Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

1

Monday, 21.09.2015, 16:39

Hellen Ve Roma Tarihi

EGE DÜNYASI’NIN SINIRLARI


Hellen uygarlığının kökenlerini oluşturan kültürlere geçmeden önce, bu uygarlıkların yer aldığı Ege coğrafyasına göz atmak yararlı olacaktır. Ege coğrafyası ya da daha kapsamlı bir ifade ile Ege Dünyası dendiğinde, kabaca, Ege Denizi’ne kıyısı olan ülkeler anlaşılmaktadır. Yunanistan, Makedonya ve Trakya ile Batı Anadolu, Ege Dünyası’nın kapsamı içindedir. Ege Denizi, kuzeyde Makedonya ve Trakya, batıda Yunanistan, doğuda Batı Anadolu kıyıları ve güneyde Girit Adası ile sınırlıdır.

Ege Denizi’ndeki belli başlı adalar ise, kuzeyde Thasos (Taşoz), Samothrake (Semadirek), Imbros (Gökçeada), Tenedos (Bozcaada) ve Lemnos (Limni); Batı Anadolu kıyılarına yakın olarak, kuzeyden güneye, Lesbos (Midilli), Khios (Sakız), Samos (Sisam), Kos (îstanköy) ve Rhodos (Rodos); Yunanistan’a yakın adalar, kuzeyden güneye, Kuzey Sporat Adaları, Euboia (Eğriboz), Kiklad Adaları ve en güneyde Girit’tir. Aslında, yukarıda adları verilen adalardan Rhodos ve Kos, Anadolu’nun güney-batı kıyıları açıklarındaki On İki Adalar (Dodekanesa) grubuna dahildir. Günümüzde, Ege Denizi’ndeki adalardan Imbros (Gökçeada) ve Tenedos (Bozcaada) Türkiye sınırları içinde kalırken, geri kalanlar Yunanistan sınırları içindedir. Bu tablo bize, ilgilendiğimiz coğrafi alanın esas olarak Ege Denizi veya Ege havzası ile sınırlı olduğunu göstermektedir. Ancak, Eski Hellen Dünyası’nın sınırları, yukarıda tanımlanan Ege Dünyası’nın sınırlarının çok ötesine uzanmaktadır. Ege göçleri, kolonizasyon ve Büyük İskender’in fetihleri Eski Hellen kültür ve uygarlığının neredeyse tüm Akdeniz’e hatta Hindistan’a kadar yayılmasına neden olmuştur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

2

Monday, 21.09.2015, 16:44

EGE’DE TUNÇ ÇAĞI KRONOLOJİSİ


Ege Dünyası, M.Ö. yaklaşık 3100 yılı civarında tarihöncesi çağlardan çıkmış ve “Tunç Çağı” olarak adlandırılan bir sürece girmiştir. Bu süreç yaklaşık M.Ö. 1100 civarında tamamlanır. Ancak bu tarihler daha ziyade Girit ve Yunanistan için geçerlidir; Kikladlarda süreç daha önce (M.Ö. 1400 civarında) son bulmuştur. Dönemin Tunç Çağı olarak adlandırılmasının nedeni, bakır-kalay alaşımı olan tunçtan yapılmış eşyaların ya da silahların Ege Dünyası’nda görülmeye başlamasıdır. Fakat bu metal objeler nispeten nadir olup, daha çok toplumun üst tabakalarındaki kişilerin elindedir. Tunç Çağı’nın yaklaşık ilk bin yılı İlk Tunç Çağı’nı kapsamaktadır. Tunç Çağı, Girit’te Minos, adalarda Kiklad, Yunanistan’da ise Hellas olarak adlandırılır. Örneğin Yunanistan’ın İlk Tunç Çağı’ndan söz edecek olursak, “İlk Hellas” dememiz gerekecektir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

3

Monday, 21.09.2015, 16:48

TRUVA ...


19 YY.Arkeoloji baslangıç yıllardı.Yunan medeniyeti herseyin başlangıcı diye düşünülüyordu.Sanki onlara göre öncesı bir medeniyet yoktu yada yok sayılıyordu.M.Ö8 yy izleri Gizemli bir şekilde kaybedilmisti.Yunan uygarlıgı kendisi mi varolmuştu ?Yoksa gizlenen başka bir medeniyet mi vardı.


Daha önce anlatılanlar mit diye deger verilmeyen efsanelerdi.Homeros'un eserlerinin gerçekleri söylediği düşünülmemişti.Daha önce anlatılanlar mit diye deger verilmeyen efsanelerdi.Homeros'un eserlerinin gerçekleri söylediği düşünülmemişti

Odyssey Homeros'un Büyük Destanı kurmaca olarak düşünülüyordu.Yunanlılar kendılerınden önceki medeniyetlerin kültürünü kendi medeniyeti ile harmanlayarak farklı bir konsept olarak sunulmuştur.
Çanakkale boğazı Asya ile Avrupayı ayıran dar su geçidi.M.Ö 5 yy Perslerin Antik Yunan ı istilasından I.Dünya savaşındaki Kanlı Çanakkale savaşlarına kadar olan savaşlarda doğu ve batı arasında stratejık bir yere sahip olmuştur.
M.Ö.334 yılında batıdan gelen en ünlü savaşcı Büyük İskender Asyayı Mızrak ile feth edeceginiilan etmişti.İskender Bütün Doğu ve batıyı fethetmek isteyen ve hakkındaki efsaneleri gerçek olan biridir.İlk hedefi TRUVA (İlion) oldu.


Doğu ve batı için Truva sembolikti.M.Ö.8yy Antik yunanlı şair Homeros İlyada ve Odessa destanlarında Truvayı anlatmıştı.
" ve kalabalığın her iki tarafında silahlandıklarında korkunç bakışlarla Truvalılar ve Yunanlılar arasındaki boşluğa doğru yürüdüler"
Homeros'un destanlarında tanrılardan ve yarı tanrılardan olusan Yunan ordusu Truvayı on yıl boyunca kusatır ve sonunda ele geçirir."At terbiyecisi Truvalıları ve iyi kuşanmış Yunanlıları gördüklerinde hayrete düştüler ve sınırlı bir alanda savaştılar."Büyuk İskender bu hikayeler ile büyümüstü."
Truva savaşını anlatan destanlar mit olarak gösterilsede Arkeologlar Truva'nın yerleşim yerini bulmuşlardı.Heredot, Ksenefon, Plutarkhus ve diğer Yunanlı ve Romalı klasik yazarlara göre, burası Troya’nın, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında geçen Troya’nın bulunduğu yerdir. Klasik Yunanlılar, Homeros’un Troya’yı sahiden görmüş olduğundan emin değillerdi. Buna karşılık, ne anlattığı savaşların gerçekliğinden ne de Hisarlık ve çevresinde geçtiğinden kuşku duyuyorlardı.İnsanların tanrılara benzediği (ve tanrıların da tam anlamıyla insan olduğu) bir dünyada, iki tarafın en büyüklerinin savaştığı yer işte burasıydı! Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in, dünyanın en güzel kadını Helena’yı Yunanistan’daki evinden kaçırdıktan sonra getirdiği Troya burasıydı! Yunan kralı Agamemnon’un Helena’yı geri getirmek için askerlerine hedef gösterdiği Troya burasıydı! En büyük Yunan savaşçısı Achilleus’un, Paris’in kardeşi Hektor’u öldürdüğü yer işte bu Troya’ydı. İlyada’nın son sahnesinde, Priamos oğlunun cesedini geri götürmek ve Yunanlılar ile Troyalılar arasında bir ateşkes yapmak için Achellius ile buluşmuştu.
(Truvanın en eski girişleriden biri)
İskender Truvaya girdiginde bile Truva çok eski bir sehirdi.Dokuz tarihsel katman halinde ele alınabilecek olan Truva, varlığı boyunca dokuz kere doğal afetler yüzünden yıkılmıştır; bu sebeple de kentin dokuz ayrı katmanı bulunmaktadır. Bu dokuz katman ortalama olarak 5000 yıllık bir dönemi kapsamaktadır. Konumu nedeni ile, Anadolu’da, doğu ve batı arasında bir köprü görevi gören topraklar üzerinde yer alan Truva, bu stratejik konumu ile her zaman bir çok uygarlığın hedefi haline gelmiştir.
Truva tarihcilerine göre İskender Truvadaki Athena tapınagına özel bir ziyarette bulundu.İskender kendi giysilerini çıkarıp Truvaya ait özel giysilerini giyer ve tapınağa cıkardı böylece ataları ile özel bir bağ kurardı.
İskender Pers impatatorlugunu ele geçirmesi ona göre Yunanistan'a yapılan bu saldırıların saldırıların intikamı içindi.İskender Granikos savasında Perslerle ilk karşılaşmasında başarı ile ayrılmıştı.


Truva 1. katman
Erken Bronz Çağında olan ve üst üste on tabakadan oluşan Birinci Katman Truva 90 metre çapında küçük bir alanı kapsamaktadır. Tarih olarak yaklaşık Milattan Önce 3000 – 2500 yıllarını kapsayan bu katmanın surları çok iyi korunmuştur. Zamanında iki tane kule güneydeki ana girişi desteklemiştir. Bu tabakanın en önemli kalıntısı kuzeyde bulunan 102 numaralı evdir. Bu ev ön odası ve büyük odasındaki ocağı ile megaron (içinde ocak bulunan ahşap tavanlı ön dehlize sahip kare iç mekanlı yapı) tarzındadır. Bu yapı tarzı Antik Yunan tapınaklarına öncülük etmiş ve Birinci Katman Truva’daki bu ev ilk örneklerdendir. Burada ayrıca üç ayaklı leğenler, geometrik motifler işlenmiş çömlekler ve kireç taşı veya mermerden yapılmış şematik figürinler bulunmuştur. Bu katman büyük bir yangın sonucunda yok olmuştur.
Truva 2. katman
Truva tarihinde önemli bir yer kaplayan İkinci Katman Truva, 110 metre çapında bir yer kaplar ve 7 yapı katından oluşur. Üç ana döneminde de yeni surlar yapılmıştır. Anıtsal girişinde büyük boyutlu megaronlar mimari cephe oluşturacak şekilde yan yana sıralanmıştır. Bu sıralanmayla yerleşim kent planlamacılığı açısından önemli bir aşama olmuştur. Bu planlama tarzı, daha sonraki Antik Yunan şehirlerinde de uygulanmıştır. Megaron tarzındaki evlerle birlikte Birinci Katman Truva’nın kültürü sürdürülmektedir.
Bu katmanda tunç ve bakırdan yapılma kap ve aletlerle birlikte çok sayıda gümüş ve altın bulunmuştur. Bu önemli katman bir istila sonucu yıkılmıştır.
Truva 3. katman
Üçüncü Katman (Milattan Önce 2200-2050) Truva’dan başlayarak, Beşinci Katman’a kadar Truva’nın parlak çağının yok olduğu görülmektedir. 4 yapı katından oluşan ve parlak çağın yok olmaya başladığı bu katmanda yaşam tarzı fazla değişmemiştir. Bu katmandaki kalıntılar genel olarak dar sokaklar ve moloz taşlarla yan yana yapılmış küçük evlerdir. Ayrıca surlarda tümüyle taştan yapılmıştır. Küçük kalıntılarda önemli bir yenilik olmamakla birlikte, yeni kap biçimleri, gaga ağızlı testiler, çan biçimli maşrapalar ve kaseler, bulunmuştur. Çok zenginler için yapıldığı düşünülen az sayıda çark yapımı kaplar bulunmuştur.
Truva 4. katman
Erken Tunç Çağı’nın son yerleşimini oluşturan 4. katman Truva 5 yapım evresinden oluşmuştur. Bu katmanda sur duvarları da yoktur. Kil döşemeli taş temel üzerine kerpiçten bitişik düzende inşa edilen evlerin avlularında, kubbeli fırınlar ortaya çıkarılmıştır.
Truva 5. katman
Orta Tunç Çağı’na geçiş olan beşinci katman Truva’da 6 yapım evresi olmuştur. Basit bir sur tarafından çevrelenen yerleşmedeki evler mimari olarak dördüncü katmanla büyük ölçüde aynıydı. Ancak işçiliği daha düzgün, daha düzenli ve evlerin boyutları daha büyüktü. Ayrıca iç mekanda arı kovanı biçimindeki fırınlar, şekiller ve kubbeli ocakların sayılarında artış olmuştur. Bu artışlar, değişimler yaşam tarzında bir değişmeyi, bir gelişmeyi göstermektedir. Anadolu Uygarlıkları / Truva
Truva 6. katman
Üç ana dönem ve sekiz yapı katından oluşan 6. katman Truva’da yapılan surlar ve evler üstün bir zevkin ve işçiliğin ürünüdür.
Günümüze kadar gelen Sur Duvarları, beş kapı ile birbirine bağlanan altı bölümden oluşmuştur. Günümüze kadar en sağlam kalan bölümü birinci bölümdür. Anıtsal kulesiyle birlikte bu bölüm 8 metre genişliğinde ve 18 metre uzunluğundadır. Zamanında 9 metre yüksekliğinde olan kule, Akropolis dahil bütün platoyu gören bir gözetleme kulesidir. Bu kulenin ortasında, kayaya oyulmuş ve 8 metre derinliğinde kuyuyu kuşatan bir sarnıç vardır.
Kaliteli olan işçiliği ile dikkat çeken 2. bölüm 1. bölümün güneyinde bulunmaktadır. 2. bölümden günümüze 41,5 metre uzunluğunda, 4,5 metre kalınlığında ve 4 metre genişliğinde bir kısmı gelmiştir.
90 metre uzunluğundaki ve güneye doğru uzanan 3. bölümün güney kısımları Bouleterion ve Schliemann’ın yarıkları ile kısmi bir tahribata uğramıştır. Ancak doğu kısmı günümüzde oldukça iyi durumdadır.
121 metre uzunluğundaki 4. bölüm güneydedir. Altıncı katman Truva’daki en önemli kalıntı 4. bölümün 450 metre kuzeybatısındaki geniş hendektir.
Diğer bölümlerin yarısı kalınlığında olan ve küçük taşlarla inşa edilmiş 5. Bölüm özgün durumunu bugüne kadar korumuştur.
6. bölüm, 5. Bölümün kuzeyindedir ve sadece alt kısmı açığa çıkartılmıştır. Üst kısmı ise Helenistik ve Roma dönemlerinde tahrip edilmiştir.
Tepenin üst kısmında 6. Katman Truva’nın önemli yapıları ve sarayları bulunmaktadır. Truva 6’nın Akropolis’indeki yapılar Helenistik dönemde, stoalar ile Athena Tapınağı yapılırken ve Roma döneminde genişletilirken tahrip edilmiştir. Schliemann ise tahrip edilmeyen kısımları yok etmiştir.
Bütün bunlara rağmen, kazılarla ortaya çıkarılan yapılar çok ilgi çekicidir. Ustalıkla yapılmış yapıları ve kent planlamasıyla ve özenli işçilikle inşa edilmiş surlarıyla Altıncı Katman Truva bütün antik dünyadaki kentlerin en sıra dışı olanı ve en güzeli olarak kabul edilir. Truvalılar bu dönemde üst düzey bir kültürel yaşantı geçirmişlerdir. Kentin altın çağı olarak nitelendirilen Truva 6 büyük bir deprem ile tahrip olmuştur.
Truva 7. katman
Yapılan kazılarda 7. Katman A Truva’da kültürel yaşam anlamında bir kesinti olmadığı görülmektedir. Çünkü 6. katman Truva’da görülen seramiklerin aynı bollukta ve kalitede bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bunlara ek olarak bu katmanda, bir önceki katmana ait işlenmemiş taşların kullanıldığı duvarlarda vardır.
Homeros’un İlyada’sının geçtiği dönemin en çok bu katmanda geçtiğine inanılıyor. Buna inanılmasının bir sebebi Yunan Mitolojisi Kronolojisine göre Truva duvarlarının inşası ile 7. Katman A Truva’nın tarihlerinin birbirini tutması.
Buna ek olarak kazılarda bulunan bazı kalıntılar bu dönemin bir savaş sonucu, belki de efsanevi Truva Savaşı ile yıkıldığını göstermektedir. Evlerde ve sokaklarda insan kemikleri bulunmuştur. Ayrıca kuzey batıdaki surlarla bulunan iskeletlerin çene kemikleri ve kafa tasları kırıktır. İkisi kalede biri şehirde olmak üzere üç tane de bronz ok başı bulunmuştur.
Arkeolog Ekrem Akurgal bu katmanın Homeros’un İlyada’sının gerçekleştiği zaman olmadığını mimari verilerle ortaya koyuyor. Bu katmanda insanların harap evlerini ve sur duvarlarını onardığını, bununla beraber evlerin daha kalitesiz olduğunu belirtiyor. Ayrıca mimari düzenleme ve planlamada da değişim görülmekte ve sanatsal ayrıntı ve ölçütlerin 6. katmana oranla çok daha düşük olduğunu vurgulamaktadır. Tamamlanmamış ve düzensiz evlerin 6. katmandaki evlerle kıyaslanamayacağını söyler.
Homeros’un yazdığı efsanevi savaşla yıkılıp yıkılmadığı tam belli olmamakla birlikte pek fazla sürmeyen 7. Katman A Truva, Yunanlılar tarafından tahrip edilmiştir.
Truva 8. katman
Sekizinci Katman Truva’daki Helenistik uygarlığın izleri milattan önce 7. yüzyıldan önceye gitmez. Kentin güney batısında ortaya çıkartılan ilk Helenistik yapıya Yukarı Temenos adı verilmiştir. Ortasındaki sunak taşıyla beraber bu duvar Helenistik döneme aittir. Temenos’un kuzeydoğu duvarı Helenistik dönemin rustik (yüzeyleri kaba pürüzlü taş bloklar) taş işçiliğinin güzel bir örneğidir. Bu sunak taşının batısındaki sunak ise Roma dönemine aittir. Aşağı Temenos adı verilen güneydeki kutsal alanda ise Helenistik döneme ait 2 adet sunak taşı vardır.
Kentin güneydoğusunda, Helenistik dönemde inşa edilmiş olan en önemli yapı, Athena Tapınağı, bulunmaktadır. Homeros eserlerinde bu yapıdan bahsetmektedir. Büyük İskender zamanına ait olan bu yapı, onun komutanlarından biri olan Lysimakhos zamanında (milattan önce 323-281) yapılmıştır. Dor düzeninde inşa edilen tapınaktan bugüne sadece içindeki parçalarla birlikte kazılmış bir çukur gelmiştir. Truva Müzesinde bu tapınağa ait parçalar görülebilir.
Truva 9. katman
Dokuzuncu Katman Truva’daki kalıntılar Roma dönemine aittir. Afrodit’in oğlu ve Truva Savaşı kahramanı Aeneas’ın torunları olduğuna inandıkları için Romalılar, Truva’ya büyük bir önem vermişlerdir. Roma İmparatoru Jül Sezar (milattan önce 100-44) buraya adaklar sunmasına rağmen buradaki somut planları İmparator Augustus (milattan önce 63 – milattan sonra 14) gerçekleştirmiştir.
Augustus döneminde birçok yeni yapının yapılmasının yanı sıra Athena Tapınağı’nın temenosu genişletilmiştir. Tapınağın dört bir yanı 80 metre yüksekliğindeki sütünlarla kuşatılmıştır. Bu yapılar yapılırken bir diğer yanda Altıncı Katman Truva’nın önemli yapıları ve Yedinci Katman Truva’nın evleri yıkılmıştır. Ayrıca Yedinci Katman Truva surunu kapatan Roma Surları bu dönemde inşa edilmiştir. Bu döneme ait bir diğer yapı ise tapınağın güneyindeki Anıtsal Giriş’tir. Athena Tapınağı ile surlar arasına birçok Roma yapısı yapılmıştır. Altıncı Katman Truva’nın ana girişinin doğusunda bulunan ve yarısı surların üzerine inşa edilmiş Bouleterion (Tiyatro B/Meclis Binası) ve Tiyatro C’de Roma dönemine ait yapılardır.
Truva Efsanesi, Savaş ve Tahta Atı
"Zamanımızdan takriben 3200 yıl önce Çanakkale Boğazı yakınlarında “Troya isimli bir kent varmış. Bu kentin, barışsever; fakat cesur insanları, kralları, Priamos’un idaresi altında uzun yıllar barış içinde çok mutlu bir hayat sürmüşler.
Tanrılar, bu mutluluğu onlara çok görmiş olacaklar ki Troyalıların başına bir çorap örmeye karar verdiler.
Birgün, Kral Priamos’un karısı Hekabe çok kötü bir rüya gördü. Rüyasında, karnından ateşler çıkmakta ve ateşin dumanı, bütün Troya surlarını sarmaktaydı. Hekabe, bu rüyasını önce karısına; daha sonra da bir kahine anlattı. Kahinin yaptığı yorum, hiç de iç açıcı değildi. Ona göre, Hekabe, hamileydi ve doğacak olan çocuk, ilerde Troyalıların başına büyük dertler açacaktı. Onun için bebek doğar doğmaz öldürülmeliydi. Bu kehanete inanan Kral Priamos, çocuk doğduktan sonra bir adamını bebeği öldürmek için görevlendirdi. Savunmasız yeni doğmuş bir bebeği öldüremeyen Troya’lı onu o zamanki adı “İDA” olan “Kazdağı”na götürüp, bir ormana bıraktı. Nasıl olsa, yabani hayvanlar onu öldürür diye aklından geçirdi. Ama bebeği, yabani hayvanlardan önce bir çoban buldu. Bu çocuk ilerde gerçekten Troya’lıların başına birçok dertler açacak olan Paris’ti.O sırada Tanrıların yaşadığı Olympos dağında, ilginç bir kargaşa cereyan etmekteydi.
Kral Peleus ile Deniz perisi Thetis’in evlenme merasimine kavga tanrıçası Eris, huzursuzluk çıkartır gerekçesiyle davet edilmemişti. Bu işe çok gücenen Eris intikam almaya karar verdi. Üzerinde “EN GÜZELE” yazılı, altından bir elmayı, şölenin yapıldığı salonun ortasına bırakıverdi. Doğal olarak bütün tanrıçalar, bu elmaya sahip olmak istediklerinden uzun tartışmalar oldu. Sonunda 3 büyük tanrıça dışında diğerleri çekildiler. Ama Kudret tanrıçası Hera, Zeka tanrıçası Pallas Athena ve Aşk tanrıçası Afrodit elmaya sahip olmakta ısrar ettiler. Her üçü de tanrı Zeus’a giderek, onun hakemlik yapmasını istediler. Baba tanrı Zeus, onların hiçbirini gücendirmek istemediği için diplomatça davranıp, bu işlerden pek anlamadığını söyledi. Asıl amacı ise bu belayı Olympos’tan uzaklaştırmaktı. Onların Olympos’un tadını kaçıracaklarını anladığı için, hakemliği bir ölümlünün yapması gerektiğini söyledi. – “Gidin” diye gürledi tanrıların babası “Irmakları bol İda dağına, orada Paris adında Troya’lı bir prems yaşamaktadır. Bu işlerden en iyi anlayan odur.”"

Derleme; AKCAN MİR

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

4

Monday, 21.09.2015, 16:51

Troya Savaşı Gerçekten Oldu Mu?


Çanakkale’den sadece birkaç kilometre uzaklıkta, Trakya’yı Anadolu topraklarından ayıran dar boğazın Asya yakasında, Hisarlık adlı küçük bir tepe vardır.
Heredot, Ksenefon, Plutarkhus ve diğer Yunanlı ve Romalı klasik yazarlara göre, burası Troya’nın, Homeros’un İlyada ve Odysseia’sında geçen Troya’nın bulunduğu yerdir. Klasik Yunanlılar, Homeros’un Troya’yı sahiden görmüş olduğundan emin değillerdi. Buna karşılık, ne anlattığı savaşların gerçekliğinden ne de Hisarlık ve çevresinde geçtiğinden kuşku duyuyorlardı.
İnsanların tanrılara benzediği (ve tanrıların da tam anlamıyla insan olduğu) bir dünyada, iki tarafın en büyüklerinin savaştığı yer işte burasıydı! Troya Kralı Priamos’un oğlu Paris’in, dünyanın en güzel kadını Helena’yı Yunanistan’daki evinden kaçırdıktan sonra getirdiği Troya burasıydı! Yunan kralı Agamemnon’un Helena’yı geri getirmek için askerlerine hedef gösterdiği Troya burasıydı! En büyük Yunan savaşçısı Achilleus’un, Paris’in kardeşi Hektor’u öldürdüğü yer işte bu Troya’ydı. İlyada’nın son sahnesinde, Priamos oğlunun cesedini geri götürmek ve Yunanlılar ile Troyalılar arasında bir ateşkes yapmak için Achellius ile buluşmuştu.
Achellius – Priamos görüşmesini tasvir eden kabartma ve resimler:



Ama Odysseia’yı okuyanların bildiği gibi, öykü orada noktalanmamıştır. Paris, Achellius’un topuğuna indirdiği ölümcül bir darbe ile kardeşinin intikamını almıştır. Ve dev tahta atın yardımıyla, Yunanlılar Troya surlarının içine sızarak, en sonunda şehri tahrip etmişlerdir. Böylece Troya’nın altın çağı sona ermiş ve çok zaman geçmeden, Yunanistan’ın altın çağı başlamıştır.
Bütün bunların gerçekliğine ve Hisarlık’ta geçtiğine duyulan inanç, daha sonra fatihleri bölgeye çekmişti. İÖ 480’de Pers Kralı Kserkes, Çanakkale’den Yunan topraklarına geçmeden hemen önce, Hisarlık yakınlarında bin boğa kurban etmişti. Bir buçuk yüzyıl sonra, Büyük İskender birliklerini ters yönde harekete geçirdiğinde, aynı yerin yakınlarında Achellius’un anısına adaklar adadı. Tüm Ortaçağ ve Rönesans’ta, gezginler Troya olduğuna inandıkları Hisarlık’ı ziyaret etmeyi sürdürdüler.
Ne var ki, on sekizinci yüzyıldan başlayarak, bilim insanları daha kuşkucu bir yaklaşım benimsemeye başladılar. Birçoğu, bırakalım Homeros destanlarının anlattığı anıtsal savaşı, Troya’da bir savaş olduğundan bile kuşkulanıyordu. Onlara göre. bir kere Heredolos ile Homeros arasında yüzlerce yıllık bir mesafe bulunuyordu; üstelik yine yüzlerce yıllık bir zaman dilimi, allın çağ denilen dönemi ozanın yaşamından ayırıyordu.
On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına kadar, araştırmacıların sadece küçük bir azınlığı, İlyada Odysseia’nın gerçek olayları aktardığına inanıyordu. Eğer tarihte gerçekte Troya diye bir şehir varsa, bu şehrin Hisarlık’ta olduğuna inananlar daha küçük bir azınlıktı. Çoğunluk İlyada ve Odysseia’nın tarih değil, büyük bir destan olduğunu düşünüyordu.
Troya’nın gerçekliğine inanmayı sürdürenler arasında, bölgedeki ABD konsolosu ve amatör arkeolog. Frank Calvert de vardı. 1860’ların ortasında, Calvert Hisarlık’ta birkaç ön kazı yapmış, klasik çağlara ait bir kale kalıntısı ve İskender döneminden kalına bir sur bulmuştu. Buldukları cesaret vericiydi ama Calvert’i Hisarlık’ın altında birçok tarihsel katmanın bulunduğuna ve burası için kendisininkinden daha çok para yutacak türde bir kazının zorunluluğuna da inandırmıştı.
Calvert, daha sonra, 1868’de, bölgeyi ziyaret eden Homeros tutkunu bir Alman milyoneri, Heinrich Schliemann’ı yemeğe davet etti. Calvert’in tersine, Schliemann’ın bu konuda bir şeyler yapabilecek kadar çok parası vardı.
1870’de ekibiyle birlikte kazıya başladı.
Schliemann, Homeros’un Troya’sının ancak Hisarlık’ın alt katmanlarına bir tünelle inilerek bulunabilecek kadar eski olduğuna inanıyordu. Böylece, doğrudan katı kaya yatağına ulaşıncaya kadar, tepenin çok büyük bir kesimini açtı. Kazarken, çeşitli Taş Devri eşyaları bulması kafasını karıştırdı, çünkü bunların mantıksal olarak Homeros’un betimlediği Tunç ya da Taş Devri şehrinin altında bulunması gerekirdi. 1872 Mayısında, Schliemann günlüğüne yazdığı notta “kafasının karıştığı”nı itiraf etti. Gene de kazıyı sürdürdü.
Derken, 1873 Mayısında sözcüğün gerçek anlamıyla altın buldu. Schliemann, daha sonra öyküyü anlatırken söylediği gibi, işçilerinin altın parıltısına gösterebileceği tepkiden çekinmişti. O günün doğum günü olduğunu o anda hatırladığını söyleyerek, kazıyı paydos etmişti. Sonra altını salıyla kaçıracak olan karısı, Sophia’yı çağırmıştı. Schliemann çifti rüyalarını süsleyen hazinelerini ancak daha sonra inceleyebilmişti. Binlerce altın yaprak parçasından oluşan 2 altın taç, 60 altın küpe ve 8750 altın yüzük dahil, nadide altın ve bakır işleri vardı.
Schliemann, bunun Helena’nın mücevherlerinin de bulunduğu Kral Priamos’un hazinesi olduğu sonucuna varmıştı. Daha sonra, kraliyet ailesinin bir üyesinin Yunanlılar şehri yağmalarken, hazine sandığını kaçırdığı spekülasyonunu yapmıştı. Hazine sandığı ve şehir alevler içinde kaldığında, talihsiz Troya enkaz yığınına dönüşmüştü. Schliemann, mücevherlerin yakınlarında bulunan bakır anahtarın, bir zamanlar sandığı açmak için kullanıldığım sanmıştı.
Hazinenin güvenliğinden hala kaygılı olan Schliemann, hazineyi Yunan sınırından kaçırdı. Bu, Türk yetkililerinin hoşuna gitmedi ve Schliemann’ı mahkemeye verdiler. 1875’de Schliemann’ın Türk hükümetine elli bin frank ödemeyi kabul etmesi karşılığında, Türkler bu eşsiz ve paha biçilmez hazinenin mülkiyetinin ona ait olduğunu onayladı.
Ama Schliemann’ın o anda uyduruverdiği gibi, bu ‘Priamos’un Hazinesi’ miydi? Schliemann özel konuşmalarında bazı kuşkuları olduğunu itiraf etmişti. Hazine ne denli muhteşem olursa olsun, Hisarlık’ın Homeros’un Troyası olduğunu gösteren başka işaretlerin olmayışı hala yeterli açıklama bekliyordu. Schliemann, destanların yazdıklarına bakarak, beklediği geniş caddeler ya da kuleler ve giriş kapıları değil, tarih öncesine ait küçük bir yerleşimin kalıntılarını bulmuştu.
Kazıyı yeniden başlatma niyetindeydi ama hazineyi ülkeden kaçırdığı için kendisine hala kızgın olan Türkler ona kazı izni vermeyi reddetti. Böylece hareketsiz kalabilecek birisi olmayan Schliemann, Troya Savaşı arayışını başka yerde sürdürmeye karar verdi.
Eğer Priamos’un krallığına ulaşamazsa, bunun yerine Agamemnon’unkine ulaşma niyetindeydi. Burada da, klasik yazarlar ipuçları veriyor ve Yunanistan’ın Argolic Yarımadası’ndaki Korent’in güneyinde yer alan Miken’e işaret ediyorlardı. Miken’in eski Yunan krallarının gömüldüğü yer olduğu düşüncesi çok eskilere uzanıyordu ve Hisarlık’ın aksine Miken ortalıkta görülebilen, etkileyici harabeleriyle övünüyordu.
Schliemann’ın aklına, hiç kimsenin daha önce araştırmadığı Miken surlarının dışını kazmak gibi parlak bir fikir gelmişti. Sonuçlar Hisarlık’takinden çok daha gösterişliydi. Hepsi altınla kaplı, yanlarında iki çocuk da olan on dokuz erkek ve kadın mezarının kalıntılarını bulmuştu. Mezarlarda altın ve gümüş işli tunç kılıç ve hançerler, altın ve gümüş kap ve kutular ve yüzlerce süslü altın parça bulunmuştu. Erkeklerin yüzleri, olağanüstü işçiliğe sahip, portre oldukları sanılan altın masklarla örtülüydü. Her zamanki gibi, olayları dramatize etme yeteneğiyle Schliemann, Agamemnon’un yüzünü görmüş olduğunu ilan etti.
Schliemann, Homeros’un gerçek insanları ve gerçek savaşları anlatmış olduğuna artık daha çok inanıyordu. Bununla birlikte Miken’deki muhteşem mezarlığın Hisarlık’taki küçük kasabayı iyice arka plana itmiş olmasının yol açtığı çelişki Schliemann’ı rahatsız etti. En sonunda, 1890’da, Türkler Schliemann’a Hisarlık kazılarına devam etme iznini ancak yüksek miktarda nakit para karşılığında verdi.

Bu kez Schliemann, Priamos hazinesini bulduğu şehrin yirmi beş metre dışında, tepenin batı sınırı yakınlarını kazdı. Orada büyük bir binanın kalıntılarını buldu. Nihayet bu, Homeros kahramanlarına layık bir yapıydı; Schliemann burasının Priamos’un sarayı olabileceğini düşündü. Üstelik işçiler binanın duvarlarının içinde tartışmasız Miken tarzı ve süslemeleriyle bir çömlek kalıntısı bulmuştu. Böylece Schliemann aradığı Miken ve Troya ilişkisini bulmuştu! Eğer birbirleriyle savaşmadıysalar, en azından ticaret yapmış olmalıydılar.
Ne gariptir ki, 1890 aynı zamanda, Schliemann’ın korkulu rüyasının gerçekleştiği yıldı; çünkü yeni bulgular Schliemann’ın 1870’de kazdığı kasabaya göre, yüzeye çok daha yakın katmanlarda bulunmuştu. Bu, Homeros’un Troyası’nın Schliemann’ın hazineyi bulmuş olduğu küçük yerleşimden yüzyıllar sonra yapıldığını gösteriyordu. Dolayısıyla, hazine ne Priamos’a ne de herhangi bir İlyada kahramanına ait olabilirdi. Daha kötüsü, bu bir an önce tepenin dibine varmak için sabırsızlanan Schliemann’ın, Homeros’un Troyası’nın kalıntılarını kazıp geçmiş olduğu anlamına da geliyordu. Böylece umutsuzca peşinden koştuğu şehrin bazı kalıntılarını neredeyse kesin olarak ortadan kaldırmıştı.
Schliemann’ın 1890’da ölmesi üzerine kazıları sürdürmek eski yardımcısı Wilhelm Dorpfeld’e düştü. Dorpfeld yılın başlarında ortaya çıkarılan büyük evin, Schliemann’ın aradığı Tunç Devri şehrine ait olduğunu öne sürdü ve kazıya ilk kasabanın batısı ve güneyi yönünde devam etti. 1893 ve 1894 yıllarında, daha çok sayıda büyük ev, bir gözetleme kulesi ve üç yüz metrelik şehir surunu ortaya çıkardı. Ayrıca çok sayıda Miken çömleği de buldu.
Dorpfeld, burasının Homeros’un Troya’sı olduğu sonucuna vardı. Gerçekten de, Schliemann’ın bulduğu binalar göz önüne alınırsa, kule, büyük evler ve geniş caddeler ozanın anlattıklarına daha uygun düşüyordu. Dorpfeld’in Hisarlık katmanlarını analizi, onu Schliemann’ın küçük yerleşiminin Hisarlık’taki ikinci yerleşim olduğu ve yaklaşık İÖ 2500 yılına tarihlendirilebileceği sonucuna götürdü. Dorpfeld’in Troya’sı, aynı alanda inş:ı edilen altıncı şehirdi ve İÖ 1500 ile 1000 yılları arasında kurulmuştu. Kesin olmasa da, Dorpfeld’in bulduklarını Troya Savaşı’nın geleneksel tarihine yaklaşık İÖ 1200 iyice yaklaştıran tarihleme, Homeros’un Troya’sını bulmuş olduğu inancını pekiştirdi.
Dorpfeld’in görüşleri yaklaşık kırk yıl, Cari Blegen’in liderliğinde bir Amerikan ekibinin Hisarlık’a ulaştığı ana kadar geçerliliğini sürdürdü. Blegen’in 1932 ve 1938 yılları arasındaki kazıları, Dorpfeld’in hipotezinde bazı ciddi sorunlara işaret etti. Blegen, altıncı Troya’nın yok oluşunun bir Yunan istilasına bağlanamayacağı sonucuna ulaşmıştı. Surun bir parçasında temel değişikliğe uğramışken, diğer parçalar tamamen yıkılmış görünüyordu. Blegen, bu tip bir hasarın tanrısal özelliklere sahip bile olsa insan ürünü olamayacağına inanıyordu. Dolayısıyla bu hasarı ancak bir depremin yaratabileceğini düşündü.
Blegen’a göre, Homeros’un Troya’sı Hisarlık’taki bir sonraki yedinci yerleşimdi. Troyalılar, depremden sonra şehri tamamen farklı biçimde yeniden inşa etmişti. Altıncı Troya’nın büyük evleri şimdi küçük odalara bölünmüş ve geniş caddelerin kenarına, içlerinde her biri tabana saplanan büyük malzeme çömlekleri bulunan minik evler inşa edilmişti. Blegen, bütün bunlara bakarak, bu yerleşimin kuşatma altında bir şehir olabileceği izlenimi edinmişti. Yunanlılar Troya surlarının dışında bulunduğundan kullanılabilen her yere göçmenler ve eşyalar doldurulmuştu. Blegen, yedinci şehrin altıncıdan kısa süre sonra düştüğü sonucuna ulaştı; dolayısıyla kalıntılar Troya Savaşı için verilen geleneksel tarihlemeye hala uygundu.
Önce Schliemann, sonra Dorpfeld, sonra da Blegen; bu üç arkeolog da Homeros’un Troya’sının Hisarlık’ta gerçi farklı katmanlarda bulunduğuna inanıyordu.
Onlardan sonra gelen bilimciler ve arkeologların çalışmaları üçünü de cesaretlenebilirdi. En umut verici kanıtlardan biri, İÖ 1200’den sonra yayılan Hitit uygarlığının kalıntılarından geldi. 1970’ler ve 1980’lerde, bilimciler orada bulunan kil tabletleri çözdüler. Bunların bir kısmında Hititlerin ilişkide olduğu yabancı kral ve diplomatların adları bulunuyordu. Bazı bilimciler, bu adların arasında Priamos ve Paris’in Hititçe’ye çevrilmiş adlarına rastladıklarını öne sürdüler.
Tekrar Hisarlık’ta, 1990’ların ortasında, Alman arkeolog Manfred Korfmann, Dorpfeld Blegen’in ortaya çıkardığı şehir surlarının bilinen sınırlarının dışında nerelere uzandığını saptamak amacıyla, yeni uzaktan belirleme teknolojisini kullandı. Korfmann’ın Troya’sı, Homeros kahramanlarına önceki meslektaşlarınınkinden daha çok yakışan bir kaleydi. Korfmann’ın analizleri, Troya surlarının İÖ 8. yüzyılda, Homeros’un bölgeye yaptığı olası ziyareti sırasında hala görülebildiğini de göstermişti.

Bununla birlikte, bilimcilerin çoğunluğu bugün herhangi bir sonuca ya da en azından Schliemann, Dorpfeld ya da Blegen’inki kadar dramatik sonuçlara balıklama atlamayacak kadar temkinli. Onlar Hitit tabletlerinin çok fazla yoruma açık olduğunu ve bırakın bir Hector ya da bir Helena’yı ya da bir Achilleus ya da Agamemnon’u, Paris ya da Priamos’un yaşadığı konusunda kesin bir kanıt oluşturmadığını vurguluyorlar.
Bilimcilerin çoğunluğu Troya Savaşı’nın gerçekliğinin kesin olarak söylenemeyeceğim itiraf ediyor. İlyada ve Odysseia, hem ozanın canlı hayal gücünün hem de uzun süren bir altın çağa duyulan özlemin ürünü olduğundan, bu özellikleriyle destanlar kesinlikle güvenilir bir tarihsel anlatı olamazlar. Ama Hisarlık tepesinde, bir zamanlar Miken kalesi kadar büyük bir şehrin bulunmuş olduğu konusunda hiçbir kuşkunun kalmamış olması, Schliemann’ı haklı çıkarmıştır. Tarihçiler her iki şehirde de yaşamış olan insanların adları ve yaptıkları konusunda kesin bir şey söyleyememekle birlikte, bu iki halkın büyük olasılıkla birbiri hakkında epey bilgi sahibi olduğunu düşünüyorlar.
Troya halkı ve Miken halkı birbiriyle konuşmuş, ticaret yapmış ve çok akla uygun olarak, savaşmıştı.
Schliemann ve Homeros en azından bu kadarıyla haklı çıkmışlardı.

Kaynak:
Tarihin Büyük Sırları – Paul ARON
S: 33-40

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

5

Monday, 21.09.2015, 21:21


Kiklad Uygarlığı

"...Kiklad Uygarlığı, (diğer adları ile Kiklad Kültürü, Kikladik Periyod) Ege Denizi içinde kalan, bugün Tavşan Adaları olarak adlandırılan, adalarda yaşayanların M.Ö. 3000 - M.Ö. 2000 yılları arasında, Erken Tunç Çağı'nda kurdukları medeniyet.
Yapılan tüm kazı ve araştırmalarda bulunan eserler, belirli bir çağa geldikten sonra ortaya çıkmış eserlerdir. Bulunan ögelerin hiçbiri bize hemen hemen Kikladların ne zaman, nereden buralara yerleştiği hakkında bilgi vermez. Bir çok tarihçi Kikladların, Yunanistan topraklarına ve adalara başlayan göç hareketi sırasında buralara Anadolu'dan geldiği konusunda birleşir. Bir kısım tarihçi ise Kikladlar'ın Truva şehirleri ile bağlanıtlı olduğu görüşünü savunur.
Bir başka görüşse adaların, Kikladlardan da önce, Karyalılar'ın bir kolu olan kavimlerce bilindiği ve Delos Adası'nda onların yaşadığı yönündedir. Fakat bu hipotez 1965 - 1965 yıllarında gerçekleştirilen kazılarda çürütülmüş, bahsedilen tarihlerde adada Kikladlar'ın çoktan yerleşmiş olduğu saptanmıştır. "
Kiklad Adaları biri gezmiş anlatmış: "...Pire’den Türkiye’ye doğru gelirken, feribotların öncelikle uğradığı adalar topluluğu, kıraç topraklarına karşın özgün mimarileriyle öne çıkan Kiklad Adaları (Orta Ege) oluyor. Kiklad sözü, “cyclades-circle”dan geliyor. Bu adalar topluluğunun tam ortasında yer alan ve bugün üzerinde yerleşim yeri bulunmasa da arkeolojik değeri yüzünden günü birlik turların düzenlendiği Mikonos’un hemen yanıbaşındaki kutsal Delos Adası’nın etrafında dairesel biçimde yerleşmiş adalar anlamına geliyor. Burada günışığına çıkan ve Kiklad sanatlarını günümüze kadar taşıyan heykelleri de Atina’daki müzelerde görmek mümkün."

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

6

Monday, 21.09.2015, 22:27



GİRİT UYGARLIĞI:
Girit adasının Knossos yöresinde 1900 ile 1936 yılları arasında kazılar yapan İngiliz arkeoloğu Arthur Evans (1851-1941) zengin bir biçimde süslenmiş olan bir saraya rastladı. Bu mimari şaheser, Girit’te o güne değin keşfedilmiş tüm Avrupa uygarlıklarından daha seçkin ve yüksek bir uygarlığın bulunduğunu göstermekteydi. O günden bu yana adanın başka bölgelerinde (İtalyanlar tarafından Phaistos’ta, Fransızlar tarafından Mallia’da, ve daha sonraları Yunanlılar tarafından Zakro’da) başka saraylar da bulundu ve bu uygarlık konusunda bildiklerimiz daha dengeli bir düzeye erişti.

İnce uzun bir ada olan Girit, Avrupa’nın ilk uygarlığını kuran Minoslular’ın yurdu idi. Genellikle dağlarla kaplı olan ve engebeli güney kıyısı boyunca yalnız Mesara ovası bulunan bu adada uygarlığın niçin geliştiğini açıklamak kolay değildir.

Girit uygarlığı ya da Minos uygarlığı: Tunç çağında, bugün Yunanistan’a bağlı olan, Ege denizi içindeki Girit Adasında; MÖ. Yaklaşık 3500’lerde doğmuş bir uygarlık. Minos uygarlığı: MÖ.2700 ile 1450 yılları arasında, en parlak dönemlerini yaşadı ve eski gücünü yitirmesinin ardından Girit üzerinde “Miken” kültürü baskınlaşmaya başladı.

Girit uygarlığının, tüm dünyada yaygın olarak kullanılan bir adı olan “Minos” terimi: ülkenin mitolojik kralı “Minos”tan esinlenilerek İngiliz arkeologlar tarafından türetilmiş ve daha sonra köklü bir biçimde yerleşmiştir. Ancak: Giritlilerin bu dönemde kendilerini ne olarak adlandırdıkları bilinmemektedir. Eski Mısır kaynaklarında Keftiu, Sami dillerindeki Kaftar ve Suriye’deki Mari kentinde bulunan yazıtlarda Kaptara olarak geçen bir yer adının Girit Adasına ait olduğu sanılmaktadır.

Girit uygarlığının dağılmasından sonra, ortaya çıkan “Odysseia destanı”nda, Homeros, Girit’in yerlilerini “Eteokritiki” olarak adlandırmıştır. Bunların, Girit uygarlığının yıkılması ile “Miken” uygarlığının oluşması arasındaki süreçte, önceden adada yaşayan Giritlilerin torunları oldukları sanılmaktadır.

Girit sarayları: adadaki arkeolojik kazı çalışmaları sonucu ortaya çıkarılmış en önemli, en bilinen yapı türleridir. Bu saraylar, arkeologlar tarafından gün yüzüne çıkarılan pek çok belgenin söylediklerine göre, yönetim işlerinin halledildiği noktalardı. Bugüne dek adada bulunan ve toprak altından çıkartılan her bir sarayın, kendine özel bir özelliği vardır ve hiç biri, birbirine benzememektedir. Ancak, kendilerini diğer yapılardan ayıran ortak özelliklere de sahiptirler. Her bir saray, iç ve dış merdivenler ile ulaşılabilecek çok katlı yapılardır. Sarayları oluşturan öğeler arasında kuyular, çok büyük kolonlar, depo ve kilerler ile geniş avlular da vardır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

7

Monday, 21.09.2015, 22:29

Minos Uygarlığının Başlangıç Dönemi

Bir efsane kahramanı olan Knossos kralı Minos’tan adlarını alan Minoslular (Girit’te yaşayanlara bu adı Evans vermişti.), bu adada Tunç devrinin başlarında, (M.Ö. 3000 yıllarında) esrarengiz bir biçimde ortaya çıktılar. Bunlar ya Anadolu’dan, ya da son zamanlarda ileri sürüldüğü üzere, Filistin’den göç etmişlerdi. Menasara ovasında sık sık rastlanan daire biçimindeki mezarlar, Minoslular’ın denizaşırı ülkelerle ilişkilerini sürdürdüklerini ve Doğu Akdeniz bölgesinde zamanla büyük bir ticaret ağı kurduklarını ortaya koydu.

M.Ö. 2000 yıllarında ekonomik ve toplumsal gelişmenin ilk mimari ürünleri olan Eski Saraylar yapılmaya başlandı. Daha sonraları yapılan eklentiler ve değişiklikler nedeniyle bu sarayların ayrıntıları konusunda fazla bir şey bilinmiyor. Ancak Knossos’ta, Malia’da ve özellikle Phaistos’ta gördüklerimiz, bu uygarlığın yapı sanatında ne kadar ileri gittiğini göstermeye yetiyor. Yapıcılığın teknik yetkinliklerinden daha da önemlisi, toplumsal örgütlenme yolunda görülen belirtilerdir. Minoslular’ın bir uygarlık kurduklarına şüphe yoktur.

Yazıyı kullanmaları bunun en önemli ölçülerinden biridir. Girit’te bulunan ilk yazı kalıntıları resim simgelerinden oluşan bir hiyeroglif alfabesinin varlığına işaret etmektedir. Phaistos’taki ilk saraydan çıkan çamur tabletler ise, zamanla hece sistemine dayanan daha basit bir alfabenin geliştirildiğini kanıtlamaktadır. Bu alfabe bir tür kağıt ya da parşömen üstüne yazılan yazılarda kullanılmış olabilirse de, günümüze ulaşmış bir örneği yoktur.

Adadaki siyasal örgütlenmenin kesin niteliğini anlamak da çok güç görünmektedir. Çanak, çömlek gibi gereçler ve zeytinyağı gibi maddeler için yapılan büyük depolama yerleri, bu sarayların idari olduğu kadar ekonomik merkezler olduklarını da akla getirmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

8

Monday, 21.09.2015, 22:31


Minos Dili
Minos dili, modern dilbilimciler eski girit edebiyatlarını ve dillerini belirtmek için Minos dili terimini kullanırlar. Yazı olarak günümüzde üç belge dizisine rastlanır: 1. hiyeroglif yazısı denen en eski yazı (M.ö. XX. - XVII. yy.a arasında Girit’te ortaya çıktı); 2. çizgisel A denen daha sade bir yazı (özellikle Girit’te M.ö. XVII.-XV. yy.lar arasında); 3. çizgisel B denen başka bir yazı (Girit’te, Knossos’ta, yunan topraklarında ise Mykenai ve Pylos’ta). Kısa süre önce bu sonuncu yazının, mykenai lehçesi adı verilen çok eski bir yunan lehçesinin yazılmasında kullanıldığı anlaşıldı; bu şartlar altında «minos» teriminin kullanımı ilk iki yazı dizisine bağlanabilir. «Hiyeroglif yazısı» adı verilen yazı henüz çözülememiştir. Çizgisel A yazısı ise daha kesinlikle okunamadı. Çözülemeyen bu yazıların diline genel olarak minos lehçesi adı verilebilir: Klasik devrin eski girit lehçesiyle bir akrabalığı olduğu sanılır. Çizgisel B yazısı, Yunancayı yazmak için daha eski bir sistemin uyarlaması olarak ortaya çıkar. Gerçek Yunanistan’ın dışında, çeşitli dönemlerdeki kıbrıs yazıları şüphesiz minos yazısının başka yönde gelişmiş bir biçimidir.
Minos sanatı, girit veya minos (adanın efsanevî kralı Minos’un adından) sanatının dirilişi, XIX. yy.ın sonlarına rastlar. Bu tarihte Evans’ın Knosos’ta başlattığı kazılar adanın başka yerlerinde yapılan araştırmalar ve Kyklades adalarıyle (Milo), Doğu Akdeniz kıyılarındaki buluntularla tamamlandı. Girit sanatı buralarda, vazo, silâh ve mücevher ticaretiyle etkisini göstermişti.

HaNıM aGa

Stajyer

  • "HaNıM aGa" bir kadın

Mesajlar: 175

Kayıt tarihi: Jun 16th 2015

  • Özel mesaj gönder

9

Monday, 21.09.2015, 22:47

emeğine saglıkk lale zar ablam harika paylasımlar... :kbravo:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

10

Monday, 21.09.2015, 23:08

emeğine saglıkk lale zar ablam harika paylasımlar... :kbravo:


Teşekkür ederim .Keyifli okumalar diliyorum Sevgilerimle ....... :love:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

11

Monday, 21.09.2015, 23:59

Minos Uygarlığı- Mimarlık
İlk saraylar, eski minos sanatının (M.Ö. 2500-1900) sonlarına doğru (M.ö. 2000 yıllarında) ortaya çıktı. Bu saraylar, merkezî bir avlunun çevresinde arazinin engebelerine uyarak inşa edilmiş ve bazen birkaç kat yüksekliği olan binalardı. En eski yapılarda bakışıma önem verilmemiş olmasına karşılık, daha sonraki yapım, onarım ve tadil işlerinde teşkilâtlanmaya çok önem verilmiş olduğu görülür. Bu yapılarda, geniş şarap mahzenlerinin Ye erzak ambarlarının üstündeki katlara büyük tören salonları, kadınlar ve erkekler için daireler, zemini sütun veya direklere dayanan odalar, pencere ve aydınlıklardan ışık alan aralıklar yapılmış, merdiven ve boşluklar büyük bir ustalıkla yerleştirilmiştir. Knosos ve Phaistcs’taki kazılarda birçok tiyatro alanı bulundu. Hamam ve helâlarda da su akıtma ve boşaltma tertibatı (toprak künkler ve lağımlar) vardı. Malzeme olarak kireçtaşı, alçıtaşı, tahta ve yalancı mermer kullanılmıştı. Damlar taraça biçimindedir. Sütunların kendine has bir biçimi vardır ve yunan sütunlarının tersine yukarıya doğru biraz yayvan, çok zaman da kırmızı veya siyah boyalıdır. Sütun başlıkları ise kare biçiminde bir başlık tablasının altındaki bir simit yastıktan meydana gelir. Saraylar konutlarla çevrilidir (minos şehirleri için en iyi örnek Gurnia’dır). Küp şeklinde ve düz damlı, bakışımlı kapı ve pencereleri olan özel konutların planları ve profilleri renkli çini örneklerinden anlaşılır, önceleri çok sade olan mezarlar XVI. yy.dan itibaren anıt biçimleri alır (Knosos’un anıtmezarı v.b.). Tapınak olarak yalnız saray mihraplarına veya kayalara oyulmuş tapınaklara rastlanır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

12

Tuesday, 22.09.2015, 00:00

MİNOS SANATI

Bugüne dek Girit'te, Neolitik Çağ (Yeni Taş Devri) öncesinde insan yaşadığına dair hiç bir iz bulunamamıştır. Bu nedenle Girit Arkeolojisi, MÖ.3.binin başlarında veya kimi bilim adamlarına göre ortalarında son bulan Neolitik Çağ ile başlar.Bu Çağda Girit'te insanlar mağaralarda oturuyorlardı. Orta Neolitik Çağ'dan itibaren mağaraların yanısıra işlenmemiş kaba taşlardan, tuğla ve çalıçırpıdan barınaklar da yaptılar. Böyle evlerin kalıntıları, Knossos, Phaistos, Katsamba ve Doğu Girit'te Magasa'da bulundu. Ölüleri mağaralara kimi yerlerde evlerin hemen yakınında yere açılan çukurlara gömülüyorlardı.

Girit'te bakırın kullanımı ile birlikte alet ve silah yapımındaki gelişme, ilkel taş devri hayatına son vermiş, Adada önemli ölçüde gelişen denizcilik ve artan dış ilişkilere bağlı olarak yeni bir dönem başlar. Girit'ten daha ileri bir uygarlık düzeyinde bulunan Mısır (Eski Krallığın en parlak dönemleri yaşanıyordu) ve Küçük Asya, Mezopotamya ile kurulan ilişkiler, Minos kültürnün gelişimini önemli ölçüde etkiledi. Ama tüm bu etkilere rağmen Girit, yerli kültürünü korumayı başardı.

Ölüler, bu dönemde kaya oyuklarına gömüldükleri gibi (Herakleion yakınlarındaki Kyparissa, Zakro ve Palaikastro) bunun yanısıra ilk Tholos mezarlar Lebena ve Krasi'de inşaa edildiler. Yuvarlak bir fırın biçiminde olan bu tholosların çatıları, yalancı kubbeyle (taşların birbirinin üzerine bindirilerek oluşturulur, üste konulan taşlar alttakine oranla içe doğru biraz kaydırılır, bu şekilde her yandan ortaya doğru taşırılarak üst üste konulan taşların, giderek küçülen bir çember şeklinde, açıklığı daraltması ve birleşme elemanıyla kubbe kapanır). Çatıları yıkıldığı için, kimi yerlerde çapları 5-10 m'ye varan bu yuvarlak mezarların, gerçekten taş bir kubbeyle mi örtüldüğü tartışmalıdır, kimi bilim adamları ahşap hatıllı düz bir dama sahip oldukları fikrini savını ileri sürmektedir. Fakat, yuvarlak planları, duvarlarının kalınlığı ve korunagelen kısımlerının içe doğru eğimi ve çatıdan mezarın içine düşmüş olan taşların konumu taş kubbe tezini destekler niteliktedir. Muhtemelen bu mezarlar, Kara Yunanistan'nında bulunan, aynı tipte fakat çok daha gelişkin bir kubbeye sahip olan Myken mezarlarının öncüleridir. Mağaralar, Saraylar Öncesi Çağda da konut olarak kullanılmış görünmektedir. Fakat ev kalıntıları da (EMII) Hierapetra yakınlarındaki Vasiliski'de bulunmuştur. Bunlar, Neolitik Çağın ilkel barınaklarına oranla dikkate değer bir derecede bir gelişme kaydetmişlerdir. Bu evler, kalın bir kireç tabakasıyla sıvanmış kuvvetli duvarlara ve kapı açıklıklarına sahip olup, düzenli şekilde ayrı ayrı odalara bölünmüşlerdir.

ESKİ SARAYLAR ÇAĞI MİMARİSİ

Birçok kubbeli mezar (tholos) bu çağda kullanılmış, Knossos yakınlarında ve Phaistos çevresindeki Kamilari'de de aynı tip'te yeni mezarlar yapılmıştır. Mallia sarayının kuzeyinde yer alan Khrysolakkos'ta, iç kısmında pek çok mezar odası ile bir sunak ve kernos benzeri bir sunu masası için ayrılmış özel mekanlar bulunan büyük dört köşe bir çevirme duvarı inşaa edilmiştir. Knossos'ta korunagelen sarayın büyük bir kısmını Evans Eski Saraylar Çağına tarihlemiştir. Phaistos'ta, bu çağdan, sarayın batı cephesi ile batı avlusu, tiyatro alanı, birkaç kült malli ve kalın sıvalı duvarlarıyla Vasiliski'deki Saraylar Öncesi Çağ'a ait evleri hatırlatan bir sıra magazin (depo) kalmıştır.

EV TAPINAKLARI

Sarayların ve özel evlerin birçok bölümü kült mekanı karakterindedir ve Minos insanlarının, tanrının her yerde varolduğu inancını taşıdığı düşüncesini uyandırır. Knossos'ta olağan kutsal boynuzlar, kült ile dolaylı ya da doğrudan ilişkili konuları içeren duvar resimleri, duvarlara oyulmuş çifte balta şekilleri ve çeşitli kesimlerde bulunmuş olan gerçek çifte baltalara ait kaideler, sarayın hemen hemen tümüyle kutsal sayıldığına işaret eder. Saraylarda ve evlerde , yalnızca kült törenleri için kullanılan, belirli bir mimari forma sahip yerler vardır.

Henüz ilk saraylar çağında Phaistos sarayında üç bölümlü bie tapınak görülmektedir. Bu durum benzer tapınak tasvirlerinin gösterdiği, ortada muhtemelen yanlarda bulunanlardakinden daha yüksek olan, birbiriyle ilişkili üç küçük odadan oluşuyordu. Bu mekanların gerisinde, Phaistos'ta yine kutsal karakterli bir başka oda bulunuyordu, zeminde masaya akıtılan sıvı sununun toplanması için ortası çukurlaştırılmış, pişmiş topraktan bir kurban masası yerleştirilmişti. Buna benzer, fakat daha gelişmiş bir düzenleme, Knossos sarayının batı kanadında mevcuttu; Kryptos'lar ile üç kısımlı düzeni yalnız cephenin kısa bir kesiminde görülen, sütunlu üst odalar bulunur. Ortasında dört köşe bir paye bulunan Kryptos'lar, Minos yerleşmelerinin çoğunda tapınım yerleri olarak yaygındır. Bu mekanlar karanlıktı ve bu nedenle yağ kandilleriyle aydınlatılıyorlardı, mekanların çok küçük olması fakat ortada bulunan bir kaidenin varlığı bunun dini nedenler yüzünden yerleştirilmiş olduğu izlenimini uyandırmaktadır çünkü paye tavanı desteklemek için gerekli değildir. Mekan üzerinde yeralan ve dört köşe payeler yerine tipik yuvarlak sütunlara sahip olan odalar da kutsaldı.Yeni mimari şeklinden kolayca tanınabilen bir diğer kutsal yer"kutsal havuzlar" veya "Iustrasyon odaları" olarak adlandırılır. Zeminleri çevredeki odalardan daha aşağı seviyelerde bulunur, buralara genelde birkaç basamak merdivenle inilir. Su boşaltma sistemleri bulunmadığından, kültle ilgili bir temizlik veya yağlanma amacıyla kullanıldıklarını kanıtlar.

Kaynak: Stylianos ALEXİOU, Minoan Civilization, Heraclion,1969.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

13

Tuesday, 22.09.2015, 00:14

MİNOS - Resim



Sarayların ve evlerin duvarları, yaş mermer sıvası üzerine tutkallı boya ile yapılmış fresklerle süslüdür. Kullanılan renkler, açık ve canlıdır: kırmızı, mavi, beyaz, bazen kahverengi, sarı veya yeşil. Hayvan ve bitki motifler:, o çağda az rastlanan hoş bir serbestlikle ve kararsız, dalgalı bir ahenkle işlenmiştir, insan tasvirlerine oldukça erken bir çağda rastlanır. Bunlar, ayin alayı, boğa güreşi, saray, harem dairesi ve cenaze alayı sahneleridir. Savaş sahneleri ise pek görülmez. Bu zarif resimler sayesinde, eski Girit’teki günlük hayat, şenlikler, tapınma, giyîm ve saç biçimleri hakkında bilgi edinmek mümkün oldu. Figürler, hareketli ve serbest siluetler biçimindedir: yakası göğüse kadar açık elbiseleri ve süslü püslü saç tuvaletleriyle Mavili Kadınlar, sepet biçimi kabarık eteklik giymiş prersesler, tanrılara hediye götüren peştemallı, koyu tenli, heybetli hamallar, cambazlar, boğa güreşçileri. Bu sanatın en ünlü figürü, hafif kalkık burnu ile Parisli Kadın’dır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

14

Tuesday, 22.09.2015, 00:23

Miken Uygarlığı


Anadolu’dan M.Ö. II. binde Yunanistan’a gelen AKALAR tarafından kurulmuştur.
• Şehir devletleri halinde yaşadılar. En önemli şehirleri MİKEN‘dir. (Bu yüzden Miken Medeniyeti diye anılır.)
• Akaların siyasi tarihinin en önemli olayı TRUVA SAVAŞLARI’dır. (Boğazların egemenliği için Mikenlilerle Truvalılar arasında yapılmıştır. Truva Savaşları tarihte ilk defa “Boğazlar Sorunu”nu ortaya çıkarmıştır. Homeros‘un İLYADA adlı eserinde bu savaşlar anlatılır.)
• Önemli Mimari eserleri Miken ve Tirins Şatoları’dır.
• Miken Uygarlığı DORLAR tarafından yıkılmıştır.

Miken kültürü, tunç silahlı Hint – Avrupa göçebe topluluklarından Akaların, M.Ö. 1800′lü yıllarda Yunanistan’ı istila ederek, yerli neolitik çiftçiler üzerinde feodal-askeri bir egemenlik kurmasıyla başlayan bir kültürdür.

İzleyen yüzyıllarda Yunanistan yarımadasının tüm hâkimiyetini ele geçiren Miken uygarlığının en parlak dönemi M.Ö. 1400′lü yıllarla M.Ö. 1100′lü yıllar arasındadır. Bu dönemin başlarında Girit adasındaki Minos uygarlığını yıkan Miken kralları, tüm Doğu Akdenizdeki Minos ticaretini de kontrol altına almışlardır. Daha doğrusu, Doğu Akdeniz’deki Minos ticaret gemilerinin yerini, Yunanistan, Batı Anadolu kıyıları ve Girit’in oluşturduğu üçgenin pek dışına çıkamamakla birlikte Miken korsan gemileri almıştır.

M.Ö. 1400′lü yıllardan itibaren geliştirilen Doğrusal B hece yazısı, Miken Yazısı ya da Miken Yunancası olarak bilinir.

Doğu Akdeniz’de Minos deniz ticareti egemenliğinin bu şekilde yok olması, Fenike kentlerinin ticari anlamda tüm Akdeniz’e yayılmalarına olanak sağlamış, Akdeniz’deki pek çok Fenike kolonisinin yanında Kartaca’nın da kurulmasına ve giderek gelişmesine yol açmıştır.
Miken yayılması kara yönünde Teselya, Trakya ve Çanakkale Boğazı yoluyla Batı Anadolu yönünde olmuştur. Bu ilerlemede ilk engel olan Troya, M.Ö. 1.150 yılları dolaylarında Miken birleşik ordusunca yıkılmıştır. Homeros’un İlyada destanında konu edilen Troya Savaşı sırasında Miken savaşçıları Batı Anadolu yerleşimlerine akınlar düzenlemişlerdir. Bunun sonucunda tüm Batı Anadolu yerleşimleri Troya’ya birlik göndererek destek olmuşlardır.

Miken siyasi varlığı, M.Ö. 1100 yılları dolaylarında Makedonya’dan gelen demir silahlı Dor akınlarıyla son bulmuştur.

Girit’te İkinci Saraylar dönemine rastlayan zaman dilimi içerisinde (M.Ö. 1600′ler), Yunanistan’da önemli değişimler meydana gelmekteydi. Mykenai bir anda zenginleşmiş ve güçlü bir yönetim merkezi olmuş, çok geçmeden Anadolu, Yakın Doğu ve Batı Akdeniz ile sıkı ilişkiler kurmuştu. Bundan sonraki 400 yıl içinde Kıta Yunanistanı ve çevre bölgelerde görülen arkeolojik bütünlük, bu uygarlığa en önemli temsilcisi Mykenai’a atfen “Miken” denmesine yol açmıştır, fakat aslında Miken terimi bu uygarlığın Mykenai tarafından kontrol edildiği anlamına gelmez. Diğer bir deyişle siyasal bir çağrışımı yoktur. Bununla birlikte, Miken kültürü en açık ve geniş bir biçimde Mykenai’da izlenir. Burada bulunan A ve B Mezar Halkaları, hiçbir önceli olmaksızın ortaya çıkar ve Miken Uygarlığı’nın en belirgin ve göz kamaştırıcı özelliklerini taşırlar.

Miken kültürünün gelişimi en açık biçimde, Orta Yunanistan’da ve Peloponnesos’ta izlenebilmektedir. Bu gelişimin en önemli kanıtlarından biri, yuvarlak planlı, dromos’lu ve bindirme tekniğiyle inşa edilmiş tholos mezarlardır. Bunların inşa edildiği dönem, aynı zamanda Mikenlerin faaliyetlerini arttırdığı zaman dilimine denk düşer. Özellikle Batı Akdeniz’de (İtalya ve Sicilya) Miken çanak çömleği yoğunlaşmaya başlar ve GH II’den itibaren Rhodos, Kıbrıs, Anadolu ve diğer birçok yerde görülür. Arkeolojik bulgular ve metinler, Miken Çağı’nda Yunanistan’ın savaşçı bir aristokrasi ile yönetilen, uzmanlaşmış iş gücüne sahip, geniş ticarî ilişkiler sürdüren bürokratik bölgelerden oluştuğunu gösterir.

M.Ö. 1200-1190′da, Mikenlerin çağdaşı Hitit İmparatorluğu yıkılır. Hitit arşivleri bunun sebebi hakkında bilgi vermemekle birlikte, aynı zaman dilimi içerisinde Mısır’da başıboş Akdeniz halklarından meydana gelen bir kalabalığın neden olduğu büyük karışıklıklardan söz edilir. Firavun III. Ramses, “Deniz Kavimleri” olarak adlandırılan bu halkları M.Ö. 1191′de bozguna uğratmıştır. Bu dönemin sonunda kuzeyde Thessalia’dan güneyde Lakonia’ya kadar Pylos, Mykenai, Iolkos, Gla gibi önemli merkezler tahrip edilmiştir. Bu hareketlerin sonucunda Akdeniz bir kargaşaya sürüklenmiş, hâlâ tam açıklığa kavuşmamış sebeplerden dolayı aynı dönemde Miken merkezlerinin bürokratik yapısı tamamen çökmüş, bu yapının temel taşlarından Linear B yazısı terkedilmiş ve bir daha da kullanılmamıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

15

Tuesday, 22.09.2015, 00:41

MİNOS -GİRİT RESMİ




Girit adası çevresinde M.Ö. 3000 sonlarından M.Ö. 2000 yılı sonlarına kadar süren ve genellikle Ege ya da Pre-Helenik (Yunan öncesi) adı verilen büyük ve parlak bir uygarlık gelişmiştir. Girit, savaşların ve istilaların hüküm sürdüğü büyük kara uygarlıklarından uzakta kaldığı için sakin bir barış uygarlığı olarak tanınmıştır. Bu uygarlık, ihtiyacı olan dış etkileri, deniz taşıtlarıyla gerçekleşebilen ilişkilerden sağlamış, ama gereğinde kendini savaş tehlikesinden uzak tutabilmeyi de başarmıştır. Ancak M.Ö. 14. yüzyıl başlarına doğru Girit, artık merkezi Peloponez'deki Mikenai'de bulunan uygarlığın bir eyaleti haline gelmiştir. Ama bu merkez çevresinde de Girit'te yaratılan kültür ve sanat idealleri ve kuralları izlenmiştir.

Heykel dalına fazla rağbet edilmemiş olan Girit sanatında resim ve çok renkli dekorasyon büyük önem taşımaktadır. Girit uygarlığının erken çağlarında doğal taş yüzeyini taklit eden ve teknik sırrı bugün de bilinmeyen seramik kap kaçak üzerinde, koyu sandan koyu kırmızıya kadar değişen renk nitelikleriyle zenginleşen geometrik süsleme motifleri görülür. Benzer örneklerini M.Ö. 20. yüzyılda ev süsleme dizilerinde de gördüğümüz bu motifler doğal bitki stilizasyonlarıdır.



M.Ö. 19. yüzyılda Camares vazoları adı verilen örneklerde karşımıza çıkan çok renkli süslemede geometrik stilizasyon azalmış, bunun yerini bitki süslemeleri ile deniz hayvanlan almıştır. Kırmızı, portakal rengi, sarı ve beyazın egemen olduğu renk düzenlerinde büyük bir hüner vardır.

Girit'te M.Ö. 18. yüzyıldan itibaren duvar resimlerinin var olduğunu görüyoruz. Duvarları resimlerle süslenen Girit sarayları hâlâ tam bilinmeyen nedenlerle yanmış ve M.Ö. 17. yüzyılda yeniden yapılmıştır. Kalıntılardan edinilen fikirler bu sarayların zengin ve çarpıcı bir dekorasyona sahip olduğunu gösterir. Özellikle Girit uygarlığına adını veren Minos Krallı-ğı'nın başkentinde, Knossos sarayındaki duvar resimleri dikkati çekicidir. Yaş bir alçı tabakası üstüne çizilip boyanmış ya da doğrudan doğruya düz yüzey üzerinde çalışılmış olanların yanı sıra, Mısır resmindeki popüler tekniklere bağlı kalınarak yapılmış olanları da vardır.

Girit uygarlığının Mısır'la sıkı bağlantılarından dolayı Mısır resminde görülen bazı özellikler, sözgelişi kadın vücut renklerinin erkeklerden daha açık olması niteliği, Girit'te de göze çarpar. Ancak bu türden teknik etkilenmeler dışında Girit resmi, Mısır'daki resim anlayışından bütünüyle farklıdır. Girit resmi her şeyden önce kendi prototiplerine (temel örneklerine) bağlıdır ve insan figürüne de Mısır'la ölçülemeyecek değişik bir rol verir.
Girit duvar resimlerinin dinsel temalara kesinlikle bağlı olup olmadığı bilinmiyor. Ancak bazı tahminlere göre bu resimler arasında da tannları tasvir edenler vardır.


Sözgelişi, Zambaklı Prens adını alan figür bunlardan biridir.Girit resminde duvar freski tekniğindeki figürlerin ölçüleri, normal insan boyundan, kitap sayfalarındaki minyatürlerin boyuna kadar değişiklik gösterir. Yukarıda sözü geçen figürler dizisinde boy ölçüleri büyüktür. Aynı şekilde, kalıntıları bulunan Zambaktı Prens adındaki figürün bütününe ait boy ölçüleri de iki metreye yaklaşır. Bu figür teknik yönden, Mısır etkilerini açıkça ortaya koyan ve alçı zemin üzerinde hafif kabartma olarak meydana getirilmiş bir figürdür. Bu tekniğin resme nasıl bir avantaj sağladığı anlaşılamamıştır. Üstelik daha çok emek isteyen ve daha pahalıya mal olan bir iştir. Belki de bu yöntem figürün tanrısal önemiyle ilgilidir
Büyüklük sırasına uyularak resmedilmiş uzun bir geçit dizisi halinde ve adaklar taşıyarak ilerleyen Knossos sarayı koridor figürleri de, muhtemelen dinsel bir olayı canlandırırlar.

Ama bunun yanı sıra havaya sıçrayan dansözlerin bir seyirci topluluğu önünde gösteri mi yaptıkları, yoksa dinsel bir olaya mı katıldıkları açıkça belli değildir.
Girit resminde bütünü gösterilmeyen bazı figürler de bütün ayrıntılarıyla ele alınmışlardır, işte bunlardan birisi, Girit resminin pek ünlü örneği sayılan ve ressam Toulouse-Lautrec'in kadınlarına benzerliği yüzünden Parisienne adını alan kadın figürüdür.


Bu resimde seyirciyi etkileyen yalnızca kadının çekici güzelliği, kalkık burnu, büyük gözleri, şehvetli ağzı, iri bukleleri değil, aynı zamanda ressamın büyük bir cesaretle eriştiği yalın sadeliktir, izlenimci bir nitelikte olan bu atak sadeliğin Girit resmini karakterize ettiği bellidir. Öte yandan bu hareket düşkünlüğü, Girit'te resmin, figürü donduran heykel sanatına tercih edilme nedenlerinden biri olabilir.
KAYNAK: RESİM SANATININ TARİHİ-Sezer Tansuğ

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

16

Tuesday, 22.09.2015, 00:48

MİNOS-GİRİT



Maden İşlemeciliği ve Oymacılık
Girit kazılarında, tunçtan yapılmış birçok eşya (vazolar, ev âletleri, silâhlar), bu arada da kabzaları ve namluları telkâri kakmalı kılıç ve hançerler çıkarıldı (Malia, Isopata). Bu parçaların oyma ve işleme bakımından değeri mısır ve doğu örneklerinden hiç de aşağı kalmaz. Bazı altın yüzüklerin mühürleri, karmaşık ve oymalarla süslü sahnelerdir (özellikle tanrıçaya tapma sahneleri). Çeşitli renklerde, üzerleri oyma veya kazıma yoluyla işlenmiş yüzüklerin de pek çok çeşidi vardır: insan figürleri, av ve balık avı sahneleri, mimarî süslemeler, manzaralar, gerçek veya fantastik hayvanlar, yazı işaretleri. Malia’da, malzemesi ve oyulmuş taşlarıyla, bir oymacı ustasının atelyesi bulunmuştur.
Girit’in tarihi üstündeki bilgilerin azlığı dolayısıyla ülkenin parlak, şatafatlı ve zarif bir medeniyetin ürünü gibi görünen sanatı gelişmesinin en yüksek olduğu çağda yavaş yavaş mykenai sanatı ile karıştı. Bu karışmanın tanımını yapmak, ülkeye II. binyılın ortalarında Akaların da yerleşmiş olduklarını ortaya koyan yeni keşiflerden sonra daha da güç olmuştur. Minos ve mykenai sanatları arasında, konusu ve önem derecesi henüz tartışmalı olan karşılıklı bir etki vardır.
II. Binyılın sonuna doğru, «Klasik» dönemin sevimli serbestliği, biçimlerin sertliğinde ve tekdüzeliğinde yok oldu, ama plastik sanatlarda ve seramikte çekiciliğinden hiç bir şey kaybetmedi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

17

Tuesday, 22.09.2015, 00:55

MİKEN RESMİ

Girit uygarlığının kendisini büyük kara topraklarından uzak tutabilmesi uzun sürmemiştir. Kuzeyden göçle gelen ve Peloponez yarımadasına kadar sızıp orada yerleşen kabileler kısa zamanda Girit'le ticari ve kültürel alışverişe de başlamışlardır.

Peloponez yöresinde kurulan ve Miken uygarlığı adını alan kültür çevresinin, önceleri Girit uygarlığının yalın bir taklidi olduğuna inanılmış, ama bu çeşit kanılar bu uygarlığın orijinal özellikleri fark edildikçe bırakılmıştır. Buna rağmen Girit'in büyük etkisi göz önüne alınmadıkça Miken uygarlığının ortaya koyduğu değerlerin anlaşılabilmesi de mümkün değildir.

Argos'un başkent olduğu Miken uygarlığında saraylar Girit ölçüsündeki resimlerle donatılmamıştır. Resim tutkusunun aynı nitelikte olmadığı bu çevrede, sadece resim temalarının Girit'tekileri izlediği ve bunlara bazı yeni temalar eklenmiş olduğu göze çarpar. Mikenai, Tyrins ve Knossos'daki birçok resmin benzer konuları ele aldığı görülür. Boğa oyunları ve kadın toplulukları bunlar arasındadır. Buna karşılık Giritli ressamların rağbet etmediği av sahneleri ve araba yarışları gibi konular da Miken saraylarında ele alınmıştır.

Miken resminde renk ve desen yönünden Girit'te rastladığımız aynı özgür davranış göze çarpmaz. Ancak yine de bu resimlerde yer alan figürlerde atak hareketlerin ve hamle çabalarının yakalanmaya çalışıldığı görülür. Ne var ki, bu özellikler Girit resmindeki kadar hünerli değildir. Bazen en hızlı bir kaçış hareketinin bile donmuş olduğu dikkati çeker. Sözgelişi bir yaban domuzunun avlanışını gösteren sahnede hayvan yere paralel bir kaçış hareketinde olduğu halde, âdeta sihirli bir güçle dondurulmuş gibi hareketsiz kalmıştır.
Duvar resminin, Miken çevresinde çalışan ressamların karakterine uygun bir alan olmadığı düşünülebilir. Buna karşılık aynı sanatçılar seramik vazoların süslenmesinde daha büyük başarı göstermişlerdir. Yeni vazo biçimlerinin yaratıldığı bu ortamda seramik süslemesinde de deniz bitkileri ve hayvan motiflerinin yer aldığı görülür. Ancak bunun yanı sira çok önemli bir başka değişiklik, bazı vazolar üzerinde herhangi bir hikâye ile bağlantısı olmayan insan ve hayvan figürlerinin yer almasıdır. Savaşçıları betimleyen bu vazo resimlerinde yer alan figürler arka arkaya dizilmişlerdir.
Miken vazo resimleri, Antik Yunan çevresinde M.O. 8. yüzyıldan sonra yapılmaya başlanan ve Yunan resim sanatının anlaşılmasında kaynaklık eden vazo resimlerinden farklıdır. Çünkü Yunan vazoları çok farklı eğilimler ve içeriklerle resimlenmiştir. Miken resimli vazoları ise M.Ö. 14. - 13. yüzyıllara aittirler. Bu vazolar ancak seramik ile figür ressamlığı arasındaki ilintinin orijinal bir yanını teşkil ederler. Bir yandan da, bunların yapıldığı çağda saraylardaki duvar süslemelerinin seramik ya da bronz eşya üzerindeki süslemelerden esinlenmiş olması ilginç bir sorun olarak kalır.
KAYNAK: RESİM SANATININ TARİHİ-Sezer Tansuğ

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

18

Tuesday, 22.09.2015, 01:00

GİRİT’TE MİNOS DÖNEMİ İNANÇLARI

Bütün eski topluluklarda olduğu gibi Girit’te de din toplumsal hayatta önemli bir yer tutuyordu. Yapılan kazılar önemli dini merkezleri ortaya çıkartmış ve dönemin inançları hakkında bilgi vermiştir. Ancak o dönemlerden kalan yazılı belge eksikliği nedeniyle bazı dinsel törenlerin içeriği tespit edilememiş , sembollerin açıklanması tam olarak yapılamamış ve Girit halkının dini yaşayışları tam olarak açıklığa kavuşmamıştır.

Girit’te de Anadolu’da olduğu gibi ilk zamanlarda anaerkil bir kültün var olduğu bulunan ana tanrıça figürlerinden anlaşılmaktadır. Araştırmalar Girit’te bir çok farklı ana tanrıça kültünün de varlığını göstermiştir.

Girit dininin en büyük özelliği yaygın sembol kullanımıdır. Bugün tamamı çözülmemiş olsa da bir çok sembolün tanrısal kuvvetleri simgelemek için kullanıldığı tespit edilmiştir.

En sık rastlanılan sembollerden biri boynuz çifti idi. Boğa kültünün yaygın olduğu bir yerde boynuz sembolizminin olması da doğaldır. Ayrıca doğuda olduğu gibi yukarı bakan boynuz çiftinin ay kültü ile de ilişkili olduğu düşünülebilir.

Sık rastlanan bir başka dini sembol de , klasik dönem boyunca da Zeus’un simgesi olarak önemini koruyacak olan çift başlı baltadır. Çeşitli törenlerde tören aleti olarak gördüğümüz çift başlı balta çeşitli dini betimlemelerde de yer almaktadır .

Çift başlı balta ilginç bir etimolojiye de ışık tutmaktadır. Yunanca da labr…j / labris diye adlandırılan çift başlı balta LabÚrinqoj/Labirent sözcüğünün kökeninde bulunmaktadır. Knossos sarayına eskiden LabÚrinqoj denildiği düşünülürse bu ismin bu sarayda sık sık sembolü bulunan çift başlı baltadan geldiği düşünülebilinir. Bu sözcükten türeme sıfatların klasik çağda Zeus’a da verildiğini görmekteyiz.

Girit dinine ait bir ilginç sembol de haçtır. Haç tekerlek ya da gamalı haç olarak bazen de başka görüntülerle resmedilmekteydi. Alexiuo “ en akla yakın teoriye göre , haç ve tekerlek , yıldız ve güneşi simgeliyordu . Haçın kolları güneşin veya bir yıldızın ışınlarını , tekerlek de , ilkel insan tarafından göğü boylu boyunca kateden bir arabanın tekerleği olarak düşünülen güneş kursunu temsil ediyordu.” demektedir. Bizim görüşümüze göre haçın daha derin bir sembolizmi vardır ve diğer doğu dinlerinde de görülen bu sembolizmin açıklanması başka bir çalışmanın konusudur.

Diğer ilkel dinlerde olduğu gibi burada da fetişizme ait buluntular mevcuttur. Yapılan kazılarda , halkın üzerlerinde çeşitli idoller taşıdıkları , göktaşlarını ve bazı özel taşları bir kült nesnesi olarak kullandıkları tespit edilmiştir.

Girit uygarlığının ilk çağlarında çıplak kadın figürleri sık kullanılan idoller arasındaydı. Ayrıca bu dönemlerde çan biçimli idoller de sık kullanılıyordu.

Eski Girit dininde ağaç ve hayvan kültleri de önemli bir yer tutmaktadır. Bir çok yerde kutsal ağaçlar olduğu , ve bunların yanında kült merkezlerinin oluşturulduğu bugün bilinmektedir.

Bazı dini tasvirlerden görüldüğü üzere kutsal ağaçlar çitle çevriliyor ve buralarda dini ayin yapılıyordu. Törenin tam olarak nasıl olduğu tam bilinmemekle birlikte töreni gerçekleştirenlerin ağaca dokundukları , etrafında dans ettikleri tespit edilmiştir. Bazı törenlerde ağacın kökünden sökülmesi de gerçekleşmekteydi. Ayrıca ağaç figürleri ile birlikte çift başlı balta figürlerinin de görülmesi ilginçtir.

Hayvan kültleri arasında ise en önemli yer tutan kuşkusuz boğa kültüdür. Boğa kültü Yunan mitolojisindeki bir çok mit içinde yer almaktadır. Boğa kültünün Anadolu kaynaklı olduğu düşünülmektedir. Ancak Girit’e kültür olarak yakın olan Mısır’da da boğa ile ilgili Apis ve Hather kültlerinin olması kültürel etkileşimin daha karmaşık olduğunu göstermektedir.

Dini tasvirlerde ayrıca , hayvan başlı , insan vücutlu tasvirler de görülmektedir. Bunların maske takılarak yapılan dini törenlerle ilişkili oldukları düşünülmektedir. Bu varlıkların aynı zamanda libasyon hizmetinde bulunduklarının da görülmesi bu törenlerle olan ilişkiyi güçlendirmektedir.

Girit kültüründeki insan biçimli tanrıların ne zaman ve nasıl ortaya çıktıkları ise tam olarak bilinememektedir.

Ana tanrıça figürleri , tıpkı Anadolu’da ve Mezopotamya’da olduğu gibi bitki ve hayvan dünyasına hükmeder biçimde ortaya konmuşlardır. Yine Anadolu ve Mezopotamya’da olduğu gibi Ana tanrıça burada da hayat ağacı ve çeşitli hayvanlarla birlikte resmedilmektedir.

Ana tanrıça gösterimleri yere bağlı olarak da değişebilmektedir. Örneğin bir dağ yakınında ana tanrıça bir dağ tanrıçası görünümünü almakta , ekili alanlar yakınında ise tarımla ilgili özellikleri taşımaktadır.

Bir önemli ana tanrıça tasviri de yılanlı tanrıçadır. Bir görüşe göre kişileştirilmiş yılan tasviri olan bu figürler başka bir görüşe göre ise yılan sembolizmi ile ana tanrıçanın yer altı dünyasına da hükmettiğini gösteren bir figürdür. Ancak bizim görüşümüze göre bu ana tanrıçanın yılanlardan koruma özelliğini de gösteriyor olabilir.

Bunun yanında ana tanrıça figürü ile birlikte bir erkek figürüne sık rastlanmamaktadır. Bu durum bazı araştırmacılara Girit’te “tek tanrılı” bir din olabileceğini düşündürtmüşse de bu konuda kesin kanıtlar bulunamamıştır. Zeus ile ilgili inançlarda bile Girit’tin bu kadar önemli olması orada da Ana tanrıçaya eşlik eden bir tanrı olduğunu düşündürtmektedir. Ayrıca bulunan bazı tasvirlerde erkek tanrının aslanlarla beraber olması ve silahlı olarak resmedilmesi Girit’te erkek tanrı tapımı olduğunu göstermektedir.

Kült merkezleri

Yapılan kazılar Girit’te bir çok kült merkezini açığa çıkartmıştır. Bu kültürde klasik Yunan kültüründe örnekleri olduğu gibi büyük tapınaklar inşa edilmediği için kült merkezleri ancak oralarda bulunan mücevher , heykel , silah gibi sunularla ya da kutsal kaplar , libasyon kapları , üç ayaklı kazanlar gibi eşyalarla tanınabilmektedir.

Önemli kült merkezleri en eski zamanlardan beri kullanılmış olan ve mitlere konu olmuş mağaralardır. Girit’te bir çok mağarada kült töreni yapılmaktaydı. Yapılan araştırmalarda bir çok mağarada adak idollerinin bulunması bu görüşü desteklemektedir.

Mağaralar içinde en önemli olanı , klasik devirde de içinde Rhea’nın Zeus’u doğurduğuna inanılan , Dikta mağarasıdır. Bu mağaranın en eski dönemlerden itibaren bir kült merkezi olduğu bilinmektedir.

Orta Minos devrinin ilk dönemlerinde , dağ tepelerinde , kutsal bir ağacın civarında , kaynak kenarlarında ve kayalıklarda kült merkezleri oluşturulmuştur. Yine aynı dönemde ev içlerinde de kutsal yerler belirlenmeye başlamıştır.

Dağ tepelerine ya da çıkılabilen sarp kayalıklara duvar örülüyor ve buralardaki kutsal alanlar belirleniyordu. Bu alanlarda festival zamanlarında törenler yapılmaktaydı. Ayrıca buralarda yaz ve kış gündönümlerinde ateş yakılarak tören yapıldığı ve ateşlere adak eşyaları atıldığı da ortaya çıkarılmıştır.

Dinsel törenler

Diodorus’a göre “ Girit’liler tanrılara yakarışların , kurban törenlerinin ve gizemlerin kendi buluşları olduklarını ve diğer toplumların bunları kendilerinden aldıklarını söylerler. “

İçerikleri tam bilinmese de bu törenlerin Girit kültüründe büyük rol oynadıkları kesindir.

Girit’te kanlı kurban ayinleri de önemli bir yer tutmaktaydı. Boğa , keçi ve domuz sık kurban edilen hayvanlar arasındaydılar. Kurban töreni sırasında aynı zamanda meyve ve başka yiyecekler de sunuluyordu.

Hagia Triada’da bulunan bir lahit üzerindeki betimlemelere göre Alexiou bir kurban törenini şöyle anlatmaktadır :

“ Hagia Triada lahdinde tahta bir masa üzerine sıkıca bağlanmış bir boğa betimlenmiştir : Hayvan henüz öldürülmüştür , boğazından kan akmakta ve bu bir kabın içinde toplanmaktadır ; bu arada daha küçük başka hayvanlar da, muhtemelen keçi ve koçlar masanın altında kurban edilme sıralarını beklemektedir. Kurban kesimi flüt eşliğinde cereyan eder. Sonunda içleri kan dolu kaplar , kulplarından bir sırık geçirilerek , bunu omuzuna yerleştiren bir kadın tarafından götürülür. Rahibe kapları alır ve iki çifte balta arasında duran daha büyük bir kovanın içine kanları boşaltır. Şüphesiz ki bu , kurban töreninin doruk noktası , en kutsal anıdır. Yedi telli bir Lyra’nın nağmeleri buna eşlik eder. Knossos’da , Büyük Rahibin Evi’nde olduğu gibi, diğer bazı durumlarda da , kan veya bir başka sıvı yerdeki bir çukura boşaltılır , buradan bir oluk ile akıtılır.

Diğer dinlerdeki paralellerine dayanarak , kurban töreninde hazır bulunan inananların , kutsal hayvanın vücudundan birer parça aldıkları düşünülebilir. Kurban edilen hayvanların derileri tapınağa adanır. Hagia Triada reliefli kasesindeki işte bu konuyu işler . Yine muhtemeldir ki , kurban töreni sırasında , tıpkı Homeros’un anlattığı gibi , kesilecek hayvanın başından aşağı öğütülmüş tahıl serpilirdi. “

Ayrıca Girit halkının hayvan idollerini de tapınaklara adadıkları bilinmektedir.

Bayram zamanları ise danslarla kutlanıyordu. Dans ele geçen buluntulara göre en önemli dinsel törenlerden biri sayılmaktadır. Çeşitli kaplarda , mühürlerde hatta saray duvarlarında dans eden figürler rastlanmaktadır. Bayram zamanlarında ateş yakmak , salıncakta sallanmak sık yapılan törenler arasındaydılar. Ele geçen tasvirlere göre boğa oyunları da yılın belli zamanları yapılıyor ve önemli bir yer tutuyordu.

Festival zamanları tören alayları oluşturmak , tıpkı diğer bazı doğu dinlerinde olduğu gibi , Girit’te de sık rastlanan bir uygulama idi.

Bayram zamanları tam olarak saptanamamış olmakla birlikte en önemli iki bayram İlkbahar bayramı ve zeytin toplama zamanı idi.

Girit kültüründe ayrıca bir ölüler kültü olduğu da söylenebilir. Ölülerin eşyaları ile , hatta lamba ile gömüldüğü göz önüne alınırsa Girit halkının ölümden sonra bir hayatın varlığına inandıkları söylenebilir. Lahitler üzerindeki dinsel figürlerin bolluğu da bu nedenle olmalıdır. Ayrıca mezar civarlarında sunular bulunması da bu görüşü güçlendirmektedir.

Kült gerekleri rahipler değil rahibeler tarafından yerine getirilmekteydi. Bunun da ana tanrıça kültünden ötürü doğal olması gerekmekteydi. Rahipler ise daha geç devirlerde ortaya çıkmışlardır.

Betimlemelerde gördüğümüz üzere rahip ve rahibeler törenlerde hazır bulunmaktaydılar. Rahip ve rahibeler törene katılan diğer kişilerden üzerlerindeki kıyafetlerle ayırt edilebilmekteydiler. Rahip ve rahibelerin törenler sırasında doğu kökenli giysiler giymeleri ise Girit dininin doğu kökenleri hakkında düşündürtücüdür.



KAYNAKÇA

ALEXIOU Stylianos , Minos Uygarlığı ( çev. Elif Tül Tulunay ) , Arkeoloji ve Sanat Yayınları , İstanbul , 1991

COTTRELL Leonard , The Anvil of Civilization , Mentor Books , New York , 1957

ERHAT Azra, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1978

HAFNER German , Art of Crete , Mycenae , and Greece , Harry N. Abrams, Inc , New York , 1968

HIGGINS Reynold , Minoan and Mycenaean Art , Thames and Hudson , London , 1997

MACKENZIE Donald , Crete & Pre-Hellenic Europe , Senate , London , 1995

MANSEL Arif Müfid , Ege ve Yunan Tarihi , Türk Tarih Kurumu Yayınları , Ankara , 1971

PLATON Nicolas , Crète , Les Editions Nagel , Genève , 1968

TAYLOUR Lord William , The Mycenaeans , Thames and Hudson , London , 1994

THUKYDIDES , Peloponnesos Savaşı ( çev. Tanju Gökçöl ) , Hürriyet Yayınları , İstanbul , 1976

TULARD Jean , Histoire de la Crète , Presses Universitaires de France , Paris , 1979

WALTZ Pierre , Le Monde Egéen Avant les Grecs , Collection Armand Colin , Paris , 1947

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

19

Tuesday, 22.09.2015, 01:13

GİRİT İLE İLGİLİ KLASİK KAYNAKLAR VE EFSANELER


(Minos'un Boğaları; Heraklion Arkeoloji Müzesi. )

Klasik Yunan Mitolojisinde Girit ile ilgili anılar yerini mitoslara bırakmış ve burası ile ilgili değişik mitler oluşmuştur.

Bunlardan en önemlisi kuşkusuz Minos ile ilgili olan mitlerdir.

Minos adının belli yaşamış bir krala mı ait olduğu yoksa Midas , Cæsar gibi yaşamış kişilerden alınan bir unvan mı olduğu tartışmalıdır. Ancak mitolojik öykülerde Girit dönemini anlatmak için kullanılmaktadır.

Mitolojide de Minos boğa kültünden ayrı olarak geçmez.

Mitolojiye göre Minos Zeus ile Europe’nin üç çocuğundan biridir. Minos efsanesini Azra Erhat şöyle anlatır :

“ Minos Girit tahtına çıkmak isteyince üç kardeş arasında kavga kopmuş, ama Minos tanrıların kendisinden yana olduklarını ileri sürmüş, bunu kanıtlamak üzere de Poseidon tanrıdan bir dilek dilemiş, denizden bir boğa çıkarmasını istemiş ve bu boğayı da gene tanrıya kurban etmeye söz vermiş. Dilediği gibi olmuş, denizden köpükler gibi ak bir boğa çıkagelmiş. Minos boğayı almış, tahta oturmuş ama hayvanı tanrıya kurban etmeyi unutmuş. Güzelim ak boğayı sürülerinin arasına damızlık olarak göndermiş. Bu duruma çok kızan deniz tanrı, ak boğayı Minos’un başına bela etmiş; bir efsaneye göre de hayvan kudurmuş , ortalığı kasıp kavurduğu bir sırada Herakles’in elinden öldürülmüş, ama iş bununla da kalmamış, kralın karısı Pasiphae bu boğaya doğadışı bir aşkla tutulmuş ve onunla birleşmiş. Kral Minos güneş tanrı Helios’un kızlarından Pasiphae ile evlenmişti. Bir zamanlar Europe gibi boğaya vurulan Pasiphae ak boğayla birleşebilmek için Daidalos’a bir inek heykeli yaptırır, içine girer ve gebe kalarak Minotauros’u doğurur. Ondan sonra da doğurur. Ondan sonra da Girit sarayının yaşamı karmakarışık olur. Helios döllerinin hepsi gibi Pasiphae de büyücüdür, seviştiği boğayı öldürttü diye Minos’u büyüler, yatağından yılanlar, çıyanlar, akrepler çıkmasını sağlar. Bunlar işi çapkınlığa vuran Minos’un yatağına giren her kadını sokup öldürmekteymişler. “

Minos hakkında anlatılagelen bu efsaneler de Minos’un Yunan mitolojisinde Midas’a benzer bir yer aldığını göstermektedir. Bu efsanede boğa kültünün önemi de dikkat çekmektedir. Burada Minos’un boğayı kurban etmemesi ve sonrasında da bu boğayı öldürmesi sonucu bir tür lanetlenme ile karşı karşıya kalması anlatılmaktadır. Başka bir efsaneye göre de bu yılanların,çıyanların ve kreplerin Minos’un sperminden çıkması , Girit kraliyet soyuna karşı da bir tepki olduğunu göstermektedir.

Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta da Pasiphae olarak gözükmektedir. Pasiphae’nin, Helios soyundan olması ve büyücü olması boğa ile ilintili ay kültü ile güneş kültü arasındaki bir karşıtlığı yansıtmaktadır.

Bütün bunların yanında Minos, Yunanlılara göre halkının üzerinde adil ve düzgün bir şekilde hüküm sürmüş bir hükümdardır.

Minos’un hükümdarlığı da , doğu kültürlerinde olduğu gibi tanrısaldır. Minos da kanunları Zeus’un iradesi ile yapmaktadır. Bunu kanıtlamak için de her dokuz yılda bir İda mağarasına gitmektedir ve burada tanrısal ilhamı da almaktadır.

Minos’un mitolojide bir çok yere gitmiş olması da Girit kolonilerinin buralara uzandığını göstermektedir.

Minos ile ilgili en ünlü efsanelerden biri de yukarıda kısaca sözü geçen Minotauros efsanesidir.

Azra Erhat , Mitoloji Sözlüğü’nde (bkz Kaynakça) Minotauros’u şöyle anlatır:

“ Adı Minos’un boğası anlamına gelen Minotauros insan bedenli boğa başlı bir canavarmış. Tanrı Poseidon’un kral Minos’a gönderdiği bir boğa ile Minos’un karısı Pasiphae’den doğmaymış. Minos bu korkunç yaratığı saklamak için mimarı Daidalos’a Labyrinthos sarayını yaptırmış. Theseus Minos’un kızı Ariadne’nin yardımı ile Minotauros’u öldürmüş.

Minotauros Girit sarayında derin izler bırakmış olan Girit’e özgü bir boğa kültünün simgesi olsa gerek. “

Aslında bu efsane çok önemli ipuçları da vermektedir. Minotauros sadece Minos’un boğası anlamına gelmemekle birlikte bir bileşik isim olarak Boğa Minos anlamına da gelmektedir. Eğer Minos’u bir unvan olarak düşünürsek Boğa Kral gibi bir anlam kazanabilir. Bu ise daha eski dönemlerden kalan bir unvanı ya da bir tapınakta duran bir Boğa-tanrı heykeli ile ilişkili bir kültü düşündürtmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

20

Tuesday, 22.09.2015, 01:38

Girit Uygarlığı'nın çöküşü


(Thera patlamasının derin denizden alınan döküntülerini gösteren harita. Parantez içinde rakamlar, karada bunların eşdeğeri döküntü miktarlardır.)


(Minyatür fresklerden bir ayrıntı: Hayvan postu kaplı kalkanlarıyla silahlı savaşçılar ve bir deniz kazasında denize düşen insanlar.)


BÜYÜK FELAKET

Bir adı da Santorini olan Thera Adası, Ege Denizi'nde ve bir zamanlar 16 kilometre çapı olan bir adadır. Eskiler deniz yüzeyinden 1600 metre yükselen volkanik bir dağına sahip bu dimdik ama verimli âdâya Kalliste, yani "güzel" adını vermişlerdi.

Hiroşima'daki atom bombası patlamasından daha büyük olan 7500 megatonluk patlama, bir adadan üç ada yaratmıştı. Bunlar dik süngertaşı ve kül yamaçları olan 80 kilometre karelik bir kütleyi çevrelerler. Ada üzerine milyonlarca ton volkanik kül yağmış ve her tarafı toz tabakalarıyla kaplamıştı. Kuzeybatı rüzgârları volkanik külü Doğu Girit'e ve Doğu Akdeniz'e kadar taşımıştır.

Girit'teki Minos tarlalarına birkaç metre kalınlığında kül düşmüş, ürünü mahvetmişti. Derin deniz araştırmalarında Santorini külünün 300.000 kilometre karelik bir alana ve rüzgâr yönünde 700 kilometre kadar uzağa yayıldığı bulunmuştur. Örneklerdeki tanecik boyutları yazın kuzeybatı rüzgârlarıyla taşınmaya uygun kül ile uyumludur.

Patlamanın merkezinden tsunamiler de (sismik aktiviteden kaynaklanan dev dalgalar) yayılmış olmalıdır. 365 ve 1650 yıllarındaki daha küçük Santorini patlamaları Girit'in kuzey kıyılarında büyük hasarlar yaratan tsunamiler doğurmuş ve bu dalgalardan, Mısır'daki İskenderiye bile etkilenmiştir.

1956'da yakınlardaki Amorgos'ta bir deprem 40 metrelik tsunami dalgaları yaratmıştı. Çok daha büyük bir felaket olan Thera dalgaları, patlamanın şiddeti ve denizin derinliği nedeniyle çok daha büyük olmuş olmalıdır. Girit'in yalnızca 100 kilometre ileride olan ve pek çok Minos topluluğunun yaşadığı kuzey kıyıları, tsunamilerin etkisi altında elbette kalacaktı.
DOĞANIN BİR KURBANI: AKROTİRİ

Thera patlaması Buzul Çağı'ndan bu yana en büyük doğal felaketlerden biridir. Güneydoğu Asya'da 1815'teki Tambora Dağı patlaması şiddet bakımından ondan üstünse de, Thera 1883'te on binlerce insanın ölümüne neden ünlü Krakatoa patlamasından daha büyüktür.

Yunan arkeologu Spyridon Marinatos, 1939'da, Thera felaketinin İÖ 1500'den sonra Minos uygarlığının çöküşüne neden olduğunu ileri sürmüştür. Pek çok arkeolog bu kurama kuşkuyla yaklaşırken Marinatos, Thera'nın güneydoğu ucunda volkanik kül altında gömülü terk edilmiş Minos yerleşim birimi Akrotiri'yi keşfetti. Burada yaptığı kazılar patlamanın dramatik şiddetini gözler önüne sermiştir.

Akrotiri'ye "Ege'nin Pompei'si" adı verilmiştir. Sakinlerinin kaçma imkânı buldukları bu yerleşim merkezi tümüyle küller altında kaldığı için, olduğu gibi gelecek kuşaklara saklanabilmiştir. Marinatos, 13 hektardan büyük bir alana yayılmış bir kent çıkarmıştı. Büyük evlerin arasında bugün sayısız Yunan kırsal kentlerinde olduğu gibi dar sokaklar vardı. Evlerden iki üç katlı olanları hâlâ ayaktadır.

Marinatos tek tek temizlediği odalarda zamanda donup kalmış bir toplumu ortaya çıkarmıştır. Kaçan insanların bıraktıkları yataklar, küpler ve diğer eşya, atıldıkları yerlerde öylece duruyordu. Duvarlardan bazılarındaki parlak renkli fresklerde savaşçılar ve kentler, gemiler, hayvanlar ve bitkiler, hatta boks yapan iki çocuk görülmektedir. Minos standartlarına göre Akrotiri, yoksul bir topluluktu, ancak bize günlük yaşam konusunda Girit saraylarından daha çok şey anlatmaktadır.
PATLAMANIN TARİHİ

Marinatos, Akrotiri'nin ve böylece patlamanın tarihini saptarken kronolojisini, evlerden aldığı seramik vazoları Kuzey Girit'teki Knossos'da "Minos Sarayı"ndan örneklerle kıyaslamaya dayandırdı. Tarihi kayıtlardan İÖ 1500 yıllarına ait olduğu bilinen benzer kaplar Nil kıyılarında bulunmuştu.

Marinatos bunlara dayanarak felaket tarihini İÖ 1450 olarak belirledi ki, bu da Minos uygarlığının çöküşe geçtiği ve Knossos'da yıkım belirtilerinin görülmeye başladığı tarihtir. Marinatos böylece Thera patlamasının Knossos'un -ve bir bütün olarak Minos uygarlığının- çöküşünde katkısı olduğunu iddia etmiştir.

Son yıllarda ağaç halkalarından ve buzların derinliklerinden ısı ve yağmur değişikliklerini yıllık olarak tespit etmekte bir devrim yaşanmıştır. Bazı uzmanlar ağaç halkalarının ve Kuzey Avrupa ile Grönland'dan alman buz bilgilerinin, İÖ 1628 yılında çok geniş bir alanda ısı düşmesi ve ağaç büyümesinin duraklaması gibi olayları ortaya çıkardığını iddia ederler ki, bu olgu da volkanik külün güneş ışınlarını kesmesiyle ilişkilendirilir.

Aynı uzmanlar bu olgunun Thera ile birleştirilebileceği ve böylece patlamanın İÖ 17. yüzyılda yeraldığını, bunun da Minos uygarlığının nihai çöküşünden yüz elli yıl önce olduğuna inanmaktadırlar. Ancak Marinatos kronolojisini destekleyenler, Kuzey Avrupa'da buzullarda ve ağaç halkası dizilerindeki iklim anormalliklerinin Thera patlamasından değil, ondan 150 yıl önce bilinmeyen başka bir volkanik olaydan kaynaklanmış olacağına işaret etmektedirler.

Bir başka yeni keşif bu tarih belirleme işini daha da karıştırmıştır. Avusturyalı bilimadamı Manfred Bietak, Nil deltasında Teli el-Daba'da (Avaris) ÎÖ 1550 yıllarına ait süngertaşı katmanları bulmuştur. Bu süngertaşı Doğu Akdeniz'de büyük bir yanardağ patlamasının kanıtı olabilir. Thera'nın patlamasına kadar olan yüz elli yıl içinde neler olduğunu hâlâ bilmiyoruz.
MİNOSLULAR'A NE OLDU?

Thera felaketinin Minoslular'ın yaşamı üzerinde, özellikle de kuzey kıyılarında ya da Doğu Girit'te volkanik kül bulutunun yolu üzerinde yaşayan çiftçi toplulukları ve saraylar üzerinde çok ciddi bir etki yaratmış olduğu tartışılmazdır. Yağan küller tarladaki ürünü örtüp aynı yerlerin bir daha sürülmesini engellemiştir. Kıtlıktan ve açlığın sonucunda oluşan bulaşıcı hastalıklardan yüzlerce ve belki de binlerce kişi ölmüştür.

Knossos denizden içeride ve yüksekte bulunduğundan dev dalgalar kıyıdaki yerleşim birimlerini sular altında bırakmış ama sarayı basmamış olmalıdır. Yüzlerce ticari gemi, balıkçı teknesi ve daha küçük tekne dalgalar sonucunda parçalanmıştır ve bu da Minos uygarlığını besleyen şarap ve zeytinyağı ticareti üzerinde çok ciddi sonuçlar doğurmuş olmalıdır. Ancak felaket, patlamadan sonra birkaç kuşak boyunca yaşadıkları ve hatta geliştikleri anlaşılan Minoslular'ı herhalde yok edememiştir.