Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

21

Monday, 29.02.2016, 17:02

[b]Tarihin güzelliği ne kadar güzel ne kadar anlamlı bir paylaşım olmuş...Ruhumuzun derinliklerine indin ilmek ilmek işledin konuyu..O güzel yüreğine tüm dünyanın çiçekleri feda olsun ..
:ck: :nazar: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver:

KRALİÇEM Teşekkür ederim Ruhunuza hitap edebiliyorsam ne mutlu bana.Armağan ettiğiniz tüm çiçekleri gönlü güzel dostlarımla paylaşıyorum Sevgiyle kalın :ck:
:ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :ck: :ck: :ck: :gulver: :gulver: :cz: :cz:
[/b]

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

22

Monday, 29.02.2016, 17:09


İSLAM’DAN ÖNCE ARAPLARDA DİN
İslam’dan önce Araplar, Güneyli-Kuzeyli veya Adnani-Kahtani olmak üzere iki gruba ayrılmış olarak karşımıza çıkmaktadır. İklim ve coğrafyanın gereği olarak bedevi bir hayat yaşayan Araplar, din olarak da totemizm, animizm ve fetişizm gibi aşamalardan sonra gelen putperestliği benimsemiştir.1 Bunların yanında Arapların komşuları olan devletlerden Bizans, İran ve Uzakdoğu ülkeleri yönetim, inanç ve ahlak yapısı bakımından bir çöküntü içerisindeydi. Devletler, karakter bakımından mütecaviz, ise birlik ve beraberlik ruhundan uzak idiler. Arap toplumuna gelince; onlar da çevrelerinden habersiz bir hayat yaşamıyorlardı. Arap yarımadası, gerek kuzey-güney ve gerekse doğu-batı arasında ticaret yolları üzerinde bulunmaları sebebiyle çok eski devirlerden beri birçok medeniyet ve dinlere beşiklik etmiştir. Ancak çevrelerindeki milletlerden etkilenerek bünyelerinde birçok değişiklikler meydana gelmiştir. Tarihte bu devir Araplarından bahsedilirken “Cahiliye çağı” deyimi kullanılmaktadır.2 Bu dönemde Arap yarımadasında kendilerine bir yer bulmak isteyen tüm din mensupları, kendi kutsal metinlerinde işaret edilen vasıflara sahip bir peygamberin kendilerinden çıkmasını arzu ederek buraya yerleşmeye çalışmışlardır. Onun için burası bir din panayırına dönüştürülmüştür. Hatta peygamberin kendilerinden çıkmadığını görünce de Hz. Muhammed’in peygamberliğini kabul etmeleri zor olmuştur.
İslâm’dan önce Arabistan yarımadasının genelinde putperestlik (şirk) hâkimdi. Yarımadanın
çeşitli bölgelerinde put evleri denilebilecek tapınaklar inşâ edilmişti. Bunlara genellikle beyt, kübik
olanlarına da kâbe denilmekteydi. Putperestlik ve çok tanrıcılığın yaygın olduğu Câhiliyye döneminde
kabilelerin kendilerine mahsus putları vardı. Bazı kabileler de ortak putlara sahiptiler. Bu dönemin
başlıca ibadeti bu tapınaklarda duâ, secde ve tavaf etmek, adaklar adamak, kurbanlar kesmek, tanrıların
hoşnutluğunu kazanmak için sadaka vermek gibi faaliyetlerdi. Kureyşliler edindikleri putları Kâbe’nin
içine ve çevresine yerleştirmekte, putların önünde fal okları çekerek yapacakları işler konusunda karar
vermekte idiler. Ayrıca hac için Kâbe’yi ziyarete gelen kabilelerden azami derecede istifade etmek ve
onların ilgilerini çekmek için başka kabilelerin putlarını da Kâbe’ye ve çevresine dikiyorlardı. Öyle ki, Kâbe
ve çevresindeki putların sayısı 360’a kadar ulaşmıştı. Şüphesiz Câhiliye döneminde hac en yaygın, köklü
ve düzenli bir ibadetti. Araplar güneş ve ay takvimi farklılığından kaynaklanan sebeplerle nesî yaparak,
yani ihtiyaç halinde yıla bir ay ilave ederek hac mevsimini her sene ilkbahar veya yaz aylarına denk
getirirlerdi., Aynı zamanda hac mavsimi eşhürü’l-hurum denilen “haram aylar”da (zilkade, zilhicce,
muharrem, receb) olduğu için bu dönemi bir barış ve esenlik dönemi olarak geçirirlerdi. Araplar yalnız
Mekke’yi değil putlarının bulunduğu başka tapınaklarını da haccederlerdi. Mekke’deki Kâbe’ye ve Lât,
Menât, Uzzâ ve Zülhalasa gibi putların bulunduğu diğer tapınaklara yapılan bu ziyaretler birer bayram
görünümündeydi.

Derleme;Akcan Mir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

23

Monday, 29.02.2016, 18:37

İslamiyet'e göre putlar ve putperestlik
Türkçe’ye put şeklinde geçen ve aslı Buddha ismine dayanan Farsça but kelimesi “bilinçli ve canlı olduğuna inanılan sûret veya heykel, tamamen veya kısmen bir dinî yapı içinde kurumlaşmış ibadet konusu haline getirilmiş maddî obje, Allah’tan başka ilâh edinilen nesne” diye tanımlanır. Batı dillerinde putun karşılığı olarak kullanılan idol “görünüş, şekil” anlamında eidos kelimesinden türetilen eidolondan gelir. Eidolon, “hayalet, belirsiz şekil, bir ayna veya suya yansıtılan sûret” gibi farklı mânalara sahiptir; aynı zamanda “insan zihninde oluşturulan sûret” anlamına da gelir. Homeros’tan itibaren Yunan metinlerinde nâdiren rastlanan eidolon eski Yunan’da dinî bir mâna kazanmamıştır. Yunan dilinde eidolon kelimesine Septuagint’te (Eski Ahid’in Yunanca tercümesi) rastlanmaktadır. Bu kelime İbrânîce Eski Ahid’de yer alan aven (yararsızlık), elil (hiçlik), gillulim (pislik), pesel (oyma put), tselim (heykel, sûret) gibi İbrânîce kelimelerin karşılığında kullanılmıştır. Nitekim Eski Ahid’de putlardan bahsedilirken otuz farklı isme yer verilmiştir. Burada eidolonun sahte tanrılara işaret ettiği belirtilmiş ve onların boş şeyler, aldatmacadan ibaret faydasız sûretler, şekil verilmiş metaller ve oyulmuş ağaçlar olduğuna dikkat çekilmiştir. Bu sebeple Eski Ahid’i Yunanca’ya çeviren mütercimlerin tercihlerine göre eidolon, “sahte kabul edilen bir putperest tanrısını temsil etme” şeklinde bir anlam kazanmıştır. Vulgat’te (Kitâb-ı Mukaddes’in Latince tercümesi) söz konusu İbrânîce kelimeleri tercüme edebilmek için idolum (put) ve simulacrum (sûret) kelimeleri kullanılmıştır. Eidolona apokrif kabul edilen eserlerde de sıkça rastlanır. Eidolon kelimesi Yunanca Yeni Ahid’in İnciller dışındaki bölümlerinde yer almaktadır (Resullerin İşleri, 7/41, 15/21; Romalılar’a Mektup, 2/22; Korintoslular’a Birinci Mektup, 8/4, 7, 10/9, 12/2). Bazı Yeni Ahid pasajlarında pagan tanrılarının var olmadığı (Galatyalılar’a İkinci Mektup, 4/8 ) ve onlara yapılan ibadetin arkasında şeytanların parmağının bulunduğu (Korintoslular’a Birinci Mektup, 10/9; ER, VII, 73) belirtilmektedir.
İslâm’ın doğuşuna tekaddüm eden Câhiliye dönemiyle İslâm’ın zuhuru sırasındaki müşrik Araplar’ın dinleri hakkında ayrıntılı bilgilerin yer aldığı Kur’ân-ı Kerîm’de putu veya putları ifade etmek üzere es-nâm, ensâb, evsân, cibt, timsâl (temâsîl), ünsâ (inâs) ve tâgūt gibi kelimeler kullanılmıştır. Bunların ilk üçü çoğul olup tekilleri sanem, nusb ve vesendir. Sanem Sâmî dillerindeki salm kökünden türemiş olup sözlükte “Allah’ın dışında ilâh edinilen şey” demektir. Sanem “sûret, resim” ve özellikle “put” anlamına gelmektedir. Kur’ân-ı Kerîm’de daima çoğul şekli ile yer alır (el-En‘âm 6/74; el-A‘râf 7/138 ; İbrâhîm 14/35; el-Enbiyâ 21/57; eş-Şuarâ 26/71). Eski Ahid’de genellikle “put, oyma ve dökme put” mânalarında kullanılmıştır (Sayılar, 33/52; II. Krallar, 6/18 ; Hezekiel, 7/20; Amos, 5/26). Sanem ayrıca ağaçtan yontulmuş, altın, gümüş yahut bakırdan dökülmüş olup cismi veya belli bir şekli olan putu ifade eder. “Dikmek” anlamındaki nasb kökünden “dikili taş” anlamına gelen nusb, putlar adına kesilen hayvanların kanlarının üzerlerine döküldüğü -mezar taşları gibi- taş bloku ifade eder. Esasen Kâbe’nin harem bölgesinin sınırlarını belirleyen kaba taş sütunlardan ibaret olan en-sâb yerleşik topluluklar arasında Kâbe’deki putların şekillerinin işlendiği taşlar yani esnâm haline getirilmiş ve bazı göçebe topluluklarda nâdiren ilâhların sembolü olarak kullanılmıştır. Ensâb adı verilen putların belirli şekil verilmiş hallerine esnâm veya evsân denilmiştir. Vesen ise “sadece taştan yapılan, fakat cismi veya belli bir şekli olmayan put” demektir. Daha ziyade resim biçimindeki objeler hakkında kullanılır. Ayrıca evsân, yalnız düzmece tanrıları simgeleyen nesnel ve somut imajlara değil en geniş anlamıyla asılsız inanç ve uygulamalarla ya da sahte değerlere bağlanma eğilimiyle bir arada düşünülebilen her şeye işaret etmektedir. Bunun içindir ki ilgili âyetin hemen arkasından “her türlü asılsız sözden kaçınma” buyruğu gelmektedir (el-Hac 22/30).

Kur’an’da tâgūtla birlikte sadece bir yerde geçen cibt, “Allah’tan başka ibadet edilen her şey, kendi başına hiçbir değeri ve faydası olmayan şey, hiçbir gerçeğe dayanmayan anlamsız gizler” gibi mânalara gelir. Ayrıca put, puta tapınma, sihir, falcı ve büyücüler hakkında da kullanılır.

Kendilerine kitaptan bir nasip verilmiş olanları görmüyor musun? Onlar cibte ve tâgūta inanıyorlar meâlindeki âyette görülen (en-Nisâ 4/51) cibtin sihir, tâgūtun da şeytan olduğu ifade edilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’de sekiz yerde geçen (el-Bakara 2/256-257; en-Nisâ 4/51, 60, 76; el-Mâide 5/60; en-Nahl 16/36; ez-Zümer 39/17) ve “put, putperestlik, put evi” gibi mânalarda kullanılan tāgūt ise öncelikle Allah’tan başka ibadet edilen her şeyi ifade eder. Ayrıca büyücüye, kâhine, cinlerin âsi olanına, insanı hayır yolundan, böylece Allah’tan uzaklaştıran ve şeytana yönelten sahte tanrılara da tâgūt adı verilir. Hem tekil hem çoğul olarak kullanıldığından “şeytânî güçler” mânasına da gelir.

Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "lale_zar" (29.02.2016, 18:42)


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

24

Monday, 29.02.2016, 18:41

İSLAM ÖNCESİ KABE'DEKİ EN MEŞHUR PUTLAR
İslâm öncesi dönemde Kâbe’nin içinde ve çevresinde Araplar’a ait 360 kadar put bulunuyordu. Ayrıca Mekke’de her ailenin evinde bir put vardı. Araplar’a göre Kâbe’deki putların en büyüğü ve en meşhuru kırmızı akikten yapılmış insan şeklinde bir put olan Hübel idi. Hübel’in sağ kolu kırıktı. Onu ilk diken Huzeyme b. Müdrike’dir. Önünde yedi adet fal oku vardı. Araplar’ın taptığı putların en önde gelenleri Menât, Lât ve Uzzâ’dır. Menât bunların en eskisi olup Mekke ile Medine arasında Müşellel yöresinde Kudeyd’e yakın bir yerdeydi. Evs ve Hazrec kabileleriyle Medine halkından onlara tâbi olanların putuydu. Sakīf kabilesinin putu olan Lât Tâif’te bulunuyordu. Dört köşe bir kaya parçasından ibaret olup saygınlığı Menât’tan sonra gelirdi. Kureyş halkı ve bütün Araplar ona saygı gösterirdi. Kureyş’in en büyük putu ise Uzzâ idi. Mekke’den Irak’a çıkışta sağda Hûrâz isimli vadide bulunuyordu. Kureyşliler onu ziyaret eder, hediyeler sunar ve yanında kurban keserlerdi. Zâlim b. Es‘ad onun üzerine bir ev yaptırmıştı. Câhiliye Arapları bu üç putun Allah’ın kızları olduğuna inanırlardı (en-Nahl 16/57; en-Necm 53/19-23).

Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

25

Monday, 29.02.2016, 18:43


NUH KAVMİNİN TAPTIĞI PUTLAR

Kur’an’da zikredilen İslâm öncesi ibadet objeleri arasında Ved, Süvâ‘, Yegūs, Yeûk ve Nesr de vardı (Nûh 71/23). Bunlar Nûh kavminin taptığı putlardı. Daha sonra Araplar tarafından da tapınılmıştır. Bunlardan Ved, Kelb kabilesinin putu olup Dûmetülcendel’de, kadın suretindeki Süvâ‘ ise Yenbu‘ bölgesinin Ruhât yöresinde bulunuyordu. Bekçisi Lihyânoğulları’ydı. Mezhic kabilesi ve Cüreş halkı Yegūs’a, Hayvân kabilesi at şeklindeki Yeûk’a, Himyerîler de Belhâ adı verilen bölgedeki Nesr’e tapıyordu. Himyerîler’in ve Yemenliler’in San‘a’da Riâm (Riyâm) isimli bir tapınakları daha vardı ve yanında kurbanlar keserlerdi. Bu putun içinden birtakım seslerin işitildiği söylenirdi. Riâm, Himyerîler’in Tübba‘ zamanında putlara tapmaktan vazgeçip Yahudiliğe girdikleri sırada yıkılmıştır.
Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

26

Monday, 29.02.2016, 18:50

ARAPLARIN TAPTIĞI PUTLAR

İslâm öncesinde Araplar’ın taptıkları putlar arasında Zülhalesa, Zülkeffeyn, Zûşerâ, Zülkeabât, Fels, Sa‘d, Rudâ, Menâf, Ukaysir, Nuhm, Âim, Süayr (Saîr), İsâf ve Nâile de yer alıyordu. Zülhalesa, üzerine bir çeşit taç oyulmuş beyaz bir taştı. Mekke ile Yemen arasında Tebâle adı verilen yerde bulunuyordu. Devs, Has‘âm, Becîle ve Ezdü’s-Serât ile Hevâzin Arapları’ndan bunlara komşu olanlar Zülhalesa’ya saygı gösterir, kurbanlar sunarlardı. Bu putun önünde “Âmir” (buyurucu), “Nâhî” (yasaklayıcı), “Mutarabbis” (mühlet verici) adlı üç fal oku vardı. Önemli bir karar öncesinde putun önünde bu oklar çekilir ve ona göre hareket edilirdi.

Zülkeffeyn Münhib b. Devs oğullarının, Zûşerâ da Ezd soyundan Hâris b. Yeşkür b. Mübeşşir oğullarının putu idi. Vâil ve İyâd oğullarından Bekir ve Tağlib kabilelerinin Zahr adı verilen yerde Sindâd’da Zülkeabât isimli bir tapınakları vardı. Burası bir ibadet yeri değil şerefli ve önemli kabul edilen bir evdi. Uzun bir kayadan ibaret olan Sa‘d, Kinâne’nin iki oğlu Mâlik ve Milkân boylarının putu olup Cidde sahilinde bulunuyordu.

Fels Tay kabilesinin, Rudâ da Rebîa b. Kâ‘b b. Sa‘d kabilesinin tapınağıydı. Rudâ’yı Amr b. Rebîa (Müstevğir) yıkmıştır.

Menâf’ın nerede bulunduğu ve kimin tarafından dikildiği tam olarak bilinmemekle birlikte Kureyşliler onun ismini Abdümenâf şeklinde çocuklarına veriyordu.

Ukaysir, Kudâa, Lahm, Cüzâm, Âmile ve Gatafân’ın Suriye boylarında bulunan putları idi. Nuhm Müzeyne kabilesinin, Âim Ezdü’s-Serât’ın, Süayr Aneze’nin putuydu. Benî Muhârib, Hevâzin’e ait Cihâr adlı puta tapıyordu.
Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

27

Monday, 29.02.2016, 18:52

RİVAYETE GÖRE MEKKE'DE TAŞ KESİLEREK PUTLAŞAN ÇİFT

Rivayete göre Cürhüm kabilesinden İsâf b. Yâlâ adında bir kişi Zeyd’in kızı Nâile’ye âşık olmuştu. Kabileleri hac için Mekke’ye geldiğinde bu ikisi Kâbe’ye girmiş, orada baş başa kaldıkları bir sırada cinsel ilişkide bulunmuş ve hemen ikisi de taş haline gelmiştir. Ertesi sabah onları Kâbe’den çıkaranlar halka ibret olsun diye birini Kâbe’nin yanına, diğerini Zemzem Kuyusu’na yakın bir yere dikmiştir. Fakat olayın üstünden uzun süre geçip de putlara tapılmaya başlanınca Huzâa ve Kureyş ile Mekke dışındaki Araplar’dan Kâbe’ye hacca gelenler tarafından bunlara da tapılmaya başlanmıştır. Diğer bir rivayete göre ise Allah onların Kâbe’de günah işlemelerine fırsat vermeden her ikisini taş yapmıştır; bunun üzerine İsâf Safâ’ya, Nâile Merve’ye dikilmiştir.

Kâbe’nin içinde ve civarında bulunan putların hepsi Mekke’nin fethi günü Hz. Peygamber’in emriyle yıkılmış ve Kâbe’nin dışına çıkarılarak ortadan kaldırılmıştır

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

28

Monday, 29.02.2016, 18:55


PUTPERESTLİK NEDİR?



Putperestlik çok tanrılı dinlerde tanrısal varlıkları sembolize eden çeşitli figürlere tapınmayı ifade eder. Batı dillerinde idolatry ve paganizm, İslâmî kaynaklarda veseniyye terimlerinin karşılığıdır. Yunanca eidolon (put, idol) ve latreia (tapınma) kelimelerinden türetilen idolatry, “sûret ve temsillere yanlış şekilde ve yanlış sebeplerle değer verme veya tâzimde bulunma” şeklinde tanımlanır (Barfield, s. 110-111). Latince pagandan (köylü, taşralı) türeyen paganizm ise Ortaçağ başlarından itibaren kilise tarafından hıristiyan olmayanlar, XVIII. yüzyıldan itibaren ise çok tanrılı dinî geleneklerdeki putperestlik için kullanılmıştır. İslâmî kaynaklarda put karşılığında kullanılan, insan sûretindeki putun kastedildiği vesen (çoğulu evsân) kelimesinden türetilen veseniyye de genel anlamda putperestliği ifade eder. Putperestlere de abedetü’l-evsân denir.

İslâm kaynakları tarihî açıdan putperestliği genellikle Hz. Nûh dönemiyle başlatma eğilimindedir (Zemahşerî, IV, 164; İbn Kesîr, es-Sîre, I, 68 ). Bu gelenek Hûd, Âd ve Semûd kavimleri zamanında sürmüştür (Hûd 11/53-55; Fussılet 41/14). Puta tapıcılığın yaygın olduğu Hz. İbrâhim devrinde İbrâhim’in babası Âzer (Tevrat’a göre Terah) puta tapan (Yeşu, 24/2) ve geçimini put yapıp satarak temin eden biri olarak tanıtılır. Hz. İbrâhim babasını, “Sen putları ilâh mı ediniyorsun? Şüphesiz ben seni de kavmini de apaçık bir sapıklık içinde görüyorum” (el-En‘âm 6/74); “Babacığım! İşitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir faydası olmayan şeylere niçin tapıyorsun?” (Meryem 19/42-44) diyerek uyarmış, putlara tapmanın mantıkî bir temele dayanmadığını vurgulamış ve kavmini hak dine davet etmiş, ancak olumlu sonuç alamamıştır (meselâ bk. el-En‘âm 6/80-81; el-Enbiyâ 21/51-73; eş-Şuarâ 26/70-89). Kur’an’a göre puta tapma geleneği İbrâhim’in soyundan gelenler ve başta Harrânîler (Keldânîler / Nabatîler) olmak üzere başka milletler arasında da devam etmiştir. İsrâiloğulları, Hz. Mûsâ kendilerini Mısır esaretinden kurtarınca karşılaştıkları putperest kavme özenerek Mûsâ’nın da kendilerine bir ilâh (put) yapmasını istemiş (el-A‘râf 7/ 138-140), ayrıca Hz. Mûsâ’nın vahiy almak üzere Tûr’a çağrıldığı kırk günlük süre içerisinde Sâmirî’nin yaptığı altın buzağıya tapmaya kalkışmıştır (Tâhâ 20/88 ). Tevrat’a göre bu altın sûret Hz. Mûsâ dağda iken Sînâ çölünde Hârûn ve İsrâilliler tarafından (Çıkış, 32/1-35), Kur’ân-ı Kerîm’e göre ise Sâmirî tarafından (Tâhâ 20/85-89, 95-97) yapılmıştır.

Kitâb-ı Mukaddes’e göre Hz. Mûsâ’ya verilen on emirdeki, “Benden başka tanrın olmayacak, kendine yukarıda gökyüzünde ya da yer altındaki sularda yaşayan herhangi bir canlıya benzer put yapmayacaksın. Putların önünde eğilmeyecek, onlara tapmayacaksın …” ifadesiyle (Çıkış, 20/3-5) putperestlik kesin biçimde yasaklanmıştır. Tevrat’ta bu hususta başka yasaklayıcı ifadeler de bulunmaktadır (Tesniye, 4/15-19, 5/6-9; Levililer, 26/1). Mûsâ, kendisinden sonra başka milletlerin etkisinde kalarak putlara tapmamaları konusunda kavmini uyarmıştır (Tesniye, 7/1-5). Hz. Mûsâ’nın ardından İsrâiloğulları’nın başına geçen Yeşu (Yeşu, 24/14-15) ve sonraki peygamberlerin İsrâiloğulları’nı puta tapmama konusunda uyarmayı sürdürmelerine ve putperestliğe karşı mücadele etmelerine rağmen İsrâiloğulları başta Ken‘ânîler olmak üzere karşılaştıkları milletlerin etkisinde kalarak Tanrı Yahve’ye yaptıkları ibadete zaman zaman putperest unsurlar karıştırmışlar (Hâkimler, 3/5-6, 7/1-13, 8/22-27), zaman zaman da başka milletlerin tanrılarına, güneşe, aya, Baal ve Astarte gibi ilâh edinilen şeylere tapmışlardır (Hâkimler, 10/6; I. Samuel, 7/ 4, 12/10; I. Krallar, 11/7, 33; II. Krallar, 21/ 1-9, 17/30-31, 23/4-14; Yeremya, 2/8, 7/9; Amos, 5/26). Milâttan önce 935’te krallığın ikiye bölünmesinden sonra Yeroboam’ın başında bulunduğu kuzeydeki İsrâil Krallığı’nda çölde tapınılan altın buzağı kültü yeniden canlandırılmıştır (I. Krallar, 12/26-32; II. Krallar, 15/24). Kitâb-ı Mukaddes’e göre İlyâs, Amos, Hoşea, İşaya gibi peygamberler putperestliğe karşı büyük mücadele vermişlerdir (I. Krallar, 13/1-32; 18/ 22-40; Amos, 2/4; Hoşea, 4/12-13; İşaya, 2/20, 17/7-8, 30/22). İşaya, Bâbil tanrılarını da ağır bir dille hicvetmiş (İşaya, 44/14-17), bu akılsız tanrıların bazan hayvanlarla taşındıklarından ve hayvanlara yük olduklarından söz etmiştir (İşaya, 46/1-2).

Putperestliğe karşı geliştirilen dinî ve kültürel miras Yeni Ahid’e ve putperest topluluklar arasında yayılan ilk dönem Hıristiyanlığına da yansımıştır. Putlara karşı takınılacak tavır hıristiyanlara kilise tarafından ilk yıllardan itibaren öğretilmiştir. Hıristiyanlığın özellikle Roma İmparatorluğu’na bağlı vilâyetlerde hızlı biçimde yayılışı kiliseyi pagan kültlerine karşı açık bir şekilde tavır almaya sevketmiştir. Put ve putçuluğa Yeni Ahid metinlerinde sıkça değinilmektedir (Resullerin İşleri, 7/41, 15/ 21; Romalılar’a Mektup, 2/22; Korintoslular’a Birinci Mektup, 8/4, 7, 10/9, 12/2; Korintoslular’a İkinci Mektup, 6/16; I. Thes., 1/9; Yuhanna’nın Birinci Mektubu, 5/21; Vahiy, 9/20). Galatyalılar’a Mektup’ta (4/8 ) hiçbir gerçekliği olmayan putperest tanrılarının ortak yönüne temas edilmiş, Korintoslular’a Birinci Mektup’ta da (10/19-20) putlara kurban sunanların aslında cinlere kurban sunmuş oldukları belirtilmiştir. Pavlus putperestliği ağır bir günah olarak kabul etmiş (Korintoslular’a Birinci Mektup, 5/10-11, 6/9, 10/7, 14; Galatyalılar, 5/20; Koloseliler, 3/5; Efesoslular, 5/5); Petrus’un Birinci Mektubu’nda (4/3) hıristiyanların putlara ibadeti reddetmeleri gerektiğinden söz edilmiştir. Aynı düşünceye Vahiy’de de (21/8, 22/15) rastlanmaktadır. Putperestliğin şeytânî karakterinin Kitâb-ı Mukaddes’te çift yönlü olarak ele alınışı hususu daha sonra kilise babalarında da görülmektedir (ER, VII, 76-78 ). Erken dönem hıristiyan yazarları, hıristiyanları puta tapmaya zorlamadıkları sürece putperest yöneticilere itaat edilmesi gerektiğini vurgulamışlardır.

Hıristiyanlık tarihinde ikona olarak adlandırılan aziz ve azize resim ve tasvirlerine tâzim konusu putperestlik tartışmaları açısından önemlidir. İkonalara saygı putperestlik tehlikesi taşıdığından kiliselerden ikona, resim ve heykellerin kaldırılması mücadelesi verilmiş ve ikona karşıtı bir dönem (ikonoklazm) yaşanmıştır. İkonalarla ilgili bu mücadele 725’ten 842’ye kadar devam etmiştir. İmparator III. Leo, 726’da bütün sûretleri put ilân eden ve onların yıkımını emreden bir genelge yayımlamış, bunun üzerine bir cezalandırma dönemi başlamıştır. 753’te Hieria Sinodu’nda İmparator V. Konstantin, Mesîh’in yalnızca insanlığının tasvir edilmesiyle ya Nestûrîler’in yaptığı gibi onun bütünlüğünün bölünmekte olduğunu ya da monofizitlerin yaptığı gibi iki tabiatın bozulduğunu ileri sürmüş, Meryem ve azizlerle ilgili ikonaları put ilân ederek onların yıkılmasını emretmiştir. Ancak İmparatoriçe Irene seleflerinin politikasını değiştirmiştir. 787’de toplanan İznik Konsili’nde ikonalara tâzim yönünde karar alınmış ve ülke çapında ikonaların tamir edilmesi önerilmiştir. İkonalar konusunda ikinci çekişme V. Leo zamanında 814’te yaşanmıştır. V. Leo kiliselerden ve halka açık binalardan ikonaları kaldırtmış, karara karşı çıkanlar cezalandırılmış, bu durum İmparator Thephilus’un 842’deki ölümüne kadar devam etmiştir. Nihayet onun dul eşi Theodora 843’te Methodius’u patrik olarak seçtirmiş ve Paskalya öncesi tutulan oruç dönemi olan Lent’teki ilk pazar günü ikonalar anısına bir bayram düzenlenmiştir. Bu bayram Ortodoks kilisesinde Ortodoksluk bayramı olarak kutlanagelmiştir. Ayrıca Ortodoks kilisesi bünyesinde ikon ilâhiyatı geliştirilmiştir. Aralarında çeşitli farklılıklar olsa da Katolik ve Ortodoks mezhepleri, II. İznik Konsili’nde alınan karar gereğince ikonalara saygı göstermekte, Protestanlar ise kiliselerdeki resimler karşısında daha ihtiyatlı davranmaktadır.

Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

29

Monday, 29.02.2016, 18:59

ARAPLARIN EN ESKİ DİNLERİ

İslâmî kaynaklar diğer Sâmî kavimleri gibi Araplar’ın en eski dinlerinin tevhid esasına dayandığını belirtir (İbnü’l-Kelbî, s. 16). Hz. İbrâhim ve oğlu tarafından inşa edilen Kâbe tevhid inancının hâkim olduğu bir mâbed idi. Daha sonra Hicaz bölgesi halkı arasında putperest temayüller oluşmaya başladı ve Araplar başta Nabatîler olmak üzere civardaki putperest kültürlerden etkilendiler. Allah’ın varlığını kabul etmekle beraber putların Allah’ın yanında ara buluculuk etme gücüne sahip olduklarına, onlar vasıtasıyla Allah’a yaklaşabileceklerine inanmaya ve putları birer şefaatçi gibi kabul etmeye başladılar (ez-Zümer 39/3). Putlar, heykeller, dikili taşlar gibi nesneler tapınmaya değer objeler olarak görüldü (Mes‘ûdî, II, 145-146). İslâmî kaynaklarda putperestliği Arabistan’a ilk getiren kişinin Amr b. Luhay olduğu söylenir. Amr b. Luhayy’in ortaya çıkışına kadar Araplar tek tanrı inancına sahipti. Rivayete göre Amr b. Luhay kutsal evin bekçiliğini üzerine almış, sonra da ağır bir astalığa tutulmuştu. Kendisine Suriye’de Belkā denilen yerde şifalı bir pınar bulunduğu, oraya gitmesi halinde iyileşebileceği söylenince oraya gitmiş, yıkanmış ve iyileşmişti. Bu arada yöre halkının putlara taptığını görmüş ve buradan aldığı bazı putları Mekke’ye götürerek Kâbe’nin çevresine dikmişti. Bu putlardan biri de Hübel idi (İbnü’l-Kelbî, s. 27-28; İbn Hişâm, I, 79). Hicaz bölgesi Araplar’ının putperestliğine dair bir başka rivayet ise şöyledir: Hz. İbrâhim’in oğlu İsmâil’in soyundan gelenler Mekke’yi doldurarak Amâlikalılar’ı oradan uzaklaştırdılar. Fakat zamanla kendi aralarında çıkan kavga ve çekişmeler yüzünden bir kısmı başka yerlere göç etti. Bunlar, Kâbe’ye olan saygılarından dolayı yanlarında kutsal bölgeden birer taş götürüyordu. Konakladıkları yerlerde o taşı bir yere koyup Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi onu tavaf ederlerdi. Böylece asıl dinlerini unutup putlara tapmaya başladılar (İbn Hişâm, I, 79-80).

Mekkeli müşrikler Kâbe’ye olduğu gibi putlara da saygı gösteriyorlardı. Bu sebeple Kâbe’nin dışında put evleri edinmişlerdi. Kâbe’yi tavaf ettikleri gibi zaman zaman put evlerini de tavaf ederlerdi. Onların da bakıcıları vardı. Çeşitli vesilelerle putlarına hediyeler gönderir, yanlarında kurban keser, ziyafet verirlerdi. Kendisine kurban sunulan putların başında Lât, Menât, Uzzâ, İsâf, Nâile ve Hübel geliyordu. Kâbe’de Hübel’e yapılan ibadet iyi organize edilmişti. Bir hâcib onunla meşgul olur, onun adına getirilen kurban ve hediyeleri kabul eder, fal oklarını çekerdi. Kaynaklarda Hübel’e bir defada 100 deve kurban edildiği belirtilir. Putlara kurban takdim etmenin gayelerinden biri de onlarla iyi ilişkiler kurmak ve kan akrabalığı oluşturmaktı. Putlara kurban olarak genellikle koyun, deve vb. hayvanlar takdim edildiği gibi içki ve buhur da sunulurdu. Çok eski zamanlarda Araplar’ın putlar için insan kurban törenleri düzenlediklerine dair rivayetlere rastlanmaktadır. Putlara esirler, kız ve erkek çocukları adanır, daha sonra da kurban edilirdi.

İslâm öncesi dönemde sunulan kurbanlar arasında “fera‘” ve “atîre”den bahsedilebilir. Fera‘ deve veya koyunun doğurduğu ilk yavruya verilen isimdir. Araplar onu annesinin bereketli ve dölünün çok olması için putlara kurban ederlerdi. Ayrıca bir kimsenin develeri dilediği sayıya veya 100’e ulaşınca doğan ilk yavruyu veya en semiz deveyi putlara kurban ederdi ki buna da fera‘ denirdi (Müsned, V, 76; Ebû Dâvûd, “Eđâĥî”, 19; Nesâî, “FerǾ ve’l-Ǿatîre”, 2, 3). Atîre ise Araplar’ın receb ayının ilk on gününde putlar için kestikleri ve kanını putun başından aşağı döktükleri hayvana verilen isimdir; bu kurbana “recebiyye” de denirdi. Araplar, özellikle sürülerinin çoğalmasıyla ilgili dilekleri yerine geldiğinde receb ayında kesilmek üzere bir kurban adarlardı (Müsned, II, 490).

Bazı Araplar ekinlerinden ve hayvanlarından bir kısmını Allah ile putlar arasında bölüştürür, “Şu Allah’ın, şu da putlarımızın payı” derlerdi. Allah için ayırdıklarını misafirlere ve fakirlere ikram eder, putlara ayırdıklarını da onların huzurunda yapılacak ziyafetlerde birlikte yerlerdi. Eğer Allah’a ayrılan paydan putun tarafına bir şey geçerse onu öylece bırakır, putlara ayırdıkları paydan Allah için ayrılan tarafa bir şey geçerse onu alıp tekrar putlara ayrılan tarafa koyar, “Allah zengindir, bunlar fakirdir” derlerdi (İbn Hişâm, I, 83). Puta ayrılan pay neticede yine kendilerine kalacağından onun payından Allah için ayrılan tarafa bir şey geçmemesine dikkat ederlerdi (el-En‘âm 6/136)
Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

30

Monday, 29.02.2016, 19:00

PUTLARA KURBAN KESİMİ

Müşrik Araplar’ın âdetlerinden biri de bazı vesilelerle birtakım hayvanları putlara kurban etmeleri veya bazılarını putlar adına serbest bırakmaları idi. Bu uygulamaya yönelik Kur’ân-ı Kerîm’deki ifade şöyledir: “Allah bahîre, sâibe, vasîle ve hâm diye bir şey -meşrû- kılmamıştır. Fakat kâfirler kendi uydurdukları yalanları Allah’a yakıştırmaya çalışıyorlar. Onların çoğu akıllarını kullanmıyor” (el-Mâide 5/103). Câhiliye Arapları’nın geleneğine göre bir deve beş defa doğurur ve beşinci yavrusu dişi olursa onun etini sadece erkekler yerdi. Eğer son yavrusu dişi ise onun adak olduğunu belirtmek üzere kulağını yarıp serbest bırakırlardı, bu hayvana “bahîre” denirdi. Bahîreye binmez, tüyünü almaz, istediği yerden su içmesine ve otlamasına izin verir ve onu kesmezlerdi; ayrıca sütü sağılmaz, putlara bırakılırdı. Yine Câhiliye döneminde bir kişi hasta olur veya bir yakını kaybolursa muradına ermek için bir deve adardı. Eğer hasta iyileşir ya da kaybolan kişi geri dönerse o deveye yük yüklemez, üzerine binmezler ve onu serbest bırakırlardı. Put adına serbest bırakılan, sütünden yalnızca misafirlerin faydalandığı bu deveye sâibe denirdi. Ayrıca hepsi dişi on yavrusu olan deveye de sâibe adı verilirdi. Vasîle ise yedi defa doğurmuş koyuna denirdi. Yedincide erkek doğurmuşsa bu yavru büyüdükten sonra puta kurban edilir, etini de yalnız erkekler yerdi. Yedincide dişi doğurmuşsa yavruyu kesmezlerdi. Bu koyun sahibine ait olurdu. Eğer biri erkek, biri dişi olmak üzere ikiz doğurmuşsa dişinin hatırına erkeğe dokunmazlar, “Kız kardeşi ona yetişti, etini bize haram kıldı” derlerdi. Yedinci batında erkek ikiziyle doğmuş hayvana da vasîle denirdi. Yavrulayan bu hayvanın sütü erkeklere helâl, kadınlara haram sayılırdı. Eğer bu koyun ölü yavru doğurursa etini erkekler de kadınlar da yerdi. Bir erkek devenin sulbünden on döl alınır veya yavrusunun yavrusuna binilirse buna “hâm” adı verilir ve binilmekten, yük yüklenmekten kurtulurdu (İbn Hişâm, I, 91-93). Rivayete göre bahîre, sâibe, vasîle ve hâm adaklarını ilk defa ortaya atan kimse Amr b. Luhay’dır (Buhârî, “Tefsîr”, 5/13; İbn Hişâm, I, 78-79).

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

31

Monday, 29.02.2016, 19:02

PUTPERESTLİĞE MEYLİN SEBEPLERİ

Şüphesiz putperestliğe meyletmenin pek çok sebebi vardır. Fakat en önemli sebep putperestlerin Allah’ı şanına yaraşır biçimde tanıyamamaları (el-En‘âm 6/91), böylece tevhid inancını koruyamamalarıdır. Zira Allah, peygamberleri aracılığı ile bir olan Allah’a iman esasını (tevhid) getirmiştir. Bütün peygamberler toplumlarına Allah’tan başka tapınılacak ilâhın bulunmadığını, kendilerinin de Allah’ın elçileri olduklarını anlatmışlardır. Peygamberlerin davetine icâbet edenler tevhid çizgisinden ayrılmamış, davete icâbet etmeyenler veya peygamberlerini bulundukları konumdan farklı konumlara çekerek onlara başka fonksiyonlar yükleyenler tevhidi koruyamamış, dolayısıyla yollarını şaşırmışlardır.

Kaynak: Diyanet İslam Ansiklopesi

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

32

Monday, 29.02.2016, 19:37

Hz. Muhammed (A.S)
Hz. Muhammed Yüce Allah tarafından “âlemlere rahmet” ve “son peygamber” olarak gönderilmiş,
Kur’ân-ı Kerim’de onun insanlığa “en güzel örnek”olduğu ifade edilmiştir. Öte yandan onun bir “beşer”
olduğu da vurgulanmıştır. Dolayısıyla o, hem dünya hayatının şartlarına tabi bir beşer hem de ilahî vahye
muhatap olan bir peygamberdir. Hz. Muhammed sadece bir peygamber olarak ilahî mesajı aktarmakla
kalmamış, aynı zamanda bir fert, bir aile reisi, bir eğitimci, bir devlet başkanı, bir hâkim ve bir kumandan
olarak bu mesajı hayatına yansıtmış ve örnek bir kişilik sergilemiştir. Sahip olduğu üstün özellikleri
sebebiyledir ki, Hz. Peygamber, on beş asır boyunca bütün müslümanların gönlünde taht kurmuştur. O
sadece müslümanlar için değil, tarihin akışını değiştiren bir insan olarak da dünya tarihi açısından
önemlidir: VII. Yüzyıldan itibaren Asya, Afrika ve Avrupa’nın önemli bir kısmına yayılarak edebiyattan
mimariye, siyasetten ekonomiye, hukuktan felsefeye kalıcı izler bırakan İslâm kültür ve medeniyeti
temelde onun etrafında şekillenmiştir. Bundan dolayıdır ki, müslüman olmayanlar da ona bir şekilde ilgi
duymuş ve gerek Doğu’da gerekse Batı’da hakkında en çok eser yazılan şahısların başında yer almıştır.
Hz. Peygamber’in altmış üç yıllık hayatına bir bütün olarak bakıldığında 40 yılının peygamberlik
öncesine ait olduğu görülür ki, bu da ömrünün yaklaşık üçte ikisine karşılık gelmektedir. Resûlullah’ın (s.
a. v.) doğumu, çocukluğu, gençliği, ticari faaliyetleri, Hz. Hatice ile evliliği, çocuklarının dünyaya gelip
büyümeleri ve Kâbe hakemliği bu dönemde gerçekleşmiştir. Daha önemlisi o bu dönemde ilahî bir yolla
peygamberliğin ağır yükünü taşıyabilecek şekilde hazırlanmış ve toplumun bu mesaja kulak vermesini
kolaylaştıracak güvenilir kişiliği bu dönemde oluşmuştur. Nitekim onun bu dönemde Mekke
toplumundaki adı “Muhammedü’l-Emîn”dir. Hz.Muhammed’in doğumundan peygamberliğine kadar kırk
yılını geçirdiği Câhiliye toplumunda nasıl bir kişilik sergilediğini kavramak bütün müslümanlar için
önemli olduğu gibi, peygamberlik sonrası hayatını değerlendirebilmek açısından da gereklidir.

Derleme;Akcan Mir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

33

Monday, 29.02.2016, 19:41

Hz. Peygamber’in Soyu-Hz. Muhammed (A.S)
Hz. Peygamber’in soyu yirmi birinci kuşaktan atası olan Adnân vasıtasıyla Hz. İbrahim’in oğlu Hz.
İsmail’e dayanmaktadır. Bu sebeple Hz. Peygamber’in soyunun da mensup olduğu Kuzey Araplar’ına
İsmâilîler veya Adnânîler gibi isimler de verilmektedir (Araplar’ın diğer ana kolu, anayurdu Güney
Arabistan olan Kahtânîler’dir). Hz. Peygamber’in Adnân’a kadar soy kütüğü kesin olarak bilinmekte olup
şöyledir: Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib (Şeybe) b. Hâşim b. Abdümenâf b. Kusay b. Kilâb b.
Mürre b. Kâ‘b b. Lüey b. Gâlib b. Fihr (Kureyş) b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b. Huzeyme b. Müdrike b. İlyâs b.
Mudar b. Nizâr b. Mead b. Adnân. Bu tabloya göre Hz. Peygamber, Araplar’ın, Hz. İbrahim’in oğlu Hz.
İsmail’in soyundan gelen Adnânîler kolundan, Kureyş kabilesinin Hâşimoğulları sülâlesine mensup
Abdullah b. Abdülmuttalib’in oğludur.
Hz. Muhammed’in babası, Kureyş’in Benî Hâşim kolundan Abdullah b. Abdülmuttalib, annesi ise
Kureyş kabilesinin Benî Zühre koluna mensup Vehb b. Abdümenâf’ın kızı Âmine’dir. Hz. Peygamber
onların evliliklerinden dünyaya gelen tek çocuklarıdır.
Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

34

Monday, 29.02.2016, 19:44

Hz. Peygamber’in Soyu-Hz. Muhammed (A.S)-2

Hz. Peygamber’in babası Abdullah akranları arasında çok beğenilen yakışıklı bir gençti. Yüzünde
diğer gençlerde bulunmayan bir güzellik ve parlaklık vardı. Bunun Hz. Peygamber’e ait “nübüvvet nûru”
(peygamberlik nuru, Nûr-i Muhammedî) olduğu kabul edilir. Abdullah’ın babası (Hz. Peygamber’in
dedesi) Abdülmuttalib, Zemzem Kuyusu’nu yeniden ortaya çıkarıp onardığı sırada Kureyş’in bazı ileri
gelenleri ona engel olmak istemişler, onu alaya alıp küçük düşürmek istemişlerdi.
O sırada Hâris’ten başka oğlu olmayan Abdülmuttalib onlara karşı savunmasız bir durumda
olduğundan on oğlu olursa birini kurban edeceğine dair adakta bulunmuştu. Bir süre sonra duâsı
gerçekleşip on oğlu dünyaya geldiğinde gördüğü bir rüyada kendisine adağı hatırlatılmış, o da
oğullarından hangisini kurban edeceğini belirlemek için kuraya başvurmuştu. Abdülmuttalib’in Hübel
putu önünde çektirdiği kura 11o sırada en küçük oğlu olan Abdullah’a çıkınca İsâf ve Nâile putlarının
önünde oğlunu kurban etmeye karar vermiş, ancak buna başta kızları olmak üzere pek çok kimse karşı
çıkmıştı. Adağını yerine getirebilmek için bir çözüm arayan Abdülmuttalib kendisine yapılan bir tavsiye
doğrultusunda Hicâz bölgesinin meşhur kâhinine (arrâfe) danışmak üzere Medine’ye, kadının Hayber’de
olduğu bilgisi üzerine de buraya gitmişti. Kâhin kadın Abdülmuttalib’e örfe göre bir insan diyeti olan on
deve ile Abdullah arasında kura çekmesini ve kura develere çıkınca o kadar deveyi kurban etmesini
tavsiye etmişti. Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, Abdullah ile on deve arasında kura çektirmiş, fakat ilk
kura Abdullah’a çıkmıştı. Abdülmuttalib deve sayısını onar onar artırarak kuraya devam etmiş, sayı yüze
ulaşınca kuranın develere çıkması üzerine 100 deve kurban etmişti. Böylece çok sevdiği oğlu Abdullah’ı
da kurtarmıştı. Bundan dolayı Hz. Peygamber, hem babası Abdullah’ın hem de büyük atası Hz. İbrahim’in
oğlu Hz. İsmâil’in kurban edilmekten kurtulmuş olduğunu kastederek, “Ben iki kurbanlığın oğluyum”
demiştir. Abdullah gençlik çağına ulaştığında kendisine gelen birçok evlilik teklifini kabul etmemiş,
nihayet babasının teşebbüsüyle Vehb’in kızı Âmine ile evlenmiştir. Abdullah’ın bu sırada on sekiz (veya
yirmidört) 12 yaşında olduğu anlaşılmaktadır.
Abdullah, Âmine ile evlendikten bir süre sonra ticaret için Suriye’ye giden kafileye katılarak
Gazze’ye gitti. Dönüş yolunda o zamanki adı Yesrib olan Medine’ye ulaştıklarında hastalandı. Burada
babasının dayıları olan Adî b. Neccâr oğullarını ziyaret etti. Akrabalarının yanında bir ay kadar hasta
yattıktan sonra vefat etti ve Medine’de defnedildi. Abdülmuttalib Abdullah’ın hastalığını haber alınca
büyük oğlu Hâris’i Yesrib’e göndermiş, ancak Hâris şehre ulaşmadan kardeşi vefat etmiştir. Bu sebeple
Hz. Peygamber yetim olarak dünyaya gelmiştir.
Hz. Peygamber’in doğduğu yıl Mekke’de çok önemli bir olay meydana gelmiş ve Allah’ın kutsal evi
Kâbe’nin yıkılmasına teşebbüs edilmiştir. Tarihe Fil Vak‘ası adıyla geçen bu olay şöyledir:
Habeş Krallığı’nın Yemen valisi Ebrehe Arapların Kâbe’yi ziyaretlerini engellemek üzere San‘a’da
büyük bir kilise (Kalîs, Kulleys) yaptırdı. Kabilelere elçiler göndererek bundan böyle hac için bu mabedin
ziyaret edilmesini istedi. Ancak Araplar onun beklentisinin aksine ciddî bir ilgi göstermediler. Üstelik bu
arada kiliseye karşı bazı saygısız davranışlar sergilendi, hatta Ebrehe’nin halkı hac için Kâbe yerine
San‘a’ya çağırmasına öfkelenen Kinâne kabilesine mensup bir Arap, kiliseye girip oraya pislemişti.
Yaptırdığı kiliseye büyük önem veren Ebrehe amacına ulaşamamanın getirdiği hayal kırıklığıyla Kâbe’yi
yıkmaya karar verdi. Mekke şehrini zaptederek dinî merkez olma özelliğini ortadan kaldırmayı ve
Mekkeliler’in ticarî faaliyetlerine son vermeyi planladı. Çok sayıda askerden oluşan ordusuyla birlikte
Yemen’den yola çıktı. Ordusunun önünde büyük bir fil yürüyordu. Ebrehe Kâbe’yi yıkmaya o kadar
kararlıydı ki, yolda önüne çıkıp kendisini bundan vazgeçirmek isteyenlere şiddetle tepki gösteriyordu.
Ebrehe’nin ordusu Mekke yakınlarında Mugammes adı verilen yere kadar gelip konakladı. Bu sırada
Ebrehe’nin Mekke’ye doğru gönderdiği öncü süvari birlikleri Mekkelilere ait sürüleri gasbetti. Bunlar
arasında Abdülmuttalib’in 200 devesi de bulunuyordu.
Ebrehe, Mekke’ye elçi göndererek hedefinin sadece Kâbe olduğunu ve kendisine karşı
gelinmedikçe halka dokunmayacağını, ayrıca Mekkelilerin lideri ile görüşmek istediğini bildirdi.
O sırada Kureyş’in Hâşimoğulları kolunun reisi olan Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib
Ebrehe’nin elçisiyle birlikte onunla görüşmeye gitti. Ebrehe, boylu-boslu ve heybetli bir görünümü olan
Abdülmuttalib’i karşısında görünce ayağa kalkarak onu selamladı ve yanına buyur ederek birlikte
oturdular. Ebrehe ile Abdülmuttalib arasında şu konuşma geçti.
Ebrehe: Ne istiyorsun?
Abdülmuttalib: Askerleriniz tarafından gasb edilen 200 devemin geri verilmesini istiyorum.
Ebrehe şaşkınlık ve hayal kırıklığını gizlemeyerek: “Ben seni ilk gördüğümde azamet ve
heybetinden etkilenip sana karşı bir saygı hissetmiştim. Ancak bu cevabını duyunca senin hakkındaki
kanaatimde yanıldığımı anladım. Ben, senin ve ataların için dinî bakımdan hayatî önem taşıyan Kâbe’yi
yıkmaya gelmişim. Sen ise bunu bildiğin halde, sizin için bir şeref meselesi olan bu konuda tek kelime
söylemiyorsun, fakat askerlerimin ele geçirdiği develerinden bahsedip onları istiyorsun”. Abdülmuttalib
Ebrehe’nin alaycı ve küçümseyici bir üslûpla tahakküm edercesine söylediği bu sözler karşısında gayet
kararlı bir şekilde şu tarihi cevabı verdi: “Ben develerimin sahibiyim. Bu sebeple onları istiyorum.
Kâbe’nin sahibi ise Allah’tır ve şüphesiz onu koruyacak olan da O’dur.”
Bu konuşmalardan sonra Ebrehe develeri iade etti. Mekke’ye dönen Abdülmuttalib şehir halkına
durumu anlattı ve Ebrehe’nin saldırısından herhangi bir zarar görmemeleri için şehirden uzaklaşıp dağ
başlarına doğru çıkmalarını istedi. Ardından Mescid-i Haram’a gitti ve Kâbe kapısının halkasına yapışarak
şöyle duâ etti:
“Allah’ım her kul kendi evini tehlikelere karşı korur. Sen de Kâbe’yi ve hareminde güvenliği
tehlikeye düşmüş olan bizleri Ebrehe’ye ve askerlerine karşı koru. İnanıyoruz ki, onların gücü senin güç
ve kuvvetine asla üstün gelemez.” Kureyş’ten bazıları da Abdülmuttalib’le birlikte Kâbe’ye gidip Allah’a
duâ ettiler. Sonra da olup bitenleri görebilecekleri şekilde dağlara çekildiler.
Kâbe’yi yıkmaya kararlı olan Ebrehe ertesi sabah hücum emri verdi; ancak ordusunun önünde
bulunan Mahmûd adlı büyük fil, olduğu yerde kaldı ve Kâbe’ye doğru bir adım dahi atmadı. Bu sırada
deniz tarafından sürüler halinde gelen kuşlar gaga ve ayaklarıyla taşıdıkları nohut ve mercimek
büyüklüğünde taşları Ebrehe ve askerlerinin üzerine atmaya başladı. Ebrehe ordusunun büyük bir kısmı
oracıkta helak oldu. Kendisine isabet eden bir taş yüzünden ağır yaralanan Ebrehe, sağ kurtulan az sayıda
asker tarafından San‘a’ya götürüldü. Ancak vücudu parça parça döküldüğünden bir süre sonra acılar
içinde kıvranarak can verdi. Mekke’de Ebrehe’nin ordusu helâk olmuş, cesetleri ortada kalmıştı. O sırada
sağanak halinde yağan yağmurların oluşturduğu seller cesetleri alıp götürdü ve ortalık temizlendi.
Ebrehe’nin ordusuyla Kâbe’ye saldırısı ve helâk oluşu Fîl sûresinde şöyle anlatılır: “Görmedin mi
Rabbın neler etti fil sahiplerine? Onların kötü planlarını boşa çıkarmadı mı? Onların üstüne sürü sürü
kuşlar saldı. O kuşlar onların üzerlerine pişkin tuğladan yapılmış taşlar atıyorlardı. Böylece onları yenilip
çiğnenmiş ekine çevirdi.” (el-Fîl 105/1-5). Bu olaya Fil Vak‘ası, meydana geldiği yıla da Fil yılı adı
verilmiştir. Belirli bir takvimleri olmadığı için tarih tespitinde, meydana gelen önemli olayları esas alan
Araplar bundan itibaren zaman hesabını Fil Vak‘asını dikkate alarak “Fil yılında”, “Fil yılından önce” veya
“Fil yılından sonra” şeklinde yapmaya başladılar. Ebrehe’nin girişiminin başarısızlıkla sonuçlanması
Araplar’ın Kâbe’ye ve hac ibadetine daha önce görülmemiş derecede değer vermeye başlamalarına yol
açtı; Mekke ve Kureyş’in itibarı arttı


Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

35

Monday, 29.02.2016, 19:47

Hz. Peygamber’in Doğumu-Hz. Muhammed (A.S)-3
Hz. Peygamber Arap yarımadasının batısındaki Hicaz bölgesinde yer alan Mekke şehrinde
dünyaya geldi. Doğum tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Bunun sebebi o sırada Araplar arasında belirli
bir takvimin kullanılmamasıdır. Genel kabul gören kanaate göre Fil Vak‘ası’ndan 50-55 gün sonra
Rebîülevvel ayında Pazartesi günü dünyaya gelmiştir. Farklı hesaplamalara göre Hz. Peygamber’in doğum
tarihi 20 Nisan (9 Rebîülevvel) 571 veya 17 Haziran (12 Rebîülevvel) 569 Pazartesi şeklinde
belirlenmektedir.13
Peygamber Efendimiz’in annesi Âmine, amcası Vüheyb’in evinde doğum yapmıştı. Ebelik
hizmetlerini Abdurrahman b. Avf’ın annesi Şifâ bint Avf ve Osman b. Ebü’l-Âs’ın annesi Fâtıma bint
Abdullah yerine getirmiş, evin baba yadigarı cariyesi olan Ümmü Eymen (Bereke) de yardımcı olmuştu.
Âmine kayınpederi Abdülmuttalib’e torununun dünyaya geldiğini müjdelemek için bir haberci gönderdi.
Abdülmuttalib bu sırada Kâbe’nin yanındaki Hıcr kısmında Kureyş’in ileri gelenleriyle oturmuş sohbet
ediyordu. Abdülmuttalib müjdeyi alır almaz hemen ayağa kalktı ve yanındakilerle birlikte gelininin
yanına gitti; torununu gördü. Bu arada Âmine hamileliği sırasında gördüğü rüyayı anlattı. Rüyada
kendisine önemli bir kişiye hamile olduğuna işaret edilerek doğacak çocuğa Muhammed veya Ahmed
adını vermesi, kem gözlerden, kıskanç bakış ve tavırlardan koruması için Allah’a sığınması söylenmişti.
Abdülmuttalib anlatılanlardan duyduğu büyük mutlulukla torununu kucağına alıp Kâbe’ye girdi. Orada
Allah’a, böyle bir torun ihsan ettiği için şükretti. Dönüşte çocuğu kendi evine getirdi ve burada bulunan
ailesine gösterdi. Ardından çocuğu götürüp annesine teslim etti. Doğumdan bir hafta sonra Abdülmuttalib
akika kurbanı için deve ve koyun keserek torununun şerefine herkese ziyafet verdi. Abdülmuttalib’e
torununa niçin ailenin atalarından birinin adını değil de Muhammed ismini tercih ettiği sorulunca şu
cevabı verdi: “Ona Muhammed adını verdim. İstedim ki, gökte Allah ve yerde insanlar onu hayırla
ansınlar, ondan övgüyle bahsetsinler.”
İslâm kaynaklarında Hz. Muhammed’in ana rahmine intikalinden doğumuna kadar geçen zaman
içinde bazı olağanüstü olayların meydana geldiği ifade edilmektedir. Buna göre Âmine’nin hamileliğe
bağlı herhangi bir hastalık, sıkıntı ve zorluk yaşamadığı, doğum sancısı çekmediği belirtilmektedir. Yine
Peygamberimiz sünnetli olarak doğmuştu. Ayrıca melekler tarafından yıkanmış ve sırtına, iki omuzunun
arasına peygamberlik mührü vurulmuştu.
Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

36

Monday, 29.02.2016, 19:50

Hz. Peygamber’in Çocukluğu-Hz. Muhammed (A.S)-4
Doğumun ardından Peygamberimizi birkaç gün annesi, bir süre de Ebû Leheb’in cariyesi Süveybe
emzirdi. Süveybe Hz. Peygamber’in amcası Hamza’yı da emzirdiğinden Hz. Peygamber bu amcasıyla aynı
zamanda sütkardeşi olmuştur.
Şehirlerde yeni doğan erkek çocukların emzirilmek ve belirli bir yaşa kadar büyütülmek üzere
havası ve suyu temiz, hayat tarzı da sade olan çöle gönderilmesi Kureyş ve diğer Araplar arasında yaygın
bir gelenekti. Sütannesine verilmesinde temel sebep çocukların şehir yerine daha sağlıklı olan çöl
havasında büyümelerini sağlamak, ayrıca konuşma çağında fasih Arapça öğrenmelerine imkân vermekti.
Hz. Peygamber de bu geleneğe uyularak Hevâzin kabilesinin Sa‘d b. Bekir koluna mensup Halîme bint Ebû
Züeyb’e verilmiştir. Arap dilini en güzel bir şekilde konuşmakla tanınan Benî Sa‘d b. Bekir, Araplar
arasında cömertlik ve şerefiyle de bilinmekteydi.
Halîme iki yıl dolunca başarılı bir gelişme gösteren ve akranlarına göre daha gösterişli bir yapıya
kavuşan çocuğu sütten kesti ve kocası ile birlikte annesine teslim etmek üzere Mekke’ye getirdi. Ancak
ondan gördüğü saadet, hayır ve bereket dolayısıyla kalbi onu vermeye razı değildi. Onun bir müddet daha
yanında kalmasını istiyordu. Âmine’ye çocuğun durumundan bahsedip ne kadar hayırlı bir evlat
olduğunu anlattıktan sonra büyüyünceye kadar yanında kalması için izin istedi. O sırada Mekke’de veba
salgını vardı. Çöl havasının oğluna yaradığını gören Âmine, hem Halîme’nin ısrarını kırmamak hem de
oğlunu veba tehlikesinden korumak için teklifi kabul etti.
Hz. Muhammed dört veya beş yaşına kadar sütannesinin yanında kaldı. Yukarıda belirtildiği gibi
onun sütbabası Hâris b. Abdüluzza, sütkardeşleri de Abdullah, Üneyse ve Şeymâ idi. Peygamberimizin
sütannesinin yanında bulunduğu dönemde “şakk-ı sadr” (göğsün yarılması) adı verilen hadisenin vukû
bulduğu kaynaklarda zikredilmektedir. Buna göre Hz. Muhammed dört yaşında iken bir gün erkek süt
kardeşiyle çadırın arka tarafında kuzularla beraber bulunuyorlardı. Bu sırada süt kardeşi büyük bir
heyecan içinde anne ve babasına koşarak geldi ve “koşun, beyazlar giymiş iki kişi gelip kardeşimi aldılar,
yere yatırdılar ve göğsünü açtılar, elleriyle göğsünü karıştırıyorlar” dedi. Halîme ve Hâris koşarak
çocuğun bulunduğu yere geldiler. Etrafa bakındılar, ancak kimsecikler yoktu. Çocuğun göğsünü kontrol
ettiler: Herhangi bir yara izi göremediler. Yaşananlara bir anlam veremeden çadırlarına döndüler.
Peygamberlik döneminde bazı sahabîler “Yâ Resûlallah! Bize biraz kendinizden bahseder
misiniz?” dediklerinde o bu olayı da anlatmış ve şöyle demiştir: “Ben babam İbrahim’in duâsı ve kardeşim
İsa’nın müjdesiyim. Annem bana hamile kaldığı günlerde kendisinden çıkan bir nurun Suriye saraylarını
aydınlattığını görmüş. Ben Sa‘d b. Bekir kabilesine mensup bir sütanneye verildim. Erkek sütkardeşimle
birlikte evimizin yanında hayvanlarımızı otlatırken beyazlar giymiş iki adam yanımıza geldi. Ellerinde
karla dolu altın bir tepsi vardı. Sonra beni yatırıp göğsümü açtılar ve kalbimi dışarı çıkardılar. Kalbimi
ikiye ayırıp içinden siyah bir pıhtıyı alarak attılar. Daha sonra kalbimi ve göğsümü karla yıkadılar. İlgili
rivayetlerden anlaşıldığına göre iki melek tarafından göğsü açılmış, kalbi yarılıp kötülüklerden
arındırılmış ve semâvî bir su ile yıkandıktan sonra yerine yerleştirilmiştir. Halîme ve Hâris baştan beri
birçok olağanüstü yönüne şahid oldukları Hz. Muhammed hakkında, olup biteni izah edememekten
kaynaklanan bir endişe yaşamaya başladılar ve çocuğu ailesine iade etmenin daha doğru olacağı
düşüncesiyle Mekke’ye getirdiler.
Âmine, çocuğu yanında tutmak için daha önce ısrarlı davranan Halîme’nin niçin fikir değiştirip
çocuğu teslim ettiğini merak ediyordu. Halîme bir süre gerçek sebebi gizlemeye çalıştıysa da Âmine’nin
ısrarı üzerine gördüğü olağanüstülükleri ve özellikle “şakk-ı sadr” olayını anlatıp ailece çocuk için
duydukları endişeyi dile getirdi. Âmine, sütanneyi teskin ederek hamilelik sürecinden itibaren
yaşadıklarını onunla paylaştı ve “Benim küçük oğlumda büyük harikalar gizli” diye ekledi. Halîme çocuğu
yanında tutmaya razı olmuştu. Fakat bu kez Âmine çocuğuna kendi bakmaya karar verdi. Sütannesine
“Çocuğu benimle bırak ve selametle evine dön” diyerek teşekkür etti.
Hz. Peygamber altı yaşına geldiğinde annesi Âmine onu câriyesi Ümmü Eymen’le birlikte yanına
alarak Yesrib’e (Medine) götürdü. Burada hem Abdullah’ın mezarını hem de Abdülmuttalib’in annesi
dolayısıyla ailenin dayıları sayılan Benî Neccâr mensuplarını ziyaret ettiler. Âmine, Yesrib’de bir ay kadar
kaldıktan sonra Mekke’ye dönerken Medine’ye yaklaşık 190 km. mesafede bulunan Ebvâ’da hastalandı ve
genç yaşta vefat etti. Âmine’nin ölümünden önce küçük yavrusuna bakarak şöyle söylediği anlatılır: “Her
yaşayan ölür. Her yeni eskir. Her çok azalır. Her büyük yok olur. Şüphesiz ben de öleceğim, ama devamlı
anılacağım. Çünkü dünyaya oğlumu hayırlı bir gelecek olarak bırakıyorum”. Annesinin ölümüyle öksüz
kalan Hz. Peygamber Ümmü Eymen tarafından Mekke’ye getirilip dedesi Abdülmuttalib’e teslim edildi.
Hz. Peygamber daha sonra hicretin altıncı yılında (milâdî 628) Ebvâ’ya uğrayıp annesinin mezarını
ziyaret etmiştir. Kabri eliyle düzelten, Hz. Peygamber bu arada annesinin şefkat ve merhametini
hatırlayarak göz yaşı dökmüştür. Onun bu tutumundan etkilenen sahabîler de göz yaşlarını tutamayıp
onunla birlikte ağlamışlardır.14
Abdülmuttalib, çok sevdiği ve genç yaşta kaybettiği oğlu Abdullah’ın değerli hâtırası olan
Muhammed’e büyük özen gösteriyordu. Sofraya onunla birlikte oturup yemek yiyor; onu zaman zaman
Kâbe duvarının gölgesindeki minderine oturtuyor; Dârünnedve’deki toplantılara başkanlık ederken
yanına alıyor; bütün davranışlarıyla ona baba şefkatı ve sevgisinin eksikliğini hissettirmemeye
çalışıyordu. Yaşı seksenin üzerinde olan Abdülmuttalib o sırada sekiz yaşındaki torunu Muhammed’in
bakım ve himayesini amcası Ebû Tâlib’e verdikten kısa bir süre sonra vefat etti. Ebû Tâlib Hz.
Peygamber’in babası Abdullah’ın anne-baba bir kardeşi idi. Ebû Tâlib, yeğenini çocuklarından fazla sevdi,
onun uğurlu olduğuna inandı ve iyi yetişmesi için gayret sarfetti. Çıktığı bazı seyahatlerde onu da yanına
alırdı. Nitekim Hz. Muhammed’in dokuz (veya on iki) yaşında bulunduğu sırada amcası ticaret amacıyla
Suriye’ye gitmeye karar verdiğinde o da amcasıyla birlikte gitmek istedi. Yeğeninin bu konudaki ısrarını
gören Ebû Tâlib onu da yanına aldı. Kervan Suriye topraklarındaki Busrâ’da konakladı. Burada bir
manastırda yaşayan Bahîra adlı rahip kafileyi yemeğe davet etti. Bahîra Ebû Tâlib’e, Muhammed’in
İncil’de gönderileceği vaad edilen peygamber olduğunu söyledikten sonra başına gelebilecek bazı
tehlikelere dikkat çekmiş ve onu iyi korumasını tavsiye etmiştir. Ebû Tâlib bunun üzerine seyahatını
yarıda kesip Mekke’ye dönmüştür.
Hz. Muhammed’in on yaşlarında iken kalabalık bir aileye sahip bulunan amcası Ebû Tâlib’e
yardımcı olmak amacıyla bir süre çobanlık yaptığı bilinmektedir. Peygamberliği döneminde o, bu
hatırasına atıfla “Hiçbir peygamber yoktur ki, koyun gütmüş olmasın” buyurmuştur. Etrafında bulunan
sahabîlerin “Siz de mi koyun güttünüz yâ Resûlallah?” şeklindeki sorusu üzerine “Evet. Ben de
Mekkeliler’in koyunlarını güttüm” cevabını vermiştir. Ebû Tâlib’in hanımı Fâtıma bint Esed Hz.
Muhammed’e kendi çocuklarından daha fazla ilgi gösterdi. Hz. Peygamber de büyüdüğünde yengesinin
iyiliklerini hiçbir zaman unutmadı. Onu Medine’deki evinde ziyaret eder, zaman zaman orada öğle
uykusuna yatardı. Yengesi vefat ettiğinde çok üzülmüş, gömleğini ona kefen yapmış, cenaze namazını da
kendisi kıldırmıştır. Ölümünden duyduğu üzüntüyü etrafındakilere anlatırken şöyle diyerek vefa
duygusunu göstermiştir: “Ben onun himayesine muhtaç öksüz bir çocuktum. O kendi çocukları aç olduğu
halde beni doyururdu. Kendi çocuklarını bırakır benim saçlarımı tarardı. O benim annem gibiydi”.15 Ebû
Tâlib, peygamberliğinden sonra da yeğeninin yanında yer aldı ve onun İslâm’ı kabul etmesi için yaptığı
ısrarlı tekliflerini cevapsız bırakmakla birlikte kendisini korumak için elinden geleni yapmaya çalıştı.

Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

37

Monday, 29.02.2016, 19:55

HZ. PEYGAMBER’in GENÇLİĞİ ve VAHİY ÖNCESİ HAYATI-1
Hz. Peygamber Câhiliye toplumunda dünyaya geldi. Bu dönemde Allah’ın birliğine dayanan tevhîd
inancının yerini şirk almış, tevhidin merkezi olan Kâbe putperestliğin merkezi haline gelmişti. İnsanlar
haklının değil, zengin ve güçlünün yanında idi. Kabile asabiyeti, haklı veya haksız olduğuna bakmadan
kabilesini desteklemeyi gerektiriyordu. Kadınlara ikinci sınıf muamelesi yapılıyor, kız çocuğuna sahip
olmak utanç vesilesi olarak görülüyordu. Hatta bazı kabilelerde kız çocukları diri diri toprağa
gömülüyordu. Köle ve cariyeler efendilerinin insafına terk edilmişti. İçki, kumar, faiz, fuhuş, yağmacılık ve
çapulculuk yaygın hale gelmişti. Kısacası toplumda kötülükler hâkim olmuştu. İyilik, doğruluk, adalet ve
hukuk gibi kavramlar bilinmekte ve az da olsa bu hususlara riayet eden insanlar var olmakla birlikte bu
değerler toplumda etkin konumda değildi. Hz. Peygamber kırk yaşına kadar böyle bir toplumda yaşadı.
Ancak o, Câhiliye toplumuna hakim değerleri değil hak, hukuk, adalet, iyilik doğruluk, emanet ve emniyet
gibi evrensel değerleri benimsedi. Hiçbir zaman putlara tapmadı, akrabalık bağını zedelemedi, komşuluk
haklarına riayet etti, zalim kim olursa olsun ona karşı durdu, zayıfları korudu, elinden ve dilinden
insanlar emin oldu, hiçbir zaman yalan söylemedi, iftira atmadı, yetim malı yemedi. Etrafı kötülüklerin
sardığı bir ortamda örnek bir insan olarak yaşadı ve tek başına da kalsa haktan, doğruluktan ayrılmadı.
Öyle ki, toplumda Muhammedü’l-Emin veya kısaca el-Emîn adıyla anılmaya başladı.
Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

38

Monday, 29.02.2016, 19:58


HZ. PEYGAMBER’in GENÇLİĞİ ve VAHİY ÖNCESİ HAYATI-2
Ficar Savaşlarına Katılması
Câhiliye döneminde Arap kabileleri arasında çeşitli sebeplerle sık sık savaşlar çıkmaktaydı. Bu
savaşlar bazen kan dökmenin yasak olduğu haram aylara (zilkade, zilhicce, muharrem, receb) da denk
gelirdi. Genel olarak Eyyâmü’l-‘Arab diye isimlendirilen bu savaşların, kan dökmenin yasak olduğu
haram aylarda cereyan edenlerine Ficâr savaşı adı verilirdi. Hz. Peygamber de gençliğinde Ficar
savşlarından birine katılmak durumunda kalmıştı. Onun müttefik Kureyş-Kinâne ve Kays-Aylân kabileleri
arasında çıkan şiddetli savaşa amcalarıyla birlikte katıldığı, ancak fiilen savaşmayıp amcalarına ait
eşyaları koruduğu, ayrıca gelen okları da kalkanla karşılayıp toplamak suretiyle amcalarına verdiği bu
konudaki farklı rivayetler içinde tercih edilen bir görüştür. Bu sırada yaşının on dört, on beş, on yedi veya
yirmi olduğu zikredilmektedir.
Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

39

Monday, 29.02.2016, 20:07

HZ. PEYGAMBER’in GENÇLİĞİ ve VAHİY ÖNCESİ HAYATI-3
Hilfu’l-Fudûl: Erdemliler Birliğine Katılması
Mekke’de kabileler arasında yaşanan ve bazan kan dökülmesinin yasak olduğu haram aylarda
dahi meydana gelen çekişme ve çatışmalar, şehrin güvenli bir belde olmasına gölge düşürmüştü. Öte
yandan hac ve ticaret amacıyla Mekke dışından gelen zayıf ve güçsüz kimseler birçok defa haksızlık ve
zülme uğramakta idiler. Şehirde mal, can, ırz ve namus güvenliği kalmamıştı. Haram aylardan zilkâdede
yaşanan bir olay bardağı taşıran son damla oldu ve vicdan sahibi hakperest insanları harekete geçirdi:
Yemenli Zübeyd kabilesinden bir tâcir Mekke’ye mal getirmiş ve belirli bir fiyat karşılığında Mekke ileri
gelenlerinden Âs b. Vâil es-Sehmî ile pazarlık yapıp malı teslim etmişti. Ancak Âs b. Vâil borcuna sadık
kalmayıp oldukça düşük bir para teklif etti ve satıcıyı oyalayıp durdu.
Sonunda borcunu inkâr ettiği gibi aldığı malları iade etmeye de yanaşmadı. Zor durumda kalan
Yemenli tâcir aralarında Mekke ileri gelenlerinin de bulunduğu birçok kişiye müracaat edip yardım istedi.
Derleme;Akcan Mir
Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

40

Monday, 29.02.2016, 20:11

HZ. PEYGAMBER’in GENÇLİĞİ ve VAHİY ÖNCESİ HAYATI-4
Hilfu’l-Fudûl: Erdemliler Birliğine Katılması

Bir kısmı Âs b. Vâil’in düşmanlığını kazanmaktan, bir kısmı da dostluğunu kaybetmekten çekindiği
için yardım etmediler. Çaresizlik içinde ne yapacağını düşünen tâcir ertesi gün güneşin doğmak üzere
olduğu ve Kureyş ileri gelenlerinin de Kâbe etrafında küme küme oturdukları bir sırada Ebû Kubeys
dağına çıktı. Herkesin duyacağı yüksek sesle acıklı bir şekilde mağduriyetini dile getirdi ve yardım istedi.
Hilfü’l-ahlâf’a mensup kabilelerin aldırış etmemelerine karşılık Hilfü’l-mutayyebîne mensup kabileler
bundan rahatsızlık duyarak harekete geçtiler. Bunların başında son Ficâr savaşında Hâşimoğulları’na
kumanda eden ve savaşa katılmış olmaktan da pişman olduğu anlaşılan Zübeyr b. Abdülmuttalib
gelmekteydi.
Hz. Peygamber’in amcası olan Zübeyr b. Abdülmuttalib şehrin en zengin, yaşlı ve nüfuzlu kabile
reisi durumundaki Abdullah b. Cüd‘ân et-Teymî’ye baş vurarak onu bu işin görüşülmesi için bir toplantı
yapmaya iknâ etti. Kureyş’in kollarından Benî Hâşim, Benî Muttalib, Benî Zühre, Benî Teym ve Benî Esed
ileri gelenleri, Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan yemekli toplantıya iştirak ettiler. Toplantıya o sırada
yirmi yaşında olan Peygamberimiz de amcası Zübeyr b. Abdülmuttalib ile birlikte katıldı. Kaynakların
bildirdiğine göre çağrılanlar arasında Hilfü’l-ahlâf mensuplarından kimse yoktu. Toplantıda hazır
bulunanlar uzun tartışmalardan sonra haksızlığı önlemek için yemin ettiler ve bu iş için gönüllülerden
oluşacak bir gurup kurmayı kararlaştırdılar.
Bu harekete “Erdemli insanların yemini” anlamında Hilfü’l-fudûl adı verildi. Kaynaklar göre yemin
ve antlaşmanın muhtevası genel hatlarıyla şöyledir: “Allah’a and olsun ki, Mekke şehrinde birisi zülum ve
haksızlığa uğradığı zaman hepimiz o kişi ister iyi ister kötü, ister bizden ister yabancı olsun kendisine
hakkı verilinceye kadar tek bir el gibi hareket edeceğiz; deniz süngeri ıslattığı ve Hira ile Sebîr dağları
yerlerinde kaldığı sürece bu yemine aykırı davranmayacağız ve birbirimize mâlî yardımda bulunacağız”.
Hilfü’l-fudûl mensupları toplantıdan sonra Kâbe’ye gidip Haceru’l-esved’i yıkadılar ve bu mukaddes
sudan teker teker içtiler. Hilfü’l-fudûl’un ilk icraatı topluca Âs b. Vâil’in yanına gidip Zübeydli tâcirin
hakkını geri almak ve mazluma hakkını iade etmek oldu. Mekke ileri gelenlerini karşısında gören Âs b.
Vâil borcundan kaçamadığı gibi Hilfü’l-fudûl’a katılmayanlardan hiç kimse de onu destekleyip bu
harekete karşı çıkamadı. Yemin yapıldıktan sonra yeni katılıma açık olmayan bu antlaşma İslâm
döneminde de bir süre devam etmiş ve son mensubunun Emevî hilâfetinin başında ölümüyle tarihe
karışmıştır.
Hilfü’l-fudûl’ün nasıl çalıştığını gösteren bazı olayları şöyle sıralamak mümkündür: Sümâle
kabilesine mensup bir tâcir Mekke ileri gelenlerinden Übey b. Halef’e mal satmış, fakat parasını
alamamıştı. Çaresiz kalan tâcir Hilfü’l-fudûl’a baş vurdu. Teşkilât mensupları ona Übeyy’e gidip parasını
tekrar istemesini, vermediği takdirde kendilerinin bizzat alacaklarını bildirmesini söylediler. Bunun
üzerine Übey parayı hemen ödedi. Has‘am kabilesinden Yemenli bir tâcir Katûl adlı kızı ile birlikte hac
için Mekke’ye gelmişti. Şehrin ileri gelenlerinden Nübeyh b. Haccâc kızı zorla babasının elinden alıp evine
götürdü. Feryatlar içinde yardım isteyen babaya Hilfü’l-fudûl’a başvurması tavsiye edildi. Adam Kâbe’ye
gidip “Yetişin ey Hilfü’l-fudûl mensupları, yardım edin!” diye bağırdı. Çok geçmeden hareket mensupları
kılıçlarını çekmiş olarak geldiler. Olayı dinleyip kızının kaçırılmış olması karşısında babanın düştüğü
çaresizliği bizzat gözleriyle gördüler. Babayı da yanlarına alarak Nübeyh’in evini sardılar ve onu
ayıplayarak kızı teslim etmesini istediler. Nübeyh kızı vermemek için bir süre direndi ise de aldığı sert
tepki karşısında teslim etmekten başka çıkar yol bulamadı.
Hz. Peygamber İslâm döneminde de Hilfü’l-fudûl ittifakından övgüyle bahsetmiş ve şöyle
demiştir: “Ben Abdullah b. Cüd‘ân’ın evinde yapılan antlaşmaya amcalarımla birlikte katılmıştım. Bu
ittifakta yer almış olmanın mutluluğunu güzel ve kızıl develere değişmem. Bugün de böyle bir antlaşmaya
çağrılsam tereddüt etmeden giderim”
Derleme;Akcan Mir
Kaynak;DOÇ. DR. CASİM AVCI

Benzer konular