Giriş yapmadınız.

Sayın ziyaretçi, AllaTurkaa sitesine hoş geldiniz. Eğer buraya ilk ziyaretiniz ise lütfen yardım bölümünü okuyunuz. Böylece bu sitenin nasıl çalıştığı konusunda ayrıntılı bilgilere ulaşabilirsiniz. Eğer sitenin tüm olanaklarından faydalanmak istiyorsanız, kayıt yaptırmayı düşünmelisiniz. Bunun için kayıt formunu kullanabilir ya da bu bağlantıya giderek kayıt işlemi hakkında daha fazla bilgi alabilirsiniz. Eğer önceden kayıt yaptırdıysanız buradan giriş yapabilirsiniz.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

101

Saturday, 27.02.2016, 22:52


Aztek'lerde Tüylü Yılan Mitolojisi
Bu inanışa ve yılan-tanrı tasvirlerine Meksika’dan Peru’ya kadar uzanan geniş bölgede pek çok tradisyonda rastlanır. Derisi pul yerine tüylerle kaplı olan bu tüylü yılan ya da kuş-yılan tanrıın Kiçe Mayalarındaki adı Gucumatz’dır (Gukumatz). Eski uygarlıklardan Toltekler ve Aztekler’deki adı “sakallı yılan” anlamında Quetzalcoatl (Nahuatl dilinde “ketsalkoatl” okunur) idi. Bu ad Pueblo kızılderililerinin dilinde ise “sakallı yılan” , Meksika kızılderililerinin dilinde ise “kuş-yılan” anlamına gelir. Yukatek Mayalarında bu tanrı “tüylerle kaplı yılanların Efendisi” anlamında Kukul-Kan adını almıştır. Maya dilinde “yılan” ile “gökyüzü” sözcükleri telaffuzları bakımından eşseslidir ve “kaan” olarak telaffuz edilirler. Bu tanrıın Maya dillerindeki okunuşu aslında “Kukuul kaan”dır. Proto-Türk kültürü araştırmacıları, tüylü yılan sembolünün Türk tradisyonlarında da bulunduğunu bildirmektedir. Bu tezde birleşen bilim adamlarına göre de Türklerle Mayaların akraba olduklarını söylemek yanlış değildir.
Bu tanrıla ilgili inanış ve efsanelerin, kültürden kültüre (Miştek, Toltek, Aztek, Maya, İnka, Kızılderili kabileleri) farklılıklar gösterdiğinin görülmesinin yanı sıra, her kültürde de tarihsel süreç içinde farklı versiyonlarının oluştuğu görülmektedir.
Kimi tasvirlerde tüylü yılan olarak gösterilmekle birlikte, eski metinlerde onun aslında bir yılan olmadığı, beyaz insan ırkına mensup olduğu açıkça belirtilir. İlah kimi zaman tüylü bir yılan, kimi zaman insan, kimi zaman ise yılan-insan olarak temsil edilir. (Telleriano-Remensis elyazmasında ise insanı yiyen bir yılan biçiminde temsil edilmiştir.)
Maya metinlerine göre içinde bulunduğumuz beşinci çağın atalarını imal eden tanrıdır. Aynı zamanda insanlarla bir süre yaşamış veya insanlara kendisinin tezahür ettiği bir temsilci yollamıştır.
Aztek metinlerine göre, ölümün ve dirilişin, göksel suların ve rüzgarların tanrısıdır. Aynı zamanda bir yıldız tanrıtır, sabah yıldızı tanrııdır. Bu tezahür durumunda tanrı “tan vakti yıldızının efendisi” anlamında “Tlahuizcalpantecuhtli” adını alır. Yıldızın bir de ikiz kardeşi ve yoldaşı bulunmaktadır ki, bu köpek-tanrı Xolotl’dur.( Kimileri ikiz kardeşinin Venüs olduğunu sanmaktadırlar.) Takvimi ve kitapları insanlara indiren ya da icat eden odur. İçinde bulunduğumuz beşinci güneş çağının insanlığının atalarını penisinden akan kandan imal etmiştir. İnsanlarla yaşadıktan sonra, göklere dönüşünde kalbi sabah yıldızı haline gelmiştir. Aztekler bir gün geri döneceğine inandıklarından, kral Moctezuma (Montezuma) Cortés’i bekledikleri kişi sanarak, yanılgıyla tahtını ona sunmuştur.
Bazı Toltek, Aztek, Maya ve İnka metinlerine göre, insanlarla bir süre yaşamış, onlara doğru yolu gösterdikten ve uygarlığı öğrettikten sonra göklere geri dönmüştür. Kimi metinlerde ondan tek kişi olarak değil, bir ırk veya bir topluluk olarak söz edilir ve yeryüzündeki insan vücudunu onların imal ettiği belirtilir. Örneğin, ünlü Maya kutsal kitabı Popol-Vuh’ta şöyle denir: “Onlardır vücut veren, onlardır yaratan. Onlar yeşil ve maviyle çevrilidirler. İsimleri Gucumatz’dır.” Görüldüğü gibi, metinde “onlar” zamiri kullanılmakta olup, bir topluluk sözkonusudur. Bu durumda yılanın bu varlık topluluğunu yalnızca simgelemek üzere, bir sembol olarak kullanıldığı düşünülebilir. Amerika’nın eski uygarlıklarının göksel olguları simgelemede büyük ölçüde yılan sembolünü kullandıkları görülmektedir. Tüylü yılan sembolizminde, tüy yeryüzündeki birçok tradisyonda (örneğin eski Mısır tradisyonu) görüldüğü gibi, burada da hakikatin, doğruluğun, hafifliğin ve -göğe çıkmada kuşlara en büyük yardımcı unsur olduğundan- yükselmenin sembolü olarak kullanılmış olmalıdır.
“O zamanlar, atalar tanrılarla aynı dili konuşuyorlar ve birbirleriyle mükemmel biçimde anlaşıyorlardı.” (Popol-Vuh)
“Atalarımız orada doğdu, Dünya’da yaşadılar.” (Bir Aztek şiirinden)

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

102

Saturday, 27.02.2016, 22:55


El Dorado, Altın Adam ve Altın Şehir Efsanesi
Güney Amerika’da, Kolombiya ve Peru topraklarında yaygındır.Mit, 1530’lu yıllarda conquistador (İspanyolca: fatih) Gonzalo Jiménez de Quesada’nın günümüzdeki Kolombiya ’nın And Dağları ’nda karşılaştığı Muiska yerlilerinden edindiği duyumlarla başlar. Bu bölgede: bir zamanlar “Muisca” denilen bir kabile bulunmaktadır. Bunlar, bölgedeki diğer kabilelerden ayrı: And dağlarının üzerinde, 2500 metre yükseklikte yaşamaktadırlar ve kendilerine ait gelenek, görenek ve adetleri bulunmaktadır. Bunun yanında, bu kabilenin insanları: “altın ” işleme konusunda çok gelişmiş ve usta olmuşlardı.

Birçok konuda gelişmiş olan bu kabile üyeleri, özellikle yaptıkları söylenen bir törenle önem kazanıyorlardı. Bu tören: yeni bir kralın veya başrahibin işbaşına geldiğinde düzenleniyordu. Tören yeri ise: günümüzdeki “Bogota” şehrinin kuzeyindeki “Guatavita gölü” idi.

Ayinin başlangıcında: yeni hükümdar, gölün tanrılarına, adaklar sunuyordu. Devamında ise, kabile üyeleri tarafından sazlardan yapılan ve içi tütsü ve kokularla doldurulan bir sal hazırlanıyordu. Bunun yanında: yeni hükümdarın vücuduna reçine sürülüyor, sonra bunun üzerine ince altın tanecikleri yerleştirilerek, tam bir altın adam ortaya çıkarılıyordu. Yeni hükümdar, bu işlemler sonucu hazır olduğunda ise, daha önce hazırlanan sala bindiriliyordu. Ama, sala onunla birlikte: altın ve zümrüt yığınları, altın taçlar, kolyeler, süsler, küpeler ve diğer birçok değerli eşya ve 4 hizmetkar bindiriliyordu.
Sal: trompetler ve fülütlerin çaldığı müzik eşliğinde, kıyıdan ayrılarak, gölün ortasına kadar gidiyor ve oraya ulaştığında, çevre sessizliğe bürünüyor ve salda bulunan hizmetkarlar: sal içinde bulunan tüm değerli eşyaları “adak” olarak, gölü döküyorlardı. Böylece, yeni önder: kral ünvanını alıyordu.

Evet , bu bir efsane ama, zamanla bazı araştırmacılar, bu efsanenin içinde, bazı gerçek noktaları ortaya çıkarmaya çalışmışlardır.

John Heming isimli araştırmacı: 17’nci yüzyılda, bölge insan ının vücutları ve giysilerine, sivrisineklerden korunmak için, reçine veya bir tür yağ sürdüklerini belirtir. Bu durumun, özellikle, Venezuella Örinico nehri kıyısında yaşayan kabilelerde, yaygın olduğu söylenir. Belli kutlama günlerinde ise, bu kabile insanları, bu reçine veya yağ tabakası üzerine, çok renkli çizimler yapıyorlardı. Efsanede ismi geçen “Muisca” kabilesi ise, altın bakımında çok zengindi ve bunun doğal sonucu olarak, vücutlarına sürdükleri reçine veya yağın üzerine, altın parçacıkları bezemeleri, doğal bir sonuç olarak düşünülebilir.

16’ncı yüzyılın İspanyol savaşçıları, israrla, bu ünlü şehri aramışlardır. 1569 yılında, 300 İspanyol ve 1500 yerliden oluşan büyük bir ekip, El Dorado şehrini bulmak üzere, Kolombiya’nın başkenti Bogota’dan yola çıkarlar, ancak yaptıkları bu 3 yıllık yolculuk, tam bir felaketle sonuçlanır ve geri döndüklerinde, yalnızca 64 İspanyol ve 4 yerli kalmıştır.

1596 yılında, İngiliz kaşif Sir Walter Raleigh, şehrin yerini tam olarak bildiğini yazmıştır. Araştırmaların temelinde: Muiscaların, Guatavita Gölünde yaptıkları tören bulunmaktadır. Çünkü, yukarıda söz ettiğim gibi, bu tören sırasında, gölün ortasında, birçok değerli maden, gölün sularına atılmaktadır. Zaten, El Dorado şehrinin de, bu gölün yakınlarında bulunduğu tahmin edilmektedir. Hatta, bu göl, birçok kez kurutulmaya çalışılmış, ancak başarılı olunamamıştır. Ancak, göl kıyısında, çamurlu kısımda, bir miktar altın levhalar ve zümrüt bulunmuştur. Yine de, elde edilen bu ganimet, gölde bulunduğu iddia edilen servetin, çok çok küçük bir kısmıdır. Evet, 20’nci yüzyılın ortalarına kadar, gölde kurutma çalışmaları, son hızla sürdürülmüş, ancak altın yığınlarına ulaşılamamış ve 1965 yılında, Kolombiya Hükümeti, bu kurutma çalışmalarını engellemek için, gölün bulunduğu alanı, doğal koruma altına almıştır.

1969 yılında, 2 tarla işçisi, Bogota şehri yakınlarında, Pasca kasabası civarındaki bir mağarada: 26 cm. uzunluğunda ve zarifçe işlenmiş bir altın sal maketi bulurlar. Sal maketi üzerinde: hepsi şık başlıklar ve kıyafetler giymiş, 10 hizmetkar tarafından taşınan bir kral figürü bulunmaktadır. Birçok kişiye göre, bu buluntu: Muisca kabilesinin, Guatavita gölünde yapmış oldukları yeni kral töreninin en büyük kanıtıdır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

103

Saturday, 27.02.2016, 23:55


Mayalıllar'ın tüylü yılan şeklinde resmettikleri varlığın ismi;Aztekler ona Quetzalcoatl demişlerdir; bu varlık Çinliler'in mükemmel insanı simgeleyen,imparator ve bütün evrenin yaratıcısı olarak kabul ettikleri ejdarhaya çok benzemektedir.
Kukulkan Cennet ve Dünya'yı yarattıktan sonra,onu takdir eden ve yaradılışı yücelten hiçkimse olmadığını farketti ve ilk olarak hayvanları; kuşları,geyikleri,jaguarları ve yılanları yaratmıştır.Onları ormanın üzerinde gözetleyici olmaları ve yaratımlarını korumaları amacıyla ilk olarak yaratmıştır.Ancak hayvanlar Tanrının isteğini yerine getirememişlerdir;onlar hiç konuşmamaktadırlar,dolaysıyla övgüler yağdıramamaktadırlar ve Tanrı bunun farkına vardığı zaman hayvanları yalnızca yenilebilecek varlıklar olarak belirlemiştir.
Bu durumda Tanrılar yeniden denemeye girişmişlerdir.Bu kez onlar kilden bir varlığı ortaya çıkarmışlardır.Ancak kil yumuşaktır ve bir arada durmamaktadır.Tanrılar onun dağılmaya başladığını gördükleri zaman onun yürüyemeyeceğini ve çoğalamayacağını anlayarak yaratımlarını terk etmişlerdir.
Üçüncü yaratımda Tanrılar daha katı birşeye gereksinim duyduklarına kara vermişlerdir.Onlar tahtadan yaratımlar yapmışlardır.Bu prototipler insana benzemektedir,insanlar gibi konuşmaktadır ve insanlar gibi çoğalabilmektedir fakat onlar duygulara sahip olamamışlardır,düşünememişlerdir ve hepsinden kötüsü kendilerini yaratanları hatırlayamamışlardır(onlar kendi tanrılarına tapmamışlardır).Tahta adamların dünyada çoğalması üzerine tanrılar bir tufan ile onları yok etmişlerdir.Onlardan geriye hiçbirşey kalmamıştır ve böylece üçüncü yaratım da sona ermiştir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

104

Sunday, 28.02.2016, 00:00


Çingene mitolojisine göre; Bekarlıktan usanan bilge bir adam artık evlenmek ve yaşamdan öğrendiklerini devredecek bir nesle sahip olmak istemektedir. Ancak adam aynı zamanda evlenmekten korkmaktadır, çünkü evleneceği kadının kendisine son­suza kadar itaat etmesini istemektedir. Eğer karısı ken­disine karşı gelecek olursa onu lanetlemekten kendini alıkoyamayacağına inanmaktadır.
Bu kaygısı yüzünden evlilik isteğini gerçekleştiremeyeceğini düşün­ürken, karşısına çıkan genç bir bakire ona, ömüür boyu itaat sözü vererek, evlenmeyi kabul ettirir. Ona sonsuza dek itaat edeceğine yemin etmesi üzerine bilge adam genç kızla evlenir. Birbirle­rine sadakatle bağlı uzun yıllar ge­çirirler. Bu evliliğin birden çok meyvesi olur. Her şey adamın is­tediği gibi gitmektedir ki günlerden bir gün kadın kocasına karşı gelme gafletinde bulunur. Adam, kendisine itaat etmeyen karısına beddua eder: “Lanet olsun sana. İnsanların ve hayvanların saklandığı bir bitki olasın ve meyvelerin içinde dün­yaya getirdiğin çocukların sayısı kadar çekirdek olsun. Çocukların tüm dünyayı dolaşıp seni her yere götürsünler. Sen ise onlara hizmet ve itaat etmek zorunda kalasın.” der....
Bu beddua üzerine kadın tatulaya dönü­şür. Efsaneye göre çingeneler bu bilge adam ve karısının çocukları­nın soyundan gelirler ve bu bed­dua yüzünden hayatları boyunca dolaşmaya mahkum olmuşlardır...
Büyücülerin itibarlı bitkilerinden Tatula
Tatula kadim zamanlardan beri büyücülükte kullanılan, halüsinojenik bir bitkidir. Bitkinin halüsinasyon etkilerinin; mitolojik öykülerde, insanları başka şekle dönüştürdüğü şeklinde kullanıldığı düşülmektedir.
Tatula tıpkı kenevir gibi uyuşturucu etkisi bulunan bir bitkidir. Patlıcangiller familyasına aittir,.boru çiçeği adıyla da tanınır. Bitkisi 1 metreye kadar uzayabilen, üzeri dikenli kapsül şeklinde meyveleri olan, beyaz çiçekli, otsu bir bitkidir. Tatula (Datura) bilimsel adıyla Datura Stramonium L.; Solanaceae familyasına ait tek yıllık bir bitkidir. Bu cinse bağlı 24 kadar tür bulunur, bunlardan Datura ferox ve Datura metel dışında kalanların kökeni Orta Amerika (özellikle de Meksika) torpraklarıdır. Tatula, ülkemiz florasında yabani halde yaygın olarak bulunmaktadır. Türkiye'de 3 datura türü vardır; Datura stramonium, Datura metel ve Datura innoxia.
Tatula son derece zehirli bir bit­kidir aynı zamanda uyuşturucu te­siri yüksektir. İçeriğinde hyosiamiatropin skopolamin gibi alkolidler barındırır. Etken maddelerden dolayı ilaç endüstrisinde önemlidir.
Tatula büyücülerin kehanette bulunmalarına yardımcı olan, aynı zamanda büyü malzemeleri arasında bulunan bir bitkidir.
Çingene kültüründe; kadın büyü­cüler tatula tohumları ile nazarlık yaparlardı. Tatula nazarlığınıni, kem gözlerden ve kö­tülüklerden koruduğuna inanılırdı.
Taula'nın Çingene dilindeki adı; pešošeskro'dur. Çingenelerin, her parçası çok zehirli olan bu bitkiyi Hindistan’dan diğer bölgelere yaydığına inanılmaktadır. Çingenelerin tatuladan imal ettikleri sarhoşluk veren bir maddenin ‘gece alemlerinde kafaları bin bir çeşit hayal ve şeytanlıkla doldurduğunu’ da ifade edilmektedir.
Bir efsanede, Mulolar (hortlaklar) tarafından kaçırılmış olan iki bakire kızın Tatula tohumu yardımıyla kurtulduklarından söz edilmektedir. Orta ve Batı Avrupa’daki kavimlerde ise Mulo, yalnızca, geceleri ortaya çıkan bütün hortlak türlerini göstermek için kullanılan bir terimdir. Muloların yaşayan kadınlarla cinsel ilişkiye girebildiğine inaılmaktadır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

105

Sunday, 28.02.2016, 00:02


Fin Mitolojisi'nde Dünyanın kökeni ve yapısı
Dünyanın bir tatlı su ördeği yumurtasının patlamasından oluştuğuna inanılır. Gök yüzü ise yumurtanın üst kısmıdır, buna alternatif olarak gök yüzünün kutup yıldızının hemen altında, kuzey kutbundan çıkan direkle tutulan bir tente olduğu da söylenir.
Yıldızların hareketleri, gök kubbenin kuzey yıldızı ve kendi etrafındaki dönüşü ile açıklanır. Kuzey kutpunda bu dönüş yüzünden büyük bir girdap olduğu kabul edilir. Bu girdap ruhların ölüler dünyası Tuonela'ya gittiği kapıdır.
Dünyanın düz olduğuna inanılır. Dünyanın kenarları olan Lintukoto (kuşların yuvası), kuların kışın yaşadığı sıcak ülkedir. Samanyoluna Linnunrata (kuşların patikası) adı verilir. Çünkü kuşların Lintukoto'ya onu izleyerek gittiğine inanılır. Bilimsel veriler de göçmen kuşların, güneydeki sıcak bölgelere göç ederken samanyolu'nu kullandıklarını saptamıştır. Lintukoto'nun modern anlamı daha çok, "cennetvârî, mutluluk getiren, sıcak ve huzurlu yer" anlamındadır.
Ayrıca kuşların yeni doğanlara ruh getirme, ölenlerinse ruhlarını alıp götürme görevleri bulunur. Kimi bölgelerde uyku sırasında ruhun kaçmasını önlemek için başucuna tahta kuşlar konur. Bu Sielulintu (ruh kuşu), kişinin ruhunun rüya aleminde dolaşırken yolunu kaybolup gitmesine mânî olur.
Tatlı su ördeğinin hikâyelerde, taş resimlerinde ve oymalarda sıkça görülmesi onun bize eski Finlerde ne kadar önemli bir yer tuttuğunu gösterir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

106

Sunday, 28.02.2016, 00:50


Karnak Amon Tapınağı'nda yer alan düşük kabartma yüzeyli rölyeflerde, diz çökmüş olan Kral, mavi başlık ve peştamal giymiştir. Sağ elinde, hek asa tutmaktadır. Kral, bir Persea ağacının önündedir.
Bu, tapınakta yetiştirilen eski kutsal ağaçtır. Yükselen Güneş'le ilişkilendirilen ve en iyi bilinen üyesi bir Avokado türü olan ağaç, Ished adı ile de anılır. Kralın sol elinde bu ağacın meyvesi vardır, üzerinde mistik ismi yazar.
Sonsuz yaşam, tanrılar tarafından uzatılan bir kutsal Ished ağacı meyvesini yemekle sunulmaktadır.
Sol elinde istiridye tutan İbis başlı Thoth, ağacın yanında ve ayaktadır.
Persea ağacı üzerinde, kralın sembolü ile, Ma'at amblemi yer alır.
Basamaklı Zoser piramitinde bulunmuş tohum tozları bu ağaca aittir. Mimarı İmhotep olan ve MÖ. 2630 yıllarında yapılan Mısır'daki bu ilk piramitte, Persea dalları, mezar buketlerinde ve özel asaların yapımı için kullanılmıştır.
Ağacın dalları ve iki büyük buketi, Tutankamon'un mezarında da bulunmuştu. Persea Ağacı Mısır mitolojisinde sık geçer, ve meyvesi; Horus'un "Kutsal Kalbi'ni" sembolize eder.
Anka Kuşu'nun Heliopolis'te yanan bir Persea ağacından yükseldiği söylenir.
Persea Hayat Ağacı, Güneş ve Ra ile ilişkilendirilmesinin yanında, Osiris'in tabutunu saklaması ile de anılır. Set, hile ile Osiris'i Nil'e bir tabut içinde attığında, İsis, ağlayarak dolaşır, sonunda onu, tabut etrafında gelişip tabutu sararak gizleyen ağacın içinde saklı olarak bulur.
Bu ağaç, içinde gizlenen tabutla birlikte, civarın kralının sarayında bir sütun haline getirilmiştir. İsis, kralın yavrusuna şifa verir ve karşılığında sütunu ister.
Bu sütun bir Djed, ya da Osiris'in belkemiği nin sembolü olurken, böylece Tanrı'yı sarmalayan ağaç; hayat ağacıdır. Ne var ki, şu an, bu özel türü Mısır'da yetişmemektedir.
Persea ağacı, o zamanlarda, Mısır ve Etiyopya'ya has bir türmüş, rengi yeşil olan, tatlı erik, şeftali ve armut karışımı tadında, hoş kokulu bir meyveye sahipmiş. İmparator Arcadius, ülkenin her yerinde tükenmeye yüz tutan bu özel türün, soyu azalan ağacının kesim ve satışını yasaklamış ama değişime engel olamamıştı.
Sonraları, bu ağacın nitelikleri, Eski Mısır'da tanrıları barındırdığına inanılan Firavun İnciri ağacına transforme edilmiştir.
Hayat Ağacı, her kültür ve inanışta İlahi Bilgi'yi simgeleyen çeşitli ağaçlar gibi, antik Mısır'ın kutsal sembollerinden biri.
Djed Sütun Yükseliş Ritüeli'nde ve taç giyme töreni sırasında, firavun isimleri bu ağacın yaprakları üzerine yazılır, firavun, tanrısal gücünün kanıtı için, yine güç ve dengenin timsali olan bir Djed sütununu doğrulturdu. Bunun anlamı, elbette sembolik olarak, Osiris'in diriltilmesi, hayat, ışık ve yaşam bulmasıdır.
''Senin görüntünü özler kalbim,
Ey Persea ağacı,
Ne zaman boynuma çelengin asılacak?''

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

107

Sunday, 28.02.2016, 01:24


Ege’den Bir Çingene Efsanesi
Antik çağlarda Ege kıyılarında, birçok Yunan uygarlığı vardı. Bunlardan biri de İzmir yakınlarında idi. Adına Yaban Gülü Uygarlığı denirdi. Bu uygarlık adını bir Ege efsanesinden almıştı.Rivayete göre Ege kıyılarında dünya çingenelerinin başı olan, bir büyük çeri yaşardı. Bu çerinin aşiretinde adı dillere destan olan bir kız vardı. Bütün çingene kızları gibi sıradan bir güzelliği olmasına rağmen, çok güzel sesiyle öyle danslar ederdi ki, ünü bütün dünyaya yayılmıştı.

Yaşlı çeribaşı bu kızın cilve, işve ve danslarına kapıldığından her akşam Ege sahillerinde yaz eğlenceleri düzenlerdi. Bu eğlencelerde tahta fıçılarla, at arabaları dolusu şaraplar gelir, dünya çerileri arasından seçilmiş en iyi kemancılar, zurnacılar ve darbukacılar sahilde toplanırdı. Çok geniş dev halkalar oluşturulur, ortada çam odunlarından bir büyük ateş yakılırdı. Kuzular çevrilir, toprak testilerle şaraplar fıçılardan alınır, herkese dağıtılırdı.

Herkes bir büyük merak içinde çingene kızının çıkmasını, ünlü büyülü danslarını yapmasını beklerdi. Sonunda güzel çingene kızı, saçlarına taktığı yaban gülü, parmaklarında zilleri, uzun eteği ve şuh edasıyla ortaya çıkardı. Bir anda bütün sesler kesilir, saz ekipleri en oynak parçaları çalmaya başlar, çingene kızı da kıvrak bedeniyle dans ederdi. Hızla döndükçe etekleri bir gül gibi açılır, güzel bacakları ay ışığında Venüs heykelleri gibi parlardı.

İri kahve gözleri, can yakan endamı, şen şakrak neşeli sesi, zillerinin şıngırtısı bütün sahilde yankılanırken, toprak şarap testileri dolar dolar boşalırdı. Çingene kızının nereden geldiğini, kim olduğunu, hatta adını bile bilen yoktu. Ancak ipek saçlarına taktığı yaban gülü her zaman yerinde dururdu. Onu ne yatarken, ne dansederken, ne de bir başka zamanda gülsüz gören olmamıştı. Bu nedenle çingene kızına herkes Yaban Gülüm dediğinden adı Yaban Gülüm olmuştu. Bu da yetmemiş, çerinin adı da Yaban Gülüm Çerisi olarak ünlenmişti.

Anadolunun içlerinde, Ege’nin karşı sahillerinde, hatta arap kıyılarında Yaban Gülüm’ün methini duymayan kalmamıştı. Uzak iklimlerden onu izlemeye gelenler çoğunluktaydı.

Yaşlı çeribaşı sonunda sevdalandığı bu kıvrak çingene kızıyla hiçbir şeye aldırmadan kırk gün, kırk gece sürecek bir düğünle evlenmeye karar verdi.
Düğünün her gecesi Ege sahillerinde şölen düzenlendi.

Düğünün son gecesiydi. Eğlencede su gibi şarap aktı. Aşirette Yaban Gülüm’e aşık olanlar, çeribaşını kıskanmaktaydılar. Herkesin sarhoş olduğu bir anda, kir, pasak ve yama içindeki bir çingene genci, çeribaşına saldırarak, onu bıçakladı ve öldürdü. Akan kanlara dayanamayan Çingene kızı denize doğru yürümeye başladı, herkesin gözü önünde…

Hayret!!!! Çingene kızı suya batmıyor, su yüzeyinde yürüyüp gidiyordu. Yürüdü, yürüdü, uzaklaştı, bir nokta gibi kaldı mavilerde ve kaybolup gitti.
Efsaneye göre çingene kızı kendisini çok seven çeribaşının üzüntüsünden çirkinleşti o gece…

Sadece her dolunayda eski güzelliği, eski endamı, eski yakıcılığıyla Ege sahillerine çıkar, görünmez sazların eşliğinde çingene danslarını yapar, sonra da geldiği denize yürür, suların üzerinde, mavilerde kaybolur gider.

Bu yüzdendir ki, Ege sahillerinde yaban gülleri her dolunayda açar, ormanlardan çigan müziği sesleri gelir. Egenin sularında her günbatımındaysa, bir çirkin çingene kızının hayali belirir, ve bu hayal bulutlara vururdu

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

108

Sunday, 28.02.2016, 01:52


Anlatılan ilk efsaneye göre, 3 bin yıl önce Baybassos Kenti’nin kralı, düşmanlarıyla giriştiği uzun yıllar süren savaşı kaybeder. Kenti ele geçiren düşmanlar, kral ile halkını öldürür. Krallığın güzelliğiyle meşhur prensesi, korsanlardan kaçmaya çalışır. Deniz kıyısına gelen ve yüzme bilmeyen prenses gerçekleşen mucize sonucunda eteğine doldurduğu kumları serptikçe deniz üzerinde bir yol oluşmaya başlar. Havanın karanlık olması nedeniyle yolunu kaybeden prenses, eteğindeki kumlar bitince boğularak yaşamını yitirir.

Kızkumu ile ilgili anlatılan bir başka hikaye ise, güzel prensesin imkansız aşkıyla ilgili. Baybassos kralının güzel kızı fakir bir balıkçıya aşık olur ve babası evlenmelerine karşı çıkar. Birbirlerini çok seven iki genç, kraldan gizli sık sık buluşur. Kayıkla denizden gelen balıkçı genç, her defasında prensesin yaktığı ateşi görerek sevgilisinin bulunduğu yere gelir. Durumdan şüphelenerek askerlerine kızını takip ettiren kral, gizli buluşmalardan haberdar olur. Bir gece kızını yakalatan kral, askerlerine ateşle işaret vermesini söyler. Işığı gören balıkçı askerlere doğru gitmeye başlar. Askerlerin elinden kaçak prenses, koyun karşısına geçerek sevgilisini kurtarmak için denize atlar. Bu sırada bir mucize gerçekleşir ve prensesin adım attığı her yer kuma dönüşür. Kızın peşinden koşan askerler ise suya gömülür. Ancak okçulardan birinin fırlattığı ok, kıza saplanır. Prensesten akan kan, denizi kırmızıya boyar. Genç balıkçı ise kızı alarak sandalıyla uzaklaşır ve bir daha kimse onları görmez. O günden sonra da koy Kızkumu olarak adlandırılır.

Diğer bir efsaneye göre de : köyün delisinin güzel kızı cadılık suçlamalarıyla taşlanırken denize doğru kaçar. Onu taşlayanların attığı taşlar, ayaklarının altında denizin içinde ona yol olur olmasına da güzel kızcağız da denizde taşların bittiği yerde ölür.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

109

Friday, 18.03.2016, 17:40


Unicorn (Tekboynuz):



Tekboynuz, mitolojik tek boynuzlu at. Kafasının ortasından düz bir boynuz çıkar. Saf ve masum olduğuna, kanı içildiğinde kişiyi ölümsüz kıldığına, bu nedenle öldürmenin lanet getireceğine inanılan efsanevi bir hayvan. Latince ismi olan Unicorn; "bir-tek" anlamına gelen uni- ve boynuz anlamına gelen cornus sözcüklerinden türemiştir (Türkçe karşılığı Tekboynuz'dur). Yine bir efsaneye göre, sadece bakire kızların yanına yaklaşır ve bu şekilde yakalanabilir. Bugün herkes Tekboynuz'ların hiç yaşamadığı konusunda hemfikir olsa da, bu görüşün kabulü çok yenidir.


Değerine Orta Çağ'da ulaşan ve o çağlarda bu tür kalıntıların hastalıkları iyileştiren temel ilaçlar olduğuna, zehirlere karşı etkili (panzehir) olduğuna inanılıyordur (özellikle arseniğe karşı). Aslında Tekboynuz'ların tarihi çok daha eskidir, M.Ö. 5. yüzyılın sonlarında Yunanlı bir terapist olan Ctesias Tekboynuz'ların Hindistan'da bulunduklarına dair bir yazı yazmıştır. Ayrıca İncil'de de Tekboynuz'lara değinilmektedir.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

110

Sunday, 20.03.2016, 17:10


Bennu, Mısır mitolojisinde Güneş Tanrısı Ra’nın ruhuna sahip olduğu söylenen balıkçıla benzeyen bir kuştur. Eski Mısır’da ölümsüzlüğün bir sembolüydü. Mitolojiye göre, Bennu, kendini Ra Tapınağı’nın çevresinde olan kutsal bir ağacın alevinden oluşturmuştur. Başka bir versiyona göre de, Bennu Osiris’in kalbindeki çatlaktan dışarı çıkmıştır.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

111

Monday, 21.03.2016, 13:32


Yaklaşık 3750 yıl önce ilk masal Hammurabi yasalarıyla Mezopotamya’da yazıya geçmiş. Adı: ’Adapa’dır. M.Ö. 1750 yılları: Adapa, ölüme çare bulmak için yola çıkar. Yolda rüzgâr, kayığını alabora eder. O da tutar rüzgârın kanadını kırar. Gök Tanrısı öfkeye kapılıp Adapa’yı mahkeme önüne çıkarır. Adapa’nın koruyucusu Yer Tanrısı ise kendisine ceza olarak verilecek ’ölüm ekmeği ile ölüm suyunu’ almamasını öğütler. Ancak Gök Tanrısı Adapa’nın mert ve açık yürekliliği karşısında ona ’Sonsuz hayat ekmeği ile suyu’ uzatır. Adapa Yer Tanrısına söz verdiği için bunları reddeder ve ölümsüzlüğe ulaşma fırsatını kaçırır... Böylece insanoğlu ölümlü olur.(Bu Masal hiç yabancı değildir bence 8) Yasak elma gibi )

Bu mesaj 2 defa düzenlendi, son düzenlemeyi yapan "lale_zar" (21.03.2016, 13:44)


lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

112

Friday, 15.04.2016, 15:49


Homeros destanlarında Olympos Tanrıları "ambrosia" ve "nektar" ile beslenirlerdi. Ölümsüz anlamına gelen ambrosia bir çok çiçek özlerinin katıldığı bir çeşit balmış. Ambrosia ile beslenen tanrılar yaralanmazlar, insanlar içince de ölümsüz olurlarmış.

lale_zar

Profesyonel

  • "lale_zar" bir kadın
  • Konuyu başlatan "lale_zar"

Mesajlar: 1,830

Kayıt tarihi: Aug 12th 2015

Konum: allaturkaa

  • Özel mesaj gönder

113

Sunday, 1.05.2016, 22:19


Yılanbalığı - Alfa
Güney Pasifik’in ortasında üçgen biçiminde uzanan Polinezya Adaları’nın arasında Proes adını verdikleri tekneleriyle dolaşan insanların kulaktan kulağa fısıldadığı efsaneler, Melanezya ve Mikronezya’ya da yayıldı. Anlatılanlar güzel kadınların dilinde dolaştı durdu en çok.

Rojdat’ın Kadın Avı

Yürüyüşü şehri inletiyordu. Ağaçların en yüksek dallarına erişen boyu, kapılardan sığdıramadığı omuzlarının açısız kenarları vardı. İnce belinden dökülen sarı eteklerini sımsıkı bir kuşakla sarar, uçlarını üçgen biçiminde salardı. Yakasız, göğsü açık gömleğinden yılanvari kıvrılırdı kılları. Çocuklar uzağında durup köpeğiyle atını severdi. Kadınlar önlerinden sessizce geçip hana girişini, bütün gece içip ertesi sabah gidişini kapı önlerinde konuşurlardı. Tabakları kapının önüne sıyıran bir kadının onunla bir gece geçirmek için kocasını ve çocuklarını satabileceği alışıldık sözlerdi; bir başkasının, elindeki gömleği dikerken iğne batan parmağını ağzına götürüp emdiğini, sonra aynı hareketi ondan görebilmek için anasıyla babasını öldürebileceğini gülerek söyleşi işitilirdi.

Bir gün bir evin kapısını çaldı sarı etekli adam. İçeri girip ailenin en küçük kızını aldı. Atını bağladığı ipi tek eliyle çözdü, bir nara saldı meydandan. Çocuklar ezilmemek için atın toynaklarının altında, kaçıştılar.

Vardıkları yer denizin altında bir adaydı sanki. Anakaraya incecik bir boyunla bağlanan ufak bir kafa. Birkaç karış toprak parçasının üstünde ufarak bir ev vardı. Kıza evlendiklerini söyledi. İçeri girdiler. Yağ lambalarını yakıp oturdular. Köşedeki çuvallardan su ve ekmek getirmesini istedi kızdan. Sonra eteğini sıyırıp elini karnına koydu. Uyudu. Bu, yıllar boyu kıza tek dokunuşuydu.
Kız uzadı, çatladı, genişledi. Adamın omuzlarına yetişir oldu. Gürleşen saçını ensesine dolayıp kollarını göğe kaldırdı. Sonra indirip yüzünü toprağa kapadı. Bildiği bir tanrı vardı. O da toprağın dibindeydi. Ağzını açıp kelimelerin süzülmesine izin verdi, sonra fısıldadığı haykırış oldu, ondan hiç bulamadığı yolu göstermesini diledi. Dişleri simsiyah, dudakları kızıldı. Sökülen içini oraya bıraktı kız, topak topak kan içindeydi taşlar. Atın kişneyişini duyduysa da acıdan kaldıramadı başını; onu öylece çıplak, gözyaşlarıyla çamura dönmüş toprağa sıvanan yüzüyle bulmasına izin verdi. Kızın bacaklarının arasındaki kana elini batırıp nihayet kendi adını söyledi adam: “Rojdat.”


Gün ağarmaz olmuştu evlerinde; atını sürmüyor, kızı bırakıp gitmiyordu. Kız karıncaları sayarken yüzüstü, titreyen kalçasına şöyle bir bakıp omzunun üstünden, sürmeli gözüne Rojdat’ın alnından süzülen terin tuzunu tadıyordu. Çöktükçe ağzı ağzına, bilmenin sırrı nedir bilmenin sırrı nedir diye tekrarlıyordu kendine. Artık ona baktığında, şehre girerkenki azameti, görüntüsü canlanmıyordu aklında. Ondaki şekilsizlikti belki buna sebep, belki de kıyaslayacak başka birinin olmayışı. Kocaman gövdesinde, ağır adımlarında, geniş yumruklarında, fallusuna yakıştıramadığı, gözünün ölçüsüz açılarının reddettiği bir tuhaflık vardı. Bir zaman sonra artık etine acı dahi vermeyen bir yenilgi. Tadına tuzuna son kez baktığı o gecenin sabahında, kız ona bu kez yemek bulmaya kendisinin çıkacağını söyledi. Rojdat’ın itiraza dili dönmedi. “Ne zaman dönersin?” diye sordu. “Bir süre dönmem, atını alıp şehirlere gideceğim,” dedi kız. “Beş gece sonra dönmüş olurum.”

“Öyleyse git,” dedi. “Gerektiği kadar kal.”

Kızın Yolculuğu

Yiyeceğinin peşinde, atın boynuna bir şaplak indirdi. Karnını dolduran şey umurunda değildi, o asıl kasıklarını doldurmaya gidiyordu. Üstünde atın, bir gün yol aldı. Ateşi harlı bir köyün meydanında durdu, indi çözdü göğsünü, çıkardı ileri. Adamlar, kadınlar, çocuklar etrafında halka oldu. Klanın ortasında açtı ağzını:

“Bizim erkeklerimiz, iç bölgede yaşayanlar, tutkuları bir erkek gibi gidermeyi bilirlerdi,” dedi. “Denizin ortasında yaşayan Rojdat ise yavan bir yemekten öteye gitmiyor. Beni çocukken aldı, yıllarca dokunmadı, kanım eline değince bildi erkekliğini. Buna layık mıyım? O zayıf titrek yılanbalığına? Aşağı ülkeden zorla göçtürüldüğüm sular ülkesinden buraya birleşme uğruna geldim. Bacaklarıma iki kere dolanacak fallusu aradığını utanmadan söyleyen ilk kadınım. Sizin hikâyenizi yolda işittim, ününüz kulağıma ulaştı. Kumlu sahili aşıp size geldim. Kalkın, aşkımın işini görmeye bakın!”

Klanın kadınları gölgelerini çekti halkadan. Erkekler bir ağızdan: “Haydi,” dediler. “Yolun ileride. Biz yılanbalığı fallusun karısını almayız.”

Yoluna devam etti. Sularını koskoca yapraklar üzerinde biriktirmiş bir köyün meydanında durdu, tekrarladı sözlerini. Erkekler kadın gölgelerinin ardına gizlendi. Seslerini derinden duydu: “Haydi,” dediler. “Yolun ileride. Biz yılanbalığı fallusun karısını almayız.”

Sürdü atını, denizin çakıla kavuştuğu çizgiyi izlemeye devam etti. Toprağı öbekler hâlinde yığıp şehirlerine set çekmiş bir klanın içine girdi. Tekrarladı sözünü. Aynı yanıtı aldı. Tam dönüp gidecekken yaşlı bir kadın adını sordu.

“Hinsa,” dedi kız.

“Meshel!” diye bağırıverdi yaşlı kadın. “Meshel! Gel şu kadını kendine al!”

Evlerin ardında bir evden Meshel çıktı. Topallıyordu, eksikti. Hinsa onun kancamsı burnuyla üstü bükük kulağını gördü. Onca yolu bunun için mi gelmişti? Meshel’in anası, sen merak etme dercesine, sırtına koydu elini kızın, oğlunun uçkurunu çözdü.

Kaldı orada Hinsa, çorbayı beraber kaynattılar.

Rojdat’ın Öfkesi

Günlerce ter içinde, sayıklamalarda yatmış, beş gün dönmeyince, dudağını kendi yaralamış, yiyip bitirememiş; aralamışlar kapısını başka şehirdeki ahbapları, “Senin karını Meshel aldı, ulu toprakların klanından,” demişler. Aldırmamış. Hepsini def edip, atsız, bir köpeğiyle kalmış. Bir başına geceleri saymış. Yeniden gelmişler, bir kez daha: “Senin karını Meshel aldı, ulu toprakların klanındalar,” demişler. Bu kez merak edip sormuş Rojdat: “Şu Meshel nasıl biri?”

“Çarpık fallusun biri o,” demişler Rojdat’a. “Bir kulağı yarım, yüzünde de çıbanlar var. At binemez, mantarları ayırt edemez, ateş bile yakamaz derler.”

Rojdat göğsünü germiş: “Bacaklarımın arasındaki kudrete baktığında gözlerini alacağım,” demiş. “Varın biriniz Toprak klanına, onun canı için yola çıktım, söyleyin alayına.”
Meshel ve Rojdat

“Geliyor, canını ve karısını senden almaya,” diye haykırdı haberci varıp Rojdat’ın klanına.

“Gelsin,” dedi Meshel. Çirkinliği büyüdü. Gönendi. “Nasıl biriymiş bu, sen gördün mü?”

“Yılanbalığı gibi ince uzun,” dedi adam.

Rojdat’ın adımları klanı inletti. Hepsi halka içinde halka oldular, Hinsa onu lanetleyenleri duydu:

“Daha önce bir kadın için savaşmadı kimse bu köyde, asıl onu göndermeli.”

Durdu iki adam karşı karşıya. Rojdat: “Hemen çıkar göster erkekliğini,” diye bağırdı.

Meshel uslu çocuklar gibi söz dinledi. Üstündeki entariyi sıyırıp herkese bacağının arasındaki o çok küçükken büyümüş kırılgan kası gösterdi. Rojdat, Meshel’e düello etmeleri gerektiğini söylediğinde, Meshel hiç karşı çıkmadı: “Sen seç nasıl olacağını,” dedi.

“Önce,” dedi Rojdat. “Ben senin vücuduna gireceğim, sonra sen benim. Bu acıdan sağ kalan, karısını alıp ya gidecek ya kalacak.”

Meydanda bir çadır kurdular. Kimseyi içeri almadılar. Onlara günlerce yetecek ekmek, su, şarap konuldu çadıra. Uzakta dizilip birinin galip çıkmasını beklediler. Geceler söndü, gün ışıdı kaç kez. Hinsa dayanamayıp gözünü çadırın aralığına uydurdu. Kılsız, tümseksiz bir bedenin üzerine uzanmış kara kıllı, şekilsiz bir insan gördü. Dudakları yara içindeydi, elleri seviyordu birbirini. Rojdat bir gizi saklar gibi fısıldıyordu Meshel’in kulağına: “Yılanbalığım, sallanır eğilirsin içimde/Sen başını eğdikçe/Küçük bir adam kaldırır belimden dünyayı”

Hinsa, aştığı sahillerin kumunu taşımamıştı ki Rojdat’ın ruhunu Meshel’e taşısın. İkisini birbirine çekecek özü o mu koymuştu içlerine? Ondan olma parçaları mı tokuşturmuştu sonsuz boşlukta? Göze aldı çünkü aşağıdaki dudağının arasından öyle yap dedi ona parçası. Açıp çadırın perdesini, içeri girdi. İki çıplağın arasında kendine bir boşluk buldu. Kim yaralar dudağını, çocukluğunu örseleyip hangisi hatırlatır, düşünmedi. İkisini şakaklarından yakalayıp, iki yanağına koydu başlarını. Gözlerini kapadı.
http://www.artfulliving.com.tr/edebiyat/…igi-alfa-i-5881