtil Nehri kıyılarına çekildiler.Aynı dönemde baskılar sonucu bölgeye bir başka Türk topluluğu olan Ogur (On Oğur) larda göç ettiler.İki grup bölgede kısa sürede kaynaştı.Bulgar kelimesi bu manada karışmakve karışmış anlamında olan bulamak ,bulgamak fiillerinden gelir.
630 da Orta Asya da Göktürk Devleti Fetret devrine girince Hazarlar gibi Bulgarlarda bağımsız hareket etmeye başladılar.Büyük Bulgar Devletinin Kurt Han tarafından kuruldu.Onun soyu Mete’ye dayanıyordu.Ancak devlet kısa ömürlü oldu.Hazar Devleti baskısıyla kurucusunun ölümünden az sonra devletide yıkıldı.(665)
Bayan Han’ın kardeşi Asparuh Bulgar kitleleri ile Balkanlara göç etti ve Tuna Bulgar devletini kurdu.(679)Bu devlet İtil Bulgarları kadar büyük olmamakla beraber Ogur Türklerinin en uzun ömürlü siyasi teşekkülü oldu.Bu devlet Bizans ve Avar İmparatorlukları arasında kalmasına rağmen durumu çok iyi idare etmiştir.Slavlarda bu dönemde onlara bağlanmıştır.Bizans’ın içişlerine karışacak kadar güçlenmişler 2. Justinyanus’un tahta 2.defa çıkışında rol oynamışlardır.
717-718 yıllarında Arapların İstanbul Kuşatmalarına karşı Tuna Bulgarları Bizansla beraber hareket ederek Bizansla anlaşma yapmışlardır.Ancak Bulgar hanlarının birbirine düşmesiyle Bizans saldırılarının başlaması gecikmedi.Bulgar toprakları tahrip edildi.Bu esnada Bulgar tahtına büyük bir asker ve devlet adamı olan Krum çıktı.(803-814)Üzerine gelen Bizans ordusuna büyük bir darbe indiren Krum’un ayaklarına Bizans İmparatoru Nikophoros’un cesedide bu savaşlar sonunda serildi.Bu 500 yıldır ilk defa bir Bizans İmparatorunun savaş meydanında ölümü idi.Bunun akabinde Krum büyük bir ordu ile üzerine gelen Bizans İmparatorum Mikael II yide yenilgiye uğrattı.Krum Altın yaldızlı bayrağını Yedikule surlarındaki Yalduzlu kapı (Porta Aurea) ya asmaya yemin etmişti.Sofya ,Niş ve Belgrad’ı aldı.Edirne yi İstanbul’u kuşattı(814)Fakat çatışmaların en ateşli anında ağzından burnundan kan gelerek öldü.Bu durum da zehirlenmiş olması muhtemeldir.
Oğlu Omurtag(Türkçesi Kartalcık) Bizansla anlaştı.Bu dönem en güçlü dönemdir. Fakat aynı dönemde devlette Slavların çoğalması sonucu etnik baskı artmaya başlamıştır.Ne yazık ki devlet ve toplum Slavlaşmaya başlamıştır.Bu süreç ,864 de Boris Han’ın Ortodoksluğu kabul etmesiyle birlikte Türklükten kesin şekilde kopuşuda beraberinde getirmiştir.Artık Tuna Bulgarları Slav-Bizans Kültürü çerçevesine girmişlerdir.Boris Han da son defa han ünvanını kullanan Bulgar hükümdarıdır.Zira oğlu Simeon bunuda değiştirmiş ve Çar ünvanını kullanmaya başlamıştır.
Aynı dönemde ise İtil kıyılarındaki Bulgarlar Türk-İslam Tarihi için bir dönüm noktası oluyorlardı.
İtil Bulgar devletinin ilk devirleri hakkında bilgilerimiz Rus Knezleri ile bazı münasebetler ile kısıtlıdır.Fakat 900 yılından itibaren özellikle Abbasiler devleti ile olan münasebetlerden haberdarız.
Bölgede Hun ,Sabar, Uz ve Hazar Türkleri ile karışan ve Moğol İstilasına kar 5,5 asır hükmeden İtil Bulgarlarının başşehri Bulgar 9.-12. yüzyıllar arasında Doğu Avrupa nın en mühim ticaret merkezidir.
İtil Bulgarları 10. yy da dahi Türk Teşkilat ve ünvanlarını kullanmaya devam etmekteydiler.
Bu devlet ile ilgili en mühim kaynaklardan birisi de İbn-i Faldan Seyahatnamesidir. 900 yılı civarında İslamı benimsediği anlaşılan İtil Volga Bulgar Devleti hükümdarı Almış (Almuş) Han ,921 de Abbasi Halifesi Muktedir den İslam’ı doğru öğrenebilmek ,cami ve minber ile düşmanlardan korunmak için kale yapabilmelerini sağlayacak kişilerden oluşan bir heyet gönderilmesini talep eder.
922 senesinde içinde İbn-i Fadlan’ında bulunduğu heyet Almış Han’ın huzuruna çıkar.Heyeti Han şükür secdesine kapanarak tekbirlerle karşılar.Han hutbelerde okunması için adını Halifenin ismiyle Cafer olarak değiştirir.Kafir olduğunu söylediği babasının adınıda Abdullah olarak hutbelerde okutur.Ülkesinde kadılık makamıda kurulur ve devlet Doğu Avrupa da İslam’ın temsilcisi durumuna gelir.
943 de artık Abdullah oğlu Cafer olarak anılan Almış Han’ın oğlu hac’ca gider.Abbasi Halifesi ile de görüşür.
Kiev Hanlığı ile mücadele ederler.1236 da Moğol saldırıları ile ülke tarumar olur.1361 de Altınordu Devletinin 1391 de de Timur’un saldırılarına uğrarlar.Daha sonra Hazar Hanlığına bağlanırlar.Onların nesillerini bu gün Çuvaş Türklerinin sürdürdükleri kabul edilir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

24

Friday, 15.04.2016, 16:51

Karahanlıların, Gaznelilerin ve Selçukluların İslâmiyet’i Kabulü

İslâmiyet’i devlet dini olarak kabul eden ikinci büyük Türk devleti Karahanlılardır. İlk büyük Müslüman Türk devleti olarak kabul edilen Karahanlılar 893 yılında Samaniler karşısında mağlup olarak merkezleri olan Talas (Taraz) şehrini onlara terk etmek ve Batı Türkistan ile Doğu Türkistan arasındaki bir geçide hâkim olan Kaşgar’a çekilmek zorunda kalmışlardı.
Daha sonra Sâmânî hanedanı mensupları arasında başlayan mücadele sırasında Sâmânî
şehzâdelerinden Nasr b. Mansûr, kardeşinden kaçarak Kaşgar’a sığınmış ve Karahanlı hükümdarı Oğulçak tarafından misafir edilmiştir. Oğulçak daha sonra Artuç ilinin idaresini ona vermiştir. Nasr, Oğulçak’tan burada küçük bir mescid yapacak yer istemiş ve bu isteği de kabul edilmiştir. Oğulçak’ın yeğeni olan Satuk bir kervanın getirdiği malları görmek için Artuç’a gidince Sâmânî şehzâdesi Nasr tarafından misafir edildi. Nasr ve mayetindekilerin namaz kıldığını gören Satuk ne yaptıklarını sordu. Onlar da kendisine İslâmiyet hakkında bilgi verdiler. Çok zeki bir genç olan Satuk Nişaburlu Ebü’l-Hasan Muhammed b. Süleymanel-Kelemâtî gibi âlim ve sûfîlerin de etkisiyle artık Allah’tan başkasına tapmayacağını ve Peygamberin yolundan gideceğini belirtip Müslüman oldu. Maiyetindekilerin de İslâm’a girmelerini istedi, böylece hepsi Müslüman oldular (920
-921 veya 944-945). İbnü’l-Esîr onun rüyasında gökten inen bir insanın kendisine Türkçe olarak “Müslüman ol ki dünya ve ahirette selamet bulasın” dediğini onun da rüyasında İslâmiyet’i kabul ettiğini ve sabah olunca Müslüman olduğunu herkese açıkladığını söyler.

Müslüman olduktan sonra Abdülkerim adını alan Satuk Buğra Han başlangıçta İslâmiyet’i kabul ettiğini gizledi. Amcası Oğulçak Artuç’ta İslâmiyet’in yayıldığını öğrenince karşı tedbir almak ihtiyacını hissetti. 330’da (942) amcası karşısında Müslüman gönüllülerin yardımıyla başarı sağlayan Abdülkerim Satuk Buğra Han Kaşgar ve Atbaş’ı fethedip Artuç’ta bir mescid yaptırdı ve Karahanlıların batıdaki topraklarında İslâmiyet’in yayılması için çalıştı. Mücâhid ve gazi ünvanlarıyla anılan Satuk Buğra Han gayrimüslim Türkler’le uzun süre mücadele etmiştir. Gayrimüslim Türkler 942’de Balasagun’u ele geçirmişler ancak Satuk Buğra Han daha sonra burayı geri almayı başarmıştır. Satuk Buğra Han’ın İslâmiyet’i kabulüyle Sâmânî-Karahanlı mücadelesi yerini dostluk ve işbirliğine bırakmıştır. Abdülkerim Satuk Buğra Han 344’te (955) vefat etmiş ve Kaşgar yakınlarındaki Artuç’ta defnedilmiştir. Onun Müslümanlığı kabulü Türk -İslâm tarihinde bir dönüm noktası teşkil eder. Karahanlıların İslâmiyet’i kabul etmesiyle Batı Türkleri arasındaki din savaşı sona ermiş, Karahanlılar’ın İslâm’ın bir kalesi olarak yükselmesi Çin kültürüne karşı da sed oluşturmuştur.
Karahanlıların kurduğu Türk -İslâm medeniyeti ve oluşturduğu Türk İslâm mefkûresi Türklüğün öz üslubu oldu. Bu medeniyet ve mefkûre Selçuklular, Hârezmşahlar ve Delhi sultanlarının idaresindeki ülkelerde de benimsendi. Karahitay ve Moğol istilası Türk İslâm eserlerini ve âbidelerini tahrip ettiyse de Türk -İslâm mefkûresini ve ruhunu sarsamamıştır.Budizm ve Hıristiyanlığı yayma gayretleri de sonuçsuz kalmış. Türk -
İslâm medeniyeti Karahitayları ve Moğolları da kendi potasında eritmiştir.Karahanlı döneminde yaşamış olanünlü mutasavvıf Ahmed Yesevî de VI. (XII) yüzyılda tasavvuf yoluyla İslâmiyet’in Türk toplumları arasında yayılmasında etkili olmuştur
Karahanlılar’dan sonra kurulan üçüncü büyük Müslüman Türk Devleti Gazneliler’dir(963
-1186). Sâmânîlerin kumandanlarından Alptegin tarafından kurulan Gazneliler de hâkim oldukları topraklarda İslâmiyet’i yaymış ve özellikle Gazneli Mahmud Hindistan’a birçok
sefer düzenleyerek bu bölgede İslâmiyet’in yayılmasında önemli rol oynamıştır.
X. yüzyılda Yenikent, Cend ve Huvar gibi şehirlerde yerleşmiş bulunan Müslümanlar Oğuzlarla iyi ilişkiler içindeydi. Oğuzlar onlardan İslâmiyet hakkında bilgi ediniyorlardı. Ayrıca çeşitli ülkelerden gelen Müslüman tacirler ve bunlarla birlikte Oğuzların hakimiyetindeki şehirlere giden derviş ve şeyhler de bu yöreler de İslâmiyet’in yayılmasına gayret sarfediyorlardı.Bu gayretler sonucu İslamiyet Türkler arasında büyük bir hızla yayıldı ve bölük bölük insanlar İslâm’a koştular. İbnü’lEsîr, 960 yılında 200.000 çadırdan oluşan Türk halkının Müslüman olduğunu kaydeder.Her çadırda yaklaşık 5 kişinin kaldığını düşünürsek bir
milyonu aşkın Türk’ün İslâmiyet’i kabul ettiğini söyleyebiliriz. Bu Türklerin Karahanlıların hâkimiyetindeki Karluk, Yağma ve Çiğil boylarına mensup olduğu tahmin edilmektedir. Aynı dönemde Oğuzlar da İslâmiyet’i kabul ettiler.Eski Türk kültürünün hâkim olduğu topraklar olan Sir Derya havzasında burada İslâmiyet hızla yayılma imkânı buldu. 961-977 yılları arasında ilk Kur’ân tercümesini gerçekleştirmek amacıyla Taşkent ve Sayram’dan âlimlerdavet edildi.
X. yüzyılda Oğuz Yabgu devletinde Subaşı (ordu kumandanı) olan Selçuk Bey Oğuz Yabgusu ile aralarında çıkan ihtilaf sebebiyle Oğuzların kışlık merkezi Yenikent’ten ayrılıp Türk ülkeleriyle İslam ülkeleri arasında bir uç şehri ve Oğuzların yazlık merkezi Cend şehrine göç etmiştir (961). Kalabalık Türk kitlesinin İslâmiyet’i seçtiği bu dönemde Selçuk’un 985 yılında Cend şehrinde İslâmiyet’i kabul etmesi Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü onun torunları tarafından kurulan Büyük Selçuklu İmparatorluğu Türklerin İslâmî dönemde kurdukları en büyük devletlerden biridir.Selçuk Bey Buhara ve Hârezm’den davet ettiği din adamları vasıtasıyla Oğuzlar arasında İslâmiyet’in hızla yayılmasını sağladı ve Oğuz Yabgusunun Cend şehrinde yıllık vergi toplamak üzere gelen memurlarını kâfirlere
haraç vermeyeceğini söyleyerek kovdu. Selçuklu Hanedanından İslâmiyet’i kabul eden ilk
şahıs Selçuk Bey’dir. O gayrimüslim Türklerle yaptığı savaşlar sebebiyle “el-Melikü’l-Gazi”ünvanıyla anılmıştır.Sâmânîlerin son hükümdarı Ebû İbrahim İsmâil el-Muntasır, kaybettiği toprakları Karahanlılar’dan geri almak için mücadele ederken (1002) Oğuz Yabgusu’yla işbirliği yaparak akrabalık kurmuş sonunda Yabgu ve Oğuzların İslâm’ı benimsemelerine vesile olmuştur.Böylece XI. yüzyılın başlarında Oğuzların büyük çoğunluğu Müslüman olmuştur.Ancak Mâverâünnehir’in doğusu ve kuzeyindeki bozkırlarda henüz Müslüman olmayan göçebe Türkler de vardı. 1043-44 yılında Balasagun ve Kaşgar civarında 10.000 çadırdan (yaklaşık 50-60 000kişi) oluşan Türk halkının da Müslüman olmasıyla Türklerin çok büyük bir çoğunluğunun İslâmiyet’i kabul ettiği söylenebilir. Doğu Türkistan’ın kuzey ve kısmen güney çevrelerinde gelişen Maniheist medeniyet Karahanlı topraklarındaki İslâm kültürüne ilgisiz kalmıştı. Ancak Uygur ülkesinde X. yüzyılda Müslüman bir topluluğun varlığından sözedilmektedir.Bununla beraber Uygurlar arasında İslâmiyet XIV. yüzyıldan itibaren büyük bir hızla yayılmış ve XV. yüzyılın sonlarında Uygurların tamamı Müslüman olmuştur.