Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

41

Saturday, 20.02.2016, 23:27



Zao Jun, Çin mitolojisinde, fırın prensi. Büyüsel simya gücüyle yarattığı altın tabaklarda yemek yiyenlerin ölümsüzlük kazandığına inanılırdı. Han imparatoru Wu Di'nin, Li Shaojun adlı gizemcinin etkisiyle, Zao Jun'ün kendisini yaşlanmaktan koruyacağına inandığı söylenir. Bu inançla imparator İÖ 133'te Zao Jun'e ilk kurbanı sunar. Li saraya alınışından bir yıl sonra, üzeri yazılı bir ipek kumaşı gizlice bir boğaya yedirir ve imparatora hayvanın karnında gizemli mesajlar bulunduğunu söyler. Hayvanın karnı açılınca kumaştaki el yazısı tanınır ve imparator Li'yi öldürtür. Zao Jun'ün başlıca görevi ölümsüzlük kazandıran altının elde edildiği ocağın sönmesini sağlamaktı.
Bir başka söylencede Han imparatoru Xuan Di'nin (İÖ 74-İÖ 49/48 ) Zao Jun'ü insan biçimde gördüğü, tanrının kendisini Chan Zifang olarak tanıttığı, sarı giysiler içinde olduğu ve dağınık saçlarının omuzlarına döküldüğü söylenir. Bu görüntüden etkilenen imparator Zao Jun onuruna bir kuzu keser. İÖ 7. yüzyıl dolaylarında ad benzerliği nedeniyle Zao Jun, Mutfak ya da Ocak tanrısı Zao Shen'le karıştırılırdı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

42

Saturday, 20.02.2016, 23:31



Yeşim İmparator (pinyin: Yù Huáng veya Yù Dì) Daoist geleneğe göre cennet başta olmak üzere varlığın mevcut olduğu tüm mekânların (cehennem dahil) mutlak hâkimidir. Budist gelenekteki karşılığı Śakra'dır. Çin mitolojisindeki Daoist panteonda özellikle önemli bir yere sahiptir.
Mitlere göre başta Yu Huang, Daoist üçlemedeki yaratıcı tanrı Yu-ch'ing'in yardımcısıydı ve daha sonra onun tarafından halef olarak seçilmişti ve böylece Çin mitolojisi panteonunun baş tanrısı olmuştu. Yu Huang'ın kendisine hizmet eden birçok tanrı ve tanrıçası vardır; bunlar dünyevî işlerle ilgilenir, Yu Huang'a rapor verirlerdi. Şehirlerle ilişkilendirilmiş Cheng Huang ve Tu Di gibi tanrılar Yu Huang'a hizmet eden başlıca tanrılardandırlar. Mitlere göre Tai Dağının tanrısı Tai-yue da-di de onun hizmetkârlarındandı. Çin İmparatorunun da Yu Huang'ın bir alameti olduğuna inanılırdı ve inanışa göre hükümdar eğer uygunsuz birisiyse ve erdemsiz hareketlerde bulunursa kötü bir sonla cezalandırılmaktaydı.
İlk kamerî ayın dokuzuncu günü doğum günü sayılan ve kutlanan Yeşim İmparator, Çin mitinde önemli bir yere sahiptir ve Çin zodyağındaki 12 hayvanın seçilmesine dair bir mitten insanlığın yaratılışına dair mitlere kadar birçok çeşitli mitte kendisine yer verilmiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

43

Sunday, 21.02.2016, 00:15


İki şeftaliyle üç general öldürmek


    M.Ö 7. yüzyıldaki Çin’de birçok devlet bir arada bulunuyordu. Zamanında Qi devletinde Tian Kaiqiang, Gu Yezi ve Gongsun Jie adındaki üç general yaşıyordu ve bu üç kişi cesaretleriyle ve savaşçılıklarıyla ünlüydüler. Qi kralı tarafından da çok sevilen bu üç general daha sonra elde ettikleri büyük başarılardan dolayı çok gururlu olmaya ve başka insanları hor görmeye başladılar. Bunun yanı sıra Chen Wuyu adlı biri de iktidarı ele geçirmek için üç generali satın almaya çalışıyordu.

  Qin devletinin sadrazamı Yan Ying, kötü güçlerin yayılmasından büyük kaygı duyuyor ve bu güçlerin başında bulunan üç generali öldürmek için kollarını sıvıyordu.

  Bir gün Qi devletinin kralı, ziyarete gelen komşu Lu devletinin kralını ağırlamak için sarayda bir yemek düzenledi. Yemekte Yan Ying, üç general ve Qi devletinin diğer yetkilileri de hazır bulunmuş. Yemeğin yarısında Yan Ying, kraldan izin isteyerek, konukları ağırlamak üzere sarayın bahçesinden şeftali toplamaya çıkmış ve altı şeftaliyle dönmüş. Altı şeftaliden ikisi iki krala, ikisi iki sadrazama verilmiş ve sonunda daha iki tane şeftali kalmış. Yan Ying, kalan iki şeftalinin devlet için en çok katkıda bulunan kişiye verilmesini önermiş.

  Kral Yan Ying’in bu önerisini beğenmiş ve yemekte hazır bulunanlardan kendi başarılarını dile getirmelerini istemiş. Üç generalden Gongsun Jie ilk olarak ayağa kalkmış ve “eskiden kralla birlikte avlanmaya gitiğimde elimle bir kaplan öldürdüm ve kralı zor durumdan kurtardım. Yaptığım bu katkı büyük sayılmaz mı?” diye konuşmuş. Yan Ying, “Bu katkı çok büyük ödüllendirilmeli”demiş. Kral, Gongsun Jie’ye bir şeftali vermiş.

  Üç generalden ikicisi Gu Zhizi bunun görünce hemen ayağa kalkmış ve “Kaplan öldürmek ne ki, o yıl Sarı Nehir’in dalgalı suyunda kocaman bir kaplumbağa öldürdüm ve kralı kurtardım. Bu katkı Gongsun’unkinden hiç de küçük değil” demiş. Kral bunları haklı bulmuş ve kalan şeftali Gongsun’a verilmiş.

  Üç generalden sonucusu Tian Kaiqiang bunları görünce rahatsızlanmaya başlamış ve ayağa kalkıp düşman askerleriyle savaştıklarında 500’den fazla esir aldıklarını ve Qi devletinin güçlenmesi için büyük katkılarda bulunduğunu anlattıktan sonra Qi kralına katkısının yeteri kadar büyük olup olmadığını sormuş. Qi kralı, onu avutmak için de “Katkın gerçekten çok büyük, ancak geç kaldın şeftali kalmadı. Bir sonraki sefer seni ödüllendireceğim” diye konuşmuş.

  Tian Kaiqiang haksızlığa ve hakarete uğradığını düşünerek insanların gözü önünde kılıçla kendisini öldürmüş. İlk ödül alan Gongsun bunu görünce, “General Tian’in benden daha büyük katkıda bulunmasına rağmen ödüllendirilmemesi gerçekten haksızlıktır” deyip kılıcını çıkartarak o da kendisini öldürmüş. O zaman geri kalan Gu Zhizi dayanamayıp ortaya çıkmış ve “Üçümüz birlikte yaşayıp öleceğiz diye ant içmiştik. Şimdi onların ikisi öldü, tek başıma nasıl yaşayayım” deyip intihar etmiş.

İşte Yan Ying zekâsını kullanarak iki şeftaliyle üç generali öldürmeyi ve ülkesini potansiyel tehlikeden kurtarmayı başarmış.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

44

Sunday, 21.02.2016, 00:34


Hint Mitolojisine göre:

Tanrı;
Yaprağın hafifliğini, ceylanın bakışını, güneş ışığının kıvancını, sisin gözyaşını aldı;
Rüzgârın kararsızlığını, tavşanın ürkekliğini buna ekledi.
Onların üzerine
Taşların sertliğini, balın tadını, kaplanın yırtıcılığını, ateşin yakıcılığını,
Kışın soğuğunu, saksağanın gevezeliğini, kumrunun sevgisini kattı.
Bütün bunları karıştırdı, eritti ve kadını yarattı.
Yarattığı kadını, erkeğe armağan etti.

Tanrı;
Kaplumbağanın yavaşlığını, boğanın bakışını, fırtına bulutlarının kasvetini,
Tilkinin kurnazlığını, boranın dehşetini aldı;
Sülüğün yapışkanlığını, kedinin yaramazlığını, hindinin kabarışını,
Gergedan derisinin sertliğini onlara ekledi.
Bunların üzerine
Ayının kabalığını, bukalemunun şıpsevdiliğini,
Sivrisineğin vızıltısını kattı ve erkeği yarattı.

Sonra ne oldu bilin bakalım!

TANRI,
YARATTIĞI ERKEĞİ KADINA VERDİ Kİ: ONU ADAM ETSİN…

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

45

Sunday, 21.02.2016, 00:52


Hindu Mitolojisinde Fil Tanrı Ganesha
Hint mitolojisinde en itibarlı tanrılardandır, Hinduizm'de en çok saygı duyulan Tanrı figürlerindendir. Ganeşa, Hinduizm dininin koruyucusu ve bekçisi konumundadır. Mahabahrata destanının anlatıcısıdır. 21 Eylül 1995'te dünyanın dört bir yanındaki Hindu tapınaklarında, Hindular'ın "süt mucizesi" (Milk miracle) olarak adkandırdığı vakadan dolayı o sadece Hindularca değil, pek çok insanca da tanınır hale gelmiştir.
Ganeşa, Ganesha, Ganapataye, ganapati olarak da bilinir. Bu isimler, Bharati, Riddhi yani bilgi anlamına gelir. Siddhi'nin yani mükemmeliyetin eşidir.'
Ga' Buddhi yani bilgiyi sembolize ederken 'Na' Vijnana yani hikmeti sembolize eder. Buradan da anlaşılabileceği gibi Ganeşa bilgi ve hikmetin piri, tanrısı, aynı zamanda başlangıçların ve kategorilerin rabbi, engellerin kaldırıcısı, Dharma'nın koruyucusu, Karma'nın ve kozmik hafızanın aembolü olarak da bilgeliğin efendisidir. İyi şansın Tanrısı'dır,..
Tanrı Şiva ile Parvati'nin ilk oğludur. (diğer çocukları, savaş tanrısı Kartikkaya'dır) Başarının, eğitimin, bilginin ve zenginliğin tanrısı olarak; kötülüğün, engellerin, kibirin, bencilliğin ve gururun yokedicisidir. Ganesha'nın bunları başarırken iki gücü vardır. Kundalini (ateşin yanıcı gücü ve ateş yılanı) diğeriyse Vallabha yani sevginin gücüdür.
Ganeşa, tüm çeşitli muhteşem tezahürleriye madde evreninin (Kozmos) kişileştirilmiş şeklidir. Kundalini yogaya göre, Ganeşa, Muladhara adı verilen birinci çakrada oturur. Ganesha, Om (Aum) ya da diğer adıyla Pranava'yı sembolize eder. Om, kelimesi telaffuz edilmeden hiç bir şey yapılamaz,
Hindulara göre Ganeşa'ya ibadet etmeden onun "dostluğunu" kazanmadan Hindu olmak mümkün değildir. Her duadan önce Ganeşa'ya hitap edilir, Hint besmelesi de denebilecek bu dua "Aum Sri Ganapataye namah" veya "Aum Sri Ganesha namah" şeklindedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

46

Sunday, 21.02.2016, 02:01



Tarih sahnesinde Hintlilerin üç büyük destanı vardır.Bunlar Ramayana, Marabharata ve Harivamşa’dır. Bu üç destanda kuzey Hindistan’a ait destanlardır. Epik bir vezinle yazılmış olan bu destanlar konuları itibariyle kahramanlara ait olup, iyinin ve kötünün savaşıdır.

Ramayana, süslü şiirsel anlatım tarzının ilki olarak ve yazarı olarakta Valmiki bu sanatın ilk ustası yani Adi Kavi olarak kabul edilir.Valmiki hakkında fazla bilgi olmamakla birlikte bilinenleri Ramayana’da anlatımları borçluyuz.Destanın yazılımı olasılıklar dahilinde M.Ö 6 yy. itibaren başlamış ve M.S kadar sürmüştür. 24.000 beyit ve 7 bölümden oluşmakla birlikte üç büyük nüshası bulunur. Bunlar ;

1- Batı Hint Versiyonu

2- Bengal Versiyonu

3- Bombay Versiyonu

Eserin 1 ve 7 bölümleri sonradan eklenmiş olup, gerçek destan 2-6 bölümler arasıdır. Gerçek metin içerisinde en büyük tanrı İndra olduğu görülür. Rama ise Vishnu’nun bir formu olmaktan çok bir insandır. Sadece 1-7 bölümlerde Vishnu olarak gözükür.Ramayana ile Mahabharata arasında eskilik bakımında farklı tezler olsada, Mahabharata’nın konusu içerisinde Rama öyküsünün kısa özeti verilir. Ayrıca Valmiki bir çok yerde çileci ve soylu bir ermiş olarak görülür.

Budist edebiyata ait en eski belgeler olan, pali dilinde yazılmış olan Tapitakalar, Ramayana destanından söz etmez, sadece Daşaratha-cataka no: 461 de anlatılan masalda ; Baranes kralı Daşaratha’dan onun onaltı bin karısından, oğlu Rama-pandita, oğlu Lakkhana ve kızı Sitadan bahsedilir.Yapılan tüm incelemeler sonucunda M.Ö 4-3 yy ‘da eski Budist metinleri yazanların Ramayanayı bilmediğini fakat Valmiki’nin destanı oluştururken kullandığı baladları bildikleri ortaya çıkar.

Ramayana destanı Hindulaştırılıp Vishnu en büyük tanrı yapılmaya çalışıldığında 1-7 bölümler başta olmak üzere bir çok tanrı ve aşağı mitolojik karakterler eklenmiştir. Ramayana’da yunanlılardan bir yerde bahsedilsede oda daha sonra eklenen bölümler arasındadır.

Ramayana’nın Vedik edebiyatla çok zayıf bağlantısı vardır. Rama ile Ravana arasındaki savaş, bilim adamları tarafından tanrı İndra ile baş düşmanı Vritra arasındaki savaşa benzetilmiştir. Nitekim Ravana’nın oğlunun adı olan İndraşatru Rigveda’da Vritra’nın lakaplarından biridir. Ramaya ile Veda’lar arasında bu tür bilinçaltı bağlantılar söz konusudur.Destanda Geçen Bazı Kişilikler

1- BRAHMA : Epik dönem üç büyük tanrısından biri.Destanda büyük bir tanrı olarak görülür.Destanı Valmiki’ye yazmasını emreden odur.Destanda zaman zaman ortaya çıkar. Rama , Ravana’yı öldürene kadar kendisini fark ettirmemeye çalışır.

2- İNDRA : Vedaların en büyük tanrısı aynı zamandada destanın en büyük tanrısıdır.Destanda Rama’nın yardımına koşar.

3- MANU : İnsan soyunun atası.Dünyalar yok olup yaratılırken manular öncülük eder.

4- NAGALAR : Yılan tanrılar.İnsan yüzlü ve yılan kuyruklu olarak düşünülürler.Aşağı dünyada yer alan Patala’da yaşarlar.Dişileri çok güzeldir.

5- NARADA : Göksel ermiş, Valmiki ile konuşan kişi, tanrılar arasında ara bulucu.

6- VİŞVAKARMAN : Adının anlamı her şeyi yapan demektir.Tanrıların arabalarını ve silahlarını yapar.

7- KİNNARA . Yarı insansı göksel yaratıklar.

8- RAMBHA : Okyanusların çırpınışları sonrasında ortaya çıkmış olan olağan üstü güzel peri kızı.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

47

Sunday, 21.02.2016, 02:07


İndra ve Ejderha

Elinde silah olarak güçlü bir yıldırım taşıyan İndra, hareketli ve hareketsiz, saldırgan ve barışçı her şeyi veherkesi yönetir. Sadece o, tekerin çemberinin çubuklarını sarması gibi insanları kuşatır ve onları krallarıolarak yönetir. Ona gereksinim duyduklarında yardımlarına koşar. İndra'nın ilk kahramanlık eylemi şöyledir:
Vaktiyle dünyada Vritra adında bir ejderha yaşardı. Bu canavar, tanrıların da insanların da düşmanıydı. Bir gün dünyanın yedi nehrini yuttu ve onları büyük dağında hapsetti. Daha sonra ele geçirdiği suları korumak için dağın tepesinde nöbet tutmaya başladı. Gündüz ve gece uyanık kaldı,kendisine kafa tutacak her varlığa karşı ganimetini savunmak için hazırlandı.
Kızgın güneş her zaman olduğu gibi yine doğdu. Parıldayan ışınlarıyla dünyayı kavurdu. Ağaçlar, otlarve her türden bitki, nehir suları gelişmeleri için gerekli nemi artık sağlayamadığı için zamanla kurudu ve öldü.
Halk yardım için tanrılara dua etti, fakat tanrıların hiçbiri büyük cin-ejderhayı yenecek kadar güçlü değildi. Günler geçtikçe çökük yanaklı ve İhtiraslı Kuraklık, toprağı boğmaya başladı. Açlık çeken insan sayısı gittikçe artıyordu. Önce yiyecek satın almaya çalıştılar. Daha sonra yiyecek dilendiler. En sonunda umutsuzluk içinde yiyecek için yalvardılar. Hıçkırıkları büyük bir sessizlikle karşılandı, çünkü zenginlerin bile ambarları boştu ve dünyada yiyeceğin kırıntısı bile kalmamıştı. Açlıktan zayıf düşen halk kuru ve boş toprağa çöktü ve tanrılara dualarını kabul etmesi için yalvardı. Tanrılar, Vritra gibi Ölümcül bir düşmana karşı güçsüz olduklarını bilerek, kalpleri üzüntü dolu dünyayı seyrettiler. Fakat İndra ölen insanlara yardımda kararlıydı. O tanrıların en genciydi, ama en cesur ve güçlü olduğunu kanıtlamak İstiyordu. Teker teker üç kase tatlı, kendinden geçirici soma aldı ve İçti. Her içişte biraz daha güçlendi. En sonunda tanrıların en güçlüsü olduğunu kavradı. Büyük silahı olan ölümcül yıldırımı sağ eline aldı ve Vritra ile savaşmak için yola koyuldu. Kötü cin-ejderhayı dağının tepesine yaslanmış, kendisine saldırmaya yeterince cesaretli bir tanrıyı beklerken bulacağını biliyordu.
İndra yaklaştığında güçlü ejderha savaş için hazırlandı. Tanrılardan farklı olarak kendisini korumak için ne elleri ne de ayakları vardı, fakat ağzı hem tanrıları, hem insanları aynı derecede korkutuyordu. Kızgınlıktan kudurmuş olan canavar, güneş ışıklarını kesen ve dünyayı karanlığa boğan sisli bir duman püskürttü. Daha sonra kör eden bir ışık, sağır eden bir gök gürültüsü ve insanın etini kesen bir dolu fırtınası kustu.
İndra'nın hiçbir korku belirtisi göstermemesi Vritra'yı şaşırttı. Şimşek gözlerini kör, gök gürültüsü kulaklarını sağır etmemiş ve dolu etini kesmemişti. Genç tanrı Öldürücü silahını sakince kaldırdı ve büyük yıldırımını Vritra'ya fırlattı. Yıldırım ok gibi dosdoğru gitti ve ejderhanın etine sımsıkı saplandı. Bu güçlü vuruş, bir darbede kötü cin-ejderhanın ruhunu ve vücudunu paramparça etti. Ejderha dağın doruğunda sendeledi ve çok aşağılara, dağın dibine düştü, orada kesilmiş bir ağaç gövdesi gibi serilip kaldı.
Vritra'nın annesi oğlunun öcünü almaya geldi, fakat bir başka ürkütücü cinin ortaya çıkması İndra'yı korkutamazdı. Gücünü topladı ve Vritra'yı öldürdüğü güçlü yıldırımını ona da fırlattı. Anne yere düştü ve bir ineğin buzağısının yanında dinlenmesi gibi oğlunun yanında yatıp kaldı. İndra hapsedilen suları kurtardı. Öldürücü silahıyla dağın yamacını ikiye böldü, mühürlü çıkışı açarak yedi nehri kurtardı. Sular dağın kenarından aşağıya boşandı ye bir İnek sürüsünün gürültüsü gibi kükreyerek karalan aşıp denize ulaştı.
Yedi nehir tekrar dünyada akınca nem kavrulan toprağa süzüldü. Kuruyan dallar kana kana su içti ve ölen ağaçların gövdelerinde yeniden yaşam dolaşmaya başladı. Açgözlü tohumlar hızla büyüyüp çimlenerek filizlendi. Aç insanlar sularını içtiler ve yaşamlarını sürdüren yeni ürünleri yiyerek yaşadılar.
Bir aslanın aç kurt sürüsünden kaçması gibi kıtlık da bolluktan kaçtı.
Cesur tanrı İndra, savaşta büyük ejderha Vritra ile karşılaştı ve kazandı. Yağmur getirici güçlü İndra kuraklığa son verdi ve dünyanın verimliliğini geri getirdi. Yüce Tanrı İndra, dünyada yürüyenleri kesin bir ölümden kurtardı. Elinde güçlü yıldırımı taşıyan İndra, her hareket edeni ve duranı, her saldıranı ve barışçıl olanı yönetir. Sadece o, tekerin çemberinin çubuklarını sarması gibi dünya insanlarını kuşatır ve kralları gibi onları yönetir. Ona gereksinim duyduklarında yardımlarına gelir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

48

Sunday, 21.02.2016, 02:08


Çok eski devirlerden kalan yaygın bir inanca göre:
“Türklerin atalarına göklerden gelen sihirli bir taş armağan edilmiştir. Bu taş her devirde Türk Şamanları’nın ve büyük Türk komutanlarının ellerinde bulunmuştur.” Ve yine bu inanca göre günümüzde hâlâ bu taşın önde gelen Şamanların ellerinde bulundukları iddia edilmektedir.

Yeşim taşıBu anlatılanların sadece bir inançtan ya da söylentiden ibaret olmadığını binlerce yıl öncesine ait eski Çin tarihi kayıtları da teyit etmektedir. Eski Türklerin de elinde bu tür bir taşın (Yada Taşı) bulunduğuna dair çok sayıda tarihi kayıt vardır. Çin Kaynakları tarafından tutulan bu kayıtlarda, Türklerin bu taş vasıtasıyla istedikleri zaman yağmur veya kar yağdırabildikleri uzun uzun anlatılmaktadır.


Atalarımızın istedikleri zaman yağmur, kar, dolu yağmur yağdırabildikleri, rüzgar estirip hatta fırtına çıkartabildiklerine dair ilk tarihi belgede şunlar kayıtlıdır:

Türklerin büyük ataları Hunların Kuzey’inde bulunan So sülalesinden idi. Oymağın Başbuğu Ananbu idi. Bunlar yetmiş kardeş idi. Birincisi dişi kurttan türemiş olup adı Içjini-nişibu idi. Içjini-nişibu tabiatüstü özelliklere sahipti. Yağmur yağdırıp fırtına çıkartabilirdi.

Yine aynı Çin Kaynaklarında 449 yılında meydana gelen bir savaş anlatılırken konuyla ilgili satırlara rastlıyoruz:

Evvelce Kuzey Hunlarının idaresinde bulunan Yüce Han ahalisinde öyle kâhinler vardır ki, Cücenler’in saldırılarına karşı durduklarında çok şiddetli yağmur yağdırdılar, fırtına çıkarttılar. Cücenler’in onda üçü sellerde boğuldu, soğuktan kırıldı.

İslâm Kaynakları’nda Türklerin bir zamanlar ellerinde bulundurdukları taş; yağmur taşı anlamına gelen “Haccr-ül Matar” ya da “Seng-i Cede” olarak isimlendirilmiştir. İslam Kaynakları’nda anlatılanlara baktığımızda, Türklerin bu sihirli taşıyla Müslümanların da yakından ilgilendiklerini görüyoruz.

İslâm tarihçilerinden İbn-ül Fakih’in kayıtlarında Halife Ma’mun’un bu gizemli taş hakkında araştırma yapması için Nuh b. Esed’i vazifelendirdiği anlatılmaktadır. Nuh b. Esed Türkler arasında yaptığı incelemeler sonununda Halifeye, söz konusu haberlerin doğru olduğunu fakat olayın nasıl meydana geldiğini anlayamadığını bildirmiştir.

İbn-ül Fakih tarihi kayıtlarında, Horasan Emiri İsmail b. Ahmet’in Ebul Abbas’a anlattıklarına da yer vermiştir:

“Yirmi bin kişi ile Türklere karşı savaşa çıktım. Karşımızda baştan ayağa kadar silahlı altmış bin Türk vardı . Bunlardan bir kısmı bizim tarafa geçti. Bunlar bize Türklerin iri dolu yağdıracaklarnı söylediler. Biz de onlara: “Sizin kalbinizden küfür hâlâ çıkıp gitmemiştir, böyle işleri hiç bir insan yapamaz” dedik. Onlar: “Biz haber veriyoruz, sizi ikaz ediyoruz, onların tayin ettikleri vakit yarın sabahtır ama siz daha iyi bilirsiniz” dediler. Sabah oldu. Korkunç bulutlar bizim üzerimizi kapladı. Herkes korktu. Müthiş dolu yağdı.”

İbn-ül Fakih, bu olayla ilgili olarak İsmail b. Ahmet’in iki rekât namaz kılarak, bu dolu fırtınasını daha sonra Türklerin üzerine yönlendirdiğini yazmaktadır. O devirde Arap İslâm Orduları aynı zamanda Allah’ın askerleri olarak nitelendirildiği için, onlar adına böylesine gurur kırıcı bir olayla karşılaşmak kabul edilebilir bir şey değildi. Bu nedenle söz konusu dolu fırtınasını kıldığı namaz sayesinde Türklerin üzerine yönlendirildiğini yazarak konuyu noktalamasına şaşırmamak gerekir.

Biz tekrar sihirli taşımıza geri dönelim…

Eski Türk Mitolojisi’ni oluşturan çeşitli efsanelerde de bu taştan bahsedilir. Hatta bu taşın nasıl kullanıldığı da kısmen açıklanır…

Bir örnek olması bakımından Er Gökçe Destanından konumuzla ilgili bir bölüm aktaralım:

“…Yanımdaki adamlar susadı. Er Kosay’a susuzluktan şikayet ettiler. Er Kosay, uzun kulaklı sarı atının altından “Cay Taşını” çekip çıkartı. Salladı, salladı yere koydu. Havadan yağmur yağdı. Yağmur suyunu içtiler.”

Abdülkadir İnan “Eski Türk Dini Tarihi” adlı kitabında “El-Lügat’ün Neviyye” isimli eski bir lügatta “Yada Taşı” hakkında şöyle bir açıklamanın yapılmış olduğunu yazar:
“Yağmur boncuğu derler bir nesnedir ki, ona kurban kanı sürülmekle yağmur yağar.”

Bu gizemli taşla ilgili elimizdeki tüm bilgileri yan yana getirdiğimizde, onun kullanım metotları olarak; taşın su içine konulduğu, suyun üzerine asıldığı, birbirine sürtüldüğü veya taşın sağa sola hareket ettirilerek sallandığını görüyoruz.

Bu konuda günümüze kadar gelen Farsça bir şiir Yada Taşının kullanılmasıyla ilgili önemli çağrışımları beraberinde getirmektedir:

“Şekilli bir taştır ki, her ne zaman ona dua edilse göğü yarar ve çokça bulut ve yağmur getirir, bu iş Türkler arasında yaygındır.”

Bu anlatımlardan taşın çalışma prensibiyle, düşünce enerjisinin onu yönlendirmesi arasında çok sıkı bir bağ olduğu anlaşılıyor. Demek ki, düşüncelerle yönlendirilebilen bir maddesel özelliği olan bir taşla karşı karşıya bulunmaktayız.

Bu taşın en son hangi tarihe kadar kullanıldığı tam olarak bilinmiyor ama bu taştan Osmanlıların da haberdar olduklarını yine tarihi belgelerden anlıyoruz. Şaban Şifaî’nin IV. Mehmet’e yazdığı “Risâle-i Şifâiyye Fi Beycini Enva-i Ahcar” isimli eserinin 14 sayfası bu taşla ilgili önemli anlatımlar içerir:

“Hiç bulut olmadığı halde Yada Taşı ile yapılan işlemden iki saat sonra bulutlar gökyüzünde görülmeye başlar ve ardından bereketli yağmurlar yağar. Ne kadar gerekiyorsa ihtiyaç olunan kadarıyla yağmuru yağdırmak Yadacı’nın hünerine bağlıdır.

Taşlar farklı renklere sahip olabilmektedir. Genellikle siyaha çalan toprak renginde olup üzerinde kırmızı noktalar vardır. Beyaz olup üzerlerinde kırmızı noktalar olanlara da rastlanmıştır. Büyüklükleri bir kuş yumurtası kadardır.”

Kaşgarlı Mahmut’un verdiği bilgilerle, bu anlatımlar büyük bir paralellik gösterir. Kaşgarlı Mahmut söz konusu taşın iki türlü olduğunu ve bazı yörelerde birine “Örünk Kaş” diğerine ise “Kara Kaş” denildiğinden bahseder. Örünk sözcüğünün Doğu Türk Lehçesinde ak yani beyaz anlanına geldiğini de hatırlattıktan sonra özetimize devam edelim…

Dolu afetinde tarlaları korumak için taş yüksekçe bir yere asılır ve ona dokunulmaz. Onu ancak bu işin sırrını bilen Yadacılar kullanabilir. Taşların birbirlerine sürtülmesi ve bir tas suyun içine taşın atılması ile bu işlemler uygulanır. Ancak bu işlemleri sırrı bilen kimselerin (Yadacılar’ın) yapması gerekir. Aksi takdirde arzu edilen sonuca ulaşılmaz. Taşı suya atmak yeterli değildir.

Bu anlatımlar da taşın kullanınn ile ilgili yukarıdaki tespitlerimizi doğrular niteliktedir. Ayrıca bu taşın sadece kullanım metodunu bilenlerin elinde işe yaradığını anlatması da önemlidir.

Şimdi bu taşın gerekli metotlara uyulmadan kullanıldığında ne tür sonuçları beraberinde getireceğini gösteren; 13. Yüzyıl’da yaşanan ve tarihi kayıtlara geçen bir olayı sizlerle paylaşmak istiyorum:

Velaşgerd önüne gelince yöredeki halk bize şiddetli sıcak, kuraklık ve hayvanları rahatsız eden sineklerden çok şikayet ettiklerini bildirdiler. Bunun üzerine taşlarla yağmur yağdırmaya karar verildi. Merasimi bizzat Sultan idare ediyordu.

“İlk başta ben buna inanmıyordum. Fakat sonradan bunun birçok tecrübelerle gerçek olduğuna gözlerimle şahit oldum.” diyen S.A. Nesevi olayın gelişimini şöyle anlatmaya devam ediyor:

Bu kez de geceli gündüzlü, ardı arkası kesilmeden yağan yağmurdan halk şikayet etmeye başladı . Yağmur sihri yapıldığına halk pişman oldu. O kadar çok yağmur yağdı ki, her taraf çamur ve bataklığa döndü. Sultan’ın çadırına bile girilmez oldu. Yağmur dinmek bilmiyordu. Sel ne var yoksa her şeyi mahvetti. Bir ara sütninesinin Sultan’a şunları söylediğini işittim:

“Sen bir hüdâvent alemsin… Fakat yağmur yağdırmakta değil… Çünkü böyle bir tufan çıkartmakla hata ettin… Senin yerinde başka birisi olsaydı bunu yapmazdı, sadece elverecek kadar yağdırırdı”

Bu tür taşların yanlış kullanımının ne tür sonuçlar doğuracağını göstermesi bakımından yukarıdaki tarihi kayıtlar son derece önemlidir. Kaldı ki, bu taşların Atlantis’te kullanılanların küçük birer örnekleri olduğu düşünülecek olursa, Atlantis’teki bu tür taşlardan oluşan devasa enerji merkezlerinin negatif alandaki kullanımının, nasıl büyük bir doğal afetler zincirine neden olduğu sanırım daha iyi anlaşılacaktır.

İnsan ve Evren

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

49

Sunday, 21.02.2016, 02:11


Babil Mitolojisinin önemli tanrı ve tanrıçaları ve görevleri şunlardır :
Anşar (Babil): Tiamat ve Apsu'nun oğlu, Kişar'ın ağabeyi ve kocası.
Anu [An] (Babil): Anşar ve Kişar'ın oğlu.
Apsu (Babil): Tiamat'ın kocası, Anşar ve Kişar'ın babası, tüm tanrıların ve tatlı suların efendisi.,
Damnika (Babil): Ea'nın karısı ve Marduk'un annesi.
Ea (Babil): Anu'nun oğlu, Damnika'nın kocası, Marduk'un babası ve Apsu'dan sonra tüm tanrıların ve tatlı suların efendisi.
Enlil (Babil): Yeryüzü ve gökyüzü arasındaki havanın tanrısı.
İster / İştar (Babil): Nintu gibi, erkek egemenliğindeki yaratılış söyleninde yer almamıştır.
Kişar (Babil): Tiamat ve Apsu'nun kızı, Anşar'ın kız kardeşi ve karısı.
Kingu (Babil): Marduk'a karşı Tiamat'ın güçlerini yönetir.
Marduk (Babil): Ea ve Damnika'nın oğlu, en akıllı ve yetenekli tanrı, tüm tanrıların efendisi oldu.
Mummu (Babil): Tiamat ve Apsu'nun oğlu, sislerin tanrısı.
Nintu [Ki] (Babil): Erkek egemenliğindeki yaratılış söyleninde yer almamıştır. Burada Anu'nun karısı ve Enlil'in akrabaları yoktur.
Sin (Babil ve Sümer): Ay tanrısı, Şamaş'ın babası.
Şamaş (Babil ve Sümer): Sin'in oğlu, Güneş tanrısı. Zayıfları, haksızlık yapılanları ve gezginleri korur
Tiamat (Babil): Ulu Tanrıça veya Ana Tanrıça, Toprak Ana, tüm yaşamı besleyen, Apsu'nun karısı, Anşar ve Kişar'ın annesi, tuzlu suların efendisi.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

50

Sunday, 21.02.2016, 02:13


İskandinav Mitolojisinin güneş tanrıçası Saule, elindeki sürahiden ışık döker ve yanında sürekli yeşil bir yılan bulundurur.
Saule; Baltık güneş tanrıçası ve bir hikâyeye göre şimşek tan­rısı Perkuno’nun metresidir. Hıristiyanlığa geçmeden önceki dönemde Livanyalılar, Prusyalılar ve Letonyalılar tarafından tapınılmıştır.
Kendisine ibadet biçimi, zararsız bir yeşil yılan beslemek­tir. Her evin içinde bir yeşil yılan bulundurulur; yatağın altında, bir köşede hatta yemek masası­nın altında. Bir evin refahını ve bereketini garanti etmenin dışın­da, bu yılana gösterilen nezaket, Saule’nin cömertliğini kazanma­nın da bir yolu olarak görülür. Bir yılan öldürmek kutsala ihanet olarak görülür. Ölü bir yılan gör­menin, tanrıçanın gözlerini yaş­larla doldurduğuna inanılır. Kıtada Hıristiyanlığı kabul eden son halk olan Litvanyalıların 15. yüzyılda Hıristiyanlığı seçmelerinden sonra bile köylüler, yeşil yılanlara saygı göstermeye devam etmiştir. Uzun süre, kırlarda bir yeşil yılan görmek, bir düğün ya da doğumun yaklaştığının haber­cisi sayılmıştır.
Saule genellikle elindeki sürahiden ışık dökerken tasvir edilirdi. Dünyaya cömertçe dağıttığı altın sıvı, hayatın temelini oluşturur çünkü Kuzeybatı Avrupa’nın soğuk kışından sonra sıcağa ihtiyaç duyulur. Saule’nin mitinin bir parçası da Yunanlıların ikiz tanrıları Kastor ve Polluks'un oluşturduğu Dioskuri’nin eşdeğerinden bahseder. Adı olmaran bu Baltık ikizlerinin, Saule'yi denizden kurtardıklan ve tanrıçanın dinlenmesi için ona bir barınak inşa ettiklerine inanılır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

51

Sunday, 21.02.2016, 02:15


Narkissos. Kendine âşık olanlara aldırmayıp, onları karşılıksız bırakan ve çok güzel bir peri kızı olan Ekho, bir gün avlanan bir avcı görür. Narkissos adındaki bu avcı çok yakışıklıdır. Ekho bu genç avcıya ilk görüşte âşık olur. Ancak Narkissos bu sevgiye karşılık vermeyerek, peri kızının yanından uzaklaşır. Ekho bu durum karşısında günden güne eriyerek, kara sevda ile içine kapanarak ölür. Bütün vücudundan arta kalan kemikleri kayalara, sesi ise bu kayalarda 'eko' dediğimiz yankılara dönüşür.
Olimpos dağında yaşayan tanrılar bu duruma çok kızar ve Narkissos'u cezalandırmaya karar verirler. Günlerden bir gün av izindeki Narkissos susamış ve bitkin bir şekilde bir nehir kenarına gelir. Buradan su içmek için eğildiğinde, sudan yansıyan kendi yüzü ve vücudunun güzelliğini görür. O da daha önce fark edemediği bu güzellik karşısında adeta büyülenir. Yerinden kalkamaz, kendine âşık olmuştur. O ana dek kimseyi sevmediği kadar, sevmiştir kendi görüntüsünü . O şekilde orada ne su içebilir, ne de yemek yiyebilir, aynı Ekho gibi Narkissos da günden güne erimeye başlar ve orada sadece kendini seyrederek ömrünü tüketir. Öldükten sonra da vücudu nergis çiçeklerine dönüşür.
Ezoterizm'de Narkissos
Yunan mitolojisinde Narkissos adıyla sözü edilen, adını narsizme, narkoza, bir çiçek familyasına (nergisgiller) ve bir çiçeğe vermiş olan Narsis (ya da Narkissos), Klasik Mitoloji'deki bir kahraman olup, öyküsünün kaynağı eski Yunanistan’daki Eleusismisterleri inisiyasyonudur.
Narsis’in öyküsü kısaca şöyle anlatılır: Narsis, ırmak ilahı Kephissos ile arındırıcı suların bekçi perisi Liriope’nin oğlu olarak doğar. Bir kahin, ebeveynine Narsis’in dünyada, kendi yüzünü görmediği sürece yaşayacağını bildirir. Narsis bir gün bir su birikintisine dökülen bir kaynağın yanına gelir ve su birikintisine doğru eğilerek oradaki sudan içmeye başlar. Doğal olarak, bu sırada, birikintide yansıyan yüzünü görür. Kendi yüzünü görünce önce şaşkınlığa düşer, sonra kendini hayranlıkla seyre dalar ve kendisine âşık olur. Bu seyirden kendisini bir türlü alamayan Narsis gitgide hissizleşir, dünya yaşamına gözlerini yumar ve bulunduğu yere kök salarak açılmış bir çiçeğe dönüşür. Bu çiçek, güneş gibi, sarı göbekli, beyaz yapraklı, çevresine güzel kokular yayan bir çiçektir. Ölümünden sonra Styx nehrinin sularına katılır.
Narsis’in öyküsündeki sembolizm şöyle açıklanır:
Narsis’in suda kendisini görmesi ve kendisine âşık olması, yeni üyenin önceden dışarıda aradığı en büyük sırrın, hakimiyet asasının, bilgelik anahtarının kendi içinde olduğunu farketmesini, içindeki “spiritüel tesir” kanalını keşfetmesini simgeler.
Narsis’in gitgide hissizleşmesi ve dünya yaşamına gözlerini kapamasında, dünyasal isteklerden tümüyle uzaklaşması, başka insanların önem verdiği dünyasal, maddi değerlerin kendisi için artık hiçbir şey ifade etmemesi simgelenir.
Çiçek ve çiçeğin açılması varlığın “spiritüel tesir”i kendi başına (rehberi olmadan) çekip aktarabilecek duruma gelmesini simgeler. (Çiçek tüm ezoterik ekollerde aynı anlamda kullanılmıştır; nergisin yerini kimi ezoterik ekollerde gül, kimilerinde lotus almıştır.) Aldığını çevresine yayması, rengi ve biçimi küçük bir güneşi andıran nergis çiçeğiyle ifade edilmiştir.
Aldığı spiritüel tesir, burada, tesirin tüm geleneklerde en çok kullanılan sembolü olan, içtiği su ile simgelenmiştir.
Ölen çiçeğin ırmağa katılmasında ise, spiritüel tesirin kaynağı ile özdeş olma, spiritüel tesir zincirinin bir halkası olma simgelenir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

52

Sunday, 21.02.2016, 02:17


Yakutlar çift başlı kartala “öksökö kuşu” derler. Türkçe “bürküt” kartal demektir. Bakır tırnaklıdır, sağ kanadı ile güneşi, sol kanadı ile ayı kaplar. Ona gök kuşu da denir. Büyük kartallar için Bürküt kelimesi kullanılır.
Çift başlı kartallar, gök direklerinin veya kayın ağacının tepesinde tasvir edilir ve tanrı Ülgenin sembolüdür. Çift başlı öksökö kuşu gökten yıldırım indirir.
Başkurt efsanesinde “Semrük” adındaki kuş iki başlı kartaldır. Bu başlardan biri insan başı olarak da düşünülür.
Türk mitolojisinde, ay ve güneşi pençeleriyle tutan doğanlar görülür. Tuğ’lar bir boz doğan ile birlikte gökten düşmüştür. Tanrıya açılan göğün kapısını çift başlı bir kartal bekler ve tanrının sembolüdür. Bu kartallar gökten yıldırım indirir.
Türk mitolojisinde çift başlı kartallar ve gün ve ay simgeleri ying ve yang sembolüdür. Çinlilerin ying-yang sembolü olarak tasvir ettikleri kozmos ve kozmosun dönüşünü, Türkler karşılıklı iki hayvan yada kartal koymak suretiyle ifade etmişlerdir. Bu sembolik hayvanların döndükleri merkez, yer ve göğün ortasıdır. Türklerin Yaruk-Kararıg ilkesini, göğü anlatan yuvarlak plakalara sarılmış siyah ve beyaz kartallar temsil eder.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

53

Sunday, 21.02.2016, 02:33


Şahmaran, anlatılan efsaneye göre Tarsus’ta yüzyıllar önce yaşayan yılan vücutlu ve kadın başlı bir kahramandır. Yaşadığı yerin bahçesinde insanları cezbeden her çeşit yiyecek ve değerli eşyalar varmış. Şahmaran, hiç kimsenin bilmediği bir yerde ve insanlardan uzakta yaşarmış. Bu durum, Camsab adlı bir kişi tarafından bulunana kadar sürmüş.Camsab, yoksul bir ailenin oğlu imiş ve bir gün ormanda gezerken bir kuyu dolusu bal bulmuş. Balı çıkarmak için kuyuya inen Camsab, arkadaşları tarafından kuyuda bırakılmış. Tek başına kuyuda kalan Camsab, tam ümidini kestiği sırada toprağın içinden iğne deliği büyüklüğünde bir ışığın sızdığını görmüş. Işığın sızdığı deliği büyüten Camsab, kendini bir anda muhteşem güzellikte bir bahçede bulmuş. Bahçedeki havuzun başında duran insan kafalı bir yılan ona “ Hoş geldin, çevrendeki yılanlardan korkma, sen bizim misafirimizsin” demiş.Uzun yıllar Şahmaran’ın misafiri olarak kalan Camsab, bir gün ailesini çok özlediğini ve aileme kavuştur diye yalvarmış. Şahmaran da bunun üzerine onu salacağını ancak yerini kimseye söylemeyeceği garantisini istemiş. Ayrıca, kesinlikle hamama girmemesini de özellikle belirtmiş. Çünkü hamama girerse onu gördüğü için vücudunun pullarla kaplanacağını anlatmış. Şahmaran’a her türlü sözü veren Camsab ailesine kavuşmuş ve uzunca bir süre kimseye bunu anlatmamış. Ta ki Camsab’ın yaşadığı diyarın hükümdarı olan Keyhüsrev hastalanıncaya kadar. Hasta olan hükümdarın veziri, hastalığın çaresinin Şahmaran’ın etini yemek olduğunu söylemiş ve herkesin hamama getirilmesini emretmiş. Hamama gitmemek için dirense de Camsab, hamama girdiğinde vücudu pullarla kaplanmış. Bunun anlamı Şahmaranla karşılaşmış olduğunun işaretiymiş. Camsab’a Şahmaran’ın yerini öğrenmek için işkenceler yapılmış ve artık dayanamayan Camsab Şahmaran’ın yerini söylemiş.Şahmaran’ın yaşadığı yer olan kuyunun başına gidilmiş ve Şahmaran dışarı çıkarılarak yakalanmış. Bu sırada Camsab’ı gören Şahmaran ona “ işte nihayet kanıma girdin. İnsanlara güvenilmeyeceğini biliyordum fakat yine de aldandım işte… “ demiş. Şahmaran, ölüme görürüldüğü sırada Camsab’a “ beni çanakta kaynattıktan sonra, ilk suyumu sana içirecekler, sakın içme zehirlidir. İkinci suyumu iç gövdemi de hükümdara yedir” demiş. Şahmaran’ın dediğini yaparak ilk suyu vezire içirmiş, etini hükümdara, ikinci suyunu da kendisi içmiş. Vezir ölmüş, hükümdar sağlığına kavuşmuş, Camsab’ı da veziri yapmış. Yılanlar Şahmaran’ın hala yaşadığını sanmaktaymışlar. Onun öldürüldüğünü öğrendiklerinde Tarsus’u yılanların basacağına inanılır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

54

Sunday, 21.02.2016, 02:37


Babil Mitolojisin'de Evrenin, Tanrı ve İnsanların Yaratılışı
Baslangiçta sadece su ve onun üzerinde salinip duran sis mevcuttu. Baba apsu ortaya çikti ve tatli sularin efendisi oldu. Ana Taimat ortaya çikti ve tutlu sulari yönetti ve her iki su birlikte aktilar. Onlarin oglu Mumnu, sulari kaplayan sislerin içindeydi. Ne en yukaridaki gökler ne de yeryüzü heniz ortaya çikmamisti. Sularin üstünde henüz ne bataklik ne de otlak araziler vardi. Ve henüz kamislardan örülmüs barinaklar yapilmamisti.
Daha sonra, Apsu'nun tatli, Tiamat'in tuzlu sularin içinde Ansar ve Kisar sekillenmis ve sulardan disari çikmislardi. Amani gelince, Ansar ve Kisar, göklerin tanrisi olan Anu'nun ana babasi oldular. Buna karsilik Anu, Ea'nin babasi oldu. Onlardan daha akilli, daha anlayisli ve güçlü oldugu ve sihir kullanamada çok yetenekli oldugundan, Ea, hem babasini hemde büyükbabasini geçti. Yeryüzü tanrisi oldu ve büyük tanrilar arasinda rakibi yoktu. Genç tanrilar biraraya geldiler ve çok güzel zamanlar geçirdiler. O kadar basina buyruk idiler ki, bu, Tiamat'i rahatsiz etti ve taskinliklari onu gücendirdi.
Zaman geçtikçe Ana Tanriça onlarin davranislarindan nefret etmeye basladi, fakat onlara nasil davranmasi gerektigi de bilemedi. Apsu'dan onlarla konusmasini istedi, fakat bunu denediginde onu dikkate almadilar. Apsu, Tiamat ve Mumnu sorunu tartismak için biraraya geldiler. Apsu söyle konustu: "Tanrilarin davranislarina tahammül edemiyorum ! Gece ve gündüz hiç durmadan yaygara yapiyolar ve hiç uyuyamiyorum. Umutsuzca huzura ve sessizlige ihtiyacim var. Eger benim ricalarimi dinlemezlerse, gürültülerini yapabilecegim tek sekilde, yani onlari yok ederek durdurmak zorunda kalacagim". Kocasini sözleri Tiamat'i sinirlendirmisti, söyle cevap verdi: "Apsu, neler hissettigini çok iyi anliyorum. Biliyorsun ben de ayni sorundan yakinmistim. Ama yine de senin çözümün çok zalimce ! Kendi yarattigimiz çocuklarimi yok edecegiz ? Davranislari kaba ve oyunlari çok can sikici, fakat yinede anlayisli olmayi denemeliymisiz."
Bununla beraber Mumnu,Apsu'yu destekledi ve "Tiamat'in bu konudaki fikirlerini dikkate almamanizi öneriyorum" diye tavsiyede bulundu. "Planinizi uygulayin ve otorotinize karsi geldikleri için tanrilari yok edin. Gece ve gündüz, emirlerinize karsi itaatsizlik ediyorlar ve davranislari sizde huzurzuluk birakmiyor." Mumnu'nun düsüncesini duydugu zaman, kafasindaki seytani plani begendigi için,Apsi'nun Yüzü Sevkle doldu. Apsu ve Mumnu'nun kendilerine karsi olan komplosunu tanrilar çabucak ögrendier.
Haberi ilk duyduklarinda agladilar daha sonra kaderlerine karsi gelmenin bir yolunu bulamamanin çaresizligi ile sustular. Ancak en akilllari, en zekileri ve tanrilarin en hünerlisi olan Ea, Apsu ve Mumnu'nun planlarini bozmanin bir yolunu buldu. Önce tanrilari koruyacak büyülü bir daire olusturdu ve onlari güvenli bir sekilde içine yerlestirdi. Sonra Apsu'nun derin sularina dogru, onu derin bir uykuya daldiracak, Mumnu'ya güçsüz birakacak bir büyü okudu. Daha sonra Ea, Apsu'yu zincirlere bagladi, basindaki taci ve isik halkasini aldi ve kendi basina yerlestirdi.
Orada, sularin derinliklerinde karsi Damninka ile huzur içinde yasadi. Görkemli evi, kaderlerin evi haline gelirken, kutsal odasida talihin odasi olmustu. Nihayet Ea ve Damninka, bütün tanrilarin en yeteneklisi ve akillisi olan marduk'un anababasi oldular. Tam bir yetiskin olarak dogmus olsa da, tanriçalar dogdugu günden itibaren, en bastan beri Marduk, bir önder görüntüsündeydi ve Ea oglunu görür görmez baba yüregi memnuniyetle doldu. Ea, Marduk'u, görünüs ve güç bakimindan deger bütün tanrilardan üstün olacak sekilde çifte tanri yapti.
Marduk'un yüzünden isiklar saçan dört adet göz, herseyi görmesini sagliyor ve dört adet genis kulak herseyi duymasina yardimci oluyordu. Marduk dudaklarini ne zaman oynatsa agzindan atesler saçiliyordu. Ea,"Oglumuz göklerin günesidir"diye bagiriyordu. Gerçekten de Marduk'un basindaki on tane tanri hanesi öylesine parildiyordu ki, isimlarin parlakligi korkunç bir görüntü arzediyordu. Kendisine bakanlara dehset kadar da huzur veriyordu.
... Anu kuzey, güney, dogu ve bati rüzgarlarini yaratti ve bu siddetli rüzgarlar Tiamat'in sularini siddetle karistirdi.
Bazi tanrilar bu firtinadan aci çekip huzur bulamayinca, kalplerinde kötülük duygulari olustu. Kingu'nun önderliginde annelerine söyle dediler: "Ea ve ona yardim eden tanrilar babamiz Apsu'yu öldürdügünde, sen onlara bunu yapmalari için izin verdim. Simdi de Anu, seni rahatsiz eden ve bizi hiç uyutmayan bu korkunç rüzgarlari yaratti ve sen yine ona izin verdin. Uykusuzluktan gözlerimiz yorgun düstü. Hiçbirsey yapmadigina göre, görünen o ki bizleri sevmiyorsun ! Biraz o tanrilarimiz yok ettigini kocani ve Mumnu'yu düsün ! Tamamen yapayanliz kaldin. Neden kendine gelmiyor ve onlara saldirarak Apsu ve Mumnu'nun Intikamini almiyorsun ? Biz seni destekleyecegiz."
Tiamat bu cesaret verici sözleri duymaktan çok memnun olmustu. "Siz bana iyi bir tavsiyede bulundunuz" diye cevap verdi. "Bize yardim etmeleri için canavarlara yaratacagim ve o tanrilara karsi savasacagiz." Isyankar tanrilar simdi kizginliklarini ifade etmek için kendilerini özgür hissetmislerdi. Ayaklanmalarini anlamak için gece gündüz biraraya gelerek görüstüler. Bu arada Tiamat yenilmez silahlar olarak canavar yilanlarini yaratti. Gövdeleri kan yerine zehirle doldurdu ve onlarca keskin dislerle uzun zehir disleri verdi. Çok korkunç ejdarhalar yaratti ve bakanlarin dehsetten ölmeleri için, tipki tanrilar gibi onlarin da basina isik haleleri takti. Yilanlar bir kere ayaga kalti mi kimse onlara karsi ayakta duramazdi. Toplam 11 canavar yaratti: Engerek yilani, ejderha, fenks, büyük aslan, çilgin köpek, akrep-adam, üç tane kuvvetli firtina canavari, kir böcegi ve kentaur.
Sonra Tiamat Kingu'yu, isyankar tanrilarin ve canavarlarin basina kumandan olarak seçti. Ona "Sana büyü yaptim Kingu"dedi. "Sana topluluktaki bütün tanrilara ögüt verme gücü verim. Sen simdi üstünlerin efendisi ve benim tek arkadasimsin. Emirlerin ebedi ve sözlerin daim olacaktir. "Bu sözlerle Tiamat Kingu'nun gögsüne Kader tabletini asti. Böylelikle Tiamat, Apsu'nun intikamini almak için, kendi çocuklarina karsi savasmak üzere hazirlandi. Hiçbir seyde korkmayan canavarlar onun çevresinde toplandilar ve yaninda yürüdüler.. Öfkeliydiler ve savasa hazirdilar. Tiamat "Zehiriniz düsmanalarinin üstesinden gelsin."diye bagirdi. Ea, Tiamat ve Kingu'nun Tanrilara karsi isyan hazirliklarini duyar duymaz büyükbabasi Ansar'a gitti ve onu savas hazirliklari konusunda uyardi. Ansar oldukça endiselendi: "Ea, Apsu'yu öldürdün, simdi de Tiamat'in kuvvetlerini önünde yürüyen Kingu'yu öldürmelisin." Ea,büyükbabasini hosnut edebilmek için elinden geleni yapti.
Ancak Tiamat'i ve kuvvetlerini görür görmez, kalbi dehsetle doldu ve onlari karsilayacak cesareti kendinde bulmadi. Korkakligindan utanarak geri çekildi ve Ansar'a geri döndü. "Tiamat, Kingu ve Tiamat'in canavar yilanalari asla büyülerine karsilik vermeyecekler" diye bagirdi, "onlar benden çok daha güçlüler." Bunun üzerine Ansar, Anu'ya döndü ve "Sen hem cesur, hemde güçlüsün. Tiamat'a karsi çik. Eminim ki Kingu'nun saldirisina karsi koyabilirsin"dedi. Anu, babasinin emrine itaat etti ve Tiamat'a karsi yola çikti. Bununla beraber onun dehsetli güçlerini görünce, ona karsi koyacak cesareti gösteremedi. Ea gibi, Ansar'a utanç içinde geri dödü. "Isteklerinizi yerine getirecek kadar güçlü degilim" diye itirafta bulundu. Ansar, Anu ve Ea sessizlik içinde oturdular. "Hiçbir tanri Tiamat ve kuvetlerine karsi savasamaz ve hayatta kalamaz" diye düsündüler. En sonunda Ansar nese içinde bagirdi, "Kahraman Marduk intikamizi alacaktir. O çok güçlü ve savasta çok büyüktür. Ea, oglunu getir."
Marduk onlarin huzuruna çiktiginda, "Endiselenmeyin, ben gider kalbinizin isteklerini yerine getirebilirim. Herseyden önce, size karsi gelen bir erkek degil. Tiamat, tüm silahlarina ragmen, bir kadin ! Öyleyse tanrilarin babasi, neselen ve mutlu ol. Yakinda Tiamat'in boynunu ayaklar altina alabileceksin." Ansar söyle cevap verdi: "Oglum ! Sen tanrilarin en akillisisin. Tiamat'i kutsal sözcüklerinle sakinlestirir. Firtina arabani al ve hemen git. Kingu ve Tiamat'in canavar yilanlarini seni durduramayacaklardir. Yok et onlari !" Marduk, Ansar'in sözlerini duymaktan çok mutlu oldu." Ansar, eger intikamimi alacak, Tiamat'i yenecek ve tanrilarin hayatini kurtaracaksam, bütün tanrilari meclise çagir ve üstün kaderini ilan et ! Kaderleri benim sözlerim tayin etsin. Yarattigim herseyin daim olmasini sagla…Emirlerim ebedi kalsin ve sözlerim daima yasasin ! " Ansar, danismanini yanina çagirdi ve söyle dedi:
"Bütün tanrilarla Tiamat'in bize karsi olan isyanindan bahset ve onlara, Ea ve Anu'nun basarisizliga ugradigi yerde Marduk'un nasil basarili olacagini anlat. Onlara burada toplanmalarini söyle. Iyi sarap ve ekmekle kendimize bir ziyafet çektikten sonra, intikamcimiz Marduk'un kaderine kara vercegiz. "Böylece tanrilar mecliste görüstüler ve Marduk'u yücelttiler. Önce ona, üzerinde oturarak baskanlik yapacagi, soylu bir taht insa ettiler. Sonra "Sen Marduk, sen yüce tanrilarin en önemlisisin. Senin yönetiminin rakibi yoktur ve gökyüzü tanrisi Anu'nun otorotisine sahipsin. Bugünden itibaren mecliste toplandigimizda senin sözlerin en üstün olacaktir. Senin kararlarin ebedi olacaktir. Tanrilar arasinda hiçbiri senin hükmüne karsi gelmeyecek. Sana tüm evrenin kralligini bagisliyoruz. Yücelme veya alçalma, yaratma veya yoketme senin elinde olacak"dediler.
Sonra tanrilar Marduk'un önüne bir giysi getirdiler ve "Gücünü kanitlamak için bu giysiyi gözden kaybet ve tekrar ortaya çikar. Simdi gücünün büyüklügünü ortaya koy"dediler. O zaman Marduk giysiye emretti: "Kaybol" ve giysi kayboldu. Tekrar emretti:"Orataya çik!" ve giysi tek parça halinde ortaya çikti. Tanrilar, onun sözlerinin gücünü gördüklerinde çoskuyla bagirdilar: "Marduk kraldir" Ona tahtini, asasini ve tören kiyafetlerini verdiler. Sonunda da düsmanlarina karsi kullanmasi için benzeri olmayan silahlar verdiler. "Silahlar basarisiz olmayacaktir; düsmanlarini gerçekten de yok edeceksin" dediler.
'Sana güvenenlerin hayatlarini bagisla,ama kötü olan tanrilarin yasamalarina izin verme. Simdi git ve Tiamat'in hayatina son ver.'
Rüzgarlar onun kanini gizli yerlere tasisin. Basarili ve amacina ulasmis olarak geri dön!" Marduk kendine bir yay yapti, ona bir ok takti ve omuzuna asti. Sag elinde asasini tutuyordu. Sol elinde ise zehiri yok eden bir bitki vardi. Yaninda Tiamat'i yakaladiginda içine sokmak için ag tasyordu. Önünde yildirimlar vardi. Gövdesini yakici ateslerle doldurdu. Sonra, Tiamat'in kaçamamasi için, çevresine dört farkli yöndeki rüzgarlari yerlestirdi. Daha sonra Marduk, kötü rüzgari, hortumu, kasirgayi, dört katli rüzgari, yedi katli rüzgari, siklonu ve benzeri olmayan rüzgari getirdi ve yedisini birden tuzlu sularin tanrisi olan Tiamat'in içini karistirmak için gönderdi. Yenilmez firtina arabasini dört canavardan -Tahrip Edici, Acimasiz, Ezici ve Uçucu-olusan yabanil hayvanlar çekiyordu ve görenlerin yüregi dehsetle doluyordu. Marduk arfabasina çikti ve savasta koku salan Vurucu saginda, atesli savasçilari defedebilecek dögüs ise sol tarafinda yer aldi.
Her iki canavarin da ucundan zehir damlayan keskin disleri ve dilleri vardi. Sonunda Marduk dehsetli bir zirha büründü ve kafasina korkunç isik halelerini yerlestirdi. Dudaklarina, seytani kuvvetlere karsi büyülü bir koruma saglayan kirmizi bir macun sürdü. En sonunda da en güçlü silahi olan tahrip edici yagmur firtinasini çagirdi. Artik kudurmus Tiamat'i karsilamak için hersey hazirdi. Marduk'un görüntüsünü Kingu'nun kalbine dehset saldi ve aklini karistirdi. Kingu'nun güçleri Marduk'un parlakligina karsi gelemedi ve dehsete düstüler. Sonra Marduk, güçlü silahi tahrip edigi yagmur firtinasini, kizginliktan kuduran Tiamat'a karsi kaldirdi ve "Neden böylesine kötü bir savas baslattin ? Kendi çocuklarina saldiriyosun Onlari sevmiyor musun ? Ogullar babalarina karsi savasiyolar ve onlardan nefret etmek için bir sebebin yok ! Kingu'ya gerçekten haketmedigi bir rütbe bagisladin. Silahlarla donanmis ve güçlerinle sarili olsan da,seni benimle teke tek savasmaya çagiriyorum."
Bu sözler üzerine Tiamat bilincini kaybetti. Basaklari titredi ve bütün sihirlerini kullanarak yüksek sesle bagirdi. Sonra Tiamat ve Marduk teke tek savastilar. Marduk, Tiamat'i etkisiz hale getirmek için agini firlatti. Tiamat, Marduk yakip yoketmek için agzini açtiginda Marduk onun agzini açik tutmasi için kötü rüzgari yolladi. Diger rüzgarlar Tiamat'in gövdesine girdi ve onu iyice genisletip açti. Daha sonra Marduk yayiyla onu vurdu. Ok midesine girdi, gövdesini yirtip kalbini parçalayarak onu öldürdü. Marduk,Tiamat'in cesedini yere firlatti ve üzerine çikti. Tiamat ölünce, onun yaninda yer alan tanrilar ikendi canlarini kurtarmak için dehset içinde kaçtilar. Ancak Marduk'un güçleri onlari çembere aldi ve kaçmalarina izin vermedi. Marduk, isyanci tanrilari tutsak etti, silahlarini parçaladi ve onlari aginin içine aldi. Sonra onlari hücrelere kapatti. Marduk, Tiamat'in yaninda on bir canavari zincirlerle bagladi ve vücutlarini ezdi. Kingu'yu esir aldi, gerçekte haketmedigi Kader Tabletini ondan aldi, mühürledi ve kendi gögsüne bagladi.
Marduk tüm düsmanlarina boyun egdirdikten sonra. Tiamat'a döndü, bacaklarina basti ve asasiyla kafatasini ezdi. Kan damarlarini parçaladiktan sonra, kuzey rüzgari kanini gizli yerlere götürdü. Sonra Marduk, Tiamat'in cesedini kabuklu bir hayvan gibi iki parçaya ayirdi. Tiamat'in yarisiyla gökyüzünü kurdu, diger parçasiylada yeryüzünü olusturdu. Tiamat'in yarisiyla gökyüzünü kurdu, diger parçasiylada yeryüzünü olusturdu. Tiamat'in tükürügüyle bulutlari yaratti ve onlari suyla doldurdu, ancak rüzgarlarin, yagmurlarin ve sogugun sorumlulugunu kendisi aldi. Tiamat'in basini yeryüzündeki daglari olusturacak sekilde yerlestirdi ve Dicle ile Firat nehirlerinin Tiamat'in gözlerinden akmasini sagladi. Sonra Marduk, gökleri yönetmesi için Anu'ya, yeryüzünü yönetmesi için Ea'ya ve gök ile yeryüzü arasindaki havayi yönetmesi için Enlil'e emir verdi. Yili, aylara ve günlere böldü.
Ayin, Yani Sin'in,geceleri ayin degisik günlerini isaret edecek sekilde parlamasini sagladi. Geceleri Sin'e vedigi gibi, günesi yaratarak gündüzleri de Samas'a verdi. Evrende düzeni sagladiktan sonra Marduk, yarattigi emanetleri Ea'ya verdi. Kader Tableti'ni Anu'ya verdi ve Tiamat'a yardim eden tanrilari babalarina karsi ayaklanmanin bosuna oldupunu hatirlatacak heykeller haline getirdi.
Anu, Evlil ve Ea'ya döndügünde, Marduk söyle dedi, "Çok lüks bir ev siz, göklerden inip meclise katilacaginizda geeyi geçirebileceginiz bir tapinak insa edebilecek sekilde topragi saglamlastirdim. Tapinagima "Büyük tanrilarin Evi" anlamina gelen Babil adini verecegim. Tapinagi Yetenekli isçiler insa edecek." Tanrilar Marduk'a sordular, "Insa edecegin tapinakta kim yetki sahibi olacak ? Yarattigin yeryüzünde kim senin iktidarina, sahip olacak ? Babil'I sonsuza dek evimiz olacak sekilde olusturur ! Birilerinin bizim günlük ihtiyaçalimi getirmesini sagla ve biz de daha önce yaptigimiz isleri yapmaya devam edelim. Her iste yetenekli olan Ea'nin Babil klanlarini hazirlamasini sagla ve bizde isçi olalim." Marduk'un kalbi, bu cevabi duyunca neseyle oldu. Ea'ya "Kan toplayacagim ve kemikler yaratacagim ve onlardan bir vahsi yaratip, ona 'insan' adini verecegim" dedi. "Onun görevi tanrilarin rahat içinde yasamalari için onlara hizmet etmek olacak." Bilge Ea cevap verdi:"Tanrilari meclise çagir. Tiamat'a isyan etme fikrini veren tanriyi bize vermelerini söyle. Bu tanrinin ölmesini sagla ve onun kanindan insanlar ortaya çiksin."
Marduk,tanrilari topladiginda söyle dedi:"Aranizdan kimin isyani tasarladigini ve Tiamat'i ayaklanmaya yönelttigini yemin ederek açiklayin.Sorumlulugu,utanci ve cezayi üstlenmesi için onu bana teslim edin.O zaman geri kalanlariniz bundan sonra huzur içinde yasayacak." Isyankar tanrilar kendilerini ayaklanmaya tesvik edenin Kingu oldugunu açikladilar.Sonra onu baglayarak Marduk ve Ea'nin huzuruna çikardilar. Ea,Kingu'yu öldürdü,kan damarlarini parçalara ayirdi ve onun kanindan ilk insani yapti.Sonra Ea onlara,amaçlarinin sadece tanrilara hizmet etmek oldugunu anlatti. Tanrilar ,böylece huzurlu bir hayat sürmek için özgür kalmislardi.
Ama önce Marduk'u sereflendirmek ve ona kendilerini kurtardigi için tesekkür etmek için, yeryüzündeki evleri olan Babil'i kurtarmak üzere iki yil boyunca çalistilar. Tapinak tamamlaninca tanrilar duvarlarin arasinda toplanip olayi kutladilar. Sonra Marduk'un kaderi için iyi dileklerde bulunup onu övdüler. "Marduk, tanrilar arasinda en üstün olsun ve onlari yönetsin"diye bagirdilar. "Yarattigi insan irkina çobanlik etsin. Onlar için ibadet ayinleri olustursun: Kurban edilecek yiyecekler, koklanacak tütsüler ve hatmedilecek kutsal sözcükler. Bütün insanlar,günlein sonu gelene dek Marduk'u övmeyi ve ona saygi göstermeyi unutmasinlar. Tanrilarina hizmet etsinler ve beslesinler, tapinaklarina kusursuz baksinlar. Ülkelerini kalkindirsinlar, türbelerini insa etsinler ve Ana Tanriça'yi hatirlasinlar."
Tanrilar,kutlamalarini sonunda görkeli basarilari ve islerinden dolayi onurlandirmak için,ulu tanri Marduk'un sahip oldugu 50 ad ve niteligi ikna ettiler. Son olarak söyle konustular:"önder ve çoban, Marduk'u sevindirsnler ki, ülkeleri verimli, kendileri zengin olsun. Marduk'un emirleri sabittir, söylediklerini hiç bir tanri degistiremez. Akli çok sevgisi zengindir. Ama emirleri. Tiamat'i yendigi ve sonsuza kadar sürecek kralligi elde ettigi için hem üstümüzdeki göklerde hem de yeryüzünde herseyden üstün olsun."

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

55

Sunday, 21.02.2016, 02:39

Türk Mitolojisinde Yeraltı Alemleri

Şamanlığın ilk devirlerinde; yeryüzü hayatı ile yeraltı hayatı arasında fark yoktu. Can vücuttan uçar, yeral­tı âlemine gider, orada yaşardı. Zamanla, iki âlem arasındaki yaşam ayrıştı. Yeryüzünde kötülük edenlerin yeraltında cezaları­nı çekecekleri inançları kuvvetlendi, kö­tüler için Cehennem, iyiler ve günahlarının bedelini öde­yenler için de Cennet kavramı mitolojik unsurlar arasında girdi.
Tamu (Tamag, tamağ, tamuk, tamug) eski Türklerde cehennemin adıdır. Öldükten sonra suçluların cezalandırılmak üzere gittiği yerdir. Eski Türkler, Tamunun yeraltında olduğuna inanırdı.
Kazırgan sözcüğü de Türk halk inancında ve mitolojisinde Cehennem Çukuru anlamına gelir.
Uçmag (Uçmak) ise Türklerde cennetin adıdır. Türk mitolojisinde cennet göklerin üçüncü ka­tında konumlandırıldı. Buradaki ruhlar için; eğlenceler, zevk ve sefa vardı. Günahsız ve bahtiyar insanlar, melekler ve periler arasında mutlu mesut yaşarlardı. Budist Uygurlar, cennete Tuşita derlerdi.
Yakut Türkleri, dünyaya Dipsiz kuyu derlerdi. Yakut Şamanları zaman zaman şekil değiştirerek yeraltına inip, yeraltı dünyasını gezdiklerini iddia eder, orada gördüklerini anlatırlardı...
Şaman inançlarına göre yeraltı, fiziki anlamda toprağın altı değildir. Ölen insanların ruhunun göçtüğü, şamanların ayinler esnasında gittiği âlemdir. Şamanlar, ayim sırasında, yeraltı âlemine iner veya göğe çıkarlardı. İniş ve çıkışlar Taşkapı (Daşgapı, Kayakapısı, Gayagapısı, Kıyakapısı) denilen bir geçiş kapısından yapılırdı. Taşkapı, Yeraltı Dünyasına giden geçidin kapısıdır. Uzak diyarlardaki gizli bir mağaranın içindedir. Bazı efsanelerde bu kapıya Argalıh adı verilir.
Orta Asya Türkleri, yeraltının bir han tarafından idare edilen hükümdarlık olduğunu düşünüyorlardı.
Yeraltında, öteki adıyla ka­ranlıklar âleminde hükümdar, kötülük Tanrısı Erliktir. Altay Türklerine göre ise o hanın adı İrle-Han idi.Erlik Hanın emrinde bulunan ikinci derecedeki Tanrılar, kötü ruhlar ve zebaniler de oradadırlar. Cehennemler de yerin altındadır.
Yeraltı âlemi; kötü ruhlar ile günahkâr insanların be­deninden ayrılan ruhlar, zebaniler ve şeytanlar ile doludur. Erlik Han'ın emrindeki kötü ruh­larlar, Körmüşler ve Azalar gibi değişik adlar alırlardı.
Altay mitolojisine göre Yeraltı Ruhları; siyah tilki şeklinde görünür, avcıları peşine takarak yerin altına indirirdi. Yeraltına çekilen avcıların, başına gelmedik felaket kalmazdı....
Yer ile göğün arasındaki mesafenin beş yüz yıllık yol olduğuna inanılırdı. Peki, o mesafenin ötesinde ne vardı?
Yer altı dünyası Türk mitolojisinde sıklıkla yılan, naidren de balık şeklinde sembolize edilirdi.
Türk mitolojisine göre yeraltı gökler gibi yedi katlıydı:
Birinci kat: Demkâ = Çok kötü kokan bir yerdir. Hesap görülme yeri olmasının yanı sıra azap çekilen diyardı. Demka'da bulunanlara Berşem denilirdi.
İkinci kat: Celde = Şiddetli azap ve ceza mekanıydı. Cehen­nemlik ruhlar burada büyük acı çekerlerdi. Bu katın sakinlerine Tams de­nilirdi. Tamslar açlıktan birbirlerini yerlerdi.
Üçüncü kat: Arka = Dev akrepler mekanıdır. Her birinin kuyruğu üç yüz boğumlu, at büyüklüğünde akrepler bu katın hakimleriydiler. Bunlara da Kubs denilirdi. Kubslar, açlıktan toprak yerlerdi.
Dördüncü kat: Harba = Ejderhalar katıdır. Kuy­rukları zehirli dağlar kadar iri ejdarhalar bu kata düşenlere azap çektirirlerdi. Bu kat sakinlerine Celham denirdi.
Beşinci kat: Melsâ = Bu katın sakinlerine Mahttat denilirdi. Çok kalabalık, vahşi ve yamyamdılar. Ağır taşlar taşır, taşları günahkarların ayaklarına bağlayarak onları cehenneme atarlardı.
Altıncı kat: Secin = Cehennemlik ruhların günah defteri bu katta bulunan kuş şekilli Kutatalardaydı. İnsan elli, inek kulağı kuyruklu, keçi ayaklı buu yaratıklar; yemezler, içmezler, uyumazlardı. Dişilik ve erkeklik vasıfları yoktu. Bu kat sakinleri günlerini Göktanrı'ya ibadet ederek geçirirlerdi
Yedinci kat: Acbadı = Şeytanın katıdır. Albız adı verilen şeytan buradaki tahtında oturur, emrindekilere insanlara yaptıkları kötülük­leri ve hileleri anlatır. Elleri ve ayakları vahşi hayvan pen­çeleri şeklinde Cüsum denilen kısa boylu yaratıklar bu katın diğer sakinleridir. Ye’cüc ve Me’cüc’u bu yaratıkların yok edileceğine dair inançlar da vardır.
Yeraltı Âlemine Gidenlerin Halleri
Türk mitolojisinde yeraltı âlemine gidenler, dünyaya geri dönemezdi. Sadece kutsal ruhlar ve tanrılar bu hakka sahipti. Şaman­lar ise ayinler esnasında ve törenlerden sonra gidip ve dönerlerdi. Cehennemde arınanların bazıları ise cennete gitme hakkı kazanırlardı.
Kötülük Tanrısı Erlik Han, doğan bir çocuğun günahlarını yazdırmak için Bör Körmös’ü gönderir. Büyük Tanrı Ülgen de buna karşılık Yayuçi’yi gönderir. O, çocuğun sağında, Körmös te solundadır. Bunlar çocuk büyüyüp de ölün­ceye kadar yanından ayrılmaz. Ölünce Körmös onun ruhunu kapar, yerin altına götürerek Kazırgan’a atar. Kazırgan’daki ka­zanlarda katranlarla birlikte kaynar. Körmös, Erlik Han’ın hu­zurunda götürdüğü ruhun günahlarını ispat ederse, o ruh kazan­larda kalır. Yayuçi de oraya gelmiştir. O da bu ruhun sevapları­nı sayar. Eğer sevap günahtan çoksa, ruh oradan kurtulur. Gü­nahı fazla ise derecesine göre yanar. Sonra yukarı doğru çıkma­ya başlar. O ruhun üçüncü kat gökte bulunan akrabası şefaat ederek Yayuçi’yi sıkıştırırlar. Yayuçi ruhun günahı kadar yan­masını bekler, çünkü ruhun başı katran kazanındadır. Günahı kadar yanınca başı dışarı çıkar. O zaman Yayuçi ruhun tepesin­deki saçtan tutup onu kazandan çıkarır ve ruhu üçüncü kat gö­ğe götürür ve oradaki akrabaları ile buluşturur. Cezasını çeken ruh, bundan sonra akrabaları ve sevdikleriyle Süt Gölü’nde hoş vakit geçirir.
Süt Gölü inancı da Türk mütolojisinde ilginç bir kavramdır. Ak göl de denilen süt gölü, insana ruhun damlatıldığı ve hayatın bahşedildiği yerdir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

56

Sunday, 21.02.2016, 02:41


Türk Mitolojisinde efsânevi hakan. Aba Han, Apa Han veya Abakan (Abağan, Abığan) Han olarak da bilinir. Abakan boyunun ve Hakasların atası olarak kabul edilir. Özellikleri Altın Göl’de yaşadığına inanılır. Yağmur yağdırdığı1 ve Altayları koruduğu inanışı yaygındır. Bir söylentiye göre Abakan Irmağı’nın adı, kıyısında yaşayan Aba Han (“Ayı Han”) adlı bir savaşçının atıyla birlikte bu nehrin sularında boğulması nedeniyle verilmiştir. Geçmişte Abakanların atalarının ve ongunlarının (totemlerinin) ayı olması ile bağlantılı bir yaklaşımdır. Ayı, Hakaslarda kutsal ve soyundan gelinen bir hayvan olarak görülür. Hakaslar da Abakan Han’ın bu ırmağın kaynağında yaşadığını ve koruyuculuğunu yaptığını düşünürler. Abakan Han’ın atıyla ırmağın bir kıyısından diğer kıyısına atladığı anlatılır. Küçük Abakan ve Büyük Abakan ırmaklarının kavuştuğu yerde ayıya benzer biçimli kayalar bulunmaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

57

Sunday, 21.02.2016, 02:43

Aksaşlı, Göksaçlı Mitolojisi
Aksaçlı - Türk halk kültüründe ihtiyar kadın. Değişik Türk dillerinde Aksaşlı, Ağşaşlı, Akçaçtı olarak söylenir. “Göksaçlı” tabiri de kullanılır. Yaşlı kadın, nine. Bir bölgenin tanınmış en yaşlı kadını. İyi niteliklere sahiptir. Çoğunlukla bu dünyada kimsesiz ve yalnızdır. Yolda kalmış, evinden uzak, yabancı kahramanlar daima, tesadüfen böyle bir ninenin evine sığınır ve orada konaklarlar, dinlenirler. Bazen de Aksaçlı, otalar (ilaçlar) hazırlayarak yiğidin yaralarını iyileştirir. Ettiği dualar hep kabul olur. Asvir edilirken “gümüş saçlı” mecazı da tercih edilir. Örneğin Sogotoh destanında Sabıya Bay Toyun ve Sabıya Bay Hotun adlı bir ihtiyar karıkocanın adı geçer. Dünyadaki hemen her medeniyette yaşlılık ve onun simgesi olan ak saçlar deneyimi ve bilgeliği simgeler. Erkekler için Aksakallı tabiri kullanılır.
Aksaçlı Kocakarı tamlaması veya yalnızca "Kocakarı" da yine benzer bir anlamı ifade eder. Türk halk kültüründe Bilge Kadın demektir. Göğe çıkıp tılsımlar yapar. Bazen kötü özellikler taşır ve insanları tutsak edip yeraltında zincirlerle bağlar. Herşeyi bilme ve gizli ilimlere sahip olma özelliği ister iyicil, ister kötücül olsun devam etmektedir. Büyülü ilaçlar yapar. Tılsımlar hazırlar. Bu nitelikleriyle doğruluğa hizmet eden Koca kavramının tam tersi özelliklere sahiptir. Küp Karısı adı verilen bir kadın küplerde yaşar veya küpe girerek kaybolur. Küp ana rahmini ve toprağı sembolize etmektedir. Urartuların küp mezarları akla gelmektedir. Aksaçlı karılar bahşılara görünüp ona davul verir ve şamanlık yapmaya başlamasını sağlar. Bu kadın, doğum yapan gebelere de yardım eder. Beyaz saçlı bu kadın kış mevsiminin simgesidir. Yedi ırmağın ötesindeki, yedi dağın gerisinde yedi tılsımın içinde oturup “Öt Kirmenini” (Zaman Eğirmenini) döndürür. O kirmeni döndürdükçe zaman akıp gider. Karı sözcüğü halk dilindeki argo kullanımın aksine geleneksel edebiyatta olgunluk bildiren olumlu anlamlar içerir. (Kar) kökünden türemiştir. Yaşlı demektir. Yaşlanmak, beyazlamak, saçları ağarmak anlamı vardır. Karımak fiili de yaşlanmak anlamını bildirir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

58

Sunday, 21.02.2016, 02:51


Türk Mitolojisinde Kut Kavramı ve Güç
Tanrı, “kut” bağışı ile Türk Kağanını “hükmetme ve hükümdarlık güç ve yetkisi”, yani“siyasî iktidar” sahibi kılıyordu. Türk Kağanı da Tanrı’dan aldığı siyasî iktidarla, Orta Asya’da “Doğuda gün doğusuna, güneyde gün ortasına, batıda gün batısına, kuzeyde gece ortasına kadar bütün milletleri kendisine tâbi kılıyor ve hepsini düzene sokuyordu.” Bugünkü ifadelerle söylemek gerekirse, “kut” sahibi olan Türk Kağanı Orta Asya’daTürkçe konuşan ve Türk soyundan olan bütün toplulukları bir bayrak altında, yani bir devlet çatısı altında topluyordu.
Tanrı Türk Kağanı’na verdiği “küç” ile de, onun savaş yeteneğini artırıyordu. Göktürk yazıtlarının ifadesiyle Türk Kağanı’nın askerlerini kurt, düşmanın askerlerini koyun gibi yaparak, kendisine zaferler kazandırıyordu. Bu inancın tabiî sonucu olarak, Türk Kağanları savaşlarda elde ettikleri başarıyı hep Tanrı’nın kendilerine verdiği “küç” bağışına bağlıyorlardı. Bundan dolayı onlar, zaferden hemen sonra kurban sunmak suretiyle Tanrı’ya karşı minnettarlıklarını gösteriyorlardı.
Temeli “Tanrı bağışı”na dayanan bu iktidar tipine sosyolojide “karizmatik iktidar”denmektedir. Bu duruma göre, eski Türk devletlerindeki iktidar tipi de “karizmatik” bir özellik göstermektedir. Bu iktidar anlayışının icabı olarak, Türk Kağanı Tanrı tarafından bazı olağanüstü güç ve yeteneklerle donatılmış olmasına rağmen, o hiçbir zaman olağanüstü varlık, yani bazı eski medeniyetlerde olduğu gibi “tanrı-kral” sayılmamıştır.
Onun diğer insanlardan farkı, sadece ilâhî bağışa nail olmaktan ibaret idi. İktidarını Tanrı’dan aldığına inanan Türk Kağanı da, kendisini daima bu iktidarın kaynağına karşı sorumlu sayıyordu. Ayrıca, Türk Kağanı’nın sorumlu olduğu ikinci bir yer daha vardı ki, o da yazılı olmayan kanun durumundaki “Türk töresi” idi. Esâsen o, bütün icraat ve faaliyetlerini Türk töresine uygun bir şekilde yürütmek zorundaydı. Bu da gösteriyor ki, Türk Kağanı’nın iktidarı sadece “ilâhî” değil, aynı zamanda “kanunî bir temele” de dayanıyordu.
Öte yandan, Türk hâkimiyet anlayışına göre, Tanrı sadece siyasî iktidarı veren değil, aynı zamanda verdiği iktidarı geri alan bir kudrete sahiptir. Tanrının bu gücü, Türk hükümdarlarının üzerinde daima siyasî bir baskı aracı olmuştur. Bundan dolayı, Türk hükümdarları Tanrı’nın verdiği siyasî iktidarı ellerinde tutabilmek için idarede devamlı başarılı olmak zorunda idiler. Başka bir ifade ile söylemek gerekirse, Türk hükümdarları ancak hükümdarlığa lâyık oldukları müddetçe işbaşında kalabilmekteydiler.
Aksi takdirde Tanrı’nın verdiği siyasî iktidar (kut), yine Tanrı tarafından geri alınmaktaydı. Meselâ, büyük Göktürk Kağanı Kapgan’nın yerini alan oğlu İnel, hükümdarlık görev ve sorumluluklarını yerine getirememiş, yani idarede yetersiz ve başarısız kalmıştır. Bilge ve Köl-tigin kardeşler, “kut taplamadı”,yani “kut ondan memnun olmadı” düşüncesiyle İnel Kağanı işbaşından uzaklaştırarak, idareyi el koymuşlardır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

59

Sunday, 21.02.2016, 02:56


Hızır, Ak Sakallı İhtiyar, Boz Atlı İhtiyar

(Mitolojien Efsaneye – Muharrem KAYA, sayfa: 75-81)

Türkiye’de, İslami kültürde, Hızır, Allah’ın insanların hayatını düzene sokmak, kolaylaştırmak, tabiatı yönetmek için gönderdiği kutsal bir ruh, nebi, veli, hatta melek olarak görülür. Bu düşün­cenin kaynağı da hem Kur’an-ı Kerim’e hem de hadis ve tefsir kitaplarına dayanmaktadır. Kur’an’da, Hz. Musa’ya ilim öğretmek için Allah tarafından görevlendirilen bir kuldan bahsedilir. Hadis ve tefsir kitaplarında bu kulun adının Hızır olduğu, onun Batıni ilimlere vakıf bulunduğu, ölümsüzlük suyu içtiği belirtilir. A. J. Wensinck adlı müsteşrik, Kur’an’daki Hızır’la ilgili olan âyetlerin kaynağının Gılgamış, İskender ve bir Yahudi anlatısı olduğunu ileri sürmüştür. Fakat kaynak her ne olursa olsun gerek tasav­vufta gerekse halk inanışlarında Hızır, zor durumda ve felaket­lerde yardımcı, iyileri ödüllendirip kötüleri cezalandıran, bereket ve bolluğa kavuşturan, savaşlara katılan bir kutsal şahıstır. Hı­zır’ın dış görünüşü de şöyledir: Yeşil bazen beyaz elbiseli, boz veya kır atlı, elinde mızrak veya kamçı taşıyan bir süvari olabil­diği gibi her kılığa, her yaşa girebilen, en çok da ak saçlı, ak sakallı, ihtiyar bir derviş olarak görünür.


Hızır, “karanlık dünyadaki “Dirilik Suyu”ndan içip daimi yaşa­yan ve ölüp dirilebilen doğayı sembolize ederek ebediyetin gös­tergesiyle çevrilen mitolojik varlıktır. Hızır, ebediyet ve ölümsüzlüğü simgeleyen su ile bağlantılıdır; koruyucu ruhtur. Hızır’ın mitolojik yönü, tabiata, dağa, hayvana, bitkiye hükmetmesi, ölüleri diriltmesi, herşeyi bilip görmesi, insanlar için yol gösterici dinî, ahlakî değerleri hatırlatmasıdır. Hızır, Altayların Ülgen, Yakutların Ürün Aar Toyon başta olmak üzere pek çok tanrı ve kutsal ruhları gibi tabiatı yönetir, yeryüzüne, hayvanlara, bitkilere, suya, ateşe hükmeder. Hızır, adeta bir tabiat tanrısıdır.

“Herhalde Hızır, âb-i hayat efsânesinden başlayarak, sular, kaynaklar, nehirler veya denizlere sıkı sıkıya bağlı bir “tanrı hüvviyeti ile, şark mitolojisinde yer almış ve bu vasfı ile gelişe bir varlıktır; onunla ilgili rivâyetlerin daha sonraki şekillerini ise, rivâyetleri doğuran şartlara ve muhitlere göre, karayı veya denizi himâyesine almış ve İlyas daima ikinci planda kaldığı Hızır’ın almadığı unsur ona bırakılmış olmalıdır. Denizcilerin Hı­zır’ı hâmileri olarak kabul ettikleri muhakkaktır; bununla bera­ber, çiftçi köylüler ile göçebeler, dağ ve ova sâkinleri ve şehir halkınca, o uzak kara yollarında yolcuların koruyucusu olduğu gibi, sıkıntıda kalanların yardımcısı, baharda tabiata yeniden ruh veren, toprağa ve kaynaklara hâkim bir bereket tanrısı şahsiye­tini kazanmıştır.



Efsanelerde konumuzla ilgili pek çok örnek buluruz: “Hızır-İlyas ve İskender” başlıklı bir Elazığ efsanesinde, bu üç şahısla ilgili dinî kaynaklarda da belirtilen unsurları görürüz. Üçü, ölümsüzlük suyunu aramaya, denizin üzerinde batmadan giden bir taşın üzerinde başlarlar. Karanlık bir yere gelince, İskender onlardan ayrılır, başka bir yola girer. Hızır’la İlyas, yanlarında taşıdıkları fanustaki balığın canlanmasından, fanustaki suda âb-ı hayat olduğunu anlayıp içerler, ölümsüz olurlar. İskender ise dünyayı fetheder fakat bu suyu bulamaz. Ölmeden evvel, anne­sinin askerlerine kızmasını engellemek için hocaların, askerlerin, cenazesinin önünden gitmelerini, elini de tabuttan dışarı sarkıtmalarını ister. Askerler, İskender’in cenazesini, memleketi Konya’ya onun istediği gibi götürürler. Annesi, hocaları, askerleri olmasına rağmen öldüğünü, eliyle herşeyin gelip geçici olduğunu anlatmaya çalışan İskender’e gülerek bakar. Bu efsanenin başlangıcındaki denizde batmayan bir kayanın üzerinde yolculuk etmek, Altay yaratılış mitinde de karşımıza çıkan Ülgen’le Kişi’nin denizin üze­rinde uçmayı bırakıp dinlendikleri kayayı hatırlatmaktadır.
Başka bir “Hızır” efsanesinde, Hz. Musa ile Hızır’ın yolculuk et­mesi, yine dinî metinlerde geçen çocuk, gemi ve duvarla ilgili olay­ların gerçekleşmesi ve bunların sebebini soran Hz. Musa’nın sabır sınavını geçemeyişi, Hızır’ın bunları anlatıp yok olması anlatılır.Aynı efsane, Harput’ta da çok ufak farklılıklarla anlatılmaktadır.

Bir başka “Hızır” efsanesinde, dul bir kadından sadaka iste­yen dervişin, aldığı sadaka sonrasında evin daima bereketli ol­ması duasını etmesiyle, ineğin yağının hiç bitmemesi, oğlanın büyüyüp annesinden bunun sebebini ısrarla sorması üzerine, an­nesinin bu durumu anlatınca yağın eski hâline dönmesi anlatılır.Hızır’ın zor durumda olanların yardımına farklı kılıklarda koş­masının bir örneği Adana’da derlenen “Hoca-yı Hızır Efsanesi”nde görülür. Birecik’ten Nizip’e gitmek zorunda kalan çocuklu bir kadının yanına komşusunun oğlu gelir. Çocuğu atına alır ve onla­rı gece olmadan Nizip’e yetiştirir. Kadın, daha sonra çocuğunun hırkasını almak için komşuya gittiğinde, komşusunun oğlunun Birecik’e gitmediğini öğrenir. O zaman komşusunun oğlu kılığına girip kendisine yardım edenin Hızır olduğunu anlar.

Bir Çorum efsanesinde Hızır, bir karı kocayı sınavdan geçirir. Uzun süre çocukları olmayan çift, yeni bir bebek sahibi olunca, Hızır, onlara yaralı bir misafir olarak görünür. Adam, iyileşebilmesi için kırklı bebeğin kanının derman olacağını söyler. Karı koca bebeği kesip kanını misafirin yaralarına sürerler. O zaman âdâm (yani Hızır), bebeğin başını aynı şekilde yerine koymalarım söyler, uykuya dalar. Karı koca yine denileni yapar, sabah bebeğin sesiyle uyanırlar. Bebek canlıdır, misafir ise kaybolmuştur.Burada tanrı misafiri olan Hızır’a kayıtsız şartsız itaat önemlidir. Efsanelerde sadece Hızır’a değil, evliyalara da aynı şekilde bağlı kalınması gerektiği vurgulanır. Bu durum, hem Kur’an’da, Kehf sûresinde, Allah’ın ilim verdiği kulun yaptıklarını sorgulayan Hz. Musa’nın itaatsizliğini tekrarlamamak şeklindeki dinî bilgiyle hem de olağanüstü varlıkların dünyasına her zaman saygı gösterip itaat etmek şeklindeki mitolojik düşünceyle de bağlantılıdır. Hı­zır’ın gücüyle ilgili bu efsanedeki en önemli unsur ise ölüyü diril­tip tekrar eski hâline getirmesidir. Bunu da ancak yaratıcı tanrı veya tanrının yaratıcılık gücüne sahip kutsal ruhlar yapabilir.



Bir başka Çorum efsanesinde, kocası ölüp çocuklarıyla birlikte aç kalan kadının imdadına Allah’ın görevlendirmesiyle Hızır yeti­şir, yiyecek malzemeleri getirir. Kadın bu adamın kim olduğunu görmek için evin kapısını açtığında, o adamın atıyla göğe yükse­lip uçup gittiğini görür. Hızır, bu efsanede Allah’ın aracı yaptığı bir melek gibi işlev üstlenmiştir. Bir başka açıdan bakacak olursak o, bir Şaman gibi atıyla göğe yükselmektedir.

Yalova’daki Taşköprü beldesindeki köprünün kurulması ise Hızır gibi bir dedeye bağlı olarak anlatılır. Hamile bir kadın şehre götürüleceği sırada, sel suyu köprüyü çökertir. Kadın dualar edince de derenin bir ucunda beliren yaşlı bir adam, bastonunu tepelere doğrultur, oradaki taşlar yuvarlanarak gelir, sıraya girer, köprüyü örerler. Tepeye, kayaya hükmetmek ancak bir tabiat tanrısının, Hızır gibi güçlü ruha sahip bir kişinin işi olabilir.

“Kocadere Köyü ve Hızır Aleyhisselam” başlıklı Yalova efsanesinde, Hızır’ın aç ve yorgun bir hâlde köylülerden ekmek istemesi, bunun üzerine köylülerin ne yiyecek ne su vermesi, hatta köylülerden birisinin “burası Kocadere, yiyecek istersen Allah vere, su istersen işte dere, yatacak yer istersen geldiğin yere” dediği rivayet edilir. Bu efsane aslında yarım kalmış bir anlatı­dır. Çünkü böyle bir cevap cezayı gerektirir. Fakat kitapta, ya yazardan ya yayıncıdan ya da kaynak kişinin unutmasından kaynaklanan bir eksiklikle bu cezalandırma bölümü, yer almaz.

Yalova’da, Marmara Denizi’nden her akşamüstü hafif karanlıkta sesler geldiği, bu seslerin Marmara’nın altında kalan Ab-ı Hayat’ı arayan İskender’in mücadelesinin sesleri olduğu anlatılır. Hızır’a kısmet olan ölümsüzlük suyu, İskender’e, Lokman Hekim’e pek çok zorlu macera yaşatmıştır. Bu da onunla ilgilidir. Bu anlatı, aslında yazılı kültürün sözlü kültüre etkisi olarak düşü­nülmelidir. Çünkü İskender, Lokman Hekim sözlü kaynaklardan çok yazılı kaynaklarda yer alır.

“Hz. Hızır” adıyla yayınlanan Elazığ’ın Keban ilçesinde anlatı­lan bir efsanede, Hızır’ın elinde bir deste otu bulunan ak sakallı bir ihtiyar olarak Fehmi isminde bir adamın karısının karşısına çıkıp ondan eteğindeki salatalıklardan bir tanesini istediği, kadı­nın vermemesi üzerine üç gün üç gece can çekişesin yatağının üç köşesinde üç adam otursun, figanından durulmasın diye bed­dua edip gitmesi anlatılır. Bu ihtiyara, konuşmalara şahit olan bir komşu çocuğu salatalık verir, ihtiyar ona da salatalıkların hiç eksilmesin diye dua eder. Bu olaydan sonra kadın bedduada belirtildiği gibi ölür. Çocuğun da salatalık bahçesi bereketli olur. Yaz kış sürekli bahçede salatalık bulunması komşularının dikkati­ni çeker, onların ısrarı üzerine bahçenin sahibi yaşadığı olayı anlatır. Fakat bundan sonra bahçe yavaş yavaş kurur. Zira sır ifşa edilmiştir.

“Hızır Aleyhisselâm-I” başlıklı Harput efsanesinde, bir padişa­hın kendisine Hızır’ı getirene kırk kese altın vereceğini duyurma­kla başlayan olaylar anlatılır. Yoksul bir adam, padişaha Hızır’ı bulacağını vaat eder fakat kırk gün sonra gelip bulamadığını söyler. Üç vezirin ikisi, adamı dibeğe koyup dövmek ve etlerini Engele asmak suretiyle cezalandırmayı, üçüncüsü ise adamı bırakmayı önerir. Bu olayın başlangıcından beri yoksul adamın yanından ayrılmayan çocuğa ne dediğini soran padişah, onun iki vezirinin babasının dabak ve kasap olduğu için cezalandırmayı, asaletli olan üçüncüsünün babasının ise vezir olduğu için zaten zavallı olan adamı cezalandırmayı gereksiz gördüğünü açıklar. Padişahın, sen kimsin şeklindeki ikinci sorusuna, Hızır Aleyhisselâm diyerek ortadan kaybolur. Burada Hızır’ın insanların hem geçmişlerini hem de ruhlarını bilen bir kişi olduğu vur­gulanmış olur. Bu efsanenin Hızır’ı sahneye sokmadan, insanlar arasında geçen şekli, Trabzon’da tespit edilmiştir. Burada padi­şah, üçüncü vezirin iyi bir yönetici olduğunu görür, kendi çıkarla­rını gözetip halkı kötü yöneten diğer vezirlerini azleder, fakir adamı da üçüncü vezirin yanında çalışmakla görevlendirir.

“Bozatlı Hızır” başlıklı bir başka Elazığ efsanesinde, yardım isteyene, darda kalana yetişen Hızır anlatılır. Köylülerden biri, sürekli Hızır’ın gelmesini isteyip durur. Bir gün tarlasında çalışır­ken yine Hızır’ın adını anınca, karşısına Hızır çıkar, dileğini sorar, şaşkınlığını atıp yerdeki beli kürek yaparsa ona inanacağını söy­ler. Yerdeki bel kürek olur fakat Hızır da ortadan kaybolur. Anla­tıcı fazla umut bağlanan bir şeyden beklenen sonuç elde edile­mezse bu efsanenin hatırlandığını, Hızır’ın beli kürek yapmasının yıllarca anlatıldığını belirtir.

Bir Giresun efsanesinde, Hızır, ihtiyar bir adam şeklinde ço­bandan yiyecek ister. Çoban onu doyurup yolcu eder. Çobanın koyunları Hızır tarafından akşamdan sabaha kadar otlatılır, sa­bah eski yerine getirilir. Çobanın bir arkadaşı bu durumu görüp telaşlanınca, çoban durumu anlatır, fakat sır ortaya çıktığı için Hızır, bir daha koyunları yaymaz. Hızır, burada çobanı ve kü­çükbaş hayvanları koruyan kutsal bir ruh rolünü üstlenmiştir.

Göllerin oluşumuyla ilgili anlatılan efsanelerde de Hızır’ın beddua ederek bir işlev üstlendiği görülür. Hızır, üstü başı peri­şan fakir, yaşlı bir derviş, dişi bir köpek, hamile bir kadın, yaşlı bir dede kılığında bir köye gelir, köylülerden ev ev dolaşıp yiye­cek içecek ister, kimse vermez. Sadece İki çocuğundan başkası olmayan, kıt kanaat geçinen genç bir gelin, bir çoban veya bir sabancı durumu ihtiyara anlatır, ya da evinde az olan yiyeceğini onunla paylaşır. Hızır, bu şahsa arkasına bakmamasını söyleyerek peşinden gelmesini ister. Şahıs denileni yapar fakat yolun bir bö­lümünde merakına engel olamaz, arkasına bakar ve köyün sel altında kalıp göle dönüştüğünü görür. Hızır, ya beddua eder ya da hiçbir şey söylemeden kaybolur, şahıs ve yanındakiler taşlaşır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

60

Sunday, 21.02.2016, 03:00


Derler ki, bir zamanlar, çok eskiden, kışın ilk aylarıymış. Bir gece önce kar yağmış ve bu ilk kar ertesi gün, yerde öylece taptaze duruyomuş. Günün ilk ışıklarıyla birlikte, sabahleyin erkenden üç delikanlı avlanmaya çıkmışlar. Delikanlılardan biri, adi SIKI TUT olan köpeğini yanına almış.
Nehir boyunca dolaşıp, küçük koruluklara girmişler ve sonra fundalık, çalılık ve ağaçların daha bodur ama kalın olduğu bir tepenin yamacına gelmişler. Burada çalılıkların arasında dolaşırken genç avcılar bir iz bulmuşlar ve bu izi takip etmeye başlamışlar. İzler onları tepenin yamacındaki bir mağaraya götürmüş. Böylece bir ayı ini bulmuşlar.
“Hangimiz içeri girsin de ayıyı sürüp dışarı çıkarsın?” diye birbirlerine sormuşlar genç avcılar. Sonunda en büyükleri “Ben girerim” demiş, dizlerinin üzerinde emekleyerek ayinin inine girmiş ve ayıyı sürüp dışarı çıkarmak için yayıyla onu dürtmeye başlamış. Bir süre sonra mağaradaki genç, arkadaşlarına “Geliyor. Geliyor…”diye seslenmiş. Ayı kendisini zorlayan avcıdan kurtulmuş ve kendisini mağaranın dışına atmış.
Avcılar da onun peşinden gitmişler. “Bakin!” diye bağırmış en gençleri. “Bakin, ne kadar da hızlı gidiyor. Kuzeye doğru, soğukların geldiği yerlere gidiyor.” Genç avcı, ayıyı çevirip diğerlerine doğru sürmek için hayvanin peşimden koşup uzaklaşmış. Ortanca avcı, “Dikkat!” diye bağırmış. “İşte geliyor! Doğuya, öğle zamanının geldiği yere doğru gidiyor. Koşun kardeşler. Gittiği yer işte orası.”
O ve küçük köpeği de, ayıyı geri çevirmek için olanca hızlarıyla batıya doğru koşmuşlar. Genç avcılar ayıyı kovalarken en büyükleri eğilip söyle bir bakınmış.”Oooo!” diye haykırmış. “Altımızda Yeryüzü Büyükannemiz var. Bu ayı bizi gökyüzüne doğru götürüyor. Haydi, kardeşler, çok geç olmadan geri dönelim.”
Ama artik çok geç olmuş, gökyüzü ayısı onları çok, çok yükseklere götürmüş. Sonunda avcılar ayıyı yakalayıp öldürmüşler. Akçaağaç ve somak dallarını üst üste yığmış ve bu dal yığınının üstünde de ayıyı parçalara ayırmışlar. Akçaağaç ve somadan sonbaharda kan kırmızısına dönüşmesi iste bu nedenledir. Daha sonra avcılar ayağa kalkıp hep birlikte ayinin basını doğu yönüne atmışlar.
Simdi, kisin, sabahleyin erkenden, tanyeri ağarmadan az önce ufkun hemen altından ayı basını andıran bir takımyıldızı kümesi belirir. Daha sonra da avcılar, ayinin omurga ve belkemiğini uzaklara, kuzey yönüne atmışlar. Kıs ortasında, gece yarısı eğer kuzey yönüne bakarsanız, orada yıldızlarla şekillenmiş olarak ayinin omurga ve belkemiğini görürsünüz. Yılın herhangi bir zamanında gökyüzüne bakacak olursanız, kare seklini oluşturan dört parlak yıldız ve onların arkasında da üç büyük parlak yıldız ve bir de küçük donuk bir yıldız görürsünüz. Dört yıldızdan oluşan kare, ayı, bunların peşindeki üç yıldız, o üç delikanlı ve belli belirsiz görebildiğiniz o küçük yıldız da SIKI TUT adındaki o küçük köpektir.

Bu sekiz yıldız, gökyüzü boyunca bütün sene birlikte dolaşır durur ve öbür yıldızların yaptığı gibi asla dinlenmeye çekilmezler. Avcılar ayıyı yakalayıncaya kadar, kendileri ve küçük köpek, asla durup dinlenmezler. Öykü de burada biter…

Dil bilimsel metin, William Jones tarafından banda alınmış. Truman Michelsin tarafından çevrilmiş ve gözden geçirilmiştir. Bkz.Boas, Amerika Kızılderilileri Dilleri El kitabi, Bölüm1, Amerikan Etnoloji Bürosu Bülten 40,Washington, D.C.Hükümet Basın Dairesi,1911.