Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

1

Sunday, 27.09.2015, 22:14

İslam Tarihi

Arap Yarımadası Coğrafyası


Arap Yarımadası Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasında yer alması
bakımından önemli bir coğrafi konuma sahiptir. Doğuda Basra Körfezi (İran Körfezi) ve
Uman Denizi, Güneyde Arap denizi ve Aden Körfezi, Batıda Kızıldeniz ve Akabe Körfezi ile
çevrilidir. Yarımadanın İslâm kaynaklarında asıl adı Şibhü Cezîreti’l-Arab (Arap yarımadası)
iken kısaltma yoluyla Cezîretü’l-Arab şeklinde kullanılmıştır. Türkçe’de Arap yarımadası
veya Arabistan denilmektedir.
Arap Yarımadası’nın batı kesiminde Kızıldeniz kıyısında genişliği yer yer 80-100 km.yi
bulan dar bir kıyı ovası olan Tihâme yer alır. Tihâme’nin doğusunda Hicaz bölgesi bulunur.
Bununla birlikte genellikle Tihâme Hicaz’a dâhil edilir. Mekke, Medine ve Tâif Hicaz’ın en
önemli şehirleridir. Hicaz’ın doğusunda ve Arap yarımadasının ortasında Necid platosu yer
alır. Necid ile Tihame ve çevresi Taşlık Arabistan (Arabia Petreca) olarak kabul edilir.
Necid’in güneydoğu kesiminde Yemâme bulunur. Yemâme ile birlikte Bahreyn’e el-Arûd adı
verilir. Hicaz’ın ve Arap yarımadasının batı kesiminin güneyinde Yemen vardır. Yemen
bölgesinin kuzey kısmında Necran, orta kısmında San‘a ve güneyinde Taiz yaylaları
meşhurdur. Yemenin doğusundaki dağlık bölgeye Hadramut adı verilir. Hadramut’un ve Arap
Yarımadası’nın en doğu kısmında Uman yer alır. Uman’ın batısında ve kuzeybatısında Irak
sınırlarına kadar uzanan bölgeye Bahreyn veya Hecer adı verilir. Yarımadanın Güneydeki bu
bölgesi kültürel ve ekonomik yönden çok ilerlediği için buraya Mes’ud Arabistan (Arabi
Fellix) adı verilmiştir. Yarımadanın kuzey kesiminde Nüfûd, güney kesiminde Rub‘ulhâlî
çölleri yer alır. Bu iki büyük çölü bir birine küçük şerit halindeki Dehnâ çölü bağlar. Çöllerle
kaplı bu bölgeye tarihçiler Çöl Arabistan (Arabia Deserta) adı vermişlerdir. Arap
Yarımadasının kuzeyindeki Suriye ve Irak’ın yarımadaya dâhil olup olmadığı tartışmalıdır.
İslâm’ın doğuşuna yakın tarihlerde Arabistan’daki meşhur şehirler şunlardı: Mekke, Tâif,
Yesrib (Medine), Yenbû, Cüreş, San‘a, Hicr, Hayber, Suhâr, Debâ, Dûmetülcendel, Fedek,
Teymâ, Vadilkura ve Maknâ.1.
Arabistan büyük kesimiyle sıcak ve kurak kuşakta yer aldığından yağışları kıt ve yazları
dayanılması güç derecede sıcak olan bir iklime sahiptir. Sıcaklık kuzeyden güneye ve plato
kesiminden alçak kesimlere inildikçe daha da artar ve zaman zaman 50 dereceye vardığı olur.
Gece ile gündüz arasındaki sıcaklık farkı çok fazladır. Genel itibariyle çöl ikliminin
özelliklerini taşır.
Öteden beri yarımadada yerleşik ve göçebe nüfusun temel gıda maddeleri arasında
hurmanın özel bir yeri vardır. Çok çeşitleri bulunan hurmanın sadece meyvesinden değil
odunundan ve lifinden de farklı maksatlarla istifade edilmektedir. Arabistan yarımadasındaki
tarım ürünleri arasında hurmanın özel bir yere sahip olması gibi ehli hayvanlar arasında da
devenin ayrı bir yeri vardır. Yarımadada çok eski bir hayat tarzı olan göçebeliğin başlıca taşıtı
develerdir. Deve yük ve binek hayvanı olarak kullanıldığı gibi eti, sütü, derisi ve yününden de
istifade edilir. Özellikle sıcak-kurak iklimin hakim olduğu bölgelerde uzak mesafeler
arasındaki taşımacılığa uygun yapısıyla deve Araplar arasında hayati bir öneme sahiptir ve
”çöl gemisi” (sefînetü’s-sahrâ) adıyla da anılmaktadır.
Kyanak;
Doç. Dr. Casim Avcı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

2

Sunday, 27.09.2015, 22:22

İslâm’dan Önce Arabistan’da Kurulan Devletler
En eski yerleşim yerlerinin başında gelen Arap Yarımadası’nın güney ve kuzeyinde İslâm
öncesi dönemde çeşitli devletler kurulmuştur. Orta Arabistan’daki Hicaz bölgesinde ise İslâm
dönemine kadar herhangi bir devletin kurulmadığı, bölgede insanların çeşitli kabileler halinde
yerleşik veya göçebe olarak yaşadığı bilinmektedir.
islâm'dan Önce
Maîn Krallığı (m.ö. 1400-650)
Sebe Krallığı (m.ö. 750-115)
Himyerî Krallığı (m.ö 115-m.s. 525)
Nabatî Krallığı (m.ö. IV. yüzyıl-m.s. 106)
Palmira (Tedmür) Krallığı (m.ö. 3000-m.S. 273)
Cassânî Krallığı (m.ö. III. yüzyıl-m.s. 634)
Hîre (Lahmî) Krallığı (m.s III. yÜZYll-634)
Kinde Krallığı (m.s. V-VI. Yüzyıl)
islâmî Devir
1. Hz. Muhammed devri (622-632)
2. Hulefâ-yi Râşidîn (632-661)
3. Emevîler (661-750)
4. Abbasîler (750-1258 )
5. Endülüs Emevîleri (756-1031)
6. Rüstemîler (777-909)
7. idrîsîler (789-926)
8, Ağlebîler (800-909)
9. Zeydîler (Yemeni (860-1969)
10. Karmatîler (894-972)
11. Hamdânîler (905-1004)
12. Fâtımîler (909-1171)
13. Mezyedîler (961-1150)
14. Zîrîler (972-1148 )
15. Ukaylîler (990-1096)
16. Hammâdîler (1015-1152)
17. Mirdâsîler (1023-1079)
18. Mülûkü't-tavâif (1031-1492)
19. Suleyhîler (1047-1138 )
20. Murâbıtlar (1056-1147)
21. Muvahhidler (1130-1269)
22. Merînîler (1196-1465)
23. Hafsîler (1228-1574)
24. Resûlîler (1229-1454)
25. Vattâsîler (1428-1549)
26. Fas şerifleri (1511- )
27. Âl-i Bû Saîd (1741-1964)
28. Senûsîler (1837-1969)
Bugünkü Arap Ülkeleri ve Bağımsızlık Tarihleri
1. Bahreyn (1971)
2. Birleşik Arap Emirlikleri (1971)
3. Cezayir (1962)
4. Cibuti (1977)
5. Fas (1956)
6. Filistin (1988 )
7. Irak (1932)
8. Katar (1971)
9. Küveyt (1961)
10. Libya (1951)
11. Lübnan (1941)
12. Mısır (1922)
13. Moritanya (1960)
14. Somali (1960)
15. Sudan (1956)
16. Suriye (1946)
17. Suudi Arabistan (1932)
18. Tunus (1956)
19. Uman (1951)
20. Ürdün (1946)
21. Yemen (1918 )

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

3

Sunday, 27.09.2015, 22:30

Güney Arabistan’da Kurulan Devletler

Güney Arabistan’da Maînliler, Sebeliler ve Himyerîler hüküm sürmüş, ardından bölgeye
Habeşliler ve Sâsânîler hakim olmuştur.
Maînliler
M. Ö. 1400-650 yılları arasında Yemen’de hüküm süren Maîn krallığının merkezi
San‘a’nın doğusunda harabeleri bulunan Maîn şehri idi. Daha ziyade ticarete önem veren
Maînliler Arabistan ürünleriyle Hindistan ve Çin’den gelen ticaret mallarını Suriye, Filistin ve
Mısır’a satarak büyük gelir elde ederlerdi.
Sebeliler
Güney Arabistan’da kurulan devletlerin ikincisi Maîn Devleti’nin yıkılmasından sonra
tarih sahnesine çıktığı tahmin edilen Sebe Devleti’dir. Merkezi Me’rib şehri olan Sebeliler
ticaretin yanında tarıma önem vermiş ve bu amaçla bazı su bendleri inşa etmişlerdir. Bunların
en meşhuru Me’rib Seddi’dir (Sebe Seddi, Arim Seddi olarak da bilinir). M. Ö. 750-115
yılları arasında hüküm süren Sebeliler Himyerîler tarafından yıkılmıştır.
Himyerîler
Sebeliler’den sonra Güney Arabistan’da hüküm süren Himyerîler, Araplar’ın Kahtânîler
koluna mensuptur. Maînliler ve Sebeliler’in aksine savaşçı bir politika izleyen Himyerîler
sınırlarını m. s. III. Yüzyılın sonlarına doğru Hadramut ve Orta Arabistan’a kadar
genişlettiler. Askeri bakımdan Arabistan’ın en güçlü devleti haline gelen Himyerîler
Habeşliler ve İranlılarla da mücadele ettiler. Arabistan’da Hıristiyanlıkla Yahudiliğin rekabet
ettiği IV. yüzyılda Himyerîler yahudileri desteklerken Habeşliler ve Bizanslılar hıristiyanları
desteklemekteydi. Yahudiliği kabul eden son Himyerî hükümdarı Zû Nüvâs, hıristiyanları da
yahudiliği kabul etmeye zorladı ve kabul etmeyen birçok Necran’lı hıristiyanı “uhdûd” adı
verilen ateş çukurlarında diri diri yaktı. Kur’ân-ı Kerim’de bu acı olaya işaret edilmekte ve
bunu yapanlar şiddetle kınanmaktadır (Burûc Sûresi 85/4-9). Himyerîler’in zülmüne uğrayan
hıristiyanların yardım çağrısı üzerine Habeş Aksum krallığına bağlı büyük bir ordu Eryat
kumandasında Yemen’e girdi ve Himyerî hakimiyetine son verdi. Zû Nüvâs öldürüldü (m.
525). Bundan sonra Yemen’de yarım yüzyıl süren Habeş hakimiyeti başladı. Habeşistan’ın
Yemen valisi Ebrehe ileride anlatılacağı gibi San‘a’da büyük bir kilise yaptırarak Araplar’ın
hac için Kâbe yerine buraya gelmelerini sağlamak istedi, ancak başarılı olamadı. Bunun
üzerine büyük bir orduyla Mekke’ye gelip Kâbe’yi yıkmak istedi. Fakat Fîl sûresinde de
anlatıldığı gibi amacına ulaşamadı; ordusu ve kendisi helâk oldu. Habeşliler’in kötü idaresi
Yemen’de memnuniyetsizliği artırdı. Himyerî hükümdar ailesinden Seyf b. Zû Yezen Sâsânî
hükümdarı Enûşirvân’ın yardımını temin ederek Habeş hakimiyetine son verdiyse de bir
suikast sonucu öldürüldü ve Sâsânîler ülkeyi ele geçirdiler. Yemen’de Sâsânî idaresi İslâm
dönemine kadar sürdü. Hz. Peygamber zamanında Sâsânîler’in son Yemen valisi Bâzân
İslâm’ı kabul etti (7/629) ve İslâm devletinin ilk valisi olarak görevi sürdürdü.

Kaynak;
Doç. Dr. Casim Avcı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

4

Sunday, 27.09.2015, 22:34

Kuzey Arabistan’da Kurulan Devletler


Kuzey Arabistan’da İslâm’dan önce Nabatîler, Tedmürlüler, Gassânîler, Hireliler
(Lahmîler) ve Kindeliler devlet kurmuşlardır.
Nabatîler
Nabatî krallığı muhtemelen m. ö. IV. yüzyılın sonlarında kurulmuş, Filistin’in güneyinde
Akabe körfezi ile Lût gölü arasında hüküm sürmüştür. Devletin merkezi Akabe körfezinin
biraz kuzeyindeki Petra şehriydi. Bir ara Fırat nehri ile Kızıldeniz arasında geniş bir alana
yayılan Nabatîler Kuzey Hicaz’a da hâkim olmuştur. Roma İmparatorluğu ile çöl arasında
tampon devlet görevi üstlenen Nabatîler kuzey ve güney Arabistan arasındaki kervan
ticaretini de elinde bulundurmakta idiler. Nabatîler bir süre Roma İmparatorluğu ile iyi
ilişkiler içerisinde olmuşlarsa da zamanla siyasî ve ekonomik sebepler yüzünden ilişkiler
gerildi. M.s. 106 yılında İmparator Traianus Nabatî devletini ortadan kaldırdı.
Tedmürlüler
Kuzey Arabistan devletlerinin ikincisi Tedmür Krallığı’dır (Palmirliler). Tedmür şehri
Suriye çölünün ortasındaki bir vahada, Humus’un 145 km. doğusunda, Şam’ın 260 km.
kuzeydoğusunda yer alır. Palmyra adıyla da anılır. II. ve III. Yüzyıllarda en parlak dönemini
yaşayan Tedmürlüler günümüze kitâbeleriyle birlikte harabeleri ulaşan birçok görkemli yapı
inşa etmişlerdir. Başkent Tedmür uluslar arası ticaretin önemli duraklarından biriydi. III.
yüzyılda Sâsânî ve Roma imparatorlukları arasındaki mücadeleyi fırsat bilerek Tedmür’de
bağımsız bir Arap devleti kuran ve Sâsânîler’e karşı başarılı mücadele veren Uzeyne (Grek ve
Latin kaynaklarında Odenathus) ile onun ardından yönetimi ele alan eşi Zeyneb (Grek ve
Lâtin kaynaklarında Zenobia; Arap edebiyatında Zebbâ) en meşhur hükümdarlarıdır. Tedmür
krallığı 272 yılında Roma İmparatoru Aurelien’in Tedmür’ü ele geçirip kraliçe Zeyneb’i esir
almasıyla sona erdi. Bizans İmparatorluğu döneminde Tedmür’de Hıristiyanlık yayılmış, şehri
imar eden I. Iustinanos (527-565) burada bir kilise inşa ettirmiştir. İslâm döneminde Tedmür,
Hâlid b. Velîd tarafından sulh yoluyla fethedilmiştir (13/634).
Gassânîler
Gassânîler, Arapların Kahtânîler koluna mensup olup III. Yüzyılda Yemen’den Suriye
bölgesine göç ettiler ve burada Cefne b. Amr liderliğinde devlet kurdular. Bizans
İmparatorluğu’nun etkisiyle Hıristiyanlığı kabul ettiler ve Bizans’ın vassalı oldular. Hem
kendi hem de Bizans İmparatorluğu lehine Sâsânîler’le ve Hire’de devlet kurmuş olan
Lahmîler’le mücadele ettiler. Gassânîler’in en ihtişamlı dönemi II. Hâris b. Cebele (529-569)
zamanıdır. Bizans’la ilişkiler bu dönemde zirveye ulaşmıştır. Daha sonra zaman zaman
Bizans’la ciddi gerginlikler yaşanmakla birlikte Gassânîler genel itibariyle Bizans müttefiki
olarak kaldılar. VII. Yüzyıl başında Bizans-Sâsânî mücadelesi sürecinde ciddi güç kaybına
uğrayan Gassânîler, İslâm dönemindeki Suriye fetihleri sırasında Bizans saflarında savaştılar.
Hz. Ömer zamanında Bizans’la yapılan Yermük Savaşı’nda (15/636) Gassânî emirlerinden
Cebele b. Eyhem 12. 000 kişilik bir ordunun kumandanı olarak Bizans’a destek verdi.
Ardından bölgenin fethiyle Gassânîler’in hakimiyeti de sona erdi.
Hireliler (Lahmîler)
Kuzey Arabistan’da kurulan diğer bir devlet Hireliler veya Lahmîler adıyla bilinmektedir.
Kahtânîler’in bir kolu olup Me’rib seddinin yıkılmasından sonra güneyden kuzeye göç eden
ve Irak’a yerleşen Lahmîler tarafından III. Yüzyıl ortalarında Hire’de kurulmuştur. Hire
hükümdarlarından üçü Münzir adını taşıdığı için Arap kaynaklarında bu hanedana Menâzire
de denilmiştir. Sâsânîler’in vassalı olan Hireliler Bizans ve göçebe Araplar’dan gelecek
saldırılara karşı tampon görevi üstlendiler ve bu sayede kendilerini de güven altına aldılar. En
önemli hükümdarları arasında İmruülkays (288-328 ), III. Münzir (506-554) ve III. Nu‘man b.
Münzir (580-602) yer almaktadır. Putperestlik, Yahudilik, Mecûsîlik, Maniheizm ve
Mazdeizm’in yaygın olduğu Hire’ye Hıristiyanlık erken dönemden itibaren nüfuz etmeye
başlamış ve yöneticilerin çoğu bu dine mensup olmuştur. VI. Yüzyıl sonlarında Hire Nestûrî
Hıristiyanlığın merkezi haline gelmiştir. Lahmîler tarım ve hayvancılığın yanında uluslar arası
ticaretle de uğraşırlardı. Lahmîler döneminde Hire ve Enbâr şehirlerinde Arap dili, edebiyatı
ve yazısı büyük gelişme göstermiştir. Hire Hz. Ebû Bekir döneminde Hâlid b. Velîd
tarafından fethedilmiştir (12/633).
Kindeliler
Kuzey ve Orta Arabistan’da hüküm süren Kindeliler’in genellikle Kahtânîler’den
oldukları kabul edilmektedir. Kindeliler III. Yüzyıldan itibaren güneyden kuzeye doğru
ilerleyerek Orta Arabistan’a Necid bölgesine geçmişler, ardından Mezopotamya, Filistin ve
Suriye’yi içine alan geniş bir alana dağılmışlardır. Kinde devleti 480 yılı civarında Âkilü’lmürâr
lakaplı Hucr b. Amr tarafından Himyerîler’e tabi olarak kuruldu. VI. Yüzyılın başında
Himyerîler’den muhtariyet kazanarak gelişti ve hanedanın başında bulunan Hâris b. Amr
Bizans İmparatoru Anastasios ile 502’de bir antlaşma imzaladı. 525’te Hire’yi hakimiyet
altına alan Hâris b. Amr 528’de Hire kralı III. Münzir’e yenilince tahttan çekildi ve Kinde
topraklarını dört oğlu arasında paylaştırdı. Kindeli Câhiliye şairi İmruü’l-Kays’ın (İbn Hucr),
İstanbul’a giderek İmparator I. Iustinianos’la görüştüğü ve dönüşte Ankara’da öldüğü
nakledilir. Kindeliler VI. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren belirgin ölçüde güç kaybına
uğramakla birlikte İslâm fetihlerine kadar Bizans müttefiki olmaya devam ettiler.




Kaynak;
Doç. Dr. Casim Avcı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

5

Sunday, 27.09.2015, 23:37

Hicaz Bölgesi


Allah’ın elçisi ve son peygamberi Hz. Muhammed, eski dünya olarak bilinen Asya,
Avrupa ve Afrika kıtalarının ortasında yer alan Arabistan yarımadasının batısındaki Hicaz
bölgesinde Mekke şehrinde dünyaya gelmiştir. Hicaz bölgesi Kızıldeniz’in doğusunda,
kuzeyde Ürdün’ün liman şehri Eyle’den (Akabe) güneyde Yemen sınırındaki Asîr’e ve
doğuda Necid çöllerinden Irak’a kadar uzanır; kuzey ve doğu sınırlarının nerede bittiği
ihtilaflıdır. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Hicaz, Suriye bölgesi ile Yemen’i birbirine
bağlayan ana ticaret yolunun üzerinde idi. Yemen’den başlayıp Akabe körfezine ulaşan ticaret
yolu Mekke ve Medine’den (Yesrib) geçerek Akabe körfezinden Akdeniz limanlarına
bağlanmaktaydı. Hicâz’ın en önemli şehirleri Mekke, Medine ve Tâif'ti.

Kaynak;
Doç. Dr. Casim Avcı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

6

Sunday, 27.09.2015, 23:42

Mekke Tarihi


Arabistan'ın İslâm tarihi bakımından en önemli bölgesi Hicaz olduğu gibi bu bölgenin en
önemli şehri de Mekke’dir. Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim (a.s.) dönemine kadar
inmekte, daha önceki tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. İbrahim’den önce
Mekke’de veya civarında Amâlika adı verilen en eski Arap kabilelerinin veya Kahtânîler’in
bir kolu olan Cürhümlüler’in yaşadığı da rivayet edilmektedir.
Üç ilahî dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm) en büyük peygamberlerden biri kabul
ettiği Hz. İbrahim’in, eşi Sâre’den uzun süre çocuğu olmamış, bunun üzerine Sâre, cariyesi
Hâcer’i kendi rızasıyla ona ikinci eş olarak vermişti. Bir süre sonra Hz. İbrahim’in Hâcer’den
İsmail adlı ilk çocuğu dünyaya geldi. O sırada ihtiyarlık çağında olan Hz. İbrahim bu yaşta bir
çocuğunun olmasına çok sevindi; Allah’a şükürler etti. Ancak rivâyete göre çocuğun
doğumundan kısa bir süre sonra Sâre’nin, Hâcer’e karşı kıskançlık duymaya başlaması ailede
huzursuzluğa sebep oldu. İslâm kaynaklarına göre Hz. İbrahim Allah’ın emri üzerine henüz
çok küçük yaşta olan oğlu Hz. İsmail’i ve annesi Hâcer’i Filistin’den alıp Mekke’nin
bulunduğu yere getirdi ve onları burada bıraktıktan sonra Filistin’e dönmek üzere ayrıldı.
Kur’ân-ı Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen Mekke vadisi (İbrahim Sûresi
14/37), çöl karakterli bir araziye sahip olup iklimi sıcak ve kuraktır. Bu sebeple anne-oğul
kısa bir süre sonra susuzluk problemi ile karşılaştılar. Su bulmak için Safa ve Merve tepeleri
arasında koşturan Hâcer’in, çaresiz kalıp oğlunun hayatından ümit kestiği bir sırada Yüce
Allah’ın emriyle çocuğun bulunduğu yerden bir su kaynağı fışkırdı. Zemzem adını alan ve
suyu bol olan kaynak nedeniyle burası zamanla kervanların konak yeri haline geldi. Bir süre
sonra Yemen’den gelen Cürhümlüler Mekke çevresine yerleştiler. İsmail onlardan Arapça
öğrendi ve bu kabileden bir kızla evlendi. Kur’ân-ı Kerim’de bu gelişmelerin bir kısmına
şöyle işaret edilir: “Hatırla ki, İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli
kıl, beni ve oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını
ekilebilir toprağı olmayan bir vadiye, senin kutsal evinin yakınına yerleştirdim, ki ey
Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar. Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara
meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver. Umulur ki, bu nimetlere şükrederler” (İbrahim
Sûresi 14/35, 37).
Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hâcer ile İsmail’i ziyarete gelmekteydi. Hz.
İbrahim Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte
Kâbe’yi inşâ etmeye başladı. Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerden (el-Bakara 2/127; Âl-i
İmrân 3/96; el-Hacc 22/26) hareketle Kâbe’nin Hz. İbrahim’den önce de var olduğu, ancak
yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve İbrahim tarafından bulunarak yeniden
yapıldığı anlaşılmaktadır.2 Kurân’da Hz. İbrahim’den önce kimin tarafından inşâ edildiği
hususunda herhangi bir bilgi yer almamakla birlikte bazı kaynaklarda Hz. Âdem yahut oğlu
Şît tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Hz. İbrahim Kâbe’nin inşâsını tamamlayınca
Cebrail gelip kendisine hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine
davet edip oğlu ile birlikte görevini tamamladıktan sonra İsmail’i burada bırakarak Filistin’e
döndü. Böylece Mekke’de tevhid dini geleneği başladı ve bu gelenek, zaman içinde şirke
karışmakla birlikte Hz. Muhammed’in peygamber olarak gönderilmesine kadar varlığını
sürdürdü.
Yeryüzünde Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mâbed olan Kâbe, inşâ edildiğinden
günümüze kadar Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi Allah’ın evi (Beytullah) olarak
bilinen en kutsal ve en güvenilir bir mekândır. Aynı şekilde Kâbe’nin bulunduğu Mekke ve
çevresi de Hz. İbrahim’in duâsında dilediği üzere Yüce Allah tarafından, insanların manevî
olarak temizlenip arındığı her türlü tecavüzden korunmuş kutsal ve güvenli bir yer (harem)
olarak ilân edilmiştir (el-Ankebût 29/67). Burada zararlılar dışındaki her türlü canlının
öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesi haram kılınmıştır. Bu sebeple Mekke’ye “elbeledü’l-emîn”
(=güvenli belde, Tîn sûresi 95/3), “el-Beledü’l-harâm” (=kutsal ve dokunulmaz topraklar)
veya kısaca “harem” gibi isimler verilmiştir. Bu manada Kâbe de “elBeytü’l-harâm”
(=kutsal ve dokunulmaz ev, el-Mâide 5/2) ve el-Beytü’l-atîk (=eski veya şanlı
ev, el-Hacc 22/29, 33), çevresindeki mescid de “el-Mescidü’l-harâm” (kutsal ve korunmuş
ibadet yeri, el-Bakara 2/144) vb. isimlerle anılır. Mekke yeryüzündeki bütün yerleşim
birimlerinin merkezi ve müslümanların kıblesi kabul edilmesinden dolayı Kur’ân’da
“ümmü’l-kurâ” (=şehirlerin anası, el-En‘âm 6/92) olarak da isimlendirilir. Şu halde Mekke ve
Kâbe ilâhî övgüye mazhar olmuş, Allah tarafından himâye ve dokunulmazlığı ilân edilmiş en
kutsal mekanlardır. Bu sebepledir ki, Mekke’nin idaresi yanında Kâbe’ye ve bu kutsal
toprakları ziyarete gelen hacılara yönelik hizmetler özel bir anlam ve önem kazanmış, çeşitli
dönemlerde belli başlı şahıslar ve kabileler arasında yarış ve mücadeleye konu olmuştur.
Başlangıçta Hz. İsmail tarafından yürütülen Mekke ve Kâbe’nin idaresi ondan bir nesil
sonra Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini benimsemiş olan
Cürhümlüler zamanla sapıklığa düştüler; Kâbe’ye saygı göstermediler, gizli açık her türlü
ahlâksızlığı yapmaya başladılar. Kâbe’ye takdim edilen hediyeleri çaldıkları gibi hac
maksadıyla şehre gelenlere de kötü davranmaya başladılar. İslâm tarihi kaynakları ve eski
dönem şiirleri, onların bu yaptıklarına karşılık Cenâb-ı Hakk’ın onlara burun kanaması illeti
(ruâf) ve karınca musallat ederek bir kısmını helâk ettiğini belirtirler.
Cürhümlüler’in Mekke hakimiyeti sırasında Güney Arabistan’daki sel felâketi (seylü’larim)
yüzünden kuzeye göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Amr b. Luhay
liderliğinde Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı.
Cürhümlüler Hacerülesved’i yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu
kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra tekrar ilk yurtları olan Yemen tarafına gittiler.
Bir rivayete göre burada bir sel âfetine uğrayarak helâk oldular.3 Cürhümlülerle Huzâa
arasındaki savaşta İsmailoğulları, sayılarının azlığı sebebiyle taraf olmadı ve Benî Huzâa ile
anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri gelenlerinden
Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde
putperestliğin başlamasına sebep oldu. Bundan dolayı “Arabistan’a putperestliği sokan kişi”
olarak tanınır. Amr b. Luhay, bir iş için gittiği Suriye’nin Belkâ yöresindeki Meâb’da (Moab)
burada yaşayanların putlara taptığını görmüş, ilk defa karşılaştığı bu manzara karşısında
hayrete düşerek bunların mahiyetini ve niçin taptıklarını sormuştu. “Bunlar bizim
tanrılarımızdır; düşmanlarımıza karşı zafer kazanmak için onlardan yardım isteriz, bize
yardım ederler; kuraklıkta yağmur isteriz, yağdırırlar” cevabını alan Amr, Arabistan’a
götürmek üzere bir put istemiş ve onlar da kırmızı akikten yapılmış Hübel adlı putu
vermişlerdi. Putu Mekke’ye getiren Amr, onu Zemzem Kuyusu’nun üst tarafına Kâbe’ye
yakın bir yere koymuş ve herkesi bu puta tapınmaya çağırmıştı. Diğer bir rivayete göre Amr
b. Luhay Hübel’i el-Cezîre’deki Hit şehrinden getirmiş ve Kâbe’nin içine yerleştirmiştir. O
tarihten itibaren halk Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği, Allah’ın birliği (tevhîd) esasına dayalı Hanîf
dinini bırakarak putperestliği ve çok tanrıcılığı (politeizm) benimsediği için bu hadise
Araplar’ın İslâmiyet’ten önceki tarihlerinde bir dönüm noktası sayılır. Amr, Hübel’den başka
putlar da dikmiş ve rivâyete göre putlara bahîre, sâibe, vasîle ve hâmî adlarıyla bazı
hayvanların adanması âdetini de ilk o başlatmıştır. Bu âdete göre Câhiliyye devrinde bazı
evcil hayvanlar putlara adandıktan sonra serbest bırakılır; böylece kutsal bir mahiyet
kazandığına inanılan bu hayvanlardan bazı istisnalar dışında bir daha faydalanılmazdı.4 Bu tür
hayvanların hangi özelliklere göre hangi ismi aldıkları konusundaki çeşitli görüşler şöyle
özetlenebilir: Câhiliye dönemi Arapları beş kere doğuran ve beşinci yavrusu dişi (bazı
kaynaklara göre erkek) olan devenin kulağını yarıp salıverirler, artık onu ne sağarlar ne de
binek olarak veya yük taşımada kullanırlardı. Sütü putlara bırakılmış kabul edilen bu hayvana
kulağı yarıldığı için bahîre denilirdi. Bir kimsenin başına bir sıkıntı geldiğinde “Bundan
kurtulursam devem “sâibe” olsun” diye adakta bulunur, adağını yerine getirmek üzere de
hayvanı putlar adına serbest bırakır, sütünden sadece misafirler yararlanabilirdi. Koyun dişi
doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa tanrılarının olur; erkekli dişili ikiz doğurması halinde
buna “vasîle” derler ve dişiden dolayı erkeği de kurban etmezlerdi. Vasîle denilen koyunların
sütünden ve yününden erkekler faydalanabilirken kadınlara vasîlenin sütü yasaktı. Bir erkek
devenin sulbünden dişi veya erkek on devenin üremesi halinde bu deveye “sırtını korumuş”
anlamında “hâmî” adı verilerek serbest bırakılır, bütün sulardan ve meralardan yararlanmasına
müsaade edilirdi. Böyle bir deveye binilmez, yük yüklenilmez, tüyü kırpılamazdı. Kur’ân-ı
Kerîm’de “Allah bahîre, sâibe, vasîle ve hâm gibi hayvanların adanmasını meşru kılmamıştır.
Fakat kâfirler –bu inançlarını- Allah’a atfederek yalan söylerler” buyurulmuş ve bu tür âdetler
kaldırılmıştır (el-Mâide 5/103; ayrıca bk. El-En‘âm 6/138-139).5

Huzaâlılar’dan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri Kureyş kabilesinin eline geçti. Hz.
İsmail’in torunlarından Adnân’ın soyundan gelen Kureyş kabilesi, uzun süre Benî Kinâne’den
olan akrabalarıyla birlikte dağınık guruplar halinde Mekke dışındaki çadırlarda yaşadı. V.
Yüzyılın ilk yarısında, Kureyş kabilesine adını veren Fihr (Kureyş) b. Mâlik’in altıncı
dereceden torunu ve Hz. Peygamber’in beşinci dereceden dedesi Kusay b. Kilâb, liderlik
vasıflarıyla Kureyş kabilesi arasında seçkin bir yer kazandı ve Mekke tarihinde çok önemli bir
rol oynadı. Kusay liderliğindeki Kureyş kabilesi, Kinâne ve Kudâa kabilelerinin de
yardımıyla, Mekke hâkimiyetini elinde bulunduran Benî Huzâa ile mücadele etti ve sonunda
Mekke hâkimiyeti Kâbe ile ilgili hizmetlerle birlikte Kusay’ın şahsında Kureyş kabilesine
intikal etti. Kusay dağınık olarak yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Mekke’ye yerleştirdi.
Kâbe civarından başlayarak Mekke topraklarını on parçaya ayırdı ve Kureyş’in on kolu
arasında paylaştırdı. Kureyş’in bazı kolları da Mekke dışına yerleştirildi. Kureyş’ten
Mekke’de iskân edilenlere Kureyşü’l-Bitâh, Mekke dışında yerleştirilenlere de Kureyşu’zZevâhir
adı verildi. Kusay, Kâbe’yi tamir ederek hac menâsikini (hac ibadeti sırasında
yapılması gereken davranışlar) düzenledi; Cürhümlüler’in yerinden söküp gömdükleri
Hacerülesved’i Kâbe’deki yerine koydu. Mekke’nin dinî ve siyasî yönetimi anlamına gelen
riyâset görevini üstlenmiş olan Kusay, ayrıca gerekli düzenlemeler yaparak Mekke ve Kâbe
ile ilgili hizmetleri elinde topladı.

Kaynak;
Doç. Dr. Casim Avcı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

7

Sunday, 27.09.2015, 23:47

Kusay’dan sonra da İslâm dönemine kadar devam eden bu hizmetler

Dârünnedve: İlk defa Kusay tarafından yaptırılan ve kapısı da Kâbeye doğru açılan
Dârünnedve, Kureyş kabilesinin önemli meseleleri görüşüp karara bağladığı toplantı yeriydi.
Dârünnedve esas itibariyle bir asiller (mele’) meclisiydi. Her türlü savaş ve barış kararının
alındığı, çeşitli konularda ortak görüşlerin belirlendiği bu meclise Kusayoğulları’ndan başka
Mekke’deki Kureyş boylarının kırk yaşından yukarı başkanları katılabilirdi. Dârünnedve
siyasî, ekonomik, dinî, hukûkî ve sosyo-kültürel çok yönlü fonksiyon ifa etmekteydi.
Kıyâde: Sözlükte “reislik, önderlik ve kumandanlık” gibi anlamlara gelen kıyâde kelimesi
Câhiliye devrinde Mekke’de ordu kumandanlığını ve kafile başkanlığını ifade etmek için
kullanılmaktadır.
Livâ: Bu görevi yürüten kimse Kabileye ait sancağın muhafazasından sorumluydu.
Hicâbe (veya Sidâne): Hicâbenin sözlük anlamı “örtmek, birinin bir yere girmesine engel
olmak”tır. Bu görevi üstlenen kişi temelde Kâbe’nin bakımı, kapısının ve anahtarlarının
muhafazasından sorumlu idi. Hâcib adı verilen görevli, Kâbe’nin anahtarlarını elinde
bulundurur ve belirli zamanlarda ziyaretçilere açar, ondan izinsiz kimse Kâbe’ye giremezdi.
Aynı zamanda Makam-ı İbrahim’in, Kâbe’ye hediye edilen kıymetli eşya ile iç ve dış
örtülerin korunması ve bakımı gibi önemli hizmetler de bu görevli tarafından yürütülürdü.
Hicâbe kaynaklarda “Kâbe’ye hizmet etmek” anlamındaki sidâne ile birlikte de kullanılmakta
olup ilgili görevliye bu manada sâdin denilmektedir. Hicâbe ve sidânenin iki ayrı görev
olduğu, sidânenin Kâbe ile ilgili bütün hizmetleri, hicâbenin ise yalnız kapısıyla ilgili
hizmetleri ifade ettiği de ileri sürülmektedir. Hz. İsmail’den beri devam eden hicâbe (veya
sidâne) görevi en büyük şeref vesilesi idi.
Sikâye: Kâbe’yi ziyarete gelen hacılara su temini görevi demektir.
Rifâde: Hacıları ağırlama ve yiyecek ihtiyaçlarının karşılanması görevini ifade eden
rifâde de temel hizmet ve görevlerin başında gelmekteydi.. Mekke idaresi ve Kâbe
hizmetlerine yönelik düzenlemeler yaptığı sırada Kusay b. Kilâb Kureyşlileri toplayıp önemli
bir konuşma yaptı ve onları da hacılara su ve yiyecek temini gibi hizmetlere ortak olmaya
çağırdı. O, Kureyşliler’e şöyle seslenmişti: “Ey Kureyşliler! Sizler Allah’ın komşuları, Kâbe
ve harem ehlisiniz. Hacılar ise Allah’ın misafirleri ve O’nun kutsal evinin ziyaretçileri olup
ikram edilmeye en lâyik misafirlerdir. Şu halde hac mevsiminde hacılar buradan ayrılıncaya
kadar onlara yiyecek ve içecek ikram edin. Şayet imkanlarım bunların hepsini yapmaya
yetecek olsaydı, buna sizi dahil etmeden bizzat kendim yerine getirirdim.” Kusay bu
hizmetlerin yürütülebilmesi için bütün Kureyşlilerden gücüne göre para ve mal toplayarak bu
maksatla bütçe oluşturulması geleneğini başlatmış oldu.
Kusay’ın hacılara yönelik olarak yaptığı düzenlemelerde birtakım özel sebepler de söz
konusudur. Mekke idaresini eline alan Kusay, kendi kabilesi Kureyş’i Kâbe’nin etrafına
yerleştirmesi başta olmak üzere yaptığı yeni icraatların Kâbe’yi mâbed kabul edip hac için
Mekke’ye gelen diğer bütün Arap kabileleri tarafından kabul edilmemesinden endişe
duyuyordu. Hacılara yönelik düzenlemeleriyle Kusay, onların Mekke ve Kâbe’ye olan
ilgilerinin devamını sağlamak ve kalplerini kazanmak suretiyle yeni icraatlarını kabul
ettirmek istemekteydi. Kusay’ın yaptığı uygulamayla Mekke’ye gelen herkesin ağırlanması
hedeflenmiş ise de maddî durumu iyi olmayan ve beraberlerinde azığı bulunmayan kimselere
öncelik verilmekteydi. Bu şekilde hayata geçirilen rifâde ve sikâye uygulaması, her yıl hac
mevsiminde Mekke, Arafat ve Minâ’da tekrarlanarak kurumsallaşmıştır.
Milâdî 480 yılı civarında öldüğü tahmin edilen Kusay’dan sonra Mekke ve Kâbe ile ilgili
hizmetler büyük oğlu Abdüddâr’a intikal etti. Ancak daha sonra Abdümenâfoğulları
Abdüşems, Hâşim, Muttalib ve Nevfel sayıca ve itibar bakımından daha üstün olduklarını,
dolayısıyla bu görevlerin artık kendilerine verilmesi gerektiğini ileri sürdüler. Görevlerin
taksimi konusunda çıkan anlaşmazlık sonucu Kureyşliler üç guruba ayrıldı: Benî Mahzûm,
Benî Sehm, Benî Cumah ve Benî Adî b. Ka‘b Abdüddâroğulları’nın; Benî Esed, Benî Zühre,
Benî Teym b. Mürre ve Benî Hâris b. Fihr Abdümenâfoğulları’nın tarafını tutarken Benî Amir
b. Lüey ile Benî Muhârib b. Fihr tarafsız kaldı. Aynı görüşte olan kabileler, kendi aralarında
birbirlerini sonuna kadar desteklemek ve yalnız bırakmamak üzere yemin ettiler.
Abdümenâfoğulları’nın oluşturduğu topluluğun üyeleri, bir kaba konulmuş güzel kokulu bir
sıvıya ellerini batırarak Kâbe duvarına sürdüler; bundan dolayı onlara “mutayyebîn” (güzel
kokulular), yaptıkları ittifak ve yemine de “Hilfü’l-mutayyebîn” denildi. Abdüddâroğulları ve
müttefikleri de birlikte hareket edeceklerine dair ant içmişlerdi. Bundan dolayı kendilerine
“ahlâf” (yeminliler), yaptıkları ittifaka da “Hilfü’l-ahlâf” denilmiştir. Ayrıca bunlara,
kestikleri bir hayvanın kanını bir kaba koyarak ellerini batırıp yalamak suretiyle yemin
ettiklerinden dolayı “leakatü’d-dem” (kan yalayıcıları), yaptıkları ittifak ve yemine de “Hilfü
leakati’d-dem” adı verilmiştir. Karşılıklı yeminlerden sonra her iki taraftan hangi kabilelerin
birbiriyle savaşacakları belirlendi. Buna göre çarpışacak kabileler Benî Abdümenâf-Benî
Sehm, Benî Abdüddâr-Benî Esed, Benî Zühre-Benî Cumah, Benî Teym-Benî Mahzûm ve
Benî Hâris b. Fihr-Benî Adî b. Ka‘b şeklinde seçilmişti. Kureyş’in taraf olan kolları çatışma
noktasına gelmişken uzlaşmadan yana olanlar ağır bastı ve onların araya girmesiyle anlaşma
sağlandı. Böylece Kureyş kabilesi son anda kanlı bir iç savaştan kurtulmuş oldu. Anlaşmaya
göre hicâbe (sidâne) ve livâ görevleriyle Dârünnedve yöneticiliği eskisi gibi Abdüddâr’da
kaldı. Sikâye, rifâde ve kıyâde görevleri ise Abdümenâf’a verildi. Bu durum müttefikler
arasında fazla bir sürtüşmeye yol açmadan İslâmiyetin zuhuruna kadar devam etti. Daha sonra
kıyâde Abdüşems’e, ondan oğlu Ümeyye’ye, ondan da Harb b. Ümeyye’ye intikal etti. Sikâye
ve rifâde hizmeti ise zenginliği ve cömertliğinden dolayı Hâşim b. Abdümenâf’a, ondan da
oğlu ve Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’e geçti. Abdülmuttalib’ten sonra sikâye ve
rifâde oğlu Ebû Tâlib’e intikal etti. Ancak Ebû Tâlib’in malî durumu bozulduğu ve fakir
düştüğü için kardeşi Abbas ondan bu görevleri devraldı. Hâşimoğullarının reisliği ise
ölünceye kadar Ebû Tâlib’in uhdesinde kaldı.
Kusay b. Kilâb’in Kureyş’in çeşitli kollarını Mekke’ye yerleştirmesiyle kabile yarı
göçebelikten yerleşik hayata geçmişti. Mekke’nin tarıma elverişli olmaması nedeniyle Kureyş
kabilesi ticaretle geçimini temin etmekte, ancak bu ticaret Mekke dışına taşmamaktaydı.
Mekke’nin saldırı korkusu bulunmaksızın gelinebilecek ve sığınılabilecek kutsal bir yer
(harem) oluşu şehrin bir ticaret merkezi olarak glişmesine imkan vermişti. Kureyşliler
Mekke’ye gelen yabancı tacirlerden mal satın alır, aralarında alışveriş yaparlar ve çevrede
bulunan Araplara satarlardı. Daha sonra Kusay’ın torunu ve Hz. Peygamber’in üçüncü
kuşaktan dedesi Hâşim b. Abdümenâf gerek Mekke’ye gelen hacıların gerekse Kureyş
kabilesinin yiyecek ve su ihtiyacını karşılamak için çalıştı. Cömertliğiyle tanınan Hâşim b.
Abdümenâf Suriye’ye gidip Bizans imparatoruyla (kayser) görüştü ve ondan Mekkeli
tâcirlerin emniyet içerisinde bu bölgeye gelip ticaret yapabileceklerine dair bir belge aldı.
Böylece Mekkelilerin ekonomik amaçlı dışa açılma dönemi başlamış oldu. Hâşim Bizans
imparatoruyla yaptığı görüşmeden dönerken, Mekke’den Bizans topraklarına kadar uzanan
yol üzerinde oturan çeşitli kabilelerle de kervanların güvenlik içerisinde bu güzergâhı
kullanabileceklerine dair anlaşmalar yaptı. Mekkeliler Arabistan’ın çeşitli bölgelerinden
sağladıkları deri, kumaş vb. malları Suriye’ye getirip satmaya başladılar. Bizans
imparatorunun aynı zamanda Habeşistan kralı Necâşî’ye hitaben bir tavsiye mektubu da
yazarak Habeşistan’a gelen Mekkeli tâcirlere gerekli kolaylığı sağlamasını istediği
kaydedilmektedir. Hâşim’in Bizans’la ticarî anlaşma yapmasından sonra kardeşlerinden
Muttalib Yemen’e, Abdüşşems Habeşistan’a ve Nevfel de İran’a giderek bu ülkelerin
krallarından benzeri imtiyazlar elde ettiler. Ayrıca onlar da Hâşim gibi ticaret güzergâhı
üzerindeki kabilelerle saldırmazlık antlaşmaları imzaladılar. Böylece Mekke ticareti
milletlerarası bir mahiyet kazandı; Kureyşliler gerek antlaşmalar, gerekse Harem bölgesinde
oturup Kâbe hizmetlerini yürütmenin getirmiş olduğu itibar sayesinde emniyet içerisinde kışın
Yemen ve Habeşistan’a, yazın da Suriye ve Anadolu’ya kadar ticarî amaçlı yolculuklar
yapmaya başladılar. Kureyş’in bazı ülke ve kabilelerle ticaret antlaşmaları yapıp serbest
dolaşım izni alması “îlâf” terimi ile ifade edilmektedir. Kur’an-ı Kerim’de Kureyş veya Îlâf
adı verilen sûrede şöyle buyurulmaktadır: “Kureyş’in emniyeti sağlanıp yaz ve kış seferleri
kolaylaştırıldığı için, onlar da bu kutsal evin (Kâbe’nin) Rabbine kulluk etsinler. O ki, onları
açlıktan koruyup doyurdu ve her çeşit korkudan emîn kıldı” (Kureyş Sûresi 106/1-4).
Hâşim b. Abdümenâf yaptığı icraatlarla hem kendi kabilesi, hem de Arabistan’daki diğer
kabileler ve komşu devletlerin hükümdarları nezdinde itibar kazandı. Ancak kardeşi
Abdüşems’in oğlu Ümeyye Hâşim’in nüfuzunu kıskanarak onu münâfereye (nesep, şan ve
şeref konusunda karşılıklı övünme) davet etti. Münâfere sonucunda amcasına karşı yenilen
Ümeyye önceden kararlaştırılan şartlara göre elli deve vermek ve on yıl müddetle Dımaşk’ta
ikamet etmek zorunda kaldı. Bu olay Kureyş arasında İslâm’dan sonra da kendisini gösteren
Hâşimî-Emevî çekişmesine zemin hazırladı. Bir süre sonra Ümeyye’nin oğlu Harb’ın,
Hâşim’in oğlu ve Hz. Peygamber’in dedesi Abdülmuttalib’in emanı altındaki yahudi bir taciri
gizlice öldürtmesi, Kureyş’in diğer bazı kollarını da içine alan ciddî bir gerginliğin
yaşanmasına sebep oldu.
Hâşim ticaret için Suriye’ye giderken bir süre kaldığı Yesrib’de (Medine)
Neccâroğulları’ndan Amr b. Zeyd’in kızı Selmâ ile evlendi. Bu evlilikten Hz. Peygamber’in
dedesi Abdülmuttalib dünyaya geldi. Hâşim seyahatı sırasında Filistin’deki Gazze’de öldü ve
oraya defnedildi. Asıl adı Şeybe olan Abdülmuttalib annesiyle beraber sekiz yaşına kadar
Medine’de kaldıktan sonra amcası Muttalib tarafından Mekke’ye getirildi. Şehre girerken
Muttalib’in terkisindeki çocuğu gören Mekkeliler, onu kölesi zannederek kendisine
“Muttalib’in kölesi” anlamında “abdü’l-Muttalib” dediler ve Şeybe o günden sonra
Abdülmuttalib diye anıldı. Bir başka rivayete göre ise Muttalib’e çocuğun kim olduğu
sorulduğunda o, üstü başı pek düzgün olmayan Şeybe’yi yeğeni olarak tanıtmaktan çekinmiş
ve kölesi olduğunu söylemiştir. Abdülmuttalib’i amcası yetiştirdi ve ölümüne yakın bir
zamanda kabile reisliği görevini ona devretti. Abdülmuttalib gördüğü bir rüya üzerine
Cürhümlülerin Mekke’yi terkederken kapattıkları Zemzem kuyusunun yerini bularak yeniden
açtı. Kâbe civarındaki bu kuyuyu Kureyş’in karşı koymasına rağmen özel mülkiyetine geçirdi
Hacılara yiyecek ve su temini görevlerini üstlendi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

8

Tuesday, 29.09.2015, 23:42

Arab-ı Baide ;


Nuh aleyhisselamdan sonra, Arabistan Yarımadasında yerleşen,
geçmiş peygamberlerin zamanlarında kendileri ve nesilleri ortadan kalkmış Arablardır.
Ad, Semud ve Amalika kavimleri bunlardandır.
Tarihçiler, Sîna Yarımadasından başlayarak Hicaz bölgesine kadar olan kısımlarda
oturan, buralarda hüküm süren en eski Arap topluluğunun Amalik veya Amalika olduğunu
söylerler. Bazı tarihçiler "Amâlika" kelimesinin Babil kitabelerinde yer alan ve Akabe
civarında oturdukları yazılan "Mâlik" veya "Mâlûk" adındaki Arap kabilesinden geldiği
kanaatini belirtirler. Bu kanaate göre İbranîler bu ismin başına "halk" veya "ümmet" anlamına
gelen "Âmm" kelimesini ilave ederek Mâlik halkı anlamına gelen Ammâlık adını
vermişlerdir. Daha sonra Ammâlık, Kinde lehçesiyle Amâlîk olmuştur. Yine aynı düşünceyi
savunanlar Amalik'in Mezopotamya'da Babil, Mısır'da Hiksoslar Devleti’nin kurulmasında
etkileri oldukları ve Sîna'dan etrafa dağılıp zamanla buralarda güçlendiklerini ileri sürerler.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

9

Thursday, 8.10.2015, 16:41




Ad Kavmi
Kur’an-ı Kerim’in ifadesi ve tâbiriyle el-Ahkaf yani kum tepelerinin bulunduğu çöllerde yaşayan bir kavim olarak bilinen ve Arapların en eski grubu olarak kabul edilentopluluktur. Hud (a.s.)’ın Peygamber olarak gönderildiği bu kavmin Umân ve Hadramut arasındaki çölde yaşadığı tahmin edilmektedir. Araplar arasında “Taa Ad devrinden beri”sözü bir darb-ı mesel olarak kullanılmakta olup bununla Add kavminin Arapların en eski kavmi olduğunu ifade edilmektedir.
Hud aleyhisselamın peygamber olarak gönderildiği ve isyanları yüzünden rüzgarla helak edilen kavim. Bu kavim, Nuh aleyhisselamın oğullarından Sam'ın torunlarından Ad'ın neslidir. Yaşadıkları yer Ahkaf diyarı olup, Yemen'de Aden ile Umman arasındadır. Bu bölgeye Şihr de denilmiştir.

Nuh aleyhisselam zamanındaki tufandan sonra gemide bulunup kurtulanlar değişik bölgelerde yerleşip çoğaldılar. Ad kavmi de kendi arasında yirmi üç kabileden meydana gelen büyük bir Arap kavmi idi. Ad kavminin insanları, iri cüsseli, uzun boylu, kuvvetli, tuttuğunu koparan uzun ömürlü kimselerdi. Yaşadıkları bölgenin toprağı çok verimli, yağmuru boldu. Her taraf yemyeşil, bağlar, bahçeler, pınarlar, akarsular ile kaplı olan yerler "İrem Bağları" diye tanınmıştı.

Bu kavim büyük kayaları yontarak direk ve bu direkler üzerine çok gösterişli binalar yaptılar. Yaşadıkları bölgede her taraf akıl almaz süslere, göz kamaştıran güzelliklere sahipti.

Nuh aleyhisselam zamanındaki tufandan sekiz asır gibi bir zaman aradan geçmesi sebebiyle tufanı görüp, ibret alanlar ve bunları nesillere anlatanlar çoktan vefat etmişlerdi. Ad kavmi insanları sıhhatlerine, kuvvetlerine, zenginliklerine ve servetlerine bakarak her geçen gün kibirleniyor, büyükleniyor, taşkınlıklarını artırıyordu. Onların bu halleri Kur'an-ı kerimde mealen şöyle bildirilmektedir: "Yer yüzünde haksız yere büyüklük tasladılar ve bizden daha kuvvetli kim var (olabilir) ki dediler." (Fussilet suresi: 15)

Gün geçtikçe azan Ad kavmi, nihayet Samed, Samud, Sada ve Heba adlı putlara tapmaya başladılar. Bağ, bahçe, tarla, hayvan, mahsul ve nesillerinde şaşılacak bir bereket vardı. Dünya nimetleri bakımından ulaşılması arzu edilen her şeye kavuşmuş olmaları, tamamen azmalarına sebep oldu. Zulüm ve işkenceye başladılar. Etraflarındaki kabilelere, zayıf ve kimsesizlere ağır zulümler yapıyorlardı. Zavallı kimseleri yüksek binalardan atmaktan zevk alıyorlardı.

Ad kavmi, bu azgın haldeyken, Allahü teala onlara ebedi seadet yolunu göstermek için Hud aleyhisselamı peygamber olarak gönderdi. Elli seneden fazla bir zaman bu kavmi imana çağırdı. Bu azgın kavmi Hud aleyhisselam devamlı Müslüman olmaya davet ettiği halde iman etmeye yanaşmadılar. İman edenler de korkularından imanlarını açıklayamadılar. Bunun üzerine kendilerine ağır azab geleceğini ve helak edileceklerini söyledi. Yine inanmayıp alay ettiler.

Nihayet gelecek olan azabın işaretleri görülmeye başladı. Üç sene yağmur yağmadı. Pınarlar kuruyup ağaçlar sararıp soldu. Meşhur İrem Bağları yok oldu. Hayvanlar susuzluktan telef oldu. İnsanlar da bir yudum suya, bir lokma ekmeğe muhtaç duruma düştüler. Devamlı bunaltıcı ve kuru bir rüzgar esiyordu. Tozdan göz gözü görmüyordu. Hud aleyhisselam ise onları durmadan iman etmeye davet ediyordu. Fakat inatlarından vaz geçmiyorlardı. Kadınları da kısırlaşıp hiç çocuk doğmaz oldu. Şiddetli kuraklık dört sene devam etti. Bundan sonra kendilerini helak eden azab geldi. Bir gün yurtları üzerinde her tarafı kaplayan siyah bir bulut göründü. Yağmur geliyor zannettiler. Hud aleyhisselam durumu bildirip tekrar imana davet etti ise de kabul etmediler. Buluttan şiddetli bir rüzgar esmeye başladı. Korkunç bir uğultusu ve dayanılmaz bir soğuğu vardı. Rüzgar estikçe şiddetlendi. İnsanları tutundukları taş ve ağaçlarla birlikte göklere fırlatıyor, sonra da bırakıveriyordu. Havada adeta saman çöpleri gibi savruluyorlardı. Azgın Ad kavminin insanları param parça oldu. Yerleri yurtları yıkılıp harabe halini aldı. Sonra da fırtına onların ölülerini süpürüp denize attı. Bu rüzgar, Kur'an-ı kerimde rih-i akim, sarsar, azab-ı elim ve atiye olarak bildirilmektedir. Kur'an-ı kerimde mealen; "Hud (aleyhisselam) ve dinde ona tabi olanları rahmetimizle kurtardık. Bizim ayetlerimizi tekzib edip (yalanlayıp) mü'min olmayanların ise silsile ve köklerini kestik." buyruldu (A'raf suresi: 72). Hud aleyhisselam, iman edenlerle birlikte Mekke'ye gitti. Bunlara "Ad-ı uhra" (ikinci Ad) denilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

10

Monday, 23.11.2015, 04:49

CAHİLİYE DEVRİNDE ARAP YARIMADASINDA DİNİ HAYAT
*İslam Tarihçileri genellikle İslam Öncesi Mekke dönemine “Cahiliye Dönemi” adın vermektedirler.Cahiliye’nin ıstılah mânâsı; İslâm öncesi dönemde Mekke Şehir devletindeki dinî, sosyal ve siyasî hareketler arasında, İslam dinine aykırı düşen eylemlerdir. Dinde sapıklıktır,bilgisizlik değildir.
*Nitekim, başta Mekke olmak üzere bölgede kültürel manada, söz konusu dönemde zirvede olan şairler, edipler hatta uzak yerlere seyahat eden birikimli tüccarlar vardı. Yedi Askı (el-Mu’allakatu’s-Seb’a) denen ve bugüne değin edebî ve sanat değerlerinden hiçbir şey kaybetmeyen mükemmel şiirler, Arap edebiyatı hatta dünya edebiyat tarihinin birer şaheseridirler. O halde cahiliye, bizim anlayageldiğimiz gibi, “bilgisizlik” demek değildir
*Cahiliye’nin ne olduğu, Kur’an’da ve Peygamber efendimiz’in (s.a.v) hadislerinde de, kısa bir tarifle ifade edersek: “İslam’ın zıddı” olan her türlü inanç, anlayış, yaklaşım ve Cahiliyenin en belirgin özelliği şirk yani Allah’ın yanında başka güçler ve ilahlar tanımaktır.davranışlar manzumesi olarak anlatılmaktadır.
MEKKE DEVLETİNİN DİNİ YAPISI
*Hz. İbrahim’in oğlu Hz. İsmail’den sonra, zaman zaman savaşlara sahne olan Mekke şehri, Hz. Muhammed’in (s.a.s) doğumuna gelinceye kadar çok el değiştirmiş; dînî ve sosyal yapısında, oraya hakim olan güçlerin arzuları doğrultusunda bir çok değişikliğe uğramıştır.
*Hz. Adem’le (a.s) beraber, İslâm dini de yeryüzüne gelmiş ve Allah’ın emriyle bina edilen Kâbe’de O’na kulluk edilmeye başlanmıştır. Adem’den (a.s) sonra dini unutan insanlığa Allah, lütfunden yeni peygamberler göndermiştir. Fakat zalim ve cahil olan insan tekrar Allah’ı unutmuş O’na şirk koşmaya başlamış ve dini alt-üst edecek kadar farklı bir inançla cahiliye bataklığına saplanmıştı.
*Put deyince, sadece taşlardan yontulmuş ya da bronzdan dökülmüş heykelleri anlamamak gerekir.İnsanlara zorla kabul ettirilmeye calısılan menfaat ve makam aracıdır.
*Her put ve heykel bir grub insanın düsündükleri simgelerdir.Aslında Hz. İbrahim, bu heykellerin şahsında, onların kurdukları sistemle mücadele etmek istiyordu. Çünkü onlar mutlu bir azınlık için, insanları ezen sistemlerini, resmi dinleri olan puta tapıcılıkla özdeşleştirmişlerdi
Putperestliğin Başlaması
*Hz. İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yeniden inşa edilen Kâbe’ye sahip bulunmalarına rağmen Mekkeliler, İbrahim ve İsmail’den sonra zamanla puta tapar olmuşlar
putların en meşhurları ;
Hubel, Uzza, Lat, Menat gibilerdir
*Mekkeli’ler, Allah’ın varlığını kabul etmekle berlikte, taptıkları bu put heykellerinin bir kısmını Kâbe’ye, diğerlerini de başka yerlere yerleştirmiş ve bunlara tapınır olmuşlardı.
*Bu şekilde tek ilah inancı olan tevhitten paganizme/şirke yönelmelerinin sebepleri ne olabilirdi.Alah’ın güç ve kudreti yanında başka varlıkların güç ve kudretinin var olduğunu zannederek Allah’ın rububiyet ve uluhiyetine ortak koşmak anlamında kullanılmaktadır
*Allah’a ibadet eder gibi, bu akletmeyen, duymayan ve hiç bir şeye gücü yetmeyen bir takım varlıklar olan putlar için ayin düzenleme, onlara ilah ve Rabb sıfatını verme, Allah ile bir tutma inancı şirk inancının ta kendisidir
*İslam öncesi cahiliye dönemiminin bu gibi mabudları değişik isim ve şekillerde tezahür etmişti.
Bunlar Sanem, Vesen, temasil/timsal ve Nusup şeklinde bilinen put şekilleriydi.
Sanemler genellikle heykel diye bildiğimiz insan biçiminde yontulmuş maden veya ağaçtan imal edilmiş kendi elleriyle yapıp tapındıkları tanrılardı. Hübel heykeli böyle bir sanem idi.
Vesen ise taştan insan suretinde yapılmış olanlarına verilen isimdi.
Nusup (çoğulu Ensâb) da belli bir şekli olmayan bir taş veya kaya parçası olup herhangi bir yerde bulunabilen veya bir yere dikilen bir taş parçası idi.
Hübel
*Kaynaklardaki bilgilere bakıldığında Kâbe’nin içinde ve dışında tam 360 tane put heykeli bulunuyordu. Bunların en büyüğü Hübel adındaki sanem/puttu
*Cahiliyye döneminde Kâbe'nin içinde ve çevresinde bulunan putların en büyüğü olan Hübel kırmızı akikten yapılma insan şeklinde tasvir edilmiş, sağ kolu kırık olarak Kureyş'e intikal eden bu puta daha sonra altın bir kol takılmıştır.
*Kaynaklardaki bir bilgiye göre Arap yarımadasına putları ilk defa soktuğu söylenen Amr İbn Luhay M. Ö. III. yüzyılın ilk yarısında onu el-Cezîre'deki Hit şehrinden getirerek Kâbe'nin içinde Hz. İbrahim tarafından kazılan kuyunun üzerine dikmiştir.
*Hübel'in boynuna asılı bir torba içinde üzerinde “evet” ve “hayır” ibarelerinin yanı sıra “engel”, “sizden”, ''başkasından”, “bitişik”, “iyilik ve kötülük eşit”, “diyet veriniz”, “nesebi sahih” ve “nesebi şüpheli” gibi ibarelerin yazıldığı oklar bulunurdu. Buna fal okları torbası adı verilmekteydi.
Lat
*Cahiliye devri müşrik Arapların tapındıkları tanrılardan biri de Lât adı verilen puttur. Lât "kırıp ezmek, karıştırmak, yoğurmak" anlamındaki “lette” sülasi kökünden gelmektedir.
*Taif’te bulunan Lât mabedinin sadece altında hediyelerin muhafaza edildiği dört köşe beyaz bir kaya parçası şeklinde olduğu kaydedilir
*Lat’ın da Kâbe taklid edilerek üzerinde bir örtü olan görevlileri ve bekçileri bulunan ve "beytü'r-rabbe" denilen bir binası vardı. Sadece Taifliler değil bütün Hicaz Arapları buna tapardı.
Uzza
Kureyşlilerin en saygın putlarından birisi de Uzza putu idi. Uzza’ya gösterdikleri saygıyı hiçbir puta göstermemişlerdi. Onu ziyaret eder, ona hediye ve kurban keserlerdi.. Batnu’n-nahle'de bulunan Uzza putu daha çok Gatafanlıların özel olarak tapındıkları bir put olmakla birlikte Kureyş ve Kinane kabilelerinin de çok önem verdikleri put idi. Bu putun bakıcıları, Süleymoğullarından olup Kureyş’in önemli kolu Haşimoğullarıyla müttefik idiler.
Menat
*Allah'ın kızları olarak kabul ettikleri putlardan birisi de Menât putudur. Menât putu, Hz. Nuh sonrasında tevhid inancından uzaklaşan Sami kavimlerin bir kısmının putperestliğe sürüklenmesiyle ortaya çıkan bu ilkel inancın en eski ilâhlarından biri kabul edilir. Asur krallarında Sargon dönemi öncesinden beri rastlanmaktadır. İsmin telaffuzu Menât, Meni veya Manawatu gibi değişik şekillerde kullanılmıştır.
*Kuzey Arapları tarafından tapınılan eski bir put, Hübel’in ise Mekke’ye getirilen ilk put olduğu kabul edilebilir.Menât’in bir kayadan ibaret olduğu, kesilen kurbanların kanları orada akıtıldığı için bu adın verildiği nakledilmektedir. Menât’ın önündeki sofada kurban kesilmesi onun yağmur yağdırmasının istendiği anlamına gelmektedir. Dolayısıyla Menat rüzgârı estiren, bulutları getiren ve yağmur yağdıran bir ilâh olarak kabul edilir.
*Bu putların dışında ikinci derecede ilah kabul ettikleri ama bunların da adlarını hep andıkları eski Arapların da hep tanrı olarak kabul ettikleri ilahlar vardı. Bunlar özellikle Yemenli kabilelerin tapındığı ve isimlendirilmeleri ta hz Nuh (a.s) devrinden beri bilinen Yağus, Yauk, Nesr, Vedd (Vudd) ve Suva’ putlarıydı.
İsaf ve Naile
*Bu ikisi Kureyş kabilesinin putları idi. Bu iki isim Cürhümilerden bir erkekle bir kadının isimleri olup Kâbe’nin içinde zina ettikleri için Allah onları meshederek taşa çevirmişti. İnsan suretindeki bu iki put zamanla Kureyş tarafından tapınan ilahlara dönüştürülmüştü
*Bazı kabilelerin ve ailelerin birkaç putu olduğu da bilinmektedir. Mesela Yemenli Cuş’am, Devs, Has’am ve Büceyle/Becile kabilelerinin Zulhalasa yine Yemenlilerin tapındığı ve başkent San’a’da bulunan Riyam; Rabia İbn Ka’b oğullarının Rudâ’; Vailoğulları ile İyadoğullarının Zülkâ’bât ve Tay kabilesine ait Fels adlı özel putları vardı
*Bunların dışında Kur’an-ı Kerim’in zikrettiği “Cibt” ve “Tagut” isimlendirmeleri vardır.Bu iki ismin de Kureyş’in ilah olarak kabul ettiği iki put olduğu kanaatini izhar eden ilim adamları vardır.
Derleme;Akcan Mir
Kaynak;Casim Avcı

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

11

Thursday, 4.02.2016, 13:17

İslam Tarihinde İlkler
1. Müslümanlar arasında fetih politikasını ilk defa Hz. Muhammed (s.a.v.) başlatmıştır.
2. Hz. Muhammed’e inanan ilk Müslümanlar Hz. Hatice, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali ve Hz. Zeyd’dir.
3. İslâm tarihinde ilk hicret Habeşistan’a yapılmıştır. (621)
4. Tarihte ilk İslâm site devleti Medine’de kurulmuştur.
5. Hz. Muhammed’in kazandığı ilk savaş Bedir Savaşı’dır.(624)
6. Müslümanların ilk kez yenildiği savaş Uhud Savaşı’dır. (625)
7. İslam tarihinde inşa edilen ilk mescid Küba Mescidi’dir.
8. Hz. Muhammed ilk diplomatik başarısını Hudeybiye Barışı ile kazanmıştır.(Hukuken tanınma 268 )
9. Şam ticaret yollarının Müslümanlarca ilk kez güvence altına alınması Hayber’in fethiyle gerçekleşmiştir. (629)
10. Müslümanların Arap olmayanlara yaptığı ilk savaş Mute Savaşı’dır. (Araplar X Bizans 629)
11. İslâm tarihinde seçimle devlet başkanını belirleme ilk defa dört halife devrinde olmuştur.
12. İlk halife Hz. Ebu Bekir’dir. (Seçimle başa geçmiştir.)
13. Kur’an-ı Kerim ilk defa Hz. Ebu Bekir zamanında kitap haline getirildi.
14. Müslümanların Arap Yarımadası’nın dışında ilk fetih hareketleri Suriye ve Filistin üzerine Hz.
15. Ebu Bekir zamanında yapıldı.
16. İslâm Devleti’ndeki ilk karışıklıkların önüne geçilmesi Hz. Ebu Bekir döneminde olmuştur.
17. Arap Yarımadası’nın siyasî birliğinin sağlandığı ilk dönem Hz. Ebu Bekir dönemidir.
18. İlk denizcilik çalışmaları ve ilk hazine Hz. Ömer zamanında başladı.
19. Malî işlere bakan ilk divan teşkilâtı Hz. Ömer zamanında kuruldu.
20. Fethedilen yerler ilk defa Hz. Ömer zamanında yönetim birimlerine ayrıldı.
21. Ordugâh şehirleri ilk defa Hz. Ömer devrinde kuruldu.
22. Düzenli ve sürekli ordular ilk defa Hz. Ömer devrinde kuruldu.
23. İslâm tarihinde İkta Sistemi’nin ilk örneğini Hz. Ömer uygulamıştır.
24. Hicret olayı (622) ilk kez Hz. Ömer devrinde takvim başlangıcı kabul edildi.
25. İlk defa adlî teşkilât Hz. Ömer tarafından kuruldu.
26. İlk defa adalet işlerine bakan kadılar Hz. Ömer zamanında görevlendirildi.
27. Kuzey Afrika fetihlerine ilk defa Hz. Ömer döneminde başlandı.
28. İran ve Horasan’ın alınmasıyla Hz Ömer döneminde ilk defa Türklerle sınır olundu.
29. İlk donanma Hz. Osman zamanında kuruldu.
30. Arapların Kıbrıs Adası’nı fethi ilk kez Hz. Osman zamanında gerçekleşti.
31. Kur’an-ı Kerim ilk defa Hz. Osman zamanında çoğaltıldı.
32. Araplarla Türkler ilk defa Hz. Osman zamanında sınır boylarında karşılaştılar.
33. İslâm tarihinde karışıklıklar ilk defa Hz. Osman zamanında ortaya çıktı.
34. Siyasî sebeplerle öldürülün ilk halife Hz. Osman’dır.
35. Cemel Vakası ( Deve Olayı 656 ) Müslümanlar arasındaki ilk çatışmadır.
36. İslâm dünyasında ilk ayrılıklar Hz. Ali zamanında başladı.
37. İslâm dünyasında kesin ayrılık Kerbela Olayı ile başlamış ve ilk defa mezhepler ortaya çıkmıştır.
38. İlk Emevi halifesi Muaviye’dir.
39. Halifelik ilk defa Muaviye’den oğluna geçmesi ile saltanata dönüşmüştür.
40. Müslümanlar İstanbul’u ilk defa Emeviler döneminde ve Muaviye zamanında kuşatmışlardır.
41. İlk İslâm parası Emevi halifesi Abdülmelik zamanında basılmıştır.
42. İlk defa Helenistik (Eski Yunan) medeniyeti Endülüs Emevileri tarafından tanıtılmıştır.
43. Müslümanlar ilk defa Velit zamanında (Emeviler) Tarık Bin Ziyad’ın İspanya’yı fethi (711) ile
44. Avrupa’ya geçerek toprak kazanmışlardır.
45. Müslümanların Avrupa’daki ilerleyişi ilk defa Puvatya Savaşı ( 732 ) ile durdurulmuştur.
46. İslâm mimarisi Avrupa mimarisi ile yarışabilecek seviyeye ilk defa Emeviler zamanında gelmiş ve kendine has eserler vermiştir.
47. İlk posta teşkilâtı Muaviye zamanında kurulmuştur.
48. İlk muhafız birliği Muaviye zamanında kurulmuştur.
49. Tarihte ilk defa Orta Doğu ile Uzak Doğu kavimleri (Arap X Çin) Talas Savaşı’nda (751) karşı karşıya gelmişlerdir.
50. İslâm tarihinde yabancı dildeki eserler ilk defa Abbasiler zamanında Arapça’ya çevrildi. (İlk tercüme).
51. İslâm tarihinde devlet işlerinin görüldüğü Divan Teşkilâtı’nı ilk defa Abbasiler kurdu. (Vezirlik Makamı).
52. İslâm tarihinde Türkler ilk defa devlet yönetiminde Abbasiler zamanında etkili olmaya başladılar.
53. Türkler İslâmiyeti ilk kez büyük gruplar halinde Abbasiler döneminde kabul etmeye başladılar.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

12

Monday, 8.02.2016, 22:08


Ney’in Yaradılış Hikâyesi ve Hz. Muhammed
Suret yasağı sebebiyle yüzü gizlenen Hz. Muhammed, bu minyatürde damadı Hz. Ali’ye yaratılışın sırlarını anlatıyor. Başlarının etrafında alevden haleler var. Hz. Muhammed 100 bin sırdan 10 binini açıklıyor. Mevlana’ya göre, Hz. Ali bu sırları içinde saklamakta güçlük çekince, onları bir kuyuya fısıldamış. Bir müzisyen de bilmeden kuyunun çevresinde biten sazlardan bir nevi flüt yapmış. Herkes onun müziğini dinlemeye geliyormuş. Hz. Muhammed de dinlemiş, sonra da bu genç adamın “bir zamanlar Hz. Ali’ye verdiği kutsal sırları yorumladığını” ifade etmiş. O gün bugün “ney” adlı bu flüt, “sema” denen Mevlevi ritüelinin ayrılmaz parçası haline gelmiş.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

13

Monday, 22.02.2016, 00:10



HZ MUHAMMED'İN (SAV) MEKKE'DEN MEDİNE'YE HİCRETİ
Hz. Peygamber 620, 621 ve 622 yıllarında üç yıl üst üste Medinelilerle görüşmüştür. Bunlardan ilki sadece görüşme niteliği taşırken ikinci ve üçüncü görüşmeler bir bağlılık yemini şeklindedir. İlk olarak Medinelilerden altı kişi Akabe denilen yerde Peygamberimizle görüştü. 621 yılının hac mevsiminde Medineliler onu Hazreç ve ikisi Evs kabilesinden olmak üzere toplam on iki kişiyle Akabe adı verilen yerde Hz. Peygamberle ikinci kez görüştüler. Allah’a ortak koşmayacaklarına, hırsızlık etmeyeceklerine, zina yapmayacaklarına, çocuklarını öldürmeyeceklerine dair Hz. Peygambere söz verdiler. İşte bu görüşmeye Birinci Akabe Biatı adı verilir. Ayrıca Hz. Peygamber Yesrip halkına Kur’an’ı öğretmesi için ve henüz Müslüman olmayanları İslama davet için Musab b.Umeyr’i görevlendirdi.

Birinci Akabe Biatı’ndan sonra ikisi kadın olmak üzere toplam yetmiş yedi kişiyle Mekke’ye gelen Medinelilerle Hz. Peygamberin yaptığı görüşmeye İkinci Akabe Biatı adı verilir. Bu görüşme esnasında Medineliler Hz. Peygamberi kendi şehirlerine davet etmişler ve onu canları pahasına koruyacaklarına dair söz vermişlerdir.

622- Hz. Muhammed, arkadaşı Hz. Ebu Bekir’le Mekke’den Medine’ye hicret etti. İkinci Akabe Biatı’n dan sonra Müslümanların hicretine izin verilmesiyle Hz. Ebu Bekir gibi bazı kişiler hariç Müslümanlar Medine’nin yolunu tutmuşlardır. Hz. Peygamber ise daha sonra arkadaşı Hz. Ebu Bekir ile birlikte Mekkelilerin kendilerini takip etmelerini engellemek için farklı bir yol takip ederek Medine’ye hicret etmiştir. Hatta bu yolculuk sırasında Sevr Mağarası’nda gizlenen Hz. Peygamber ve Hz. Ebu Bekir’i mağaranın ağzına kadar gelen müşriklerin fark edememeleri Kur’an ayetlerine yansımıştır.

Hicret sırasında Hz. Peygamber Medine yakınlarındaki Kuba’da konaklamış ve burada bir mescit inşa ettirmiştir. Buradan ayrıldıktan sonra Ranuna vadisine geldiğinde cuma namazının farz kılınması üzerine burada ilk kez cuma namazı kıldırmıştır.

Hz. Peygamberin Medine’ye hicretiyle on üç yıllık Mekke Dönemi sona ermiş, on yıllık Medine Dönemi başlamış oldu. Peygamberimiz, hicret ettiği yıl elli üç yaşındaydı. Hz. Peygamberin hicretiyle o zamana kadar Yesrip diye anılan bu şehir, Peygamber’in Şehri anlamına gelen el-Medinetü’n-Nebi olarak isim değiştirdi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

14

Monday, 29.02.2016, 16:01


Hz. Hamza'nın ( r.anh) Müslüman olması:
İslamiyet'in sesi her geçen gün kulaktan kulağa yayılıp daha ötelere taşınıyordu. Bu hal Kureyşli müşrikleri çıldırtıyor. bütün gayretlerine rağmen, İslamiyet'in yayılmasına mani olamıyorlardı. Müşriklerden Velid adında birinin bir putu vardı. Safa tepesinde toplanırlar, bu puta ibated ederlerdi. Bir gün Peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) onların yanına gitti ve müşrikleri imana davet etti. Kafir olan bir cinni o putun içine girdi ve Sevgili Peygamberimiz için uygun olmayan sözler sarfetti. Fahr-i Alem sallalahü aleyhi ve sellem efendimiz üzüldüler. Başka bir gün, kendisi görünmeyen bir şahıs, Peygamber efendimize selam vererek: " Ya Resulallah! Kafir olan bir cinni sizin için münasib olmayan şeyler söylemiş. Ben onu bulup öldürdüm. Arzu buyurup, yarın Safa tepesini teşrif eder misiniz? Siz yine onları İslam'a davet edersiniz. Ben de o putun içine girip sizi medhedici sözler söylerim" Abdullah ismindeki bu cinnin teklifini kabul ettiler. Sevgili Peygamberimiz, ertesi günü oraya gidip, müşrikler tekrar imana davet ettiler. Ebu Cehl de orada idi. Müslümam cinni müşriklerin elindeki putun içine girip Sevgili Peygamberimizi ve İslamiyet'i anlatan güzel sözler ve şiirler söyledi. Müşrikler bu sözleri duyunca ellerindeki putu parçaladılar ve Resulullah'a saldırdılar. Mübarek yüzü kana boyandı. Oların bu eza ve cefalarınatahammül gösterip: " Ey Kureyşliler! Bana vuruyorsunuz. Ama ben sizin Peygamberinizim" buyurdular. Sonra ayrılıp evlerine geldiler. Bir hizmetçi kız, bu hadiseyi başından sonuna kadar görmüştü. Bu sırada Hz. Hamza dağda avlanıyordu. Bir ceylana ok atmak üzereyken, ceylan dile gelerek " Ya Hamza Bana ok atacağına, kardeşinin oğlunu öldürmek isteyenlere ok atsan daha hayırlı olur" dedi. Hz. Hamza bu sözlere hayret ederek, süratle evine hareket etti. Adeti üzere avdan dönünce tavaf için Harem-i Şerife uğrar evine sonra giderdi. O gün tavaf yaparken hizmetçi kız yanına geldi. Ebu Cehl'in Hz. Muhammed aleyhisselama yaptıklarını haber verdi. Hz. Hamza Peygamber Efendimize hakaret edildiğini işitince, akrabalık damarları kabardı. Silahlarını alarak müşriklerin bulunduğu yere geldi. " Kardeşimin oğluna, kötü söz söyleyen, kalbini imciten sen misin? İşte benim dinim de O'nun dinidir. Gücün yetiyorsa o yaptıklarını bana da yap bakayım" diyerek, boynundaki yay ile Ebu Cehl'in başını yardı. Oradaki kafirler Hz. Hamza'ya saldırmak istediler. Fakat Ebu Cehl: " Dokunmayınız Hamza haklıdır. Yeğenine kötü sözler söyledim" dedi. Hz. Hamza (r.anh) oradan ayrıldıktan sonra, Ebu Cehl etrafındakilere " Aman ona ilişmeyiniz! Bize kızar da müslüman olur" dedi. Bununla Hz. Muhammed (s.a.s.) kuvvetlenir" dedi. H. Hamza (r.anh) müslüman olmaması için kafasının yarılmasına razı: olmuştu. Hz. Hamza'nın hatırının sayıldığını, kuvvet ve kıymetini bilirdi. Hz. Hamza (r.anh), Peygamber efendimizin yanına gelip: " Ya Muhammed! Ebu Cehl'den intikamını aldım. Onu kana boyadım. Üzülme, sevin!" dedi. Sevgili Pygamberimiz: " Ben böyle şeylere sevinmem" buyurdu. Hz. Hamza (r.anh) " Seni sevindirmek üzüntüden kurtarmak için ne istersen yapayım!" deyince, Sevgili Peygamber Efendimiz: " Ben ancak senin iman etmen ve kıymetli bedenini Cehennem ateşinden kurtarmam ile sevinirim" buyurdu. Hz. Hamza (r.anh) hemen müslüman oldu. Hakkında ayet-i kerime geldi. Hz. Abdullah ibni Abbas'a göre: " Kur'an Kerimede En'am süresi 122. ayet-i kerimesinde: Diriltildiği ve nura kavuşturulduğu anlatılan zat, Hz. Hamza (r.anh) ve aynı ayet-i kerimede: karanlıklarda bocaladığı bahsedilen de Ebu Cehl'dir.Hz. Hamza (r.anh) müşriklerlerin yanına vararak, müslüman olduğunu ve Allahü tealanın Habibi Hz. Muhammed aleyhisselamı canı pahasına da olsa koruyacağını söyledi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

15

Monday, 29.02.2016, 16:14

Hübel Kâbe’de bulunan Hübel, putların en büyüğü olup Kureyş’in en önemli putu idi. Kırmızı akik taşından insan suretinde yapılmış olan Hübel’in Amr b. Luhay tarafından Suriye’den Mekke’ye getirilirken sağ eli kırılmış, Kureyş müşrikleri ona altın bir el takmışlardı. Hübel bütün putperest Arap kabileleri tarafından ilah olarak kabul edilmekteydi. Ezlâm adı verilen fal okları Hübel’in yanında ilgili görevli tarafından çekilir ve Araplar bir işi yapıp yapmamak hususunda bu fal oklarından çıkan sonuca göre hareket ederlerdi. Her uygulama için 100 dirhem ve bir deve görevliye verilirdi. Kâbe’de Hübel’e yapılan ibadet iyi organize edilmişti.

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "Atilla_Ky" (29.02.2016, 19:56) düzenleme sebepleri: paylaşım sahibinin isteği üzerine içerik değiştirldi


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

16

Monday, 29.02.2016, 16:24



Türk - İslam Devletlerinde Medrese ve Medrese Eğitimi

Türk – İslam devletlerinde eğitim ve öğretim çalışmaları medreselerde yapılmaya başlandı.
Medreselerin kurulmasında, Uygurlarda, tapınaklarda yapılan eğitimin yanı sıra, Türklerin İslam’ı kabul etmeleri ve İslam devletlerindeki "Darul Hikme, Beytül Hikme ve Darül İlim" gibi eğitim kurumlarının etkisi olmuştur.

Medreseler Karahanlılar zamanında kurulmaya başlamıştır. İlk medrese Semerkant'ta Tabgaç Buğra Han tarafından açılmıştır.
Karahanlılarda medrese yöneticilerine “fakih”, öğretmenlerine ise “müderris” denilirdi.
Peygamberin ayak izinin olduğu Hatuniye Medresesi Artuklular zamanında açılmıştır.

Kırşehir’deki ünlü medrese Caca Bey Medresesi'dir.
Erzurum'daki ünlü medrese ise Yakutiye Medresesi'dir.
Büyük Selçuklularda açılan en büyük medrese ise Alp Arslan döneminde Nizamülmülk tarafından açılan Bağdat'taki Nizamiye Medresesi'dir. Bu medrese ile medrese eğitimi kurumsallaştırılmıştır. Nizamiye
Medreselerinin başına daha sonra İmam Gazali getirilmiştir.

Nizamiye Medreselerinde hukuk, din ve dil eğitimi ağırlıklı bir program uygulanmaktaydı. Tıp eğitimi hastane-tıp okulu niteliğindeki "bimaristan" ve "darüşşifa"larda yapılırdı. Heyet (astronomi bilimi) eğitimi ise rasathanelerde verilmekteydi.
Medreselerde eğitim dili Arapçaydı.

Medreseyi bitirenlere meslek ruhsatı denilen "icazetname"(diploma) verilmekteydi.
Anadolu'nun ilk medresesi Tokat Niksar’da Danişmetliler tarafından yapılan ve tıp eğitim veren Yağıbasan Medresesi'dir.
Medreselerde eğitim ücretsizdir.

Mısır’da kurulan Türk devletlerinin (Tolunoğulları, İşhidler) inanç farkı gözetmeksizin bilim insanlarına önem vermesi Mısır'ı bilim merkezi haline getirdi.
Günümüzde hala medrese ekolünü devam ettiren ve Mısır’da bulunan İslam üniversitesi El Ezher’dir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

17

Monday, 29.02.2016, 16:44


Hicaz bölgesi Kızıldeniz’in doğusunda, kuzeyde Ürdün’ün liman şehri
Eyle’den (Akabe) güneyde Yemen sınırındaki Asîr’e ve doğuda Necid
çöllerinden Irak’a kadar uzanır; kuzey ve doğu sınırlarının nerede bittiği
ihtilaflıdır. Tarihin ilk dönemlerinden itibaren Hicaz, Suriye bölgesi ile
Yemen’i birbirine bağlayan ana ticaret yolunun üzerinde idi. Yemen’den
başlayıp Akabe körfezine ulaşan ticaret yolu Mekke ve Medine’den (Yesrib)
geçerek Akabe körfezinden Akdeniz limanlarına bağlanmaktaydı. Hicaz’ın
en önemli şehirleri Mekke, Medine ve Tâif’ti.
Mekke
Arabistan’ın İslâm tarihi bakımından en önemli bölgesi Hicaz olduğu gibi bu
bölgenin en önemli şehri de Mekke’dir. Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim
(a.s.) dönemine kadar inmekte, daha önceki tarihi hakkında fazla bilgi
bulunmamaktadır. Hz. İbrahim’den önce Mekke’de veya civarında Amâlika 8
adı verilen en eski Arap kabilelerinin veya Kahtânîler’in bir kolu olan
Cürhümlüler’in yaşadığı da rivayet edilmektedir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

18

Monday, 29.02.2016, 16:48



Mekke Tarihi
Arabistan'ın İslâm tarihi bakımından en önemli bölgesi Hicaz olduğu gibi bu bölgenin en önemli
şehri de Mekke’dir. Mekke’nin bilinen tarihi Hz. İbrahim (a.s.) dönemine kadar inmekte, daha önceki
tarihi hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. Hz. İbrahim’den önce Mekke’de veya civarında Amâlika adı
verilen en eski Arap kabilelerinin veya Kahtânîler’in bir kolu olan Cürhümlüler’in yaşadığı da rivayet
edilmektedir.
Üç ilahî dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm) en büyük peygamberlerden biri kabul ettiği Hz.
İbrahim’in, eşi Sâre’den uzun süre çocuğu olmamış, bunun üzerine Sâre, cariyesi Hâcer’i kendi rızasıyla
ona ikinci eş olarak vermişti. Bir süre sonra Hz. İbrahim’in Hâcer’den İsmail adlı ilk çocuğu dünyaya geldi.
O sırada ihtiyarlık çağında olan Hz. İbrahim bu yaşta bir çocuğunun olmasına çok sevindi; Allah’a şükürler
etti. Ancak rivâyete göre çocuğun doğumundan kısa bir süre sonra Sâre’nin, Hâcer’e karşı kıskançlık
duymaya başlaması ailede huzursuzluğa sebep oldu. İslâm kaynaklarına göre Hz. İbrahim Allah’ın emri
üzerine henüz çok küçük yaşta olan oğlu Hz. İsmail’i ve annesi Hâcer’i Filistin’den alıp Mekke’nin
bulunduğu yere getirdi ve onları burada bıraktıktan sonra Filistin’e dönmek üzere ayrıldı. Kur’ân-ı
Kerim’de “ekin bitmeyen bir vadi” olarak nitelenen Mekke vadisi (İbrahim Sûresi 14/37), çöl karakterli
bir araziye sahip olup iklimi sıcak ve kuraktır. Bu sebeple anne-oğul kısa bir süre sonra susuzluk
problemi ile karşılaştılar. Su bulmak için Safa ve Merve tepeleri arasında koşturan Hâcer’in, çaresiz kalıp
oğlunun hayatından ümit kestiği bir sırada Yüce Allah’ın emriyle çocuğun bulunduğu yerden bir su
kaynağı fışkırdı. Zemzem adını alan ve suyu bol olan kaynak nedeniyle burası zamanla kervanların konak

yeri haline geldi. Bir süre sonra Yemen’den gelen Cürhümlüler Mekke çevresine yerleştiler. İsmail
onlardan Arapça öğrendi ve bu kabileden bir kızla evlendi. Kur’ân-ı Kerim’de bu gelişmelerin bir kısmına
şöyle işaret edilir: “Hatırla ki, İbrahim şöyle demişti: Rabbim! Bu şehri (Mekke’yi) emniyetli kıl, beni ve
oğullarımı putlara tapmaktan uzak tut. Ey Rabbimiz! Soyumdan bazılarını ekilebilir toprağı olmayan bir
vadiye, senin kutsal evinin yakınına yerleştirdim ki ey Rabbimiz, namazı dosdoğru kılsınlar. Sen de
insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver. Umulur ki, bu
nimetlere şükrederler” (İbrahim Sûresi 14/35, 37).
Filistin’de yaşayan Hz. İbrahim zaman zaman Hâcer ile İsmail’i ziyarete gelmekteydi. Hz. İbrahim
Mekke’yi üçüncü ziyaretinde Allah’ın emri doğrultusunda oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi inşâ etmeye
başladı. Kur’ân-ı Kerîm’deki bazı âyetlerden (el-Bakara 2/127; Âl-i İmrân 3/96; el-Hacc 22/26) hareketle
Kâbe’nin Hz. İbrahim’den önce de var olduğu, ancak yıkılıp uzun zaman içinde yerinin kaybolduğu ve
İbrahim tarafından bulunarak yeniden yapıldığı anlaşılmaktadır.2 Kurân’da Hz. İbrahim’den önce kimin
tarafından inşâ edildiği hususunda herhangi bir bilgi yer almamakla birlikte bazı kaynaklarda Hz. Âdem
yahut oğlu Şît tarafından yapıldığı kaydedilmektedir. Hz. İbrahim Kâbe’nin inşâsını tamamlayınca Cebrail
gelip kendisine hac ibadetinin nasıl yapılacağını öğretti. O da insanları hac ibadetine davet edip oğlu ile
birlikte görevini tamamladıktan sonra İsmail’i burada bırakarak Filistin’e döndü. Böylece Mekke’de
tevhid dini geleneği başladı ve bu gelenek, zaman içinde şirke karışmakla birlikte Hz. Muhammed’in
peygamber olarak gönderilmesine kadar varlığını sürdürdü.
Yeryüzünde Allah’a kulluk maksadıyla yapılmış ilk mâbed olan Kâbe, inşâ edildiğinden günümüze
kadar Kur’ân-ı Kerîm’de de ifade edildiği gibi Allah’ın evi (Beytullah) olarak bilinen en kutsal ve en
güvenilir bir mekândır. Aynı şekilde Kâbe’nin bulunduğu Mekke ve çevresi de Hz. İbrahim’in duâsında
dilediği üzere Yüce Allah tarafından, insanların manevî olarak temizlenip arındığı her türlü tecavüzden
korunmuş kutsal ve güvenli bir yer (harem) olarak ilân edilmiştir (el-Ankebût 29/67). Burada zararlılar
dışındaki her türlü canlının öldürülmesi ve bitki örtüsüne zarar verilmesi haram kılınmıştır. Bu sebeple
Mekke’ye “el-beledü’l-emîn” (=güvenli belde, Tîn sûresi 95/3), “el-Beledü’l-harâm” (=kutsal ve
dokunulmaz topraklar) veya kısaca “harem” gibi isimler verilmiştir. Bu manada Kâbe de “el-Beytü’lharâm”
(=kutsal ve dokunulmaz ev, el-Mâide 5/2) ve el-Beytü’l-atîk (=eski veya şanlı ev, el-Hacc 22/29,
33), çevresindeki mescid de “el-Mescidü’l-harâm” (kutsal ve korunmuş ibadet yeri, el-Bakara 2/144) vb.
isimlerle anılır. Mekke yeryüzündeki bütün yerleşim birimlerinin merkezi ve müslümanların kıblesi
kabul edilmesinden dolayı Kur’ân’da “ümmü’l-kurâ” (=şehirlerin anası, el-En‘âm 6/92) olarak da
isimlendirilir. Şu halde Mekke ve Kâbe ilâhî övgüye mazhar olmuş, Allah tarafından himâye ve
dokunulmazlığı ilân edilmiş en kutsal mekânlardır. Bu sebepledir ki, Mekke’nin idaresi yanında Kâbe’ye
ve bu kutsal toprakları ziyarete gelen hacılara yönelik hizmetler özel bir anlam ve önem kazanmış, çeşitli
dönemlerde belli başlı şahıslar ve kabileler arasında yarış ve mücadeleye konu olmuştur.
Başlangıçta Hz. İsmail tarafından yürütülen Mekke ve Kâbe’nin idaresi ondan bir nesil sonra
Cürhümlüler’in eline geçti. Önceleri Hz. İsmail’in tebliğ ettiği dini benimsemiş olan Cürhümlüler zamanla
sapıklığa düştüler; Kâbe’ye saygı göstermediler, gizli açık her türlü ahlâksızlığı yapmaya başladılar.
Kâbe’ye takdim edilen hediyeleri çaldıkları gibi hac maksadıyla şehre gelenlere de kötü davranmaya
başladılar. İslâm tarihi kaynakları ve eski dönem şiirleri, onların bu yaptıklarına karşılık Cenâb-ı Hakk’ın
onlara burun kanaması illeti (ruâf) ve karınca musallat ederek bir kısmını helâk ettiğini belirtirler.
Cürhümlüler’in Mekke hâkimiyeti sırasında Güney Arabistan’daki sel felâketi (seylü’l-arim)
yüzünden kuzeye göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Amr b. Luhay liderliğinde
Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı. Cürhümlüler Hacerülesved’i
yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra
tekrar ilk yurtları olan Yemen tarafına gittiler. Bir rivayete göre burada bir sel âfetine uğrayarak helâk

oldular.3 Cürhümlülerle Huzâa arasındaki savaşta İsmailoğulları, sayılarının azlığı sebebiyle taraf olmadı
ve Benî Huzâa ile anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri
gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde
putperestliğin başlamasına sebep oldu. Bundan dolayı “Arabistan’a putperestliği sokan kişi” olarak
tanınır. Amr b. Luhay, bir iş için gittiği Suriye’nin Belkâ yöresindeki Meâb’da (Moab) burada yaşayanların
putlara taptığını görmüş, ilk defa karşılaştığı bu manzara karşısında hayrete düşerek bunların mahiyetini
ve niçin taptıklarını sormuştu. “Bunlar bizim tanrılarımızdır; düşmanlarımıza karşı zafer kazanmak için
onlardan yardım isteriz, bize yardım ederler; kuraklıkta yağmur isteriz, yağdırırlar” cevabını alan Amr,
Arabistan’a götürmek üzere bir put istemiş ve onlar da kırmızı akikten yapılmış Hübel adlı putu
vermişlerdi. Putu Mekke’ye getiren Amr, onu Zemzem Kuyusu’nun üst tarafına Kâbe’ye yakın bir yere
koymuş ve herkesi bu puta tapınmaya çağırmıştı. Diğer bir rivayete göre Amr b. Luhay Hübel’i elCezîre’deki
Hit şehrinden getirmiş ve Kâbe’nin içine yerleştirmiştir. O tarihten itibaren halk Hz. İbrahim’in
tebliğ ettiği, Allah’ın birliği (tevhîd) esasına dayalı Hanîf dinini bırakarak putperestliği ve çok tanrıcılığı
(politeizm) benimsediği için bu hadise Araplar’ın İslâmiyet’ten önceki tarihlerinde bir dönüm noktası
sayılır. Amr, Hübel’den başka putlar da dikmiş ve rivâyete göre putlara bahîre, sâibe, vasîle ve hâmî
adlarıyla bazı hayvanların adanması âdetini de ilk o başlatmıştır. Bu âdete göre Câhiliyye devrinde bazı
evcil hayvanlar putlara adandıktan sonra serbest bırakılır; böylece kutsal bir mahiyet kazandığına
inanılan bu hayvanlardan bazı istisnalar dışında bir daha faydalanılmazdı.4
Bu tür hayvanların hangi özelliklere göre hangi ismi aldıkları konusundaki çeşitli görüşler şöyle
özetlenebilir: Câhiliye dönemi Arapları beş kere doğuran ve beşinci yavrusu dişi (bazı kaynaklara göre
erkek) olan devenin kulağını yarıp salıverirler, artık onu ne sağarlar ne de binek olarak veya yük
taşımada kullanırlardı. Sütü putlara bırakılmış kabul edilen bu hayvana kulağı yarıldığı için bahîre
denilirdi. Bir kimsenin başına bir sıkıntı geldiğinde “Bundan kurtulursam devem “sâibe” olsun” diye
adakta bulunur, adağını yerine getirmek üzere de hayvanı putlar adına serbest bırakır, sütünden sadece
misafirler yararlanabilirdi. Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa tanrılarının olur; erkekli
dişili ikiz doğurması halinde buna “vasîle” derler ve dişiden dolayı erkeği de kurban etmezlerdi. Vasîle
denilen koyunların sütünden ve yününden erkekler faydalanabilirken kadınlara vasîlenin sütü yasaktı.
Bir erkek devenin sulbünden dişi veya erkek on devenin üremesi halinde bu deveye “sırtını korumuş”
anlamında “hâmî” adı verilerek serbest bırakılır, bütün sulardan ve meralardan yararlanmasına müsaade
edilirdi. Böyle bir deveye binilmez, yük yüklenilmez, tüyü kırpılamazdı. Kur’ân-ı Kerîm’de “Allah bahîre,
sâibe, vasîle ve hâm gibi hayvanların adanmasını meşru kılmamıştır. Fakat kâfirler –bu inançlarını- Allah’a
atfederek yalan söylerler” buyurulmuş ve bu tür âdetler kaldırılmıştır (el-Mâide 5/103; ayrıca bk. ElEn‘âm
6/138-139).5
Huzaâlılar’dan sonra Mekke idaresi ve Kâbe hizmetleri Kureyş kabilesinin eline geçti. Hz. İsmail’in
torunlarından Adnân’ın soyundan gelen Kureyş kabilesi, uzun süre Benî Kinâne’den olan akrabalarıyla
birlikte dağınık guruplar halinde Mekke dışındaki çadırlarda yaşadı. V. Yüzyılın ilk yarısında, Kureyş
kabilesine adını veren Fihr (Kureyş) b. Mâlik’in altıncı dereceden torunu ve Hz. Peygamber’in beşinci
dereceden dedesi Kusay b. Kilâb, liderlik vasıflarıyla Kureyş kabilesi arasında seçkin bir yer kazandı ve
Mekke tarihinde çok önemli bir rol oynadı. Kusay liderliğindeki Kureyş kabilesi, Kinâne ve Kudâa
kabilelerinin de yardımıyla, Mekke hâkimiyetini elinde bulunduran Benî Huzâa ile mücadele etti ve
sonunda Mekke hâkimiyeti Kâbe ile ilgili hizmetlerle birlikte Kusay’ın şahsında Kureyş kabilesine intikal
etti. Kusay dağınık olarak yaşayan Kureyş kollarını birleştirerek Mekke’ye yerleştirdi. Kâbe civarından
başlayarak Mekke topraklarını on parçaya ayırdı ve Kureyş’in on kolu arasında paylaştırdı. Kureyş’in bazı
kolları da Mekke dışına yerleştirildi. Kureyş’ten Mekke’de iskân edilenlere Kureyşü’l-Bitâh, Mekke
dışında yerleştirilenlere de Kureyşu’z-Zevâhir adı verildi. Kusay, Kâbe’yi tamir ederek hac menâsikini
(hac ibadeti sırasında yapılması gereken davranışlar) düzenledi; Cürhümlüler’in yerinden söküp
gömdükleri Hacerülesved’i Kâbe’deki yerine koydu. Mekke’nin dinî ve siyasî yönetimi anlamına gelen
riyâset görevini üstlenmiş olan Kusay, ayrıca gerekli düzenlemeler yaparak Mekke ve Kâbe ile ilgili
hizmetleri elinde topladı.6
Derleme;Akcan Mir
Kaynak;Casim Avcı

19

Monday, 29.02.2016, 16:53

Tarihin güzelliği ne kadar güzel ne kadar anlamlı bir paylaşım olmuş...Ruhumuzun derinliklerine indin ilmek ilmek işledin konuyu..O güzel yüreğine tüm dünyanın çiçekleri feda olsun .. :ck: :nazar: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :ck: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :zipzip: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver: :gulver:

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

20

Monday, 29.02.2016, 16:56

AMR B. LUHAY KİMDİR?

Cürhümlüler’in Mekke hâkimiyeti sırasında Güney Arabistan’daki sel felâketi (seylü’l-arim)
yüzünden kuzeye göç ederek Mekke civarına gelen Huzâa kabilesi Amr b. Luhay liderliğinde
Cürhümlüler’le yaptıkları savaşta onları mağlup ederek şehirden çıkardı. Cürhümlüler Hacerülesved’i
yerinden söküp bir yere gömdükten ve Zemzem Kuyusu’nu kapatıp yerini belirsiz hale getirdikten sonra
tekrar ilk yurtları olan Yemen tarafına gittiler. Bir rivayete göre burada bir sel âfetine uğrayarak helâk

oldular.3 Cürhümlülerle Huzâa arasındaki savaşta İsmailoğulları, sayılarının azlığı sebebiyle taraf olmadı
ve Benî Huzâa ile anlaşarak şehirde kalmaya devam etti. Huzaalılar zamanında kabilenin ileri
gelenlerinden Amr b. Luhay, Mekke ve Kâbe idaresini eline alınca tevhid geleneğini bozup şehirde
putperestliğin başlamasına sebep oldu. Bundan dolayı “Arabistan’a putperestliği sokan kişi” olarak
tanınır. Amr b. Luhay, bir iş için gittiği Suriye’nin Belkâ yöresindeki Meâb’da (Moab) burada yaşayanların
putlara taptığını görmüş, ilk defa karşılaştığı bu manzara karşısında hayrete düşerek bunların mahiyetini
ve niçin taptıklarını sormuştu. “Bunlar bizim tanrılarımızdır; düşmanlarımıza karşı zafer kazanmak için
onlardan yardım isteriz, bize yardım ederler; kuraklıkta yağmur isteriz, yağdırırlar” cevabını alan Amr,
Arabistan’a götürmek üzere bir put istemiş ve onlar da kırmızı akikten yapılmış Hübel adlı putu
vermişlerdi. Putu Mekke’ye getiren Amr, onu Zemzem Kuyusu’nun üst tarafına Kâbe’ye yakın bir yere
koymuş ve herkesi bu puta tapınmaya çağırmıştı. Diğer bir rivayete göre Amr b. Luhay Hübel’i elCezîre’deki
Hit şehrinden getirmiş ve Kâbe’nin içine yerleştirmiştir. O tarihten itibaren halk Hz. İbrahim’in
tebliğ ettiği, Allah’ın birliği (tevhîd) esasına dayalı Hanîf dinini bırakarak putperestliği ve çok tanrıcılığı
(politeizm) benimsediği için bu hadise Araplar’ın İslâmiyet’ten önceki tarihlerinde bir dönüm noktası
sayılır. Amr, Hübel’den başka putlar da dikmiş ve rivâyete göre putlara bahîre, sâibe, vasîle ve hâmî
adlarıyla bazı hayvanların adanması âdetini de ilk o başlatmıştır. Bu âdete göre Câhiliyye devrinde bazı
evcil hayvanlar putlara adandıktan sonra serbest bırakılır; böylece kutsal bir mahiyet kazandığına
inanılan bu hayvanlardan bazı istisnalar dışında bir daha faydalanılmazdı

Derleme;Akcan Mir

Kaynak;Casim Avcı

Benzer konular