Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

21

Saturday, 20.02.2016, 03:06

isces (Balık)



Pisces eski bir takımyıldızdır. Bu takımyıldızın masalı, toprak ana Gaia ile ölüler ülkesinin en derin yerinde olan Tartaros’un çocuğu olan Typhon ile ilgilidir. Typhon eski Yunan tanrılarının en korkuncuydu. Bir rivayete göre Typhon’un yüz tane başı vardı. Başları yıldızlara değebilirdi. Tüm başlarından kara diller ve gözlerinden ateş çıkarırdı. Ayrıca bu dev canavarın yılan ayakları ve gökyüzünü saracak kadar uzun kolları vardı. Bu korkunç canavar ile Olympos’taki tanrılar bile dövüşmekten kaçınırlardı.

Bir gün Typhon tanrıların evi olan Olympos’a saldırdı. Ve tanrılar kendilerini bir hayvana dönüştürerek kaçmaya çalıştılar. Zeus kendini bir koça dönüştürdü, şarap tanrısı Dionysos bir keçi haline geldi, tanrıların habercisi Hermes ( Merkür ) balıkçıl bir kuş şeklini aldı. Güzellik tanrıçası Aphrodite ve oğlu sevgi tanrısı Eros ise Nil nehrinden geçebilmek ve canavardan daha rahat kaçabilmak için bir çift balık halini aldılar. Athena (Minerva ) sonradan bu olayı ölümsüzleştirmek için bu iki balık figürünü yıldızların arasına yerleştirdi.

Bu balıklardan biri olan, gözkamaştırıcı güzelliğe sahip Aphrodite bir efsaneye göre dalgaların köpüğünden doğmuştur. Bir ilkbahar sabahı, Kıbrıs adası kıyılarında kıpırtısız olan deniz birden bire köpüklü beyaz bir dalga ile hareketlendi. Ve bu dalgayla birlikte bir sedef kabuğu kıyıya vurdu. Sedefin kapağı açıldığında içinden güzeller güzeli Aphrodite ve beraberinde aşk tanrısı olan oğlu Eros çıkmışlardır. Aphrodite güzelliğiyle sadece tanrıların değil insanlarında gönlünü fethetmiştir. İnsanların kalplerine sevgi ve aşk tohumları serpiyor, onlara sevinç veriyordu. Aphrodite gücünü sadece insanlar üzerinde göstermezdi. O tüm tabiata söz geçirebilirdi. Aphrodite gibi Eros da tanrıların ve insanların kalplerinde aşkın ilahi ateşini yakar, onların mutluluklarını veya bahtsızlıklarını hazırlardı. Eros’un elinde oklar veya tutuşmuş kızgın bir meşale bulunurdu. İnsan ruhu, neşesini de ıstırabını da hep Eros’a borçludur.

Burçlar kuşağındaki Pisces, Aphrodite ve Eros’un birbirlerine iple bağlı görünen iki balık figürünü temsil eder.
(yunanmitolojisi.blogspot)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

22

Saturday, 20.02.2016, 03:08


Aquarius (Kova)


Yunanlıların oniki büyük tanrısı Olympos’ta otururdu. Olympos, Makedonya ile Tesalya arasında oldukça heybetli bir sıradağın en yüksek tepesiydi. (Olympos ismi yalnız tanrıların oturdukları; yüksekliği 2985 metreye varan meşhur dağın ismi değildir. Bizim Anadolumuzda bile bazı dağların isimleri eskiden Olympos’du. Bugün isimleri Uludağ, Aladağ ve Hisardağı olan dağların isimleri de eskiden Olympos’du.)

Olympos dağının Ulu tanrısı, dünyanın sahibi, tanrıların ve insanların babası, her güzel varlığın yaratıcısı olan Zeus, yalnız kadınların güzelliğine vurgun değildi. O güzel olan herşeye, hatta delikanlılara bile gönlünü kolayca kaptırıyordu. Zeus, birgün yeryüzünde olağanüstü güzelliğe sahip bir delikanlı gördü. Ganymedes adını taşıyan bu delikanlı, Truva şehri kralı Tros’un oğludur. Su taşıyıcısı olarak bilinen Ganymedes, Olympos dağında yaşayan tanrılara fincan veya kupalarda içecek taşımakla görevlidir. Bu delikanlı o kadar hoş ve güzeldi ki, Zeus onun cazibesinden kendini kurtaramadı. Fanilerin arasında görüp beğendiği ve sevdiği bu genci daima yanında bulundurabilmek için yeryüzünden kapıp, Olympos’a çıkarmayı düşündü. Bir gün Ganymedes, İda dağının (Bayramiç ile Erdemit arasında 1767 metre yüksekliğinde bugün Kazdağı denilen dağın eski adı İda’ydı.) yamaçlarında sürüsünü otlatıyor ve bir kayanın üzerine oturmuş kaval çalıyordu. Kocaman bir kartal şekline giren Zeus, Olympos’un tepesinden aşağı doğru süzüldü ve Ganymedes’in arkasından geldi. Ansızın üzerine çullandı ve onu kaptığı gibi doğru tanrıların dağına uçurdu. Bu genç çoban Olympos tanrılarının yiyeceği olan Ambrosia ile içenlerin ölümsüzlük kazandıkları ve tanrılara mahsus içki olan nektarla beslendi. Bu suretle güzel yüzü, hoş endamıyla tanrıların gözünü okşamak için ebedi gençliğine muhafaza etti.

Başka bir masala göre Ganymedes’i kaçıran şafak tanrıçası Eos’tur. Şafak tanrıçası gül renkli parmaklara sahip, güzel ve gönül alıcı bir bakireydi. Her sabah doğu tarafından göğün kapılarını açarak Güneş’e yol verirdi. Eos, Ganymedes’e karşı tutku ve öfke karışımı bazı hisler beslemektedir. Ancak tanrıların tanrısı Zeus, Ganymedes’in çekiciliğinin farkına varıp, onu tanrıça Eos’un elinden alır.

Mısır kökenli bir masalda ise Aquarius, Nil nehri tanrısı olarak bilinir. Büyük bir olasılıkla, Aquarius’un kupasından dökülen su Nil nehrinin kendisini temsil etmektedir. Aquarius su tanrısı olarak da bilinmektedir. Bazı toplumlara göre iyi bazılarına göre ise kötü bir tanrıdır. Kuru iklimlerde yaşayan Etiyopya ve Yunan toplumları için Aquarius çok iyi bir tanrıydı. Çünkü hasat zamanı kendilerine bolca yağmur getiriyordu. Ancak Babiller için iyi bir tanrı değildi, Güneş’in Aquarius’a geldiği ayda yağmurun lanetinden söz etmeye başlarlardı. Güneş Aquarius’a girdiği an yeni yıl başlar yani bahar yaklaşmaktadır ve suyun başladığı bu mevsim, bereketli ürünlerin müjdecisidir.

Aquarius, kuzey yarımkürede Pisces(Balık) ve Cetus(Balina) takımyıldızlarının yanında bulunur. Su taşıyıcısı kendi kupasındaki suyu Piscis Austrinus’un (Güney balığı) ağzına dökmektedir.
(yunanmitolojisi.blogspot)



Yasemin ÖRS
Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Astronomi ve Uzay Bilimleri
Takımyıldızların Mitolojik Öyküleri Ankara 2001

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

23

Saturday, 20.02.2016, 03:12

TÜRK MİTOLOJİSİ UNSURLARI…
Tarihin başladığı kavim olan, birçok medeniyete efendilik yapmış, çağ açıp çağ kapayan türk milleti’nin geçmişten bu güne sahip olduğu kültürel birikimin yansımasıdır.

Türk mitolojisi hakkında yunan, roma, mısır ve diğer ortadoğu mitolojilerinin aksine çok daha az bilgi vardır. lakin hakkında bu kadar az bilgi sahibi olunan bir kültüre ait mitolojik unsurlar, diğer kültürlere ait mitolojik unsurların model aldığı, esinlendiği birer modeldir adeta.
türklerin tarih sahnesine çıkışıyla beraber kültürlerine akseden bu unsurlar önce sümerler vasıtasıyla ortadoğu medeniyetlerine, oradan da eski yunan’a intikal etmiş ve bu medeniyetlere ait mitolojik unsurların kökeni olmuşlardır.

Türk mitolojisinin temel unsuru destanlar ve bu destanlarda bahsi geçen kahramanlardır…

Şimdi kısaca bu unsurlardan bahsedelim;

Yaratılış destanı;
altay türklerine ait olan, türk ve insanlık tarihinin başlangıcını konu alan destan.
destanda, Tanrı Ülgen, kuşa dönüşerek suların üzerinde uçar ancak konacak bir yer bulamaz. Bunun üzerine gökten gelen bir ses tanrı Ülgen’e denizin içinden çıkan bir taşa konmasını söyler. Ülgen bu taşa konduğunda yerin ve göğün yaratılması gerektiğini düşünür ancak bunu nasıl yapacağını bilemez.Suların içinde yaşayan dişi ruh Ak-ene, Ülgen’e yaratılışı nasıl gerçekleştireceğini anlatır.Onun yardımıyla işe başlayan tanrı önce yeri, ardından göğü yaratmıştır. Ardından da dünyanın dengesini sağlaması için üç balık yaratır.Balıklar dünyayı alttan destekleyerek başıboş gezmesine engel olmuşlardır…
bu destan sümerler’in yaradılış destanına model olmuştur.

bozkurt destanı;
türk tarihinin en bilinen destanıdır. yenilgiye uğrayıp katledilen türk toplumundan geriye kalan iki kardeşin bir bozkurt tarafından emzirilip yetiştirilerek türkleri yeniden bir bayrak altında toplamasını konu alır. romalıların başlangıcı kabul edilen romus romulus hikayesine model olmuş destandır.

ergenekon destanı;
düşmana yenilerek dağılan türk toplumu göç eder. gök Tengri‘nin gönderdiği kutsal bir kurt Türklere kılavuzluk eder ve onları verimli toprakları olan, etrafı dağlarla çevrili büyük bir ovaya götürür.
Bir zaman sonra Türkler bu ovaya sığmaz olurlar. Bu kez bir kurt onlara etraflarını çeviren dağlardan birisinin madenden oluştuğunu gösterir ve demirciler bu dağı eritirler. Halk ovadan çıkar ve tekrar bozkırların egemenliğini ele geçirdiklerini tüm bozkır halklarına duyururlar. Bu güne nevruz adı verilir.
türeyiş destanı;
her türk kabilesinde bulunan farklı destan. oğuzlar’a ait ortak türeyiş destanı ise; türk hakanı’nın gök tanrı tarafından gönderilmiş dişi bir kurt ile çiftleşmesi neticesinde türk soyunun oluştuğudur. bu hikaye diğer türk boylarında da benzerlik taşır.

kırk kız destanı;
kırgız türkleri’ne ait türeyiş destanıdır. bu destana göre kutsal bir gölün suyundan gebe kalan kırk kız ilk kırgızları dünyaya getirir…

göç destanı;
uygur türkleri’nin ulusal kimliğinin oluşumuna ışık tutan destan.

şu destanı;
türkmen adı’nın kökeni olan saka-iskit türklerine ait destan.

alp er tunga destanı;
saka-iskit hakanı alp er tunga adlı yiğidin kahramanlıklarının anlatıldığı destan.

oğuz kağan destanı;
türklerin atası oğuz kağan’ın hayatının anlatıldığı destan.
manas destanı;
dostları tarafından ihanete uğrayan yiğit manas tengri tarafından tekrar diriltilir ve düşmanlarından intikam alır.
altın geyik destanı;
uygur türklerine ait olan budist inancını konu alan destan.

erlik han efsanesi;
Erlik korkunç bir ihtiyardır. Gözleri ve kaşları kömür gibi kara, çatal sakalı dizlerine kadar uzamıştır. dokuz oğlu iki kızı vardır. Kurban olarak koyu renkli at kesilir. insanlara kötülük eden bir yer altı tanrısıdır. Mitlerde Erlik tasvir edilirken körük, çekiç ve örs motifleri de birlikte geçer . Erliğin yer altında damı demirden, ocağı balçıktan yapılmış bir sarayı vardır. Bu sarayın önünde gümüşten bir tahtı vardır. Kılıcı yeşil demirden, kalkanı yassı demirden yapılmıştır. Eyerlenmiş dokuz boğası vardır .

kartal ana efsanesi
Yakutlar analarının bir kartaldan geldiğine inanırlar. Bundan dolayı Kartal “güneş kuşu” olarak da nitelendirilir. Kendi küllerinden doğan phoenix daha genç olarak dünyaya gelir. Bu nedenle yeniden doğuşu, ebedi hayatı, ölümsüzlüğü ve güneşin doğuşunu simgeler. Çin mitolojisinde de ateşi, sıcaklığı, hasat mevsimini ve güneşi sembolize eder.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

24

Saturday, 20.02.2016, 03:14


Yaratılış efsanesinin Türklerin başlangıç safhasına ait bir mahsul olduğunu biliyoruz. Burada dünyanın nasıl yaratıldığı, insanların ne sûretle meydana geldiği, Tanrı ile şeytan arasındaki münâsebet, şeytanın kötü ruhu temsil ettiği, gücünün Tanrı gücü karşısında tesirsiz kaldığı anlatılmaktadır:

“Daha hiçbir şey yokken Tanrı Karahan’la su vardı. Karahan’dan başka gören, sudan başka görülen mevcût değildi. Karahan yalnızlıktan sıkılıp “Ne yapacağım?” diye düşünürken, su dalgalandı. Sudan “Ak Ana” çıktı. Ak Ana, Karahan’a: “Yarat!…” dedi, tekrar suya daldı. Bunun üzerine Karahan, “kişi”yi yarattı. Karahan’la kişi, ebedi suyun güzelliğinde iki kara kaz gibi uçuyorlardı. Fakat kişi hâlinden memnun değildi. Tanrı Karahan’dan daha yükseklerde uçmak istiyordu. Onun bu arzusunu sezen Tanrı Karahan, kişiden uçmak kabiliyetini aldı. Kişi sonsuz suya yuvarlandı. Boğuluyordu. Yaptığına pişman olarak Tanrı Karahan’dan bağışlanmasını diledi. Tanrı Karahan, kişiye sudan yükselmesini buyurdu. Denizden bir yıldız yükseltti. Kişi, bunun üstüne oturarak batmaktan kurtulacaktı. Kişi, artık uçamayacağı için Karahan, dünyayı yaratmak istedi. Kişiye, suyun dibine dalarak toprak çıkarmasını buyurdu. Kötü düşünceden hala vazgeçemeyen kişi, denizin dibinden toprak çıkarırken, kendisi için de gizli bir dünya yaratmak istediği için ağzına biraz toprak sakladı. Kişi, avucundaki toprağı, su yüzüne serpince, Tanrı Karahan toprağa “Büyü” diye buyurdu. Bu büyüyen toprak, dünya oldu. Fakat aynı zamanda kişinin ağzındaki toprak da büyümeye başlayıp onu boğacak hale geldi. Tanrı Karahan, kişiye “tükür” diye buyruk vermeseydi kişi, boğulup gidecekti. Tanrı Karahan’ın yarattığı dünya dümdüzdü. Kişi tükürünce, ağzından çıkan topraklar bu dünyaya fırlayıp üzerinde bataklık tepeler meydana getirdi. Buna kızan Tanrı Karahan, bu itaatsiz kişiye “Erliğ” adını verdi. Erliğ bugünkü dilimizde şeytan demektir. Tanrı Karahan, Erliğ’i kendi ışık âleminden kovdu. Bundan sonra yerden dokuz dallı bir ağaç bitirerek, her dalın altında bir adam yarattı. Bunlar, dokuz insan ırkının ataları oldular. Erliğ, bu insanların bu kadar güzel ve iyi olduklarını görünce, Tanrı Karahan’dan onları kötülüğe sürükleyerek, kendisine çekebiliyordu. Karahan, insanların bu akılsızlığına, Erliğ’e kanmalarına kızarak onları kendi başlarına bıraktı. Erliğ’i yer altındaki karanlıklar dünyasının üçüncü katına kovdu. Kendisi için de on yedinci kat göğü yaratarak oraya çekildi. İnsanları korumak için, meleklerinden birini gönderdi. Erliğ bu güzel göğü görünce, o da kendisine bir gök yaratmak için Karahan’dan izin aldı. Kendi göğüne teb’asını, yâni kandırdığı kötü ruhları yerleştirdi. Erliğ’in teb’ası Karahan’ınkinden daha iyi yaşadıkları için, Tanrı Karahan’ın canı sıkıldı. Meleklerden birini göndererek Erliğ’in göğünü yıktırdı. Bu gök yıkılıp dünyaya düşünce, yıkıntılarından dağlar, boğazlar, ormanlar meydana geldi. Karahan, Erliğ’i dünyanın en derin katına sürdü. Bu güneşsiz, aysız, yıldızsız yerde dünyanın sonuna kadar oturmasını buyurdu. Tanrı Karahan, 17 kat gökten kainatı idare etmektedir. 16 kat gökte “Bay Ölken” altın dağda, altından bir tahtta oturmaktadır. 7 kat gökte “Gün Ana”, 6 kat gökte “Ay Ata” oturmaktadır.

Bugün hala Altay kavimleri arasında yaşamakta olan bu çok eski destandan çıkaracağımız neticeler şunlardır:

Eski Türklere göre kâinatı yaratan bir tek kuvvet vardır. Kâinat, su ve topraktan meydana gelmiştir.
Eski Türkler arasında ve eski Türklere ait itikatta kadının mühim bir yeri vardır. Tanrı Karahan’a yaratmayı ilham eden “Ak Ana”dır. Ayrıca ikinci derecedeki tanrılardan gün; anadır, ay; atadır. Gün aydan daha yukarı kat gökte oturmaktadır.
Şeytan ne kadar kuvvetli olursa olsun, nihayet mahlûktur. Gücü Tanrı’nın gücü karşısında çok zayıf kalır.
İnsanlar bir soydan değil, dokuz ayrı ırktan türemişlerdir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

25

Saturday, 20.02.2016, 03:17


BOZKURT VE ERGENEKON DESTANI


Bozkurt Destanı ve Ergenekon Destanı, Büyük Türk Destanı'nın bir parçasıdır ve Gök Türkler çağını konu alır. Ergenekon Destanı, Bozkurt Destanı'nın ana çizgileri üzerine kurulmuş olup, bu destanın serbestçe genişletilmiş biçimidir diyebiliriz. Daha doğrusu Bozkurt Destanı ile kaynağını belirleyen Türk soyu, Ergenekon Destanı ile de gelişip güçlenmesini, yayılış ve büyüyüş dönemlerini anlatmıştır. Çin tarihlerinin de yazmış olduğu Bozkurt Destanı'nın bittiği yerde, Ergenekon Destanı başlar. Bozkurt Destanı'nın devamı, Ergenekon Destanı'dır.


BOZKURT DESTANI

Bozkurt Destanı, Çin kaynaklarında kayıtlıdır ve iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Ama bu ikisi arasında pek az fark vardır.


Birinci Söyleyiş

Hun Ülkesinin kuzeyinde So adı verilen bir ülke vardı. Burada, Hunlarla aynı soydan olan Gök Türkler otururdu. Bir gün Göktürkler So Ülkesinden ayrıldılar. Bu sırada başlarında Kağan Pu adlı bir yiğit vardı. Kağan Pu'nun on altı kardeşi bulunuyordu. On altı kardeşten birinin annesi bir kurttu.

Annesi Göktürklerce en kutsal yaratıklardan biri olarak bilinen ve böyle kabul edilen bir kurt olduğu için delikanlı, rüzgârlara ve yağmura söz geçirir, bu iki kuvveti buyruğu altında tutardı.

Bununla beraber, So Ülkesindeki yurtlarından ayrılan Göktürkler düşmanlarının baskınına uğradılar.

Bu baskında düşmanlar bütün Gök Türkleri yok ettikleri gibi on altı kardeşten sadece birisi kurtulabildi. Kurtulan delikanlı annesi kurt olan idi.

Bu delikanlının da, birisi yaz diğeri de kış ilâhının kızı olan iki karısı vardı. Baskından sonra her ikisinden ikişer oğlu oldu. Zamanla kalabalıklaşıp çoğalan halk, çocuklardan en büyüğünü kendilerine Hakan seçtiler; o zamanki adı Göktürk dilinde değildi. Hakan seçilir seçilmez Göktürkçe olmayan bu adını bıraktı ve Türk adını aldı.

Ondan sonra Türk on kadınla evlendi, birçok çocukları oldu. İçlerinden Asena adını taşıyan biri hakanlık tahtına geçince boyun adı da Aşina oldu.


İkinci Söyleyiş

Hunların bir boyu olan ve adına Aşina denilen Türk boyu Hazar Denizinin batı taraflarında yerleşmişti. Türklerin ilk atası olarak biliniyordu. Rahat ve huzur içinde otururlarken bir gün ansızın düşmanların baskınına uğradılar. Baskının sonunda kimse sağ kalmadı.

Her nasılsa küçücük bir çocuk bu baskından sağ kalmış bir köşeye sığınmıştı. Düşmanlar onu da gördüler. Fakat, cılız ve küçük bir çocuk olduğu için kimse ondan korkmadı ve ona aldırmadı. Hattâ içlerinden acıyanlar bile çıktı. Ama düşman yine de her ihtimali düşünüp, çocuğu öldürmektense kolunu bacağını kesip orada öylece bırakmayı uygun gördü; düşündükleri gibi yaptılar.

Kolunu bacağını kesip, yan ölü hâle getirdikleri çocuğu alıp bataklıkta bir sazlığa attılar; bırakıp gittiler.

O sırada, nereden çıktığı bilinmeyen bir dişi Bozkurt göründü, geldi, çocuğu emzirdi. Yaralarını yalayıp iyi etti. O günden sonra da, avlanıp getirdiği yiyeceklerle çocuğu besleyip büyüttü, gücünü kuvvetini arttırdı.

Zamanla Bozkurt'un beslediği çocuk gürbüzleşti.

Günlerden sonra bir gün, baskın yapıp Aşina soyunu yok eden düşman başbuğu, kolunu bacağını keserek sazlığa attıkları çocuğun yaşadığını öğrendi. Adamlar gönderip durumu öğrenmek, sağ kaldı ise öldürtmek istedi.

Düşman başbuğunun gönderdiği asker geldiğinde, kolu bacağı kesik gencin yanında bir dişi Bozkurt gördü. Dişi Bozkurt tehlikeyi sezmişti, dişleriyle gerici yakaladığı gibi denizin öte yanına geçirdi; orada da durmayıp Altay Dağlarına doğru götürdü. Orada, her tarafı yüksek dağlarla çevrili bir yaylada bir mağaraya yerleştirdi, onunla evlendi; on oğlan doğurdu!

Mağaranın bulunduğu yayla yeşillikti; serin gür suları, meyve ağaçlan, av hayvanları vardı. Oğlanlar orada büyüdüler, orada evlendiler. Her birinden bir boy türedi. Bunlardan birinin adı da Asine boyu idi.

Asine, kardeşlerinin içinde en akıllı, en gözü pek, en yiğit olanı idi. Bu yüzden Türk Hakanı o oldu.

Soyunu unutmadı. çadırının önüne her zaman, tepesinde bir kurt başı bulunan bir tuğ dikti.

Aradan çok yıllar geçti. Aşina boyuna Asençe adlı bir başka yiğit hakan oldu. Bunun zamanında ise Aşine boyu, bulundukları yerden çıkıp daha güzel yurtlara yerleştiler.

*****

ERGENEKON DESTANI

Türk illerinde Türk oku ötmeyen, Türk kolu yetmeyen, Türk'e boyun eğmeyen bir yer yoktu. Bu durum yabancı kavimleri kıskandırıyordu. Yabancı kavimler birleştiler, Türklerin üzerine yürüdüler. Bunun üzerine Türkler çadırlarını, sürülerini bir araya topladılar; çevresine hendek kazıp beklediler. Düşman gelince vuruşma da başladı. On gün savaştılar. Sonuçta Türkler üstün geldi.

Bu yenilgileri üzerine düşman kavimlerin hanları, beğleri av yerinde toplanıp konuştular. Dediler ki: ''Türkler'e hile yapmazsak halimiz yaman olur!''

Tan ağaranda, baskına uğramış gibi, ağırlıklarını bırakıp kaçtılar. Türkler, "Bunların gücü tükendi, kaçıyorlar'' deyip artlarına düştüler. Düşman, Türkler'i görünce birden döndü. Vuruşma başladı. Türkler yenildi. Düşman, Türkler'i öldüre öldüre çadırlarına geldi. Çadırlarını, mallarını öyle bir yağmaladılar ki tek kara kıl çadır bile kalmadı. Büyüklerin hepsini kılıçtan geçirdiler, küçükleri tutsak ettiler.

O çağda Türklerin başında İl Kağan vardı. İl Kağan'ın da birçok oğlu vardı. Ancak, bu savaşta biri dışında tüm çocukları öldü. Kayı (Kayan) adlı bu oğlunu o yıl evlendirmişti. İl Kağan'ın bir de Tokuz Oğuz (Dokuz Oğuz) adlı bir yeğeni vardı; o da sağ kalmıştı. Kayı ile Tokuz Oğuz tutsak olmuşlardı. On gün sonra ikisi de karılarını aldılar, atlarına atlayarak kaçtılar. Türk yurduna döndüler. Burada düşmandan kaçıp gelen develer, atlar, öküzler, koyunlar buldular. Oturup düşündüler: ''Dört bir yan düşman dolu. Dağların içinde kişi yolu düşmez bir yer izleyip yurt tutalım, oturalım.'' Sürülerini alıp dağa doğru göç ettiler.

Geldikleri yoldan başka yolu olmayan bir yere vardılar. Bu tek yol da öylesine sarp bir yoldu ki deve olsun, at olsun güçlükle yürürdü; ayağını yanlış yere bassa, yuvarlanıp paramparça olurdu.

Türklerin vardıkları ülkede akarsular, kaynaklar, türlü bitkiler, yemişler, avlar vardı. Böyle bir yeri görünce, ulu Tanrı'ya şükrettiler. Kışın hayvanlarının etini yediler, yazın sütünü içtiler. Derisini giydiler. Bu ülkeye ''Ergenekon'' dediler.

Zaman geçti, çağlar aktı; Kayı ile Tokuz Oğuz'un birçok çocukları oldu. Kayı'nın çok çocuğu oldu, Tokuz Oğuz'un daha az oldu. Kayı'dan olma çocuklara Kayat dediler. Tokuz'dan olma çocukların bir bölümüne Tokuzlar dediler, bir bölümüne de Türülken. Yıllar yılı bu iki yiğidin çocukları Ergenekon'da kaldılar; çoğaldılar, çoğaldılar, çoğaldılar. Aradan dört yüz yıl geçti.

Dört yüz yıl sonra kendileri ve süreleri o denli çoğaldı ki Ergenekon'a sığamaz oldular. Çare bulmak için kurultay topladılar. Dediler ki: ''Atalarımızdan işittik; Ergenekon dışında geniş ülkeler, güzel yurtla varmış. Bizim yurdumuz da eskiden o yerlerde imiş. Dağların arasını araştırıp yol bulalım. Göçüp Ergenekon'dan çıkalım. Ergenekon dışında kim bize dost olursa biz de onunla dost olalım, kim bize düşman olursa biz de onunla düşman olalım.''

Türkler, kurultayın bu kararı üzerine, Ergenekon'dan çıkmak için yol aradılar; bulamadılar. O zaman bir demirci dedi ki: ''Bu dağda bir demir madeni var. Yalın kat demire benzer. Demirini eritsek, belki dağ bize geçit verir. Gidip demir madenini gördüler. Dağın geniş yerine bir kat odun, bir kat kömür dizdiler. Dağın altını, üstünü, yanını, yönünü odun-kömürle doldurdular. Yetmiş deriden yetmiş büyük körük yapıp, yetmiş yere koydular. Odun kömürü ateşleyip körüklediler. Tanrı'nın yardımıyla demir dağ kızdı, eridi, akıverdi. Bir yüklü deve çıkacak denli yol oldu.

Sonra gök yeleli bir Bozkurt çıktı ortaya; nereden geldiği bilinmeyen. Bozkurt geldi, Türk'ün önünde dikildi, durdu. Herkes anladı ki yolu o gösterecek. Bozkurt yürüdü; ardından da Türk milleti. Ve Türkler, Bozkurt'un önderliğinde, o kutsal yılın, kutsal ayının, kutsal gününde Ergenekon'dan çıktılar.

Türkler o günü, o saati iyi bellediler. Bu kutsal gün, Türklerin bayramı oldu. Her yıl o gün büyük törenler yapılır. Bir parça demir ateşte kızdırılır. Bu demiri önce Türk kağanı kıskaçla tutup örse koyar, çekiçle döver. Sonra öteki Türk beğleri de aynı işi yaparak bayramı kutlarlar.

Ergenekon'dan çıktıklarında Türklerin kağanı, Kayı Han soyundan gelen Börteçine (Bozkurt) idi. Börteçine bütün illere elçiler gönderdi; Türklerin Ergenekon'dan çıktıklarını bildirdi. Ta ki, eskisi gibi, bütün iller Türklerin buyruğu altına girene kadar. Bunu kimi iyi karşıladı, Börteçine'yi kağan bildi; kimi iyi karşılamadı, karşı çıktı. Karşı çıkanlarla savaşıldı ve Türkler hepsini yendiler. Türk Devleti'ni dört bir yana egemen kıldılar.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

26

Saturday, 20.02.2016, 03:19



TÜREYİŞ DESTANI

Bir Uygur destanıdır. Büyük Türk İmparatorluğunu Göktürkler' den devralan Uygur Türkler' i, Türeyiş Destanı ile soylarının vücud buluşunu anlatırken aynı zamanda da, bütün Türk boylarında hakim bir inanış olarak beliren, soyun ilahi bir kaynağa bağlanması fikrini bir kere daha belirtmiş olmaktadırlar.

Uygur Türeeyiş Destanının, Göktürk-Bozkurt Destanı ile çok yekın benzerlikleri, ilk okuyuşta anlaşılacak kadar açıktır. Hemen bütün Türk Destanlarının birinci derecedeki unsuru olan kurt motifi, gerek Türeyiş ve gerekse Bozkurt Destanlarında bilhassa ilahileştirilmekte ve neslin başlangıcı ve devamı bu ilahi motife bağlanmaktadır.

Türeyiş Destanı, aslında bir büyük destanın başlangıç kısmına benzemektedir. Büyük bir ihtimalle, Göktürk-Bozkurt destanı gibi Uygur Türeyiş Destanı da, ilk büyük Türk Destanı olan Yaradılış Destanının etkisi altında gelişip meydana getirilmiş, daha dar bir muhitin veya daha tecrid edilip kavimleşmiş bir sıoyun küçük çapta bir yaradılış destanıdır. Nitekim, bundan sonra göreceğimiz, yine bir Uygur Destanı olan Göç Destanı, Türeyiş Destanının tabii bir devamı intibaını vermektedir.

Destan:

Büyük Hun Hakanlarından birinin iki kızı vardı. Kızlarının ikisi de bir birinden güzeldi. Ökle güzeldi ki, Hunlar, bu iki kızın da, ancak ilahlarla evlenebileceğine inanıyor ve bu kızların insanlar için yaratılmadığını söylüyorlardı.

Hakan da aynı şekilde düşündüğü için kızlarını insanlardan uzak tutmanın çarelerini aradı. Ülkesinin en kuzey ucunda, insan ayağı az basan veya insan ayağı hiç görmeyen bir yerinde, çok yüksek bir kule yaptırdı. Kızların ikisini de bu kaleye kapattı. Ondan sonra da aklınca inandığı tanrısına yalvarmağa başladı. Öyle bir yalvarıyor ve öyle yakarışlarla tanrısını çağırıyordu ki nihayet bir gün, Hakanın kendi aklınca inandığı tanrısı dayanamadı ve bir Bozkurt şekline girip geldi. Hun Hakanının kızlarıyla evlendi.

Bu evlenmeden birçok çocuk doğdu; bunlara Dokuz Oğuz- On Uygur denildi ve bu çocukların hepsinin de sesi Bozkurt sesine benzedi, yine bu çocuklar, birer Bozkurt ruhu taşıyarak çoğaldılar.

KAYNAK: Türk Destanları-M.Necati Sepetçioğlu
Sayfa:125,126

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

27

Saturday, 20.02.2016, 03:21


Kırk Kız Ata Efsanesi

Köymen Dağı’nda çeşitli obalar yaşarmış. Bu obalardan birinde de kırk kız arkadaş varmış. Her zaman birlikte olurlar, birlikte çalışıp eğlenirlermiş. Âdeta kırk kardeş gibiymişler.

O yıllarda obaları eşkiyalar basarmış; insanları öldürür, mallarını yağmalar, kıymetli eşyalarını alıp giderlermiş.

Birgün kırk kız ayrı ayrı işlerle meşgulken de öyle olmuş; obayı eşkıyalar basmış. Ancak kızlar bu gelenleri kâfir sanıp onlara görünmek istememişler.

“Bu kâfirler görmesin bizi. Dağ yarılsın, biz de içinde taşa çevrilelim.”

Koca Köymen Dağı yarılır, bu kırk kız da içine girer ve orada hepsi birden taş kesilir.
Bugün “Kırk Ata Kız” adı verilen bu yerde kırk taş vardır kızlara benzeyen. Hatta bu kızların şekilleri de taş kesildikleri zaman yaptıkları işleri gösterir. Kimi yemek pişiren kıza, bir başkası çamaşır yıkayan kıza benzemektedir. Her biri ayrı ayrı şekillerde taş kesilivermişlerdir. Yemek elbette kocaman bir kazanda pişirilecekti. Bu işle uğraşan kızın kazanı da taşa çevrilir. Günümüzde bu kazana tepeden devamlı olarak su damlamaktadır. Anlattıklarına göre bu damlalar kızların gözyaşları imiş.
Derler ki oracıktaki mezar da bu kızların babasınınmış. Bu alan günümüzde kır gezilerinin düzenlendiği, ziyaret edilen bir yer hâlini almıştır. Hatta komşu cumhuriyetlerden de pek çok insan gelip ziyaret eder

Kaynak: Saim Sakaoğlu, "101 Türk Efsanesi"

Bu mesaj 1 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "lale_zar" (20.02.2016, 03:27)


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

28

Saturday, 20.02.2016, 03:25


Türkler kutsal taşı Çinlilere verince Tanrı tara­fından cezalandırılırlar. Ülkelerinde açlık, kuraklık başlar. Böylece Türkler anavatanların terk etmek zorunda kalırlar. Göç Destanı Uygurlara ait bir destandır. Aşağıda Göç Destanı özeti bulunmaktadır.

Uygurların vatanında “Hulin” isimli bir dağ vardı. Hulin dağından Tuğla ve Selenge isimli iki ırmak akardı. Bir gece oradaki bir ağacın üzerine gökyüzünden ilâhi bir ışık indi. İki ırmak arasında yaşayan halk bunu dikkatle izlediler. Daha sonra ağacın gövdesinde şişkinlik oluştu, ilâhi ışık dokuz ay on gün şişkinlik üzerinde durdu. Ağacın gövdesi yarıldı ve içinden beş çocuk göründü. Bu ülkenin halkı bu çocukları büyüttü. En küçükleri olan Buğu Han büyüyünce hükümdar oldu. Ülke zengin halk mutlu oldu.

Aradan uzun zaman geçti. Yulug Tigin isimli bir prens hakan oldu. Yulug Tigin, Çinlilerle çok savaştı. Bu savaşlara son vermek için oğlu Gali Tigin’i bir Çin prensesi ile evlendirmeğe karar verdi. Çinliler, prensese karşılık hükümdardan Tanrı dağının eteğindeki Kutlu Dağ adını taşıyan kayayı istediler. Gali Tigin kayayı verdi. Çinliler kayayı götürmek için kayanın etrafında ateş yaktılar, kaya kızınca üzerine sirke döktüler. Ufak parçalara ayrılan kayayı arabalara koyarak Çin’e taşıdılar. Memleketteki bütün kuşlar, hayvanlar kendi dilleriyle bu kayanın gidişine ağladılar. Bundan yedi gün sonra da Gali Tigin öldü. Kıtlık ve kuraklık oldu. Yurtlarını bırakarak göç etmek zorunda kaldılar.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

29

Saturday, 20.02.2016, 03:26


Destana adını veren Şu, MÖ 4. yüzyılda yaşadığı düşünülen bir Türk hükümdarıdır. Onun yaşamı etrafında şekillenen bu destanda Büyük İskender’in Türk yurdunu istila etmesi geniş yer tutmuştur. 11. yüzyılda Kaşgarlı Mahmut tarafından yazıya aktarılan metin, destanın kendisi değil, destana konu olduğu düşünülen söylencelerdir. Kaşgarlı Mahmut, Türk dilinin ilk sözlüğü olan “Divânü Lûgâti’t-Türk”te “Türkmen” maddesini açıklarken “Bunlara Türkmen denilmesinde bir hikâye vardır, şöyledir.” diyerek derlediği sözlü anlatıları Arapça ve düz yazı olarak eserine almıştır.

Arapların Zülkarneyn dedikleri İskender, Semerkand’ı geçip de Türk yurduna yöneldiği zaman Türklerin hükümdarı Şu idi. Şu, genç bir hükümdardı, elinde büyük ve kuvvetli bir ordu vardı. Balasagun yakınındaki Şu Kalesi’ni bu hakan yaptırmıştı. O zaman bu hükümdara diyorlar ki: “İskender yaklaştı. Ne emredersin? Onunla savaşalım mı? Bize buyruğun nedir?” Daha önce, Hucend Irmağı kıyılarına kırk kumandan gönderen Şu’nun gönlü rahattı. Bu kırk kişi kimseye görünmeden gittiklerinden ordunun bundan haberi yoktu. Bunlar, orada geceleyecek ve İskender’in yaklaştığını haber vereceklerdi.

Hakanın gümüşten bir havuzu vardı. Bu havuzu her yere taşıtır, seferlerde bile yanında bulundururdu. Konakladığı yerlerde içine su doldurur; suya kazlar, ördekler salar, yüzdürürdü. Kendisine “Bize buyruğun nedir, ne yapalım? Savaşalım mı?” denildiği zaman o, bu havuzu göstermiş: “Şu kazlara, ördeklere bakın! Nasıl suya dalıyorlar.” demişti. Bu söz, orada bulunanların yüreğine ateş düşürdü. Sandılar ki hükümdar savaşmak veya bir yere çekilmek için hazırlıklı değildir. İskender, Hucend suyunu geçince, gönderilen adamlar hızla gelip Şu’ya haber verdiler. Vakit gece yarısıydı. Hükümdar göç davulunu çaldırıp doğuya doğru yürüdü. Önceden hazırlıklı görünmeyen hakanın ansızın yürüyüşü halkı şaşırttı. Halkın içine ürküntü düştü. Binecek hayvan bulanlar kendilerini bu hayvanların sırtına bırakıp hükümdarın arkasından gittiler. Herkes birbirinin hayvanını almıştı. Sabah olunca, ordugâh düz bir ovaya dönmüştü.

O çağlarda Türk illerinde Taraz, İsbicab, Balasagun ve benzeri şehirler kurulmamıştı. Halk çadırlarda yaşardı. Hakan, ordusuyla gidince batıdaki aileleriyle birlikte yirmi iki kişi kalmıştı. Bunlar geceleyin hayvanlarını bulamadıkları için gidememişlerdi. Bunlar Kınık, Salgur ve başkalarıydılar (ki Oğuz boyları bu kalanlardan doğmuştu). Bu yirmi iki kişi yayan gitmek veya oldukları yerde kalmak için düşünürlerken yanlarına iki kişi daha geldi, yirmi dört kişi oldular. Bunlar, ağırlıklarını sırtlarına yüklemişler, aileleriyle birlikte gelmişlerdi. Yük taşımaktan yorulmuş, terlemişlerdi. İlk yirmi iki kişi, yeni gelen iki kişi ile tanıştı. Onlara, dediler ki: “Erler! İskender gelip geçici adamdır. Bir yerde durmaz. Nasıl olsa buradan gider. Biz de yurdumuzda kalırız.” ve o iki kişiye “Durun, kalın, eğlenin!” anlamında şu sözü söylediler: “Kalaç!” Sonra bu iki kişi ile çocukları Kalaç diye anıldılar, iki kabile Kalacıların kökü oldu.

Nihayet İskender geldi. O yirmi iki kişiyi gördü. Baktı ki bunlar uzun saçlı insanlardır, üzerlerinde Türk alametleri var, hiç kimseye sormadan bunlar için: “Türk mânend” (Türk’e benziyor) dedi. Bu söz de o adamlara ad oldu. Yirmi dört kabile olan Türkmenler bu ismi taşıdılar, Türkmen diye anıldılar. Bununla beraber, adı Kalaç olan iki aile, onlardan ayrıldıkları için tam Türkmen sayılmazlar.

Hakan Şu’ya gelince, o, ordusuyla birlikte Çin tarafına geçti. İskender, arkasından yürüdü. Çin’e yani Uygur iline yaklaştıkları zaman Şu, İskender’le vuruşmak için bir bölük asker yolladı. İskender de bir öncü kuvveti göndermişti. Türkler, İskender’in öncülerini, bir gece baskınında bozguna uğrattılar. Bir Türk, bir İskender askerini kılıçla ikiye böldü. Ölü, beline altın dolu bir kemer bağlamıştı. Bu kemer parçalandı. Kana bulanmış altınlar yere döküldü.

Ertesi gün Türkler, kanlı altınları gördüler. Birbirlerine “Altın kan” dediler. Bu sözler, o çevrede bulunan bir dağın adı oldu. Bugün oraya Altun Han deniliyor. Sonra, İskender Türk hakanıyla barıştı. Hatta Uygurlar için şehirler yaptı ve bir zaman kaldıktan sonra geri döndü. O zaman Şu, Balasagun’a gelip şimdi Şu ismiyle anılan şehri yaptırdı. Oraya öyle tılsım koydu ki bugün hâlâ leylekler bu şehre kadar gelir fakat şehri aşıp da daha ileri gidemez.

(Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, Nihad Sâmi Banarlı)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

30

Saturday, 20.02.2016, 03:28


Sakalar dönemine âit Alp Er Tunga ve şu olmak üzere iki destan tesbit edilmiştir.

Alp Er Tunga, M.Ö. VII. yüzyılda yaşamış kahraman ve çok sevilen bir Saka hükümdarıdır.

Alp Er Tunga Orta Asya’daki bütün Türk boylarını birleştirerek hâkimiyeti altına almış daha sonra Kafkasları aşarak Anadolu Suriye ve Mısır’ı fethetmiş ve Saka devletini kurmuştur.

Alp Er Tunga’nın hayatı savaşlarla geçmiştir. Uzun süre mücadele ettiği İranlı Medlerin hükümdarı Keyhusrev ‘in davetinde hile ile öldürülmüştür.

Alp Er Tunga ile iranlı Med hükümdarları arasındaki bu mücadelelerin hatıraları uzun asırlar hem Türkler hem İranlılar arasında yaşatılmıştır.

Alp Er Tunga, Asur kaynaklarında Maduva, Heredot’ta Madyes, iran ve islâm kaynaklarında Efrasyab adlarıyla anılmaktadır. Orhun Yazıtlarında “Dokuz Oğuzlar” arasında “Er Tunga” adına yapılan “yuğ” merasiminden söz edilmektedir. Turfan şehrinin batısında bulunan “Bezegelik” mabedinin duvarında da Alp Er Tunga’nın kanlı resmi bulunmaktadır. “Divan ü Lügat-it Türk” ün yazarı Kaşgarlı Mahmud’a ve ” Kutadgu Bilig” yazarı Yusuf Has Hacip’e göre “Alp Er Tunga” iran destanı “şehname” deki büyük ve efsanevî Turan hükümdarı “Efrasiyab”dır.

Divan ü Lûgat-it Türk’de Turan hükümdarlığının merkezi olarak “Kaşgar” şehri gösterilmektedir. islâmiyeti kabul etmiş olan Karahanlı devleti hükümdarları da kendilerinin “Efrasyap” sülalesinden geldiklerine inanmışlar ve bunu ifade etmişlerdir. Moğol tarihçisi Cüveyni de Uygur devletinin hükümdarlarının da Efrasyap soyundan olduğunu yazmaktadır.

Şecere-i Terakime’ye göre Selçuklu Sultanları kendilerini Efrasyab soyundan kabul ederlerdi. Rusların Yakut adını verdiği Türk gurup aslında kendilerine Saka dediklerini söylemişlerdir. Tarih içinde kaybolduğunu düşündüğümüz Saka Türklerinin az da olsa bir bölümünün bugün hayatiyetlerini sürdürmeleri pek çok meselenin yeniden araştırılarak doğruların ortaya çıkmasına yardımcı olabilecektir. Tarihçi Mesudî de M.S.7. yüzyılın başındaki Köktürk hakanının “Efrasyab” soyundan olduğunu yazmaktadır.

Bütün bu bilgilerden hareketle “Tunga Alp” le ilgili efsanelerin Kök Türklerden önce doğu ve orta Tiyanşan alanında yaşayan Türkler arasında meydana geldiğini ve bu destanın daha sonraları Kök Türk ve Uygurlar arasında yaşayarak devam ettiğini göstermektedir.

Alp Er Tunga destanının metni bu güne ulaşamamıştır. Bir kısmından yukarıda bahsettiğimiz kaynaklarda bu değerli Saka hükümdarı ve kahramanı hakkında bilgiler ve bir de sagu (ağıt) tesbit edilmiştir:

Alp Er Tunga Öldü mü,
Dünya sahipsiz kaldı mı,
Korkak öcünü aldı mı,
Şimdi yürek yırtılır

Felek yarar gözetti,
Gizli tuzak uzattı,
Beylerbeyini kaptı,
Kaçsa nasıl kurtulur

Erler kurt gibi uludular
Hıçkırıp yaka yırttılar
Acı seslerle bağırdılar
Ağlamaktan gözleri kapandı

Beğler atlarını yordular
Kaygı onları durdurdu
Benizleri yüzleri sarardı
Safran sürülmüş gibi oldular

Kutadgu Bilig’de “Alp Er Tunga” hakkında şu bilgi verilmektedir: “Eğer dikkat edersen görürsün ki dünya beyleri arasında en iyileri Türk beyleridir. Bu Türk beyleri arasında adı meşhur ikbali açık olanı Tonga Alp Er idi. O yüksek bilgiye ve çok faziletlere sahip idi. Ne seçkin, ne yüksek, ne yiğit adam idi ; zaten âlemde ferasetli insan bu dünyaya hâkim olur”.

İranlılar ona Efrasiyap derler; bu Efrasiyap akınlar hazırlayıp ülkeler zaptetmiştir. Dünyaya hâkim olmak ve onu idare etmek için pek çok fazilet, akıl ve bilgi lâzımdır. İranlılar bunu kitaba geçirmişlerdir. Kitapta olmasa onu kim tanırdı.” Bugünkü bilgilerimize göre Alp Er Tunga ile ilgili en geniş bilgi İran destanı şehname’de tesbit edilmiştir.

Şehnamenin başlıca konularından biri İran -Turan savaşlarıdır. Bu destana göre en büyük Turan kahramanı önce şehzade sonra hükümdar olan Efrasyap’tır. şehname’deki Alp Er Tunga ile ilgili bilgiler şöyle özetlenebilir: “Turan şehzadesi Efrasyap babasının isteği üzerine İran’a harp açtı. iki ordu Dihistan’da karşılaştılar. Boyu servi, göğsü ve kolları arslan gibi ve fil kadar kuvvetli olan Efrasyap, iranlı’ları yendi. iran padişahı Efrasyap’a esir düştü. İran’ın ilk intikamını o zaman İran’a bağlı olan Kabil Padişahı Zal aldı. Zal başarılı olmasına rağmen İran şahının öldürülmesini engelleyemedi.

Efrasyab İran’ı ele geçirmek için yeni bir savaş açtı. İran’ın yetiştirdiği en büyük kahramanlardan Zal oğlu Rüstem Efrasyab’ın üzerine yürüdü.. Efrasyab ile Zal oğlu Rüstem arasında bitmez tükenmez savaşlar yapıldı. İran tahtında bulunan Keykâvus, hem oğlu Siyavuş’u hem de Zal oğlu Rüstem’i darılttı. Siyavuş Efrasyap’a sığındı . Siyavuş’un Turan’da bulunduğu sırada evlendiği Türk beyi Piran’ın kızından bir oğlu oldu. Siyavuş oğluna babası Keyhusrev’in adını verdi.

Efrasyab uzun yıllar Turan’da hükümdarlık etti. İran’lalar Siyavuş’un oğlu Keyhusrev’i kaçırarark iran tahtına oturttular. Keyhusrev Zaloğlu Rüstem’le işbirliği yaptı ve Turan ordularını yendi. Keyhusrev ile Efrasyap defalarca savaştılar. Sonunda ordusuz kalan Efrasyap Keyhusrev’in adamları tarafından öldürüldü.

Şehnamede Efrasyap adıyla anılan Turan hükümdarı Alp Er Tunga’nın İran hükümdarlarına sık sık yenildiği anlatılmaktadır. Ancak iran Turan savaşlarında iran hükümdarları sürekli değişmiş 140 yıl yaşadığı rivayet edilen Alp Er Tunga ise mücadeleye devam etmiştir. Bu durum Efrasyap’ın başarısız olmadığını gösterir. Gerçek destan metni bulunduğu takdirde bu destanla ilgili daha sağlıklı değerlendirmeler yapılabilir

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

31

Saturday, 20.02.2016, 03:33


Manas Destanı
Üç büyük “KOL”dan ibaret olan destanın, MANAS adını taşıyan birinci bölümü: Manas’ın doğumu, güç sahibi olarak kendisini tanıtması, Kırgızlar arasındaki savaşlarda şöhret kazanması, Kalmuklara karşı elde ettiği başarılar, Kırgızları bir bayrak altında toplaması, ilini düşman istilâsından kurtarması gibi olaylardan oluşmaktadır.

“Kara Han’ın oğlu YAKUP (Çakıp) Han ile Haydar Han’ın kızı, karısı ÇIYRICI’nm çocukları olmaz. Baba Yakup bir çocuk vermesi için Tanrıya yalvarır ve bir erkek çocukları olur. Yeni doğan çocuğa ‘’dört ulu peygamber” tarafından MANAS adı verilir ve çocuğun geleceği hakkında kehanetler yapılır. Beşikte iken konuşmaya başlayan Manas’ı Hızır aleyhisselam korur; kâfirleri (Kalmuk ve Çinliler) yeneceğini bildirir. Baba Yakup oğlunun yetişmesi için BAKAY’ı görevlendirir, ilerisi için tasarlanan iki gâzanın mâhiyeti anlatılır; Manas çabucak büyür ve yiğit bir delikanlı olur; Kaşgar’da bulunan Çinlileri haraca bağlayıp doğuya sürer.

Bu bölümün en güzel kısımları, Kökütey Han Aşı (Kökütey Han’ın yoğ “matem” töreni), Manas’ın yaralanması ve ölümünün anlatıldığı parçalardır. kirman selçukluları

Manas, KÖKÇÖKÖZ ve KÖZ-KAMAN tarafından zehirlenerek öldürülür. (Bu ölüm olayı, Radloff’un derlediği varyantta, beşinci bölümde etraflı şekilde peniden ele alınıp anlatılır.) Manas, destanda üç defa ölür:

İlk defa, KÖKÇÖ ile savaşırken, aldığı yara onu öldürür;

İkinci defa, zehirlenme neticesinde ölür;

Üçüncü defa, geri dönemeyecek şekilde ölür. orhun yazıtları
Manas’ın öldürülmesinden sonra, Kırgızlar arasındaki iç çekişmeler artar, iktidar mücâdelesi yeniden başlar. Bu bölümlerde hürriyet savaşları motifinin daha zayıf olduğu görülür.

SEMETEY ve SEYTEK kollarında ise Kırgızlar arasındaki kardeş kavgasının derin izleri görülür. Millî mücâdeleden çok şahsî kavgalar, hanlar ve beyler arasındaki anlamsız iç savaş anlatılır.

SEMETEY’in adını alan yedinci bölümde Manas’ın karısı KANI-KEY ve annesi ÇIYRIÇI (veya ÇIYIRDI), küçük Semetey’i yanlarına alarak Buhara’ya, Manas’ın kaymatası olan TEMİR HAN’a sığınırlar. Seme-tey, Buhara’da dayısı İsmail’in yanında kim olduğunu bilmeden büyür. Ondört yaşına geldiğinde kim olduğunu öğrenir. Babası Manas’m da vasiyeti üzerine TALAS’a geri döner. Uzun mücâdelelerden sonra, iktidarı dedesi Temir Han ile amcalarının elinden alır. Buna rağmen Kırgızlar arasındaki beylik ve benlik mücadeleleri bitmez, sürer gider. Bu mücâdeleler sonunda, akrabalarından birisi olan İLYAS HAN, SEMETEY’i öldürür ve karısı AY-ÇÖRÖK’i de kendisine alır.

Bu bölümün aşıl baş karakteri MANAS’ın karısı, SEMETEY’in annesi KANIKEY ile SEYTEK’in annesi AY-ÇÖRÖK’tür. Her iki bölümde de baş roldeki kadının intikam alması incelenir. ‘

SEYTEK kolu, Manas destanının üçüncü bölümü olup, Seytek’in hayat hikâyesinden ibarettir. Seytek de babası SEMETEY gibi gençlik yaşına gelince, babasının katillerinden intikamını alır, iktidarı eline geçirir, uzun zamandır esir olan dedesi Manas’ın karısı, büyük nenesi KANIKEY’i de esaretten kurtarır.

Üç nesle uzanan destanda MANAS kurucu görevini görür, oğlu SEMETEY iktidarı tehlikeye sokar. SEMETEY’in oğlu SEYTEK ise işleri yeniden düzene koyar. KANIKEY, oğlu SEMETEY’i YAKUP’tan ve onun oğulları ABEKE ili KÖBÖŞ’ün elinden kurtarır, büyük zorluklar sonucu selâmete çıkarır.

Ancak, SEMETEY başa geçtikten sonra işleri doğru düzgün götüremez: önce, âdab, erkân bilmediği için Manas’ın yiğitlerini gücendirir ve uzaklaşmalarına sebep olur. Sonra, akrabası ÜMÜTÖY’ün nişanlısını kaçırır… Töreleri yerine getirmez. Rüyasında uyanlmcaya kadar ölmüş babasının anısına saygıda kusur eder. •

Semetey’in sonu kötü olacaktır. Semetey ile birlikte soyunun da sonu tehlikeye girmiştir.

Semetey’i yenen ER-KIYAZ, Semetey’in yeni doğan oğlu SEYTEK’i öldürmek üzeredir. Tıpkı KANIKEY’in Semetey’i alıp kaçırarak kurtardığı gibi bu sefer de AY-ÇÖRÖK, “KUĞU” şekline gireceğini ve babası AKIN-HAN ile yiğitlerini çağıracağını söyleyerek ER-KIYAZ’ı tehdit eder ve SEYTEK’i kurtarır.

Bu üç büyük kol dışında, Manas dairesi içinde kabul edilen ER TÖŞTÜK ve COLAY HAN destanları da vardır ki, bu son iki kol bazı bilim adamları tarafından “müstakil birer destan” olarak kabul edilirler. Bazı bilim adamlarına göre bu iki destan da MANAS’m birer epizotu olup, onun etrafında oluşmuşlardır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

32

Saturday, 20.02.2016, 03:41



Erlik
Günümüzde "kötü cin" olarak kullanılan bir tür cin olmasına rağmen kötülüğü simgeleyen bir tanrı ruhudur. Altayların bir yaradılış efsanesine göre Erlik Han, dünyanın yaradılışında Tengri'ye karşı fenalık yapmış ve Tengri onu ceza olarak yeraltı âleminin efendisi yapmıştır. Erlik Han, yeraltı Âleminin en alt katında yeşil demirden bir sarayda, gümüşten bir tahtın üzerinde oturur. Orada kendine koyu kırmızı parlıyan ve çok az ışık veren bir güneş yaratmıştır. Emirinde dokuz semerli boğası vardır.
Erlik Han lanetlenmiştir, Tanrı [Ülgen] ve yarattığı karada dokuz dallı çam ağacının dokuz dalından kendi halkını türetir. Erlik bu halk benim olsun der tanrıya.tanrı da ona git kendi halkını kendin bul deyip Erlik'i geri çevirir. Tanrının halkının bu agacın yalnız doğuya bakan 5 dalından istifade etmelerine izin verilmiştir. Kalan dört dal yasaklamıştır. Erlik gidip bu halkı baştan çıkarır. Erkek olan Törüngey ile dişi olan Eje, Erlik'in şu sözüne kanarlar "Bu dört dal aslında size yasak değildir, meyveleri de pek tatlıdır. Dilediğinizce yiyin." Erlik sonra ağaca bekçi bulunan yılan uyurken ağzına girer ve ağaca çıkar, Ece'ye müsaade ettiğini söyler. Bunun üstüne Ece meyveden yer, Törüngey'in de agzına sürer. Tanrı durumu fark eder ve Erlik'i yer altına gönderir. Eje'ye "Sen benim sözümü tutmadın bundan sonra gebe kalasın ve doğum sancıları çekesin" der. Yılana "Sen benim sözümü tutmadın, bundan böyle Şeytan diye bilinesin, herkes seni ezmeye öldürmeye çalışsın" der. Törüngeye "Sen benim sözümü tutmadın, 9 kızın 9 oğlun olacak ve hepsinden sen sorumlu olacaksın, insan neslini sen çoğaltacaksın"der. "Hepinizi hanemden kovuyorum, dünyaya gönderiyorum, burda sizi ben beslerdim, ben korurdum, artık kendinizi besleyip koruyacaksınız, bir dahada sesimi duymayacaksınız" diye ekler. Böylece Erlik insanoğluna ilk kötülüğünü etmiş olur.
Erlik; sağlam gövdeli, atletik yapılı yaşlı bir varlık olarak düşünülür. Gözleri, kaşları kara renklidir. Çatal sakalı dizlerine değin uzanmıştır. Yaban domuzunun azı dişlerine benzeyen bıyığı kulakları üzerine yerleşmiştir. Kara ve kıvırcık saçlıdır. Çenesi tokmağa, boynuzları ağaç köklerine benzer. Kana benzer parlak yüzlü Erlik'in, kara demirden kılıcı ve kalkanı vardır. Bineği kara at ya da kara boğadır (belki de öküz). Erklig Kan, Eski Uygur sanatında boğa ya da öküze binmiş olarak tasvir edilmiştir.
Kötülüklerin kaynağıdır. Yeraltında yaşar. Saçları, gözleri ve kaşları ile atı karadır. Çatal (çiftli) sakalı dizlerine kadar uzamıştır. Boynuzları ağaç köklerine, bıyıkları yaban domuzunun dişlerine benzer. Yatağı kunduz derisindendir. Kadehi insan kafatasındandır. Kamçısı karayılandandır. Körüğü, çekici ve örsü vardır. Dokuz oğlu ile dokuz kızı vardır. Çenesi tokmak gibidir. Eyerlenmiş dokuz boğası vardır. Gümüş bir tahtı vardır. Yeraltında demir sarayında yaşar. Yassı demirden bir kalkanı bulunur. Kılıcı geniş ağızlı bir paladır. İhtiyar ve çirkin bir görüntüye sahiptir. Kara renkle simgelenir. Kendisine kara at kurban edilir. Kayra Han ilk önce bir varlık yaratmış onun aracılığı ile de yeryüzünü, dağları, vadileri meydana getirmiştir. Bu varlığın kendisine baş kaldırması üzerine, ona “Erlik” adını vererek ışık evreninden yeraltına atmış, ayrıca yerden dokuz dallı bir ağaç büyüterek her dalında değişik bir cins insan yaratmıştır. Sonsuz suların içinden toprak (balçık) çıkarma görevi ona verilmiş fakat Erlik yeryüzü yaratılırken ağzında kendisi için bir parça toprak saklamış fakat bu yaptığı anlaşılınca cezalandırılmıştır.Bazı yaratılış efsanelerinde cezalandırılan canlı ördektir. Suyun altından çıkardığı toprağı ağzında saklamıştır. Macar efsanelerinde Aran Ata ördeğin bacaklarını kırdığı için paytak kalmıştır. Macar mitolojisinde Erlik’e eşdeğer olan Ördög’ün adının Ördek sözcüğüne benzemesi de bu bakımdan ilgi çekicidir. Evenk mitolojisinde ise cezalandırılan canlı köpektir. Bu ceza nedeniyle kıllı ve kirlidir. Erlik bilgisiz, yıkıcıdır. Düzen ve barış istemez. Huzura karşıdır, yeryüzünü karıştırmak ister. Sonsuz karanlıkların içinde yaşar. İradesi yoktur. İradesizliği simgeler. Affedilir fakat hemen ardından kötülüğe dalar. Evrenin başlangıcında yalnızca Ülgen ve Erlik vardır. Kaz ve kuğu kılığına girerek sonsuz suyun üzerinde uçarlar. Kayra Han ise evrenden önce de mevcuttur. İki köpeğinin adı Kazar ve Pazar’dır. Yeraltındaki ırmağın kenarında, yüksek bir dağın eteğinde kırk köşeli taş evinde yaşar. Çelik mızrak şeklinde bir tılsımı vardır. Bir insanın eline geçtiğinde ölümcül bir silah olur. Tüm düşmanları yok eder. Gözkapakları bir karış, saçları dimdik, yüzü kan gibi kırmızıdır. Bıyığı kıvrılarak kulağına asılmıştır. Vücudu yılanlarla kaplıdır. Domuz boynuzlu öküzünün sırtında yolculuk yapar. Kızlarının hiçbirinin adı yoktur. Kötü ruhların tamamı onun egemenliği altındadır. Pora Ninci ve Kara Ninci adlı iki yardımcısı vardır. Gökten kovulduğunda yardımcı ve hizmetkarları da onunla birlikte yere dökülmüştür. O hızla toprağın altına saplanmışlardır. Erliğin gelişiyle aleme aniden karanlık çöker, rüzgar eser, fırtına kopar, yer sarsılır. Yeraltını kara bir güneşle aydınlatır. 1980 yılında Moğolistanda bulunan bir dinozora Erlik ismine istinaden Erlikosaurus adı verilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

33

Saturday, 20.02.2016, 03:43

KARTAL ANA


Yakut Türklerinin inanışlarına göre Şamanlar yeryüzüne kartal ana tarafından getirilmişlerdir. Er-Töştük destanında da kartal dişi olarak görünür. Kartal Yakutlara göre Güneşin sembolüdür. Yakutlar analarının bir kartaldan geldiğine inanırlar. Bundan dolayı Kartal “güneş kuşu” olarak da nitelendirilir. Kendi küllerinden doğan phoenix daha genç olarak dünyaya gelir. Bu nedenle yeniden doğuşu, ebedi hayatı, ölümsüzlüğü ve güneşin doğuşunu simgeler. Çin mitolojisinde de ateşi, sıcaklığı, hasat mevsimini ve güneşi sembolize eder.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

34

Saturday, 20.02.2016, 22:19


Karadut ve yaprağı efsanesi

Bir zamanlar birbirlerine aşık iki genç vardı. Kızın adı Tispe, delikanlının ki ise Piremus idi. Bunlar yan yana evlerde otururlardı. Birlikte büyüdüler ve çocukluklarından beri birbirlerine karşı aşk beslerlerdi. Fakat aileleri görüşmelerini istemezler birbirlerine uygun olmadıklarını düşünürlerdi. Oysa onlar birbirlerini ölesiye seviyorlardı.
İki evin arasında gizli bir çatlak vardı, aileleri bunu bilmezler onlarda geceleri burada buluşur o aradan birbirlerine seslerini duyurur aşklarını dile getirirlerdi. Bir gece ormandaki ağacın altında buluşmaya karar
verdiler. Tispe ağaca Piremus'dan önce varmıştı. Gittiğinde avını yeni yemiş ağzından kanlar akan kocaman bir aslanla karşı karşıya geldi. Korkarak bir mağaraya doğru koşmaya başladı. Farkında olmadan yolda boynundaki eşarpını düşürmüştü. O sırada Piremus geldi gördükleri karşısında donup kalmıştı.
Kocaman aslanağzında kanlarla birlikte biricik sevgilisi Tispe'nin eşarbını parçalıyordu. O an aklına gelen ilk ve tek şey aslanın Tispe'yi öldürerek yediğiydi. Tispesiz yaşayamazdı. Aklından geçen sadece aşkı uğruna canına
kıymaktı.

Belinden hançerini çıkardı ve göğsüne sapladı. Kanlar içinde cansız bedeni yere düştü. Tispe ise korkusunu bir kenara atıp bir an önce aşkını görmek için mağaradan çıkmaya karar vermişti. Ağacın altına geldiğinde o korkunç sahneyle yüzleşti. Piremus'un cansız vücudu yerdeydi ve elinde Tispe'nin düşürdüğü eşarbını tutuyordu. İlk önce genç kız olanlar karşısında ağlamaktan hiçbir şeyi anlayamamıştı. Ama eşarbı ve uzaklaşan aslanı görünce anladı. Bir an mağarada düşündüğü o korkunç şey başına gelmişti. Ve onun öldüğünü düşünen Piremus aşkı uğruna canına kıymıştı. Tispe bir an bile düşünmeden hançeri aldı ve göğsüne götürdü. Onların aşkı ölesiye bir aşktı ve ölüm bile onları ayıramazdı. Eğer Piremus aşkı uğruna
ölümü göze aldıysa o da hiç çekinmeden canına kıyabilirdi ve hançeri sapladı. Birden vücudu Piremus'un bendeninin üstüne yığıldı.

O anda tanrılar bu yüce aşkı ölümsüzleştirmek istediler ve bu çiftin üstünde duran ağacı bunların aşkına
adadılar. Piremusun kanını bu ağacın meyvelerine, Tispenin gözyaşlarını ise ağacın yapraklarına verdiler.O günden beri kara dut ağacının meyvesinin çıkmayan lekesini,(Piremusun kan lekesini), dut ağacının yaprakları,
(Tispenin gözyaşları) temizler..Bilir misiniz dut ağacının meyvesinin lekesi çıkmaz ama elinize ağacın yaprağını alır ovuşturursanız lekenin gittiğini göreceksiniz)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

35

Saturday, 20.02.2016, 22:34


PEGASUS Yunan mitolojisi'nde kanatlı at. Deniz tanrısı Poseidon ile yılan saçlı Gorgon Medusa'nın oğlu ve dev Chrysaor'un kardeşi olduğuna inanılır.

Perseus tarafından kafası kesilerek öldürülen Medusa'nın kafasından ya da toprağa sıçrayan kanlarından doğduğu gibi iki değişik söylence bulunur. Rengi tamamen beyazdır ve uçmasına olanak veren iki büyük kanadı vardır. Uçarken havada koşuyormuş gibi görünür. PEGASUS doğar doğmaz yeryüzünden ayrılmış ve tanrıların diyarına uçmuştur. Zeus'a yıldırımları getirme görevini üstlenmiştir. Helicon Dağında bulunan ve Musalara (yunan mitolojisinde sanatın ve sanatçının koruyucusu olan dokuz kız kardeş) ilham verdiği sanılan Hippocrene pınarının PEGASUS'un ayağıyla yere vurması sonucu ortaya çıktığına inanılır ve PEGASUS "şiirsel ilham" ile özdeşleştirilir. Daha sonraları Bellerophon tarafından Athena'nın ona verdiği altın dizgin yardımıyla yakalandığı, Kimera ve Amazonlarla olan çarpışmalarında da ona yardım ettiği söylenir.

Aşırı hırsın, zararlı olduğunun sembolü olarak gösterilen Bellerophon Olimpos dağına çıkıp ölümsüzlerin arasına karışmak isteyince onu üzerinden atan PEGASUS tek başına Olimpos dağına dönerek eski görevlerine devam etmiştir. PEGASUS 'un Bellerophon'u üzerinden atmasına sebep olarak Zeus tarafından gönderilen dev bir atsineğinin ısırmasından ürkmesi de söylenceler arasındadır. Daha sonraları kendine eş olarak Euippe (ya da Ocyrrhoe)'yi aldığı ve kanatları atların soyunu başlattığı söylenir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

36

Saturday, 20.02.2016, 22:41


BELLEROPHON

Kazara avda kardeşini öldüren genç ve yakışıklı BELLEROPHON ülkesini terk etmiş. Gittiği ülkenin Kralının karısı Likya ülkesinin kralının kızı imiş. Kadın bu genç ve yakışıklı delikanlıya gelir gelmez âşık olmuş ama aşkına karşılık bulamamış. Hırsından şaşırmış ne yapacağını ve kral kocasına şikâyet etmiş BELLEROPHON’u namusuna göz dikti diye. Kral konuğu olan yabancıyı öldürmek istememiş ve eline üstünde ölüm işaretleri olan bir mektup vererek Likya Başkentinin Kralı olan kayınpederine göndermiş genci.

Likya Kralı damadının gönderdiği konuğu günlerce ağırlamış şenliklerle toylarla. Günler sonra damadından gelen mektubu açmış. Mektupta olayı anlatan damadı gencin öldürülmesi gerektiğini yazıyormuş. Likya Kralı evine gelen konuğu öldüremezmiş, yakışmazmış krallığına. Sonunda kendince bir çözüm bulmuş

Likya ülkesini tehdit eden bir canavar varmış. Likya kralı ağzından alevler saçan, aslan başlı, keçi gövdeli, yılan kuyruklu bu canavarı öldürmesini istemiş BELLEROPHON’dan. Hiçbir şeyden habersiz olan genç kendisine türlü hürmet gösteren yaşlı kralı kıracak değil ya kabul etmiş bu isteği.

BELLEROPHON gitmiş kâhinlere danışmış. Kâhinler de gence tapınağa gidip orda bir gece geçirmesini söylemişler. Tanrılara adaklar adamasını da tavsiye etmişler.

Tapınakta uyuyan gencin güzelliğine dayanamayan Tanrıçalar ona Pegasus’un gemini vermişler. Pegasus uçan bir atmış, bakanı taşa çeviren yılanbaşlı kadının kesilen başının kanlarından doğmuş.

Bu atı tanrıçalar, sanat perilerine vermiş ve Pegasus da sırtına sadece bu perileri ve sanatçıları bindirmiş bundan sonra.
BELLEROPHON, elinde tanrıçaların verdiği gemle Pegasus’u aramaya koyulmuş. En sonunda bir pınarın başında Pegasus’u görmüş. Gemi atın başına atmasıyla atın sırtına binmesi bir olmuş.

BELLEROPHON, Pegasus’la göklerden aşağı inerek canavar Şimera’ya saldırmış. Canavarla savaşı günlerce sürmüş. BELLEROPHON’un attığı okların kurşun uçları canavarın ağzından çıkan alevlerde eriyerek boğazını kapatmış ve canavar ölmüş. Likya Bölgesi de BELLEROPHON sayesinde bu canavardan kurtulmuş.

Canavarı öldürdükten sonra, Likya kralı genci Amazonların üstüne göndermiş. Bu işi de başaran BELLEROPHON kendisine verilen daha birçok güç işi başarmış. Bu süre içinde suçsuzluğu anlaşılan genci, Likya Kralı küçük kızıyla evlendirmiş kendine damat yapmış.

Kazandığı başarılardan başı dönen BELLEROPHON bir süre sonra Olimposlu tanrıları küçük görmeye başlamış. Buna kızan Tanrılar da bir at sineği göndererek BELLEROPHON’un atı Pegasus’u sokmasını sağlamışlar. Canı yanan at üstündeki genci şahlanarak üstünden atmış. Göklerden yuvarlanan BELLEROPHON toprağa düşmüş, topal ve kör olmuş. Bir müddet bu şekilde yaşadıktan sonra, kimseden habersizce ölmüş.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

37

Saturday, 20.02.2016, 22:49

Çin Mitolojisi'nde Dört Önemli Sembol
Antik Çin'de yıldızların gruplanması Batı'dan daha farklıydı.

Çin inanışına göre her hayvanın bir sembolü vardır ve Çin takımyıldızları içinde her biri dünya üzerinde bir yönü, mevsimi, rengi ve elementi temsil eden Dört büyük hayvan sembolü bulunur.

1. KAPLUMBAĞA

Kuzeyin Kara Savşçısı olarak da bilinen bu sembol, adından da anlaşılacağı üzere kuzey yönünü ve kış mevsimini temsil eder. Genellikle kaplumbağanın etrafına sarılan yılan ile betimlenir.

Okyanusta yaşadığı için elementi sudur. Kara Savaşçı bilgelik, mutluluk ve uzun yaşamla özdeşleştirilir.

2. KAPLAN

Batının Beyaz Kaplanı olarak da bilinen sembol, sonbahar mevsimi ve metal elementiyle ilişkilendirilir.

Cesaret, enerji ve asaleti temsil eden Kaplan, aynı zamanda Buda ve insanlığın koruyucusudur. Çinlilere göre kaplan tüm hayvanların ve dağların kralıdır.

3. KUŞ

Güneyin Kızıl Kuşu olarak da bilinen sembolün efsanesi, Yakındoğu ve Önasya'da Simurg, Zümrüd-ü Anka; Batı'da ise Phoenix olarak bilinen kuşla benzer özellikler gösterir. Hikayeye göre öleceği zaman kendini yakar ve küllerinden yeniden doğar.

Çin mitolojisinde gökyüzünün kralı olan bu kuş, sadece önemli olaylar olacağı veya yeni bir dönem başlayacağı zaman yeryüzüne gelir.

Doğruluğu, şansı, ölümden sonra yaşamı ve yeniden doğuşu temsil eden kızıl kuşun elementi ateş, mevsimi yazdır.

4. ERDERHA


Doğunun Mavi Ejderhası olarak anılan bu sembol, kutsal yaratıklar içinde en popüler olanıdır. Elementi tahta, mevsimi bahardır.

Efsaneye göre ejderha rüzgar, yağmur gibi doğa olaylarını kontrol etmekle görevlidir, yeryüzüne bereket getirir. Aynı zamanda dürüstlük ve gücü sembolize eder.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

38

Saturday, 20.02.2016, 22:51


Batı Gölü sahilinde yaşayan çiftçi Liu Çun ve dokumacı karısı Hui Niang ilkel insanların tasviridir. Çalışma onların yeryüzündeki tek görevleridir. Bir sabah güneş siyah bulutların arkasında kaybolur. Fırtınanın ardından gökyüzündeki yerinde bir daha görülmez. Yaşamın kaynağı ortadan kaybolduğunda şeytanlar, hayaletler meydana doluşur. Sonsuz gece insanlara acı verir.
Liu Çun yüzseksen yaşındaki bir adamdan güneşin yerini öğrenir. Doğu Denizi'nin altında kötü bir kral yaşamaktadır. Güneş onun düşmanı olduğundan yaşam ateşini çalmıştır.
Güneşi bulmak için yola koyulan Çun'a karısı kendi saçlarından bir sandalet yapar. Anka kuşu gelip adamın omzuna konar. Çun karısına ölürse parlak bir yıldız olacağını söyler, ardından gelene rehberlik edecektir.
Karısı onun yolunu gözler, gece bitip tükenmez. Hui Niang gökyüzüne bakarken bir yıldızın yükseldiğini görür, anka kuşu gelip ayaklarının dibine konar. Kadıncağız sevdiği adamın öldüğünü anlamıştır. Kendinden geçip toprağa yığılır.
Aklı başına geldiğinde ayaklarının dibinde bir oğlan çocuk görür. Ona Bao Çu adını verir. Rüzgâr onun çabuk gelişip serpilmesini sağlar. Boyu altı metreye ulaştığında Niang onunla gurur duyar, ama babasızlığı kalbine bir bıçak gibi saplanmıştır.
Oğlu kederli annesinin hikâyesini dinledikten sonra güneşi aramaya karar verir. Annesi oğlunu da kaybetmek istemez ama insanların hayatı için bunu kabul eder. Bir kez daha saçlarından bir sandalet örer. Anka kuşu yeniden ortaya çıkmış, bu kez Bao Çu'nun omzuna türemiştir. Kadın oğlunda doğudaki en parlak yıldızı takip etmesini söyler, O yıldız babasıdır ve onu güneşe götürecektir.
Bao dağlar, vadiler, nehirler aşar. Giysileri parçalanır, bir köyde altığı tılsımlı ceket buza dönüşen nehirde donmasını önler, başka bir köyde çiftçiler ona alın erleriyle sulanmış topraklarını verirler. Yolda yaşlı bir kadınla karşılaşır, kadın onu yolundan alıkoymak ister, ikiye ayrılan yolda yanlış yönü Bao Çu'ya gösterir. Anka kuşu kadına saldırsa da delikanlı kadını kollar. Sonunda zengin bir köye ulaşır. Yeryüzündeki bütün çiftçiler açlıktan kıvranırken buradaki bir avuç insan altın kadehlerden kokulu şaraplar içiyor, gülüyor eğleniyordu. Anka kuşu babasının sandaletini Bao'nun şarap kadehine düşürür, çocuk babasının bu köyde can verdiğini anlar. Bao'nun öfkesi ve kızgın sesi köylüleri yok eder. Maskeleri düşer ve hayaletler, şeytanlar onların yerini alır. Kayıp Ruhlar Köyü kötülükle beslenmektedir.
Bao Çu geri dönüp doğru yolu bulur, kötülük ise peşini bırakmaz, engelleri aşar. Doğu Denizi'ne ulaşır, çaresizlik içinde büyük okyanusa bakarken sırtındaki alın teri ile ıslanmış toprağı suya saçmaya başlar. Okyanusun ortasında büyüyen topraklardan adalar oluşur. Bao onlara teker teker yüzer, son ada birdenbire çökünce denizin dibine sürüklenir.
Okyanusun dibinde bir mağarada bulur kendini, şeytan kralın güneşi hapsettiği yeri bulduğunu fark eder. Bao Çu şeytan kralla kavgaya tutuşur, anka kuşunun yardımıyla onun canını alır. Şeytan ordusunu dağıtmayı becermiştir. Delikanlı mağara girişindeki kayayı çeker, güneşi bulur ve onu suyun yüzeyine çıkarmaya çabalar. Güneş ufukta ağır ağır görünmeye başladığında Bao Çu'nun gücünü tükenmiştir, oracıkta can verir. Anka kuşu güneşi kanatlarına alır ve ufukta yükselmesini sağlar.
Delikanlının annesi ve köylüler inşa ettikleri taş sette güneşi beklerken mor bulutları görürler önce, bulutların rengi gül ve altına dönüşür. Güneşin ışınlarını ve sarı yuvarlağını karşılarında bulunca onun parlaklığından tüm şeytanların taşa dönüştüğünü fark ederler.
Anka kuşu gelip Niang'ın ayaklarının dibine konar. Tüm insanlar sevinirken anne acılara gömülür. Yine de oğluyla gururlanıp yüreği biraz olsun ferahlar. Bao babasının görevini tamamlamış, ulu bir kahramana dönüşmüştür.
O günden sonra baba Liu Çu'nun yıldızına sabahyıldızı denir. Yükselirken bulutların üzerinde parlar ve onları mor, kırmızı, altın rengine boyar. Anka kuşunun konduğu yere insanlar bir pagoda(tapınak) inşa ederler. O tapınağın adı yeryüzünde yeniden yaşamın devam etmesini sağlayan Bao Çu'dur.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

39

Saturday, 20.02.2016, 23:10



Çin'de bütün Çinlilerin bildiği hikayeler vardır, en meşhur hikayelerin ana teması aşktır. Bu hikayelerden ikisi olan "Liang Shanbo ve Zhu Yingtai" ile "Beyaz Yılanın Öyküsü" adlı öyküler Hangzhou'da geçtiği için burası, Çin'in "aşıklar şehri" olarak anılır. Hangzhou aynı zamanda, Çin'in en güzel şehri olarak da tanınır. Marco Polo'ya göre, dünyanın en güzel şehridir. Çinliler Hangzhou için "Gökte cennet, yerde Hangzhou ve Suzhou" der. Bu girişten sonra, Liang Shanbo ve Zhu Yingtai adlı hikayeye gelelim.
Liang Shanbo hikayemizdeki erkeğin, Zhu Yingtai ise kadın karakterin ismi... Bu hikayenin bir de müziği vardır. Şimdi, bir taraftan hikayeyi, diğer taraftan da hikayenin müziğini dinleyelim.
Liang Shanbo adlı erkek öldükten sonra, Zhu Yingtai adında bir kız, kendini Liang'ın mezarına atar. Ardından iki kelebek mezarlığın üzerinde uçar. Bu, çoğu Çinlinin kafasındaki imgedir. Aslında bu, Çin'in en meşhur dört klasik hikayesinden biri olan Liang Shanbo ve Zhu Yingtai'nin son sahnesidir. Şimdi hikayenin ayrıntılarını anlatalım.
Eski Çin'in güney kesimindeki Zhejiang eyaletinde yaşayan zengin bir aile vardır. Bu zengin ailenin kızı olan Zhu Yingtai, çok güzel ve çok zekidir. Zhu Yingtai, öğrenim görmek istemektedir. Fakat eski Çin'de kızlar okula gönderilmez, okula sadece erkekler gidermiş. Zhu Yingtai okula gitmek için harika bir çözüm bulur: Erkekler gibi giyinecek, onlar gibi konuşacak ve onlar gibi davranacaktır. Zhu Yingtai, Hangzhou'daki Wansong Shuyuan adlı okula giderken, yolda Liang Shanbo adında bir erkekle karşılaşır ve arkadaş olur. Aynı okula gideceklerini öğrenince daha çok sevinen iki genç beraber gezer, beraber ders yaparlar. Okulda kaldığı üç yıl boyunca kız Zhu Yingtai, Liang Shanbo'ya aşık olur ama, erkek olmadığını, aslında kız olduğunu nasıl anlatacağını bir türlü bilemez.
Zhu Yingtai, üç yıllık öğrenimini bitirdikten sonra evine geri döner, ama dönmeden önce onu uğurlamaya gelen en yakın arkadaşı Liang Shanbo'ya, kendisinin erkek olmadığını, kız olduğunu anlatmaya çalışır. Fakat Liang Shanbo onun anlattıklarından birşey anlamaz.
Liang Shanbo, Zhu Yingtai'yi uğurlayıp okula döner ve öğrenimine devam eder. İki yıl sonra, Zhu Yingtai'nin memleketini ziyaret ettiği zaman Zhu'nun erkek olmadığını, kız olduğunu öğrenince çok mutlu olur ve ona evlenme teklif eder. Zhu Yingtai da kabul eder.
Bu arada Zhu Yingtai'nin babası, kızını bir başka zengin ailenin oğluyla evlendirmek ister. Zhu Yingtai, evliliğin anne ve babalar tarafından kararlaştırılması geleneğine önce direnirse de sonunda kabul etmek zorunda kalır.
Liang Shanbo, resmen evlenme teklif etmek için ikinci kere kızın evine gelir, kızın babası ile tanışır ve kızı ister. Liang Shanbo, kızın artık başkasıyla nişanlandığını öğrenir. Bunun üzerine çok ağlar, hastalanır ve ölür. Zhu Yingtai sevgilisinin bu şekilde öldüğünü duyunca çok üzülür.
Zhu Yingtai'nin düğün gününde, erkek tarafı kızı alıp kendi evlerine götürürken, Zhu Yingtai yol üzerinde eski aşkının mezarının önünden geçmekte ısrar eder. Mezarın önüne gelince Zhu Yingtai, herkesi durdurur ve sevgilisinin mezarının önünde ağlamaya başlar. Bu sırada şiddetli bir yağmur yağmaya başlar. Bir şimşek çakar ve Liang Shanbo nun mezarı ortadan ikiye açılır. Zhu Yingtai mezarın içine atlar ve mezar tekrar kapanır. Hava hemen açılır, mezardan biri altın sarısı, biri de bembeyaz iki kelebek çıkıp sonsuzluğa doğru uçarlar.
Anlattığımız hiyakeden uyarlanan ve aynı ismi taşıyan "Liang Shanbo ve Zhu Yingtai" adlı filmin müziğini dinledik. Zhu, kendi onuruna Liang'ın bestelediği müzik için güfte yazar ve Liang'ın mezarı önünde gözyaşlarına boğularak güfteyi okur. Bu sahne, Zhu ile Liang arasındaki derin aşkı ifade eder.
Liang Shanbo ve Zhu Yingtai, çok sayıda insan tarafından "Doğu'daki Romeo ve Juliet" olarak nitelenir. Her ikisi de trajik aşk hikayesidir, fakat Liang Shanbo ve Zhu Yingtai, Romeo Juliet'ten bin yıl erken yazılmıştır.
Liang Shanbo ve Zhu Yingtai hikayesi 1600 yıl önce hüküm süren Jin Devleti döneminde son şeklini aldıktan sonra, Jiangsu, Zhejiang, Shandong ve Henan gibi bölgelerde yayıldı. Hikaye, öğrenmeyi teşvik etme, gerçek aşk ve hayatı övme şeklindeki ana temasıyla insanların gönlünü fethetti. Hikaye sadece Çin'i etkilemekle kalmayıp, aynı zamanda Kore Cumhuriyeti, Vietnam, Birmanya, Japonya, Singapur ve Endonezya gibi ülkelere de yayıldı. Bu, geleneksel Çin hikayeleri arasında çok nadir görülür.
Liang Shanbo ve Zhu Yingtai hikayesinden uyarlanan ve aynı ismi taşıyan Yue Operası yapıtından bir bölüm dinledik. Bu bölüm, Liang Shanbo ve Zhu Yingtai'nin aynı okulda okuduğu döneme özgü görüntüleri anlatıyor. Liang Shanbo, Zhu Yingtai'nin kulağındaki küpe deliğini görünce merak eder, Zhu Yingtai ise birşeyler uydurarak cevap verir.
Liang Shanbo ve Zhu Yingtai hikayesi, Çin'deki çeşitli sanat tarzlarınca benimsenerek, halk arasında daha da yaygın ve en büyük etkiye sahip olan sözlü ve maddi olmayan kültür yapıtı haline geldi.
Liang Shanbo ve Zhu Yingtai hikayesi, Çin'in güneyinde meydana geldiği için, güney kesiminin özelliğini içeriyor. Zhu Yingtai'nin erkek elbiseleri giyerek okula gitmesi, eski Çin'in Jiangsu eyaletinin güneyinde "eğitime büyük önem verilmesi" geleneğini yansıtıyor; Liang Shanbo ile Zhu Yingtai'nin üç yıl boyunca aynı yatağı paylaşmalarına rağmen, ahlak dışı sayılabilecek bir şey yapmamaları, eskiden Çinli gençlerin erkek-kadın ilişkisinde takındığı ciddi tutumu gösteriyor; hikayenin en muhteşem sahnesi olan, iki kişinin kelebeğe dönüşerek sonsuza uçması ise Doğu kültüründeki "ölümden sonraki yaşam" anlayışını ifade ediyor.
Liang Shanbo ve Zhu Yingtai hikayesinin yayıldığı yıllarda, Çin'in değişik bölgelerindeki insanlar hikayenin içeriğini zenginleştirdi, hatta bu hikayeyi tema olarak alan tapınaklar ve başka mimari yapıtlar inşa etti. Ses Çin'in eski başbakanlarından Zhou Enlai, Temmuz 1954'te Cenevre Toplantısı'na katıldı, böylece Çin Halk Cumhuriyeti ilk defa uluslararası sorunların tartışıldığı bir toplantıda yer almış oldu. Toplantı sırasında Zhou Enlai, Çin filmleri gösterisinin başlangıcı için bir resepsiyon verdi. Resepsiyonda, Liang Shanbo ve Zhu Yingtai adlı film de gösterildi. Bu film sayesinde hikaye de, aynı isimli keman konçertosuyla birlikte dünyaya yayıldı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

40

Saturday, 20.02.2016, 23:20



Feodal Çin toplumunda ejder, imparatorun simgesiydi. Batı Han hanedanının kurucusu olan Liu Bang ejderle ilgili bir hikaye uydurdu: Sözde, annesi rüyasında bir ejderle birlikte olduktan sonra Liu Bang'ı doğurmuştu. Liu Bang içki içtikten ve sarhoş olduktan sonra başı ejder haline dönüşürmüş. Yani hikayeye göre, Liu Bang, ejderin oğluymuş. Liu Bang'ın ejderin itibarından yararlanarak, kendi değerini yükseltmeyi ve imparatorluk konumunu sağlamlaştırmayı istiyordu. Daha sonraki imparatorlar ve imparator olmayı isteyen kişiler, kendilerinin ejderin oğlu olduğunu ilan ederdi, aslında bu bir tür aldatmacaydı.
Han hanedanı'ndan sonra ejder yavaş yavaş imparatoru temsil etmeye başladı ve imparatorun yetkilerinin simgesi oldu. Eski zamanlarda imparatorun vücuduna ejder vücudu, yüzüne ejder yüzü, kıyafetlerine ejder kıyafetleri, oturduğu sandalyeye ejder sandalyesi ve yattığı yatağa ejder yatağı deniyordu. İmparatorun oğlu ve torunu ejderin oğlu ve torunu olarak tanımlanıyordu.
Yuan, Ming ve Qing imparatorluklarında her imparatorun kıyafetinin üzerine işlenen ejderler ve saraydaki ejderler 5 tırnaklı oldu. 5 tırnaklı ejder deseni sıradan halk tarafından kullanılamazdı. Kullanan öldürülürdü. Bir söylentiye göre, Qing İmparatorluğu döneminde bir zanaatçı yaptığı bir porselen üzerine 5 tırnaklı bir ejder çizmiş, haber hükümet tarafından duyulunca zanaatçı ve ailesi tümüyle öldürülmüş. Ming ve Qing hanedanlarına mensup imparatorlar Beijing'deki Yasak Kent'te çalışıyor ve ikâmet ediyordu. Bu nedenle sarayın kirişleri, kapıları, pencereleri, tavanı ve merdivenlerinin hepsi, 5 tırnaklı ejderlerle süslendi. İmparatorlar, tüm ülkeyi üzerine ejderlerin oyulduğu tahttan yönetiyordu.
Çin'deki sıradan halk ise, imparatorun yetkisinin simgesi olan ejderi sevmez, değişik bir tür ejderi beğenirdi. Bu tür ejderin uğur getiren kutsal bir yaratık olarak insanlara mutluluk getirdiği düşünülürdü. Bayramlarda insanlar ejder dansı yapmayı ve ejder feneriyle oynamayı severdi. Örneğin Duanwu Bayramı'nda ejder teknesi yarışları düzenlenirdi. Halk arasında ejderle ilgili çok sayıda efsane de vardı. Birazdan sizlere bu efsanelerden ikisini anlatacağım.
Halk arasında ejderi konu alan çok sayıda tiyatro, müzik, resim ve el sanatı ürünleri ve deyim vardır. Çin'de isminde ejder karakteri olan dağ, nehir ve yer isimlerinin sayısı çok fazladır. Ayrıca ejder 12 burçtan biridir. Bu, insanların ejderi sevdiğini gösteriyor.
Ejderin imparatorun yetkisinin simgesi olma işlevi artık kalmadı, ancak ejder yine mutluluğun simgesidir. Ayrıca bugün başka bir anlam da taşıyor, o da Çin halkının yaratıcılık ve ilerleme ruhu. Ejder, artık Çin milletinin simgesi oldu.
Şimdi ejderle ilgili iki hikaye antacağım: Hua Long Dian Jing ve Ye Gong Hao Long.
Hua Long Dian Jing
Eski zamanlarda Çin'de Zhang Sengyao adlı bir ressam varmış. Sengyao bir gün bir tapınağın duvarında dört ejder çizmiş, ancak ejderlerin gözünü çizmemiş. Bunu görenler Sengyao'ya nedenini sormuş. Sengyao ise, eğer gözlerini de çizseydi, ejderlerin göğe uçacakları cevabını vermiş. Bunu duyanlar inanmamış ve Sengyao'nun gözleri de çizmesinde ısrar etmişler. Çaresiz kalan Sengyao, ejderlerin başlarında göz çizmeye başlamış. Sengyao iki ejderin gözlerini çizer çizmez, gökte yıldırım sesleri duyulmuş, şiddetli bir rüzgâr esmiş, yağmur yağmış, tapınağın duvarı yıkılmış, iki ejder göğe atılarak uçmuş, duvarda sadece gözü henüz çizilmemiş diğer iki ejder kalmış.
Hua Long Dian Jing hikâyesindeki Hua, çizmek; Long, ejder, Dian, değmek; Jing ise göz demek. Bu hikâyede, ressamın ejder çizme tekniği övülüyor. Bu hikâye artık bir deyim oldu. Bu deyim, insanın konuşurken veya makale yazarken bir-iki kritik cümle ekleyerek, konuşma veya makaleyi daha hoş, daha güçlü hale getirmesi anlamına geliyor.
Ye Gong Hao Long
Çin'in Bahar-Sonbahar döneminde Chen adlı beylik vardı. Chen Beyliği'nde Ye soyadlı bir erkek varmış. Ye ejderi çok sevdiği için, evindeki kiriş, sütun, kapı, pencere ve günlük eşyalarının hepsinde ejder motifi oydurmuş, hatta elbise ve yorganlarında da ejder nakışı işletmiş, duvarlarda da ejderler çizdirmiş. Yani tek cümleyle söyleyecek olursak, Ye'nin evi tıpkı bir ejder diyarı gibi olmuş.
Gökteki gerçek ejder, Ye'nin hikâyesini duyunca çok duygulanmış ve bir gün Ye'yi ziyaret etmeye gelmiş. Gerçek ejderin başı Ye'nin evinin penceresinden içeriye girmiş, uzun kuyruğu ise salonda kalmış. Ancak gerçek ejderi gören Ye çok korkmuş, bağıra çağıra kaçmış.
Buna göre, Ye ejderi gerçekten sevmemiş, sadece ejdere benzeyen ancak gerçek ejder olmayan sahte ejderi sevmiş. Ye Gong Hao Long hikayesinde Ye, bir soyad; Gong, erkeklerin tanımlanması; Hao, sevmek; Long ise ejder anlamında. Bugün de bir deyim olarak bilinen Ye Gong Hao Long, bir insanın bir şeyi sever gözüktüğü, ancak sevgisinin gerçek olmadığı durumları anlatmak için kullanılıyor.